Yağmurla gel(en)

Az vakti kalanlara,
Ey kavmim! Haydi artık günahlarınız için Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da tevbe ve pişmanlık içinde O’na yönelin ki, size gökten bolca rahmet ve bereket yağdırsın; gücünüze güç katsın. Gelin günahkâr olarak dönüp gitmeyin. [Hûd, 52]

Hakk cemâlin Kâbe’sini kıldı âşıklar tavaf
Yerde Kâbe, gökyüzünde Beyt-i mamûr olmadan

Gönlüm, sevgilinin gönlü ile beraber, dilsiz, dudaksız feryâd edip duruyor. “Susarak konuşma” dedikler böyle bir şey olsa gerek… Kamış, şekerle dolu olursa, ses vermez; eğer sen kamış değilsen; içini kötü duygulardan, benlikden temizlemiş, boşaltmış isen, dudağını, kulağını neyzenin dudağına yaklaştırıp manevî şekerler çiğnersin. İşte öylesi bir candan ferahfeza nefeslerdir duyacaklarınız. [249. mestmp3]

“Sen hamûş ol, macerâyı çeşm-i giryân söylesin!”
(Sen sus, macerayı ağlayan gözler söylesin)

Nasıl ağlamayalım dün gece evinde yağmur vardı, Temmuz ayında göğün kapıları açılıverdi de haremi pâkine Hakk’ın lütuf bulutlarından Rahmet yağmurları indi. İnsanın taş kesilmesin diye, taşın insan kesildiği evin feryadına daha fazla dayanamadı gökler:
Yağmur; Seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Binler aşığın nazarını celbeden o evin cazibesine tutulan pervanelerin feryadına ses verdi gökler:
Yağmur; Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım

Uzak ülkelerden gelen Rahman’ın misafirlerine, visâlin taliplerine ikram edildi gök sofrasından:
Yağmur, Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım

Vareden’in adıyla insanlığa inen Nûru, alemlere Rahmet olarak gönderilen yağmur bildik biz ve O’nun yağmuru sevdiği gibi sevdik; “Daha Hakkın rahmetinden yeni gelmiştir, üzerindeki cemal tecellisi tazedir” diyerek…

Hem her bir damlası bir meleğin kanadında inen üzerimize düşen bu zerre, ya beyt-i mamur’a meleklerin kıblesine dokunmuşsa,
Rahmetinin damlası cennetim olmaz mı sultânım!

Geceleri uyan ve Hakk’a yürü! Çünkü gece, senin için sırlar yurduna rehberlik eder. Herkes uyurken ilâhî aşk sırları, mânâ zevkleri gönlüne bereketli bir yağmur gibi yağar. Çünkü geceleyin gönül pencereleri açılır, ötelerden nasipler gelir. Lâkin bu hâller, yabancıların gözlerinden gizlenir. [Hz. Pir Mevlana]

İşte bir gece vakti, böylesi bir yağmurda ıslandık efendim …

Şeyh-i Ekber Hazretlerinin işareti olmasaydı daha devam ederdik ama, buraya kadarmış;

İbn-i Arabi hazretleri Mısır’da bir tarikat cemaatinin davetine icabet eder. Orada bir takım şeyhler de davetli olarak bulunmaktadır. Ev sahibi hazırladığı yemekleri açılan sofraya döşeyip misafirleri buyur ettiği sırada her nasılsa içine küçük abdest yapılması için (tebevvül) yapılan hiç kullanılmamış olan sırça çanak da sofraya getirilir. Bu sırça kap erenlerden birinin şerbet içmesi için kullanılınca derhal lisân-ı hâl ile Cenab-ı Hakk’a:

“Ya Rabbi, sana hamd ü sena olsun ki, bana evliyaya maşraba (bardak) olmayı nasib eyledin, bundan sonra başka bir iş için kullanılmayı istemiyorum!” diyerek kırılıp paramparça olur. Bunun üzerine Şeyh-i Ekber hazretleri oradakilere “Bu çanağın söylediklerini duydunuz mu?” diye sorar. Onlar da “Evet, işittik” diye cevap verirler. Şeyh Hazretleri:

“Ben başka bir şey daha idrak ettim, o çanak dedi ki: Ben cansız bir eşya olduğum halde, idrak sahiplerince kullanılmak şerefine eriştikten sonra artık temiz olmayan bir şeyin kabı olmak istemediğim için kendimi kırıp yok ettim. Sizin kalpleriniz de gerek iman şerbetine gerek temiz irfan şarabına kap olmakla beraber her biriniz cihanın göz bebeğisiniz. Artık o gayb hazinesi olan kalplerinizi aldanış yurdu olan dünya sevgisine, şehvet ve hevâ pisliğine yer olmasına nasıl razı olursunuz?”

Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü kafdağı,
Bir zerreciğim ki , arş’a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!

Benzim safran gibi sarardı. Boynum büküldü, çene düştü. Beden mezarında sıkıştım kaldım. Ey ruhu darlıktan kurtaran, rahata kavuşturan! Gel, beni benden, beni bedenden kurtar! Hz. Muhammed’i gözleyen gözüm, gamınla sana müştakım diyor. “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” ayetinin sırrı, gel de o dağınık saçlar arasından yüzünü göster!” Ey azîz varlık, ey Hakk ile gören göz, ey her şeyi bilen gönül! Gel! Dünyada mevcut bütün canlar, sana karşı canlıktan çıkıyorlar, beden oluyorlar. Halbuki sen, cansın, canlar canısın, cansız beden ne işe yarar? Ben çok eskiden, sana gönül vermiştim. Gel, ey sevgili gel de simdi sana canımı da vereyim! Ey sevgili, ilacım da sensin, çarem de sensin. Yüz parça olmuş gönlümün nuru da sensin, çaresiz gönlümde senden başka ne varsa hepsi yok oldu, beni kimsesiz bırakma! Ne olur Gel artık!

İşte hâli, her dem hata ve isyan olan fakirin, yağmurdan sonra Hakk’ın rahmetinin tuğyân ettiği Şaban-ı Şerif’te, haremi pâkinden niyâzı o dur ki:

Mevlam, cümlemizi, Resulu Kibriya efendimizin şefkat nazarıyla gelen şifâ, hidâyet ve rahmetiyle buluşturup huzur içinde vuslat-ı ilâhîye koşan bahtiyar kullarından eylesin!


Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma, Mâh-ı Nebi olan Şaban-ı Şerif, ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah, Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .


Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin

Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim