Kaybolan Gölge

Cenab-ı Pîr-i Destgîr-i Münîr’in Hakk’a hitâben olan münâcatından ikrâm olundu:
mesneviden_umutrehberi

Mâ çü çengîm û tü zahme-mîzenî
Zâri ez-mâ nî tü zârî mîkünî

Çalgıyız bizler, vuran mızrâbı sen
İnleyen hep bizleriz, inleten sen!

Bu hitâb Hak Teâlâ’yadır. Vücûd-ı mahlûkât, yaratılmışların varlığı “çeng” denilen çalgıya ve esmâ ve sıfat-i ilâhîyye de mızraba ve mahlûkâtta zâhir olan sözler ve eylemler dahi nâleye teşbîh buyrulmuştur.

Mâ çü nâyîm ü nevâ der-mâ zî tüst
Mâ çü kûhîm û sadâ der-mâ zî tüst

Nağmemiz sen; inleriz biz ney gibi
Biz dağız, her yankının sen sâhibi

Mâ çü şatrancîm ender bürd ü mât
Bürd ü mât-i mâ zi tüst ey hoş sıfât

Kaybedip ütmekte satranç oynuyuz
Kaybeden sensin üten sen; biz buyuz

Ey sıfatları güzel olan Allah’ımız! Hey’et-i mecmuası bir satranç
tahtası gibi olan bu âlemin üstündeki biz insanların arasında gâlibiyet ve
mağlubiyet nisbetleri hep sana ait isimlerin ve sıfatların izleridir hakikatte bizi oynatan sensin.

Mâlûm-u ihsânınınz çeng ve ney mûsikî âletlerinden iki âlettir. Bunların durdukları yerde sesleri çıkmaz. Çengi inletmek için tellerine dokunmak, neyi söyletmek için başpâresine üflemek lâzımdır. Kezâ dağlık yerlerde ve kubbeli mahallerde işitilen aks, kendiliğinden zuhûr etmez. Mutlaka bir ses olmalı ki o aks-i sadâ da işitilebilsin. Kezâ satranç dört köşe (çar anâsır) bir tahta üstünde; piyâde, (hayvan sıfatları) at, fil, kale, vezîr, ruh ve şâh tâbir edilen taşlar vardır. İki kişi karşı karşıya geçip de oynamaya başlayınca bu taşlar kendiliğinden hareket edemezler.

Şu halde, tevhîd-î efâl, işlerin birliği mertebesine işâretle “Allah sizi de yarattı âmellerinizi de…” [Saffât:96] nazm-ı kerîmi muktezâsınca mâdem ki bizi de fiillerimizi de halk eden sensin; biz kudret-i ilâhiye huzurunda bir mazhar ve vâsıta olmaktan başka bir şey değiliz. Hattâ:

Mâ ki bâşîm ey tü mârâ cân-i cân
Tâki mâ bâşîm bâ tû der miyân

Sen bizimçin câna cansın, biz kimiz
Bir değer olmak değildir haddimiz

Ey Zat-i azîmü’ş-şân bizim canımızın diriliği Sen’dendir; bir avuç topraktan ibâret olan bizler, varlık nokta-i nazarından kim oluyoruz ki, Sen’in varlığına karşı bizliğimizi ortaya koyup vücûdda Sana ortak olalım?

Mâ ademhâyîm ü hestîhâ-yı mâ
Tû vücûd-i mutlakî fânî nümâ

Hem yokuz hem fânîyiz iyden iyi
Gösteren mutlak vücûdsun fânîyi

İşte bu beyit, tasavvufun ruhu demek olan vahdet-i vücûd (varlığın birliği) izhâr eder vahdet-i mevcûd (varların birliği) değil

Yoku VAR ve muhteşem gösterdin, Yeli gizledin, tozu gösterdin. Geçici olanı varmış gibi gösteren gerçek varlık senden ibârettir.

Bu bahisler gâyet tehlikelidir onun için erbâbına mürâcaatle ve zevk yoluyla anlamaya çalışmalı yâhud teberrüken dinleyip geçmelidir.

Mâ hemê şîrân velî şîr-i alem
Hamle-şân ez-bâd bâşed dembedem

Resmedilmiş arslanız bayraklara
Oynarız rüzgar eserken bir ara

Biz, bayrakların bezlerine yapılmış olan arslan resimlerine benzeriz. Bu resimlerin hamleleri ve hareketleri, ara sıra rüzgar estikçe vâki’ olur. İlâhî, bizim hareket ve sekenâtımız dahi Sen’in esmâ ve sıfat rüzgârlarının te’sîri iledir.

Eskiden bâzı sancaklara arslan resmi yaparlardı. Rüzgarlı havalarda dalgalanınca üstlerine nakşedilmiş arslan resimleri hamle ediyormuş gibi görünürdü. Uzaktan, zâhirden bakılınca arslanların saldırışı müşâhede olunur fakat onları kımıldatan görünmezdi. Heyhât yelin tahriki ile kımıldayan arslanda hayat mı olurmuş!

Hamle-şân peydâ vü nâ peydâst bâd
Anki nâ peydâst hergiz kem mebâd

Arslan oynar oynatan saklıysa da
Dâimâ gelsin o rüzgârdan sadâ

O rüzgar ile hareket eden arslan resimlerinin hamleleri his gözüyle görünür; fakat rüzgar kesîf bir madde olmadığından zâhir gözüyle görünmez. Bunun gibi İlâhî, bizim kesîf olan cisimlerimiz görünür fakat Sen’in latîf olan esmâ ve sıfatın zâhir gözüyle görünmez. O hissen görülmeyen sıfat ve esmâ-i ilâhiyyenin tecelliyâtı bizim üzerimizden aslâ münkatı’ olmasın.

Bâd-ı mâ vü bûd-i mâ ez-dâd-ı tüst
Hestiî-mâ cümle ez-îcâd-i tüst

Bahşişin olmuş senin dirlik, düzen
Vârız; îcâd olmamız bir mûcizen

Sancak arslanlarını rüzgârın hareket ettirmesi gibi, bizim uzuvlarımızı da oynatan bir rüzgar vardır ki o da akıl ve tedbirimiz yani cüz’i irâdemizdir. Küllî irâde karşısında hiç de ehemmiyetli olmamakla berâber yine büyük bir nîmet bulunan o tahrîk hassasını -ki yokluğu felç olmak demektir- ve bize şu fânî varlığı veren Sensin! Vücûdumuz, yaratış ve îcâdının akıl ermez bir eseridir.

Lezzet-i hestî nümûdî nîst râ
Âşık-î hod kerde bûdî nîst râ

Tat! dedin sen, tattı yokluk varlığı
Oldu yokluk, yokluğun bir âşığı

Yok olan bizlere varlık lezzetini sen tattırdın, sonra tuttun var gibi görünen bizleri yok gibi görünen kendine âşık ettin.

İlm-i ilâhînin sûretleri olup da hariçte hakîkaten vücûdu olmayan ayân-ı sâbîte’yi şu âleme izhâr ettin ve ona velevki muvakkat ve mevhûm, geçici ve sanal olsuni varlık lezzetini tattırdın yine izâfî yokluk arasından bâzılarını kendine âşık etmek ve ona maşûk olmak saâdetini ihsân eyledin.

Hâmiş: Cenâb-ı Pîr Efendimiz, hayatın da ölüm gibi bizzat yaşanan, içinde olunan değil şâhid olunan, tadına bakılan bir şey olduğu nüktesine işâret etse gerektir.

Lezzet-i inâm-ı Hod-râ vâ megîr
Nükl ü bâde câm-i Hod-râ vâ megîr

Dâim aşk ihsânın olsun ver bize
Hem kadeh sun hem de mey sun hem meze

Verdiğin tadı, lûtf ettiğin nimeti geri alma, sunduğun mezeni, şerâbını, kadehini bizden esirgeme!

Ver bigîrî kîst cüst û cû küned
Nakş bâ nakkâş çün nîrû küned

Kim arar sen bir esirgersen hele
Nakş eder miymiş savaş nakkâş ile

Eğer o ma’nevî lezzeti, o aşkı, o feyzi esirgersen onları senden kim arayabilir? Resim, “sen beni böyle yaptın” diye nasıl olur da ressâma çıkışabilir?

Menger ender mâ mekün der mâ nazar
Ender ikrâm ü sehây-i hod nigâr

Bakma sen, her fi’limiz farz et fenâ
Sen hemen bak, kendi lûtf ihsânına

Bize bakma, istifâd ve kâbiliyetimiz olmadığına da bakma. Kendi ikrâmına, kendi cömertliğine bak, bize değil kendi şânına lâyık muâmele eyle!
Müsteid kıl yoğ ise lütfuna istîdâdım
Sana güçlük mü var, ey şâh-ı kerem mûtâdım

Mâ ne bûdîm û tekâzâ-mân nebûd
Lutf-i tû nâ güfte-i mâ mîşünûd

Yok iken biz, yok iken arzûnun biri
Duydu lûtfun en bilinmez şeyleri

Bizim söylenmemiş sözlerimizi işitiyor, senin lütfun bizi varlığa çağırıyordu!

Nakş bâşed pîş-i nakkâş ü kalem
Âciz ü beste çü kûdek der şikem

Her nakış nakkâşa râm, ondan emîn
Annenin karnında gûyâ bir cenîn

Yâni ana karnındaki bir yavru orada nasıl serbest hareketten men edilmiş ve bilakis mukayyed ise tuval üzerindeki resim yahut duvarın yüzeyindeki nakış da ressâmın fırçası önünde öyledir.

Bunun gibi kâinâtın nakşedicisi ve ilâhî kudret kaleminin zebûn-u tesvîridir. Açıkçası bir zerreyi bile Allahi nasıl istemişse öyle yaratmıştır, yaratıp durur vesselâm