Üsküplü Asiye Hatun’un Rüya Defteri -Başlarken

Mütereddid bir Mutasavvıf:
Üsküplü Asiye Hatun’un Rüya Defteri (1641-1643)

Metnin tümü bu yazı dizisinde eski Osmanlı Türkçesi’nin özellikleri korunmaya çalışan bir çevriyazımla siz aziz ziyaretçilerimizle paylaşılacaktır.

asiye

Bu yazı dizisinde, Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde, küçük bir mecmuânın içinde karşımıza çıkan hoş sürprizlerden birini tanıtmak istiyoruz.  XVII. yüzyılda Üsküp’te yaşamış Asiye Hatun’un rüyâ defterini.

Bu metin, bir kadının elinden çıkmış olmaktan öte eski edebiyatımızda çok nâdir olduğu düşünülen “hâtıra” türüne dahil olması açısından da ilgi çekici. Gerçi “ben” demektense çoğu kez “fakîre” (bir kere de “hakîre”) demeyi yeğliyor Asiye Hatun ama bu kelimeyi tasavvuf terbiyesinden geçmiş kişilerin kullandığı gibi birinci tekil şahıs zamiri olarak kullanıyor: “Fakîre dahi öyle el bağlayıp karşısında dururum”

Ketebe kaydında istinsah tarihi olarak Muharrem 1114 veriliyor. (m. Haziran 1702) Müstensihin kimliği belli değil; bu yüzden pek alışılmadık türden bir metin olan bu rüyalarla ilk yazılışlarından yaklaşık 60 yıl sonra neden ilgilenildiğini kestirmek güç. Asiye Hatun’un kendisi değilse bile ailesini tanımış olduğu düşünülebilir. Daha açık olan, müstensihin Asiye Hatun gibi Halvetî tarikatına mensûb olduğu; çünkü istinsaha başlamadan önce yazdığı kısacık girişte, hatunun “tarîk-i Hakka sülûk” ettiğini belirtiyor ki sonradan metinde bunun Halvetîlik olduğunu öğreniyoruz. Bir ihtimal, Asiye Hatun’un Halvetî yolundaki olumlu tecrübelerini böyle bir metin aracılığıyla yayarak başkalarını da özendirmek niyetindedir. Ya da bizzat kendisi, hatunun ruhi gelişmesini anlattığı satırlardan etkilenmiş ve bir kopyasını elinde bulundurmak istemiş olabilir. Metni bir müstensihe olduğu kadar bir “müstensihâ” ya borçlu olabileceğimiz ihtimalini de gözardı etmemeli…

Bu girişten öğrendiğimize göre  Asiye Hatun tasavvuf yolunu seçmiştir ama şeyhi başka bir şehirde olduğu için rüyalarını yazılı olarak göndermesi gerekmiştir. Bu mektupların birer müsveddesini de kendi evinde saklamıştır. Hatunun vefatından sonra bizzat kendi elinden çıkma müsveddeler ve bazı cevâbî mektuplar (yazı masası olarak kullandığı) pîştahtasında bulunmuş ve müstensih bu pusulalardan okuyacak olduğunuz nüshayı meydana getirmiştir. Ve bu işi yaparken belki müstensihlikten öte bir rol oynayarak editörlük de yapmıştır. Yani burada, hazır bulduğu başı sonu belli bir metin olduğu gibi yeniden yazdığından da emin olamayız. Bir takım yazışmaların müsveddelerini bulmuş bunları belki de kendince sırlamıştır, bu işi yaparken elbet yanıldığı yerler de olabilir.

Bu durumda Asiye Hatun’un bir “rüya günlüğü” yazarı olarak görülmesi ne kadar geçerlidir? Sadece mektup yazarı olarak görülmesinin daha doğru olup olmayacağı sorulabilir. Bir kere mektup yazarlığı, hatırâ yazarlığından o kadar da uzak değildir. Üstelik işin ilginç yanı, Hatun kendi yazdığı mektupların müsveddelerini ve gelen cevaplardan bazılarını saklamıştır. Dolayısıyla bir çeşit hatıra defteri oluşturmuştur; dönüp dönüp okuyabileceği, kendi elinden çıkma bir “hatırlama malzemesi” biriktirmiştir.

Asiye Hatun’un hayatı ve ailesi hakkında metinde verilenlerden öte bir bilgimiz yok şimdilik. Babası Kadri Efendi büyük bir ihtimalle ilmiyye’dendir ve 1630’larda ailesiyle Üsküp’te yaşamaktadır. II. Viyana Kuşatması’ndan sonra büyük demografik çalkantılar yaşayacak olan Üsküp, bu devirde bir çok Balkan şehri gibi çoğunluğu müslüman olan bir ahaliye sahiptir; XVII. yüzyılın ortalarında 50-60 bin tahmin edilen nüfusuyla, bölgesinde idari ve ilmi bir merkez rolü oynadığı gibi 2000’den fazla kargir dükkanıyla ve üzerinden akan hatırı sayılır ticaretle kendi çapında ünlenmiş bir üretim ve pazar yeridir. Gerçi XVII. yüzyılın ilk yarısında Makedonya dağlarında haydutlar cirit atmaya başlamıştır; mesela Andreasyan’ın Seyehatnamesi’ne göre, 1611 yazında Polonya’lı Simeon’u Venedik’e götüren kervan, “levend ve haramiler yüzünden yollar korkulu” diye 12 gün Üsküp’te konaklamak zorunda kalır. Elimizdeki yazışmalardan yaklaşık 20 yıl sonra Üsküp’te bulunan Evliya Çelebimiz, 10.000’i aşan kiremit damlı evleriyle oldukça mamur bir şehir tablosu çizer.

İşte bu şehirde, 1630’lu yılların sonlarında, Kadri Efendi’nin kızı Asiye Hatun, Veli Dede adlı bir şeyhe bağlanmış ve 2 seneden kısa bir sürede birer birer ilerleyerek “esmâ-yı seb’a” yı (Allah’ın yedi hususi ismi şerifi) zikretmeye icazet alacak kadar mesafe kat etmişken, şeyhinden soğur. Tasavvufî bir yola girerken beklediği şekilde “kalbinin gözü tam bir mikdâr açılmağa başlamışken” ruhi gelişmesi duraklar, nefsiyle giriştiği mücadelede gerilemeye başlar. Sebebini kendisi de bilmez ama Şeyh Efendi’ye bir suç atfetmekten çekinir, kabahatin kendinde olduğunu düşünür. Dervişe Hatun böyle “gamgîn ve mahzûn” iken bir başka şehirde, Uziçi’de bir Halvetî dergâhında postnişîn olan Muslihüddin adlı bir şeyhin ünü ve herhalde çeşitli kerâmetleri kulağına gelir. Konuyu babasına açıp Muslihüddin Efendi’ye “bâzı bahâne ile” bir adam gönderir ve bu şekilde âşinâlık kesbettikten sonra “muhabbet gönül tahtında karâr eyler”. Bu yeni “muhabbet kemendi boynuna” bağlanmakla, dertli hatun eski ruhi gelişme çizgisine kavuşur gibi olduğunu hisseder. Hisseder ama pusulasız ve kılavuzsuz olarak yön değiştirmiş olduğundan yaptığı işin doğruluğundan emin değildir.

İşte Asiye Hatun’un bu yazı dizisinde şâhid olacağınız mektupları bu noktada başlar. Kendisine “muhkem ızdırâp” veren bu iç çelişkisini bir mektupla “birâderim” diye hitâp ettiği Uziçeli şeyhin Üsküp’teki hâlifesi olduğunu tahmin ettiğimiz Mehmet Dede adlı, ilmine güvendiği birine açıklar ve akıl danışır: Gönül âlemindeki bu değişiklikler olumlu bir gelişmeye mi işâret etmektedir yoksa nefsin bir oyunu mudur? Hem bu değişikliği eski şeyhine nasıl açacağını bilemez. Gelen cevapta Muslihüddin Efendi’nin, hatunun eski şeyhinin derecesinden üstün olduğu belirtilir; eski şeyhin irşâdı da bir işe yaramıştır ama bundan ilerisi Uziçeli şeyhten gelecektir. Bu yeni gelişmelerin izlenip yönlendirilmesi için de makul olan hatunun rüyâlarını yazıp göndermesidir.  Gizli kalması gerektiği sıkı sıkı vurgulanan bu yazışmaların getirilip götürülmesinde Asiye Hatun’un kendine sırdaş bildiği “hâce kadın” aracılık eder.

Asiye Hatun, rüyalarını yazıya döktüğü sıralarda evli değildir anlaşılan. Bir düşünde çirkin ve kör bir yaşlı kadın olarak beliren, “veliler aldatıcı, sükker gösterüp zehir içürici” dünyaya kardeşlerinin nikâh kıyıp sonra talâk verdiklerinden ama kendisinin hiç kıymadığından söz eder. Evlilik motifi rüyalarında sık sık boy gösterir. Elimizdeki ilk rüyasında Muslihüddin Efendi’yle evlendirildiğini görür. Yine bir suçluluk duygusuyla sadece ve sadece ruhların birleşmesi anlamında yorumlar bu rüyayı… Daha sonra bir kaç kere daha kendi şeyhinin ya da Peygamber Efendimizin nikâhlısı olarak görür ve kâh “safâ ile” kâh “sürûr ile” uyanır.

asiye_hatun

Yazışmaların başlamasından bir süre sonra şeyhin vefâtı haberi gelir. İşbu vâkıa vesilesiyle Asiye Hatun’un mektupları için yaklaşık olarak da olsa bir tarih verebiliyoruz çünkü Uziçeli Şeyh Muslihüddün Efendi tezkire kitaplarına geçen önemli bir mutasavvıf. Şeyh ölümünden sonra bile rüyalardaki tasarrufu vasıtasıyla Asiye Hatun’u irşada devam eder. Başından beri uzaktan kumandalı yürüyen ilişki iki şehir arasında olmaktan çıkarak iki âlem arasında sürer. Yalnız bu kez şeyh efendinin halifesi olan oğlu Hasan Efendi de devreye girer çünkü rüyalar artık yeni şeyhe gönderilir. Merhumun ahiret aleminden gönderdiği işaretler mahdumun bu dünyadaki onayıyla yürürlüğe girer.

Seyri sülukunda, Muslihüddin Efendi’nin rıhletiyle birlikte ikinci isim olan “Allah” lafza-i celâlinde kalmıştır Asiye Hatun. Buradan sonraki gelişmesi daha da dolaylı bir yoldan geçerlik kazanır. Rüyada görülen Muslihüddin Efendi, Hatun’a ruhi gelişmesinin duraklarına dair ikazlarda bulunur, yeri geldiğinde bir üst makamın dersini tarif eder. “Fakire” bu üstün hali kendine yakıştıramaz ve kabullenmek istemez. “Zirâ fakirede tereddüt var idi”. Merhum Şeyh, Hatun’a bir kez daha görünür ve üsteler. Hatun bu rüyaları kendi çekinceleriyle önce mahdum şeyhe sonra bir süre Üsküplü Mehmed Halife’ye gönderir, rüyada uyarıldığı üzere bir üst aşamaya geçmesi konusunda icazet verilir. Bu şekilde üçüncü olarak “Hû” esmâsından itibaren  isim sürmeye devam eder. Son olarak “Kayyûm” esmâsında icazet aldıktan bir süre sonra rüyadan Allah’ın cemâlini görerek uyanır.

Bu uyanışı mecâzi olarak da yorumlayabiliriz. Kalp gözünün açılmaya başladıktan sonra yine kapanması ve zulmette kalması imgeleriyle başlayan rüya defteri son bulduğunda, hatun görmeyi (Arapça rüya kelimesinin aslı “görmek”tir) öylesine öğrenmiştir ki Hazreti Peygamber O’na Hakkın cemalinin tecellisini seyredebileceği bir ayna verir. Daha ilk rüyalarından birinde bu nur dolu aynayı Muslihüddin Efendi’nin göğsünde görmüştür Asiye Hatun ama içine bakmayı becerememiştir. Oysa bu kez ayna kendi elindeyken uyanır yani gözleri gerçek manada açılmıştır artık. Rüyalarıyla içli dışlı bir diğer Osmanlı’nın yani Sultan III. Murad’ın sonradan bestelenen şiirinde “Uyan ey gözlerim gafletten uyan” derken kastettiği uyanmak da budur.

Muslihüddin Efendi dışında, metinde bahsi geçen kişiler hakkında bilgimiz sınırlı. Bir rüyasında Asiye Hatun’u istemediği bir evlilikten kurtarıp Uziçeli şeyhe nikahlayan “merhum Veysî Efendi” yedi kez Üsküp Kadılığında bulunan ve orada defnedilen meşhur Hâbnâme yazarı (v. 1628) olabilir ama bu konuda bir hükme varmak zor. Hasan Efendi ise anlaşılan babası kadar şöhretli bir şeyh olamamıştır; gerek Uşşâkîzâde gerekse Şeyhî, mahdûmu kendisine tabakatlarında ayrı bir yer verecek kadar önemsemezler. Babasına ayrılan yerde Hasan Efendi’den söz edilmesi de Muslihüddin Efendi’nin bir kerâmeti dolayısıyladır; Gençliğinde kendini içkiye kaptıran Hasan Efendi’yi babası olağanüstü güçleri sayesinde yola getirmiş artık itiraza mecali kalmamıştır. Çelebi Şeyh posta geçtiğinde kendini kabul ettirmekte güçlük çekmiş olabilir: Muslihüddin Efendi vefâtından hemen sonra Asiye Hatun’a görünerek, oğluna güvenmesini, kendi ruh makamına onun da çıkacağını buyurduğuna göre bu konuda şüphesi olanlar vardır. Hatta anlaşılıyor ki hatunun kendisi çelebiyi yeterince önemsemez; “Hû” ismine geçmek için Uziçe’den gelecek cevabı beklemeden Üsküp’teki halife Mehmed Dede’den icâzet alma yolunu seçer. Belki de bu yüzden bir süre sonra rüyalarını artık Mehmed Dede’ye bildirmemesi söylenir. Hakkında başka bir şey bilmediğimiz bu halife Mehmed Dede’nin Hatun’a gönderdiği bir mektubu ve Hasan Efendi’nin bir iki cevap pusulası metne katılmış olmasaydı, bu kişiler rüya defterinde birer isim olmaktan öteye geçemeyeceklerdi. Asiye Hatun’un önceki şeyhi Veli Dede’ye dâir “yedi isim süren” bir tarîkin temsilcisi olmasının dışında bir sözümüz yok…

Mektupla irşâd tasavvuf tarihinde pek de seyrek olmayan bir durum olsa gerek… Birbirinden uzakta olan şeyh ve müridin bir süre bu yola başvurması doğaldır ama Asiye Hatun gibi hiç görmediği şeyhiyle münasebetlerini mektupla başlatmak ve sürdürmek zorunda kalmak daha çok kadınlara özgü bir durum olsa gerek… Öte yandan rüyaların (tasavvuf literatürende “mânâ”) anlatım ve yorumu irşad sürecinin sistematik öğelerinden biridir. XXVI. yüzyılın Halveti şeyhlerinden Sünbül Sinan Hazretleri’nin Târikatnâme’sinde dervişe rüyalarıyla ilgili şu öğütler verilir: “Her ne düş görürse şeyhe ‘arz eyleye; ta’bîr iderse dinleye, itmezse ta’bîri nedür dimeye… Ve şeyhden gayrıya vâkı’asın dimeye, meğer şeyh ta’yîn idüb ta’bîre izün virdügi âdem ola, âna diye… Ve pîşkademden öndin vâkı’a arz itmeye, meger ol olmadığı meclisde ola yâhûd danışa”

Bir başka meşhur Halvetî şeyhi Niyâzi Mısri hazretleri ise bir şerhinde batınların tenezzül ve terakkisini (iniş ve çıkışını) bilmek isteyenlere “telkîn-i mürşid ve usûl-i esmâ ile bile gönül kitâbına ve ‘ilmi ta’bire müracaat” etmelerini buyurur, buna göre davranan mürid her ne düş görürse mürşide arz eyler ve ona ahvali beyan eyler ol müşkili de hallolup sülûk eyler…”

Asiye Hatun’un rüyalarla ilgili edebiyata gerek sözlü gerek yazılı kaynaklar aracılığıyla aşina olduğu tahmin edilebilir. Zira metindeki çeşitli değinmelerden Hatun’un okuryazar olmaktan öte okuyup yazdığını, kitaplarla haşır neşir bir dünyası olduğunu anlıyoruz. Meselâ Uziçe’deki dergâha  vakfettiği bir Kuran-ı Kerim’den söz ediliyor. Bir rüyasında Asiye Hatun bu mushafın Muslihüddin Efendi tarafından Hazreti Peygamber’e takdim edildiğini görür.  Ayrıca Ebussuud Efendi’nin tefsirini de şeyhine göndermiştir ve bir rüyasında şeyhi kendisine muhabbetini ifade etmek için bu olayı hatırlatır: “Bize Ebûssuûd tefsiri irsâl eden Asiye Hatûn. Sen ki benim muhibbem ve mahbûbemsin, tâlibem ve matlûbumsın”

Ayrıca iyi bir mürîd olmaya çalışırken bu konuda yazılmış “el kitapları”ndan yani tarikatnamelerden yararlanır. Daha ilk mektubunda eski şeyhinden soğuyup yeni bir efendi’ye meylettiğini belirtirken Üsküplü Mehmet Dede’ye sorar: “Tarikatnamelerde görmüşüm ki bir kimse kendi şeyhinden gayri yere tabiatı çekinse bâtını hazret-i vâhidiyyeye açılmaz. Asaba sultânım, kendi şeyhimden mi açılmaz yoksa hiçbir taraftan mı açılmaz?”

Bir mutasavvıftan bekleneceği üzere şiirler de ilgilenir Asiye Hatun. Özellikle Hz. Mevlana’nın eserlerine iyice âşina olmalı; şeyhi “âlem-i dünyâ bir hankâhullahtır, hâdim biziz” buyurduğunda düş görmektedir ama bu sözün Mevlana’dan iktibas olduğuna hemen uyanır. Ayrıca kendisi de beyit düzmekten aciz değildir, bir düşünde evinde bir mermer kapağı kaldırıp rastladığı merdivenden aşağıya indikten ve karşısına çıkan çeşmenin suyundan içtikten sonra kendini Medine-i Münevvere’de bulunca, Ravza-i şerif’e yüz sürer ve içinden bir şeyler taşar:

Evvel ü âhır vücûdundur sebeb her devlete
El-meded ey destgîr-i evvelîn vü âhirîn
Haşre tahsîs etme sultânım şefâat-kârını
Âlem-i dünyâda da ol destgîr-i âcizîn

Okuduklarından ve rüyâ defterini kaleme alış biçiminden Asiye Hatun’un oldukça iyi bir öğrenim gördüğünü anlıyoruz. Üsküp gibi 10.000 haneye, 70 mektep, 9 dârülkurrâ ve 6 medrese düşen bir şehirde, hele bir âlim kızı için bu hiç de şaşırtıcı olmamalı. Arapça ve Farsça kelime ve terimlere hakimdir, başarılı da bir yazardır. Gönül hallerini süssüz, oldukça etkili bir dille ifade eder. Mistik deneyimlerin yazıya aktarılmasında kısa cümleler metne hakimdir. Kendi ruh gelişimiyle ilgili şüphe ve tereddütlerini ortaya koyarken yalın ve içten bir anlatım tutturur; üçüncü ismi sürmeye hak kazandığını bildiren rüyalar sıklaşınca şöyle yazar: “Bunlar hâtıra mıdır yoksa sahîh midir? Hâşâ sümme hâşâ, azîz hazretlerine inkârımız yoktur. Âlâyiş-i dünyâ ile âlûde olmuşum. Hakka lâyık bir nesnemiz yok. Bunlara istihkâkım hiç yoktur. Hakk sübhânehu ve teâlâ’nın lütfu çoktur. Benim sultanım ne buyurursunuz? İlâm eylen”

Acaba kitaplara düşkünlüğü açık olan Asiye Hatun başka neler okurdu? Okuduklarını kimlerle ve ne şekilde tartışırdı? Babasının arkadaşlarının mesela Veysi Efendi’nin sohbetlerine katılır mıydı? Annesi ve kardeşleri de okumaya, tasavvufa meraklı mıydılar? Nerede ve ne tür musiki dinlerlerdi? Osmanlı dünyasının dışında olup bitenlerden nasıl haber alırlardı? Hacca gidip gelenlerden ya da doğrudan mal getirip Üsküp ve Saraybosna üzerinden Avrupa’ya aktaran ticaret kervanlarından, Hindistan’da Sultan Şahcihan’ın tam o yıllarda zevcesi Mümtaz Mahal için bir ulu türbe yaptırdığını, kızları Cihânârâ’ya bir şeyhin cezbesi dokunup kendini tasavvufa verdiğini işitmiş miydi acaba? Bunları ve sadece kadınlar için değil tüm Osmanlı toplumunun kültür hayatı bağlamında sorulması gereken nice benzer suâli şimdilik cevaplandıramayacağız. Ancak Sultan İbrahim’in saltanatının başlangıcına rastlayan yıllarda, siyaset sahnesinin dışında ilim ve tasavvuf deryasına dalmış Üsküp’lü bir kadının iç dünyasına ve şeyhiyle ilişkilerine ışık tutan bu kaynağı ateş-i aşka vesile olur ümidiyle yayımlayarak şimdiye kadarki siyaset, kurum, iktisat ve erkek ağırlıklı gelişme çizgisini aşmaya doğru yönelen Osmanlı tarihçiliğinin merak ufuklarının genişlemesine küçücük bir katkıda bulunabiliriz belki.

* Birinci mektupta görüşmek üzere hoşça bakın zatınıza efendim…

Korumalı: Gül-i Rana

Bu içerik şifre ile korunmaktadır. Görmek için lütfen aşağıya şifrenizi girin:

Tâc-ı Târik-i Cerrahiyye

Dört terk üzerine kırk dallı tâcın sır ve şekilleri:
Halvetiyye tarikatının Sünbüliyye, Şemsiyye, Cerrâhiyye (Hz. Nureddin Muhammed bin Abdullah er-Rumi el-İstanbuli (v.1720)’ye nisbet edilir. Halvetiyyeden Ramazaniyye’nin şubesidir), Sinâniyye ve Bayrâmiyye kollarının saadet tacları beyaz ve sarı çuhadan yapılmıştır. Dört terkli ve kırk dallı, pamuklu kırk dikişlidir. Merkez kutbunda düğme yoktur. Destârları siyah ve yeşildir.

taci_serif_cerrahiyye

Yukarıda resmedilen tâcların istivâlarının dört kapı üzerine kırk dallı  oluşunun sırları şunlardır.

1. Bu tarikatların sâlikleri etvâr-ı seb’adan, yani yedi nefis tabakasından zâhir olan dört kapı üzerine kırk menzil itibarıyla seyr-i süluk ederler. Yedi tavır: Tab'(tabiat), Nefs, Kalp, Ruh, Sır, Hâfi, Ahfâ

Dört kapı ile kırk menzil şunlardır:  Kırk menzilden on menzili nefs-i emmârenin kötü tabiatı ile ilgili olan şu hallerdir:

1. Dünya sevgisi
2. Yalan
3. Hased
4. Kibir
5. Gazap
6. Nefsâniyet
7. Nifak
8. İşret
9. Cehâlet
10. Cimrilik

Bunları terk etmek, sâlik için en gerekli husustur. Kırk menzilden şu on menzil “nefs-i levvâme” ye aittir.

1. Tamah
2. Ucûb
3. Gıybet
4. Mekr, hile
5. Kin beslemek
6. Riyâyı terk
7. Tevbe
8. İnâbe
9. Perhiz
10. Riyâzet üzere olmak

“Nefs-i mülhime”nin on menzili ubûdiyet (kulluk) içindir.

1. Korku
2. Huşû
3. Verâ
4. Tebettül
5. Recâ
6. Rağbet
7. İhlâs
8. Tefekkür
9. Uzlet
10. Zühd üzere olmak

“Nefs-i mutmainne”nin on menzili “yakîn” üzere olmak içindir.

1. Sehâvet, cömertlik
2. Kanaat
3. Teslimiyet
4. Tevâzû
5. İstikâmet
6. Sabır
7. Hayâ
8. Rızâ
9. Edep
10. Tevekkül

Bunların hepsi kırk menzildir. Halvetiyye tarikatında giyilen tâcın sırrı, “Bu kırk menzil ile nefsimi değiştirdim ve yüksek ahlaka eriştim” demeye işaret eder. Allahım cümle kardeşlerimize kolaylıklar ihsan eyle, cümle dervişlerin başarıya ulaştıranı ve mürşidi Sensin.

Sırrını sır eyle, işini tefekkür eyle, ikrârını saf eyle, ibretle bak. Erenlerin sırları hususunda uyanık ol, varlığını aşka ver. Hakkı özünde mevcut bil, mahbûb-ı canda yok ol. Fakr içinde fahr bul. Ehl-i hâl-i ârif ol. Fakr u fenâda hoş bekâ bul. Sülûkun aşk u muhabbet, varacak dostun Allah olsun, diyelim yâ Hû, yâ men leyse illâ Hû…

Tâlib-i feyz-i Hudâ’yız Halvetî Cerrâhî’yiz,
Câlib-i fevz-i Hudâ’yız Halvetî Cerrâhî’yiz..
Cerrâhî’den bâde-i aşk nûş eyledik ezelde,
Biz ol bülbül-i şeydâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..

Çün cemâl-i Mustafâ’ya âşık olduk gönülden,
Bir nigehe can fedâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..
Hazret-i Hayder-i Kerrâr gönlümüz sultânıdır,
Çâker-i âl-i abâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..

Ehl-i beyte muhabbette dost oluruz dost ile,
Buğz edenlerden cüdâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..
On iki imâm ile on dört ma’sûm baş tâcımız,
Üftâde-i su’adâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..

Cihâr yâr-ı güzîne de ashâb ü ansâra da,
Ta’zîm ü tekrîm edâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..
Rehberimiz kitap sünnet düstûrumuz şerî’at,
Ehlullâha muktedâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..

Biri iki göremeyiz tevhîddedir yolumuz,
Sâlik-i râh-ı rızâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..
Hazret-i Pîr Nûreddîn’den irşâd aldık vuslata,
Nâil-i cûd ü atâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..

İtikatta ehl-i sünnet vel-cemâat yolumuz,
Kalender-i hoş-edâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..
Erenlere belî dedik yollarına baş koyduk,
Ehl-i aşka mübtedâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..

Mezhebimiz Hanefî’dir meşrebimiz Halvetî,
Râh-ı Hak’da hüveydâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..
Gazâ-yı ekber eyleriz nefsimizle dem-be-dem,
Hem hatâ-pûş ridâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..

Meydân-ı aşkta uryânız Dîvân-ı Hak’da giryân,
Devrânda mest-i sevdâyız Halvetî Cerrâhî’yiz..
Her birimiz bir velîdir hamdülillah Aşkıyâ,
Bâb-ı vuslatta gedâyız Halvetî Cerrâhî’yiz