Naat-ı Seyyid Yahya-yı Hâşimî

Gönüller sultânı, aşk ve irfân menba’ı, Pîr-i Sâni-i Halvetî Seyyîd Yahyâ-yi Şirvânî Dedemizin Farsça manzûm eserleri arasında yer alan “RİSÂLE Fİ SALAVÂTİ’N-NEBÎ Sallallahu Aleyhi Vesellem” başlıklı müseddes kadîdesi ve devâmında gelenler, ol Hâdî-i Âlem ve Menba’-i Nesl-i Âdem hazretini, devrindeki nefesinden dinlemek isteyenlere şifâ niyyetine ikrâm olunmuştur.

O Hâlik ki yoğ iken vâr eyledi ettik zuhûr
Kendini isbât için cihânı eyledi pür-nûr
Aşk yüz gösterince âlemi bir coşkudur tuttu
Hûb cemâlin şûlesi cihanda karanlığı yuttu

Kim ki “O Dost’tan her dem huzur bulayım” der
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Ol Kerîm ki kudretiyle nice feleği döndüren
Cümle afâkı sırlar içinde sarhoşa döndüren
Kendi sırrını, insan gönlüne yakîn gizledi
Huzurunda cümleyi âciz hem hayrân eyledi

Bin cân ile bende ol Muhammed’e ﷺ el ver
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Acâyip bir arza yaydı manâyı pek derindir
Hazîneyi iste bu hânede ki talep yeridir
Bu dâr-ı mihnet içre rahat mı bulunur
Yârın Hak divânında adın sanın unutulur

Durma oynat dudağını burası sevinçli yer
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Kendi kereminden Hüdâ nice nimet dolu sofralar verdi
Rehnümâ-yı râh-ı Hak olsun diye Muhammed’iﷺ verdi
Kim O’ndan uzak durursa Allah’a yol bulamaz
Kimin bunda şüphesi varsa onda akıl bulunmaz

Kim ki rûz-i cezâ’da O’ndan şefâat bekler
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Cümle yârân-ı Muhammed ﷺ âgâh kimselerdir
Her biri Hak yolunda kılavuz hem yol bilendir
Körü körüne inâd edenlerse gâfildir ya câhildir
Ömrünü hevâya veren sarhoşlar bunu ne bilir

Ne mutlu ferâh gönüllere ki îman içindedir
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât vir

Sıddîk gibi sağlam takvâlı kimse yoktur
Hem Farûk gibi temiz tâkî kimse yoktur
Mîr Osman ki O’dur nâşir-i câmi’-i Kuran
İhsânda Haydar gibi bir er bulamaz arayan

İki cihanda başın yüce olsun istersen eğer
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

O iki şehzâde, iki şehîd hem merhum
Şefâatleri makbul, iki maktûl, masûm
O iki kâmil, iki mükemmili bilmemek olmaz
Zîrâ onlarda zerre miktarı hata bulunmaz

O yüce Resul’ü aşk ile sevenlerdensen eğer
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Yahyâ-yı Hâşîmî müflîsdir, öyle bir ameli yoktur
Gece gündüz gam, keder elinden esâreti çoktur
Dost’un merhametinden başka ümmîdi yoktur
Yâ ilâhî! Kerem eyle taksîrâtı pek çoktur

Az çok demeden cümle muvahhîdi mesrûr eder
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Ve’s-salavât-ı safîyât ve teslîmât-ı vâfiyât ol hulâsâ-i mahlûkât ve zübde-i mevcûdat hazretine olsun ki tevhîdin yegâne mütelezzîzi O’dur.

O’na yakın olmak lezzet
O’ndan uzak olmak hasrettir
O’nunla yoldaş olmak hayat
O’ndan ayrı düşmek,
Hayat rüyâsında nefisle bir başına kalmak
Ölümün ta kendisidir.

İki cihânın her neresinde bir teşevvüş, karışıklık, bulanıklık varsa orada mutlaka Sevgili’nin terkinden bir iz vardır ve yine iki cihânın her neresinde güzel bir iş, saf duru bir ayna varsa orada mutlaka ay yüzlü Sevgili’den bir koku vardır.

O’nu sevenlerin ismini anıp anıp yanışları derecesinde, henüz O’nu tanımayanların gafletleri derekesinde, bekâsı ile kâim, aşkı ile dâim, eksilmeyen bir salât ve selâm olsun, kendinden kendine…


Olam dersen sen ümmet
Sallû ‘alâ Muhammed
Bulam dersen sen himmet
Sallû ‘alâ Muhammed

DİĞER NAAT

Bir dem geldi ki Resul-ü kâinât
Bu âciz önünde nice mübeşşîrât

Dedim: Ey yolda kalmışlara mededkâr
Ey resul-u rehnümâ-yı talepkâr

Ey ki cümle eşyânın hayatı sendedir
Âlim-i gayb u şehâdet nuru sendedir

Cümle ehl-i hizmetin serf-firâzı sensin
Cümle peygamberlerin asıl canı sensin

Sana muallim oldu üstâd-ı melek
Hizmetindedir melek hem felek

Mah u şems senin yüzünden rûşendir
Arş u kürsî harmanından bir dânedir

Zâhir ve bâtın harman yerindir senin
Enbiyâ hep dergâhından isterler senin

Cümle yaradılmışın aslı sen gelmişsin
Maksâd ü maksûd âlem için gelmişsin

Her şeyin câmîsidir senin kitâbın
Hakikatin cümlesi içinde kitâbın

Tâ böylece “Habîbîm” dedi sana Hudâ
Yolunu şaşırmışlara olasın reh-nümâ

Bu esîr ü bî-nevâ ben sendenim
Ezelden bu yüze âşık gelmişim

Amelimle bakacak bir yüzüm yok sana
Yine de senin aşkın hep yoldaş oldu bana

Kabulumdür her taksîrât bendedir ey Resûl
Kerem eyle! “Ümmetimdir” de eyle kabul

Rûy-i siyâhım sek-i kûyinem senin
Mutekîfinim daim bu kûyinde senin

Bu sek-i kadîminden yüz çevirme
Kimsesiz bu sekî kapından kovma

Neyim varsa mahsülüm dergâhın gelir
Her dâim ümmîdim makamından gelir

Bu dergâhından başka kapım yoktur
Affından başka gidecek yolum yoktur

Her hâlim için affınla yol gösterensin
Hâlim malumundur beni işiten sensin

Cennet ki vaad eylemiş onu zü’l celâl
Senin makamındır budur âyine-i hâl

***

Zâyıflığımı âcizliğimi iniltimi işitince o Resûl
Ümitsizliğim rahmetini celb eyledi usûl usûl

Hemen buyurdu kabul sâhib-i kerem
O’nun kabulü ile olmuşum muhterem

Hatamla günâhımla eyledi kabûl
“Sen bizimlesin” dedi ez râh-ı usûl

Çünkü izzetimize bağlılığın tamdır senin
Benim iki âlemde yol gösterenin senin

Muhabbetimiz miftâh ola sana cümle hâl
Hâlden yana bir yol bulamaz ehl-i kâl

Canlar canına varır yolumuz
Ondan “Li maallah” olmuşuz

“Li maallah” bize muhabbetendir
Maksad ve maksûdun bizdendir

Kim âgâh olmamışsa bu yoldan el-hak
Ukbâda heybesi boş kalır muhakkak

Habîbin muhabbetine düşer gıdâ-yı Dost
Muhabbet uzak olana düşer redd-i Dost

Olam dersen sen ümmet
Sallû ‘alâ Muhammed
Bulam dersen sen himmet
Sallû ‘alâ Muhammed

Kıssa-yı Mansûr

KISSÂ-YI MANSÛR
Cenâb-ı Hallâc-ı Mansûr Mesnevîsi

Gönüller sultânı, aşk ve irfân menba’ı, Pîr-i Sâni-i Halvetî Seyyîd Yahyâ-yi Şirvânî Dedemizin Farsça manzûm eserleri arasında yer alan “Kıssâ-i Mansûr” başlıklı mesnevîsinin aslı 72 beyitten mürekkep olup arûzun hazec bahri “mefaîlûn mefaîlûn mefaîlu” kalıbıyla hakîkat tâliplerine işâret olarak ikrâm olunmuştur.

Hak Teâlâ kendine susamış cümle canlara, “fakr” yoluyla Hazret-i Pîr gerçeğini, Muhammedî nûrun ‘Alî sırrını yaşamayı nasîb ü müyesser eyleye.

Ol dem ki düştü üzerine Mansûr-u yek-reng
Halktan yağdı üzerine bî-nihâyet seng

Divânenin biri, geldi dâr ağacının altına
Oradan baktı ve çokça güldü Mansûr’a

Heyhât hançeri gördüğünde dest-i cellâd
Kalbinden bir feryâd koptu ki ne feryâd

Bir âh çekti hemen dedi: İmdâd elinden
Şâd olmuş bir kalp görmedim elinden

“Ene’l Hak” şerâbıyla Hakk’ın rengine boyanan, tek renk olan günahsız Mansûr’un üzerine, kendinden habersiz gafil cemaat acımasızca, hadsiz hesapsız taşlar yağdırdığı zaman, dârağacının altına bir divane geldi, Mansûr’a çok güldü. Ancak, cellâdın elindeki hançeri görünce, divânenin gönlünden feryat yükseldi. “Amân senin elinden” diyerek ah çekti, “Senin elinden mutlu olmuş bir can görmedim”.

Elini ayağını kesti Mansûr’un attı bir yana
Başını kesmeye hazırlanırken cellâd tam da

Bir kahkaha vurdu onu kim dîvâne-i mest
Daha güldü ve bir dem vurdu dest-ber-dest

Pes hemân dedi: Ey cellâd-ı kâfir
Bismillah de sen hem Allahuekber

Cellât, Hazreti Mansûr’un elini, ayağını kesip başını da ayırmak için hazırlanırken kendinden geçmiş o sarhoş divâne kahkahayı bastı daha da gülerek ellerini birbirine vurmaya başladı. Divâne, o halde: “Ey Hakk’ı örten kâfir cellâd! Sen, Bismillah ve AllahuEkber, de” dedi.

Cellâd-ı kâfir tamlaması, perdelenen oyunun sonunda söyledikleri gibi: “Yıktın perdeyi eyledin virân…” gazelinden mülhem bilmeme, küfür perdesini yırtan, kaldıran manâsında da düşünülebilir. Sonrasında gelen besmele ve tekbir sözleri; perdeleri kaldırmak, kilitleri açmak ya da okuyamadığını okur hâle gelmek için söylenegelen tılsımlı, açar kelimeler değil midir?

Zebânı söyler oldu Mansûr’un ez ser-dâr
Ki: “Ey dîvâne-i ser-mest hem gaddâr”

Az evvel geldiğinde meclisimize
Bize baktın ve güldün bî-mehâbe

Bu hâlimiz gülmenin ne yeri ne zamânı
Geçiyorlar canından bî-günâh nâ-tuvânı

Şimdi başımı vurmaya kasdetmişken cellâd
Diyorsun ki: Bismillâh’ı unutma! Eyle yâd

Elimi ayağımı kesip attığı vakit
Şâd u handân idin sen o vakit

Şimdi başıma kasdedince dest-i cellâd
Hem söylenir hem de eylersin feryâd

Bu dört ahvâlden bir haber ver bana
Merd isen artık neşter vurma yarama

Hazreti Mansûr, darağacının başında ey gaddar ve ey sarhoş divane, ey insafsız ey merhametsiz oldu mu bu şimdi ya! diye söylendi. Bizim meclisimize ilk geldiğinde, büyük ve heybetli kimselerin, hadiselerin karşısında duyulan çekinme ve korku hissini göremedik sende hatta alay edercesine hayli güldün bize. Güçsüz, çâresiz, zavallı bir insan günahsız yere öldürülüyor burada; o vakit kahkaha ile gülmenin yeri midir?

Cellâd başımı kesmeye kastettiği anda ise “Bismillah’ı aklına getir!” diyorsun. Cellâd, elimi ve ayağımı kesip atınca neşelenip sevindin de! Şimdi ise cellâdın başımı kesmeye yeltendiği şu anda sen de feryat ediyorsun! Eğer merd isen, cellâdım başımı kesmeden önce beni bu dört halden haberdar eyle.

Dile geldi mecnûn ve başladı anlatmaya
Dinle şimdi: Bir bir cevap vereyim sana

Çünkü evvel pây-i dârına geldiğimde
Besât-ı hayy u hû’yu bes gördüğümde

Şaşırıp güldüm ki önünde bunca halâik
Nasıl da âşikâr eylemiş kendini Hâlık

Böylesi bir işi kim, nerede görmüş
Düşüncesiz halk galeyâna gelmiş

Meydândakine âşinâ olduğum için düşündüm ki
Neden Mansûr’u bu yerde dâire içinde almış ki

Kendi kendime dedim: Kimdir bu Mansûr
Bu hengâmede bile olmuş böylesine mağrûr

Sonunda malûmum oldu ki toplandı bu cemâat
“Ene’l-Hak” sözüne mâni olmak için bu inat

O mecnun dile gelerek “Sana bir bir cevap vereyim” dedi. “Senin darağacının yanına ilk vardığımda bir kargaşadır almış yürümüş gördüm.”

Dâr ağacının altına manâsına “pây-i dâr” tamlaması kullanılarak payidarına geldiğimde ifadesiyle yaşamaya devam ettiğinin, bekâ makamında olduğunun remzi vardır. Divâne, Hayy diri olanın, Hû: O olduğu meydanda, ikilik görmediği için de gülmüştür.

Divânenin, dâr ağacının altına geldiğimde, demek için kullandığı “pây-i dâr” tamlaması; kelimenin, “kalıcı yani bâki olan” anlamını da çağrıştırır, hatırlatır.

“Böyle bir kalabalıkta Hâlik kendini nasıl bu kadar açık eder, belli eder diye tebessüm ettim. Bunca yaradılmışın gözü önünde, yaradanın kendini nasıl da ifşâ ettiğini, kendini böyle sergilediğini görünce ister istemez daha da gülmeye başladım.

“Kem-endîş: düşüncesi eksik” topluluk tarifi, kendi efendilerini öldürmeye kasd eylemiş olduklarını farketmeyen cemaat içindir. “Dâver” adaletli hükümdar “daire” benzeşmesi içinde, “daire içine almak” hem yargılamak hem özel muhafazasına almak manâlarıyla alınırsa, yargılayan ile yargılananın bir olduğunu gördüm.

Hem kıt düşünceli kölelerin efendilerine kastetmek için toplandığını kim görmüştür? Bu halkı buraya sen toplamışsındır diye düşündüm. Mansûr ne de şaşkındır! diye kendi kendime söylendim. Zamanın şiddetine rağmen mağrurdur. Meğer bu kalabalığın seni “Enel Hak”tan alıkoyarak incittiğini neden sonra anladım.”

Hele bir vakit sabrettim ki göreyim seni
O demde hâlin nice olacak göreyim seni

Cellâd gelip de hançerini kaldırınca
Elini ayağını kesip tastamam dağılınca

Bir nazar saldım âsumâna o dem
Niyâza durdum işte dem bu dem

Hemân gördüğüme senin âhını da söyledim
Hudâ’nın elinden feryâd içre feryâd eyledim

Devâmında ahvalinin nasıl olacağı aşikâr olana kadar bir vakit sabrettim. Cellat gelip senin elini ve ayağını tamamen kesmek için hançeri alınca ben de göğe doğru bakıp o an dua ettim. Sana yapılan zulmü görünce Allah’ın elinden imdat imdat diyordum.

Yâ ilâhî halktan gizlediğini benden de gizleseydin ben de “Ene’l Hak” demezdim veyâ bana gösterdiğini halka da gösterseydin onlar da itiraf etmeden duramazlardı. [Tevâsîn’den]

Devâmında ahvâlinin nasıl olacağı aşikâr olana kadar bir vakit sabrettim. Cellâd gelip senin elini ve ayağını tamamen kesmek için hançeri alınca ben de göğe doğru bakıp o an dua ettim. Sana yapılan zulmü görünce Allah’ın elinden imdat imdat diyordum.

Yâ ilâhî halktan gizlediğini Mansûr’dan da gizleseydin O da “Ene’l Hak” demezdi veyâ O’na gösterdiğini halka da gösterseydin onlar da itiraf etmeden duramazlardı.

Bir hâtif-i manâ çağırdı beni: Hâmûş ol
Dilini ateşten çek, daha coşma! Sâkin ol

Herkes bu sırrı taşımaya takât getiremez
Bu demde nefes almaya bile güç yetiremez

Tasarrûfu geç de teferrüc eyle
Tasarrûfu Hudâ’ya havâle eyle

Bir hatıf bana dedi ki: sus, ağzını kapat! Yangına körükle gitme! Burada kimsenin yardıma cesareti, konuşmaya fırsatı olmaz. Gaybden çağıran görünmeyen bir ses dedi ki bana: Sus, sessiz ol! Bu tür ateşli sözlerden dilini çek! Coşup taşmayı bırak yoksa kendinden geçeceksin, kendinden geçenlerin hâlini görmüyor musun! Ey katre-i âvâre bu cûşûn bu hurûşun ahengine uymazsan emîn ol boğulursun!

Rahatla, cedeli mücadeleyi bırak. Mücadele etmeyi sen Allah’a bırak. Tasarrufda bulunmayı, eşya üzerinde hüküm yürütmeyi, hadisâtı idare etmeyi Allah’a bırak, sen teferrüç eylemene, seyr içinde genişlemene, tevhid zevkiyle seyretmene bak.

Gördüm ki senin elin ayağın kesildiğinde
Her damla kanın “Ene’l Hak” söyler yine

Fikrini sormadılar canına kasdederken
Tâ cellâd kılıcını boynunda bilerken

Bu defâ şöyle nazâr eyledim ayyûka
Ki hâlini arz eyledim böyle maşûka

Senin elinin, ayağının kesildiğini gördüğümde senin kanından “Enel Hak” nidası duyuluyordu. Cellâdın kılıçla boynunu vurmaya neden kastettiğini sana sormadılar. Bu kez maşuğun huzurunda halini ayyuka doğru arz ettiğini gördüm.

Ayyûk: Kuzey yarımküredeki en parlak yıldız: Alpha Aurigae, Keçi Yıldızı Teşmîlen nazarın eriştiği göğün en yüksek noktası.

Gördüm ki Hudâ bî-cihet geldi
Senin dâr ağacını tavâf eyledi

Cellâdın kulağına dedi: Ey gâfil âgâh olasın
Bizi yâd etmeden pûlad kılıcı vurmayasın

Nazâr eyledim tâ pîş-i mahbûb
Nasıl can vere Mansûr-u matlûb

Hakk’ın sebepsizce, altı yönden münezzeh olarak gelip senin darağacının etrafında tavaf ettiğini gördüm. Cellâdın can kulağına diyordu. Bizi zikretmeden keskin çelik kılıcını vurma. Sevilen Mansûr’un nasıl can verdiğini mahbubun yanında izledim. Şöyle seyrettim ki sevgilinin gözleri önünde, sevgilinin istediği canı nasıl fedâ ediyor Merd-i Hudâ olan Mansur, benim demeden…

O demde beni bir gülmektir aldı ey yâr
Hem işi yapan hem başı tutan o yâr

Bu nasıl bir haldir ki hem seni eyler zebûn
Akan kanını gördüğünde kendi olur mahzûn

O yar darağacının etrafında dolaşmaya başlayınca ondan dolayı gülmem geldi. Bu ne haldır ki o seni tutsak ettirmiştir. Senin kanını döktüklerini de görüyor ya mahzun olan da yine kendisidir.

Zebânı dile geldi ki o Mansûr-u maktûl
“Sen ey divâne-i sermest-i makbûl”

Seni bu hâlden âgâh ettim ki o demde
Gamsız cellâd başımı niçin kesiyor deme

Âşıkânın aşk sırrını fâş edenler
Elleri kesilir başsız ayaksız giderler

O katledilen Mansûr dilini açtı. “Ey sarhoş ve sevilen divane!” Gamsız Cellâdın benim başımı neden kestiğini hemen sana anlatayım! Çünkü âşıkların aşk sırrını başsız, ayaksız olan kişi söyleyebilir.

Hükümet-i Rabbânî’nin sırrını açık edenler, müstakil iş görme azâlarını kaybederler, Hak ile yeksân olup öyle giderler.

Sonra cellâdına gülümseyerek dedi
“Ey merd-i bî-derd tez davran” dedi

Cevâben dedi o cellâd-ı mağrur
Ölmek için acelen ne ey Mansûr

Dedi: Benim istediğim o hâldir ki
Göreyim hemen sıfât-ı zü’l celâlî

Sonra Cellâda döndü. Ey dertsiz adam hemen benim başımı vur! O mağrur cellâd “ Ölmek için acelen nedir Mansûr ” diye cevap verdi. Mansûr, Zülcelal’in sıfatlarını göreceğim bir hâl istiyorum, diye ona cevap verdi.

Başı gövdeden ayrılınca gör imdi
Baş, dîvâneden yana yuvarlanıverdi

Dile gelip dedi: Ey telâşlı divâne
Rumûz-u aşkı şimdi benden dinle

Ne vakittir sır dilimden çözülmek ister
Hem aşkımın kendi sırrı gizlenmek ister

Onun başını bedeninden ayırıp attı. Başı divaneye doğru top gibi yuvarlanıyordu. Ona dedi ki: Ey divane acele et. Aşkın sırlarını şimdi sen anla. Bu başta bu dil oldukça kendi aşkımı sır gibi saklayacağım, dedi.

Onun başını bedeninden ayırıp attı. Başı divâneye doğru top gibi yuvarlanıyordu. Ona dedi ki: Ey divâne artık acele etme. Telaşlanmayı bırak, kâh çocuk gibi güldün el çırptın kâh aşıklar gibi feryat ettin, şimdi sakin ol da beni dinle. Aşkın sırlarını şimdi benden dinle. Bu başta bu dil oldukça kendi aşkımı sır gibi saklayacağım, dedi. Her ne kadar aşk, kendini sır gibi saklarsa da nihayet başım bedenimden koptu da dilimin de bağı çözüldü.

Bil ki içinde bu bazâr-ı Bağdâd
Her biri biziz gamgîn veyâ dilşâd

Her yüzümüzden kendimizle başka cilve eyledik
Her rengte görünen biz idik böyle murâd eyledik

Bil ki bu Bağdat pazarında gönlü üzgünler de vardır, mutlu olanlar da. Biz insanlar kendimizi sade gibi gösteririz ancak renkten renge gireriz. Giymiş suret gezerim, türlü işler düzerim.

Bil ki bu Bağdat pazarında gönlü üzgünler de vardır, mutlu olanlar da. Biz insanlar kendimizi sade biri gibi gösteririz; renk vermeyiz biz! Ancak, renkten renge gireriz. Giymiş suret gezen türlü işler düzen biziz biz.

Elinde keskin kılıcı tutan cellâd benim
Hem o dem canı bedenden ayrılan benim

Birisi kendi eliyle kendine yara açıyorsa eğer
Kendi ağrısını kendi hisseder kendi rahmeder

O keskin kılıçlı cellâd benim. Ten de can da benim ey sevgili! Bir kimse kendini yaralarsa artık onun derdi, kendi kendine yardımcı olur, kendi yarasına kendi dermân olur, tam hisseden kendi olur.

Kâh bende olurum kâh Hudâvend
Kâh azâde olurum kâh der-bend

Kâh semâ kâh iki yer olurum
Kâh latîf rûh kâh kesîf toprak olurum

Kâh bârân kâh bulut olurum
Kâh huşyâr kâh medhûş olurum

Kâh merhem kâh yara olurum
Kâh konuşurum kâh hâmûş olurum

Kâh maşûk olurum kâh âşık
Kâh Azrâ olurum kâh Vâmık

Bazen kuldum, bazen efendi; bazen özgürdüm, bazen mahpus. Bazen mukayyed kul olurum bazen mutlak hükümdar, bazen her tür bağdan kurtulmuş kayıtsız hür gezerim bazen de eli kolu bağlı…

Bazen gök bazen yer oldum. Bazen ruhum yüksekte bazen yerde oldu. Bazen yağmur bazen bulutum; bazen aklım başımda olur, bazen aklım başımdan gider. Bazen yağmuru tutan olurum bazen yağmurla düşen, bazen kendinin farkında ayık olurum bazen de şaşırıp kendimden geçerim.

Bazen merhem olurum bazen yara, bazen konuşurum, bazen susarım. Bazen maşuk olurum, bazen âşık; bazen Azra bazen Vamık oluruz. Sevilen ve seven rolünü oynayan Azrâ (delinmemiş inci) ve Vâmık (âşık) adı ilk defa ikinci asırda papirüs ve mozaik üzerinde okunmuştur.

Kâh dîvâne kâh hüşyâr kâh da mest olurum
Kâh denizim kâh balık kâh da tuzak olurum

Kâh Kâbe’de kâh puthânede olurum
Kâh şerden görünürüm kâh hayr olurum

Bize bir söz söylecek cesâret kimde var
Hânede hâne sâhibinden başka kim var

Bazen divane, bazen uyanık, bazen sarhoş; bazen deniz bazen balık bazen oltayım. Bazen Kâbe’de olurum bazen kilisede; bazen şer bazen hayır görünürüm. Bazen konuşmaya cesareti olur. Yoksa bizden başka kim o kimsenin varlığını söyler.

Bazen divâne, bazen uyanık, bazen sarhoş; bazen deniz bazen balık, bazen oltayım. Bazen Kâbe’de olurum bazen kilisede; bazen şer bazen hayır görünürüm. Bazen konuşmaya cesaretimiz olur. Yoksa bizden başka kim diğer kimsenin varlığını söylebilsin. Bizim katlimize hükmeden de yine kendisidir. Leyse fi’d-dâr gayrühü’d-deyyâr deyimindeki “dâr” da, dârağacını çağrıştırıyor. Bütün bu düzeneği kuran da kendisidir oyanayan da…

Eğer ben başka, Mansûr başka olaydım
Hançer yarası değdiğinde nasıl sızlardım

Benim küllerim benim deryâmı coşturmuşsa eğer
Yine benim hırkamın altında hemen söner

Eğer ki bu işlerde fitnenin başı hep benim
Böylesi coşkudan bu defa niye söyleneneyim

Cümle halk bu sohbete kulak kesilmişti
Sonra Mansûr’dan bu sözler işitilmişti

Ben başkasıysam Mansûr da başkasıysa neden hançer yarasından sızım oldu, o ağrı nasıl duyuldu? Eğer benim külüm denizi coştursa da benim hırkamın önünde nasıl aciz kalır.

Ben başkasıysam Mansûr da başkasıysa neden hançer yarasından sızım oldu, o ağrı nasıl duyuldu? Eğer benim külüm denizi coşturuyorsa yine benim hırkamın önünde nasıl aciz kalır. Kendi külümle kendi denizimi coşturur, kendi hırkam ile ateşimi söndürürüm.

Hazreti Mansûr’un külü göğe savruldu, düştüğü ırmak taştı çağladı, vasiyeti üzre hırkasını nehre salınca nehir sultanın fermanını dinledi, sakinleşti ağladı.

Eğer bu işte fitne başıysam bir an dahi nasıl coşmadan otururum. Halk, kulak kabartınca Mansûr ’un o sözlerini duydu.

Fitne kelimesi, sözlükte “altın ve gümüş gibi değerli madenleri saflığını anlamak için ateşte eritmek” mânasına gelen fetn (fütûn) kökünden türemiştir. Kelimenin bu anlamıyla bakınca beyite, kendi saflığını halka göstermek için, sözüne inanmaları için, belki de bu ölüm, bu ateş ile değeri anlaşılacak kıymetli altını –bu idrâki- bundan sonra kendilerine sermaye etmeleri için oldu bütün macera…

Bî-cihet bir Nûr oldu ayân nâgehan
Fitnecibaşına hem fitneye oldu nişân

Bir nidâ işitti işte O Nûr’dan hazır olanlar
Biziz aslı hem suyu toprağı Mansûr olan anlar

Fitne kelimesinde imtihan manası da vardır, fitnecibaşı ortalığı karıştıran hem de âfet gibi güzel kadın anlamında kullanılır.

Birden nedensiz bir nur ortaya çıktı. Hem fitnenin başıydı hem de fitne alametiydi. Halk o nurdan Mansûr ’un aslı, suyu ve toprağı biziz diye bir nida işitti.

O dîvâne tarafından bu nîdâ duyuldu
Bir dem yılan gibi kendi üstüne yığıldı

Bir nâra vurdu: ey mabûd-u mutlâk
Âgâh eyle beni nedir sırr-ı Ene’l Hak

Kan ve toprak arasında başı kesik kuş gibi
Bî-dil mecnûn çırpındı durdu ölüyor gibi

Birdenbire bu zindandan kurtuldular
Bir saat içinde o deryâ-resen oldular

Divanenin kendisi o nidayı işittiği an yılan gibi kıvrıldı. Ey mutlak İlah! Beni Enalhak sırrından haberdar et, diye nara atıyordu. Bismil kuşu gibi toprak ve kan içinde o aşık mecnun yuvarlanıyordu. Birdenbire bu zindandan kurtuldular. Bir anda o denize ulaştılar.

Divânenin kendisi o nidâyı işittiği an yılan gibi kıvrıldı. Ey mutlak İlah! Beni “Ene’l Hak” sırrından haberdar et, diye diye nara atıyordu. Bismil kuşu gibi toprak ve kan içinde cezbeye tutulmuş divane aşık yuvarlanıyordu. Birdenbire bu zindandan kurtuldular. Bir anda o denize ulaştılar.

Saat kelimesi kıyamet ve genişlik anlamında okunursa mana daha da açılacaktır. Deryâ-resen deryaya erişen olur.

Ey Yahyâ! Esrâr-ı merdândır suskun ol suskun
Ki binde birini demeye gücün yetmez bunun

Meğer geçesin içinden tâ merdûm
Deryâ-yı bî-payân içre olasın gûm

Velî Şeyhü’l-İslâm-ı zamânî
Görmemiştir sende bu nişânı

Rumûz-u Dost’u nice bulasın sen
Her iki kevne de yüzünü dönersen

Tevfîkini refîk eyle ey Mevlâ-ı Kerîm
Ki aşk yükünü menzîle eriştireyim

Sus, Yahyâ! Sen yiğitlerin sırlarının binde birini söyleyemezsin. Ancak halktan kaçtığın zaman bu sonsuz denizde kaybolursun.

Beden kaydından, insanlık arızalarından geçesin, “merdüm” gözbebeği olarak okunursa maddeden manaya geçen ışık gibi sonsuza incelesin, o sınırsız denizin içinde gaybolasın öyle ya denizde damlayı kim bula. Dünya ehline ukbâ, ukbâ ehline dünya, ehlullah’a her iki âlem haramdır.

Ancak zamanın Şeyhülislamı bu nişanı sende bulamaz. Her iki dünyadan da yüz çevirmedikçe dostun sırlarını asla bulamazsın. Ey Allah’ım, o zaferi ver o fethi nasib eyle ki aşkın yüküyle dağılmadan menzile ulaşayım.

Bak şu Mansûr’un işine halkı üşürmüş başına
Ene’l-Hakk’ın firâşına düşenlere timâr olmaz

Zât-ı Mansûr’dan “Ene’l Hak” râzını ifşâ eyleyüp
Sûret-i Mansûr’a isnâd ile berdâr eyledi

İsim: Varlıkları, şeyleri birbirinden ayırmaya yarayan kelime
Eşyâ: Şey’in çoğulu zuhûra gelen her şey

Ki yânî hiç eşyâ kalmayınca
Vücûd-ı Hak’dır diyen “Ene’l Hak”
Hulûsî bu bahirde mahvolunca
Lisân-ı Hak der “Ene’l Hak” muhakkak

BU ESERİN DE YER ALDIĞI KİTABA ULAŞMAK İÇİN ŞÖYLE BUYRUNUZ

Âh bu aynalar

O Allâh ki yedi semâ yaratmış, arzdan da onların bir mislini; ARALARINDAN hüküm inip duruyor; sürekli, kesintisiz…
Tâ ki Allâh’ın her şeyin zuhûru olan o nûru bilesiniz…

[Talâk:12’den]

Hiçbir tecellînin tekrârı yoktur cânım erenlerim…


Mahbûb (sevilen) her bir aynada, her lahzâ başka bir yüz gösterir, her dem başka bir sûret ile zâhir olur. Zîrâ sûret (görüntü) aynanın o andaki durumuna bağlı olarak her vakit başka başka olur.

Aynı sebeple ayna, görüntülerin muhtelif hükümlerine bağlı olarak, hallerin çeşitliliğinden başka türlü olur ve bir karâr üzerine kalmaz.

Der heme âyine rûy-i diger kûn
Mî nümâyed cemâl-i o her dem
Ki ber âyed bi-sûret-i Havvâ
Ki der âyed be kisvet-i Âdem

Her bir aynada O’nun cemâli her dem başka yüz gösterir. Bâzen sûret-i Havvâ’da bâzen kisve-i Âdem’de zâhir olur.

Lâ yetecellî fî sûretin merrâteyn ve lâ yetecellî fî suretel isneyn
[Ebu Tâlib El-Mekkî’den]

Bir sûrette, bir kimse için iki aynı tecellîde iki defâ yüz göstermez ve bir sûrette iki kimseye tecellî eylemez yâni iki aynada aynı sûret ile peydâ olmaz.

Güzelin binbir yüzü her dem tâzelenir durur
Her nefeste yeni görenin bayramı eskimez olur:

Aç gözünü seyret; tekrârı yok bunun!

O’nun cemâlinin nice yüz bin vechi olduğundan, her bir zerrede başka bir görünüşü olur. Hatta her bir zerre için her an kendi cemâlinden başka bir yüz gösterir.

Peki adetlerin aslı niçin bir olmuştur, kendisi nasıl bir kalır?

Her dem türlü takâyyüde düçâr olur, her an başka bir şekil ve kayıtla zuhûr eder ki onu tek bir yüzle tanıma, bir puta bağlanıp kalma!

Nazâr-geyân-ı rûy-ı hûb-et
Çün der nigerend ez ker-anhâ
Der rûy-ı tô rûy-ı hîş bînend
Zî incâ est tefâvut nişânhâ
[Dîvân-ı Enverî’den]

Senin güzel yüzünü temâşâ edenler, pencerelerinden baktıkları vakit cemâlin aynasında kendi yüzlerini gördüler. İşte davâlarındaki ihtilâf bundan olur.

Kadim gelenekte buna:
“Mütecellî, mütecellâ-lehin sûretinde meşhûd olunur” derler ki görünür olan, bakanın sûretinde idrâk edilir diye okunabilir.

Burada nereye yol olur:
Her neyi tanırsan, bilirsen hiç şüphesiz o sen olursun. Eğer göremezsen henüz kendi nefsini tanımadın demektir.

Bir tâife ki cümleden ziyâde gördüler, âyinede hep kendi akislerini gördüler.

Mâdem ki âlem bir aynadır âdem olan o halde aynada görünen aynanın önünde duranın yansıması değil midir?

Hâsılı muhâtabında herkes kendini görür.

Nitekim en parlak ayna olan İnsanlığın Tarifi’ne

Sıddîk olan da baktı, şöyle aksoldu:

– Ey güneş yüzlü! Senden daha güzel daha parlak bir yüz görmedim

Câhil de baktı böyle aksi oldu:
– Hâşimoğulları’ndan senden daha çirkin suratlı biri gelmemiştir

Halk içre bir âyineyem herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendi yüzün ger yahşî ger yamân görür
[Niyâzî Mısrî]

Âdem âlemin aynasıdır; aynaya bakan kimse kendini görür. Kendi güzel ise ayna güzelliğini gösterir câhil ise cehâletini gösterir. Bir kusur varsa kusur görendedir, aynada değil!

“Suyun rengi kabının rengidir” dilberinin yüz göstermesi için “Kendini (nefse-hû) tanıyan, rabbini (rabbe-hû) tanır” güneşinin doğması lazımdır.

Mâdem kalpler Rahmân’ın iki parmağı arasında halden hale dönüp duruyor, suret de aynanın durumuna göre her dem değişip durur elbet.

Nasıl buyurmuştu Varlığın Sevinci:

Kalbin misali tüy gibidir rüzgar onu dilediği gibi bir yandan bir yana çevirir durur. Şimdi siz zinhâr rüzgara sövmeyiniz zira o Rahmân’ın nefesidir.

Eğer bu nefesten nasiplenmek istersen

O her nefes, her an başka bir tecelli, iş, oluş ve görünüştedir.
[Rahmân:19’dan]

işaretini iyice tefekkür eyle…

Senin kalbindeki hallerin çeşitliliği, O’nun işlerinin türlü türlü oluşundandır.

O’ndan sonra “Suyun rengi kabının rengidir” gerçeği malûmun olur zira burada muhib, mahbub aksidir; sevenin rengi, sevgilinin rengidir, “mâşuk hangi işte ise âşık dahi o iştedir” nüktesi göz kırpar durur.

Söz inceldikçe inceldi, kopanlar kopmadan müsâade isteyelim.

Muhabbetle güzeller güzeli…