Hak Sadâsını Duyabilmek

“Bîşnev în ney” diye başlayan Mesnevî-i Şerîf’in yanısıra, Hz. Pîr’in bir rubâisi de aynı kelimeyle başlıyor: Bîşnev…

Bîşnev tü zî ney çehâ çehâ mîgûyed
Esrâr-ı nühüft-ü Kibriyâ mîgûyed
Rûh zerd ü derûn tehî
ser dâde be dâd
Bî nutk u zebân Hudâ Hudâ mîgûyed

“Dinle şu neyi bak neler neler söylüyor,
O, yüceler yücesinin sırlarını anlatıyor,
Yüzü san, içi boş, başını havaya vermiş de
Dilsiz sözsüz, ‘Hüdâ, Hüdâ’ diyor.”

Bir kamış parçasından “Hüdâ” nidasını işitebilmek… Hz. Mevlânâ bir başka yerde kudümü târif ederken, “Bakır bir tas, üstüne kuru, cansız bir deri gerilmiş ve kuru iki değnekle üstüne vuruluyor. Öyleyse bu “Allah” sadâsı nereden geliyor? diyor. Bakırdan, deriden ve değnekten “Allah” sadâsınıı işitebilmek…

Kendi varlığından yok olup, Hakk ile Hakk olan, bu nimete eren kullar için her zerreden Hakk sadâsı, dudaksız ve kulaksız olarak işitilebilir. Ve bu işitme sâdece insanlar için de değildir.

Fehm kerde ân nidâ bî-gûş u leb
Fehm kerde ân nidâ râ çûb u seng

“O nidâyı kulaksız ve dudaksız olarak ağaç da anlar, taş da.”

“Her zerreden gelen “Allah” sadâsını ağaçlar, taşlar nasıl anlar?” sorusuna Hz. Pir Mevlânâ cevap veriyor, Mesnevî-i Şerifinde:

Za’n çi güftem men zî fehm-i seng u çûb
Der-beyâneş kıssa-i hûş dâr u hûb


“Taşın ve kuru çubukların da anlayış sahibi olduğunu söylemiştim ya; bunun îzâhı için anlatacağım kıssayı cân kulağı ile dinle ve ezberle!”

Üstûn-ü hannâne ez hecr-i Rasûl
Nâle mîzed hem çü erbâb-ı ukûl

“İnleyen sütun -direk- Resûl’ün ayrılığı ile akıl sâhipleri gibi ağladı, inledi.”

Der meyân-ı meclis-i vâ’z ân çü nân
K’ey-vez âgeh geşt hem pîr u cevân

“Vaaz meclisinin ortasında öyle bir inledi ki, o iniltiyi orada bulunanların ihtiyarından gencine hepsi duydu.”

Güft Peyâmber: Çi hâhî ey sütûn
Güft: Cânem ez fîrâkat geşt hûn

“Peygamber Efendimiz (sav) sordular: ‘Ey direk niçin inliyorsun? Ne isliyorsun?’

Direk dedi ki: ‘Senin ayrılığından dolayı canım öyle bir yandı ki içim kan doldu.'”

Mesnedet men bûdem ez men tâhtî
Ber-seri minber tü mesned sâthî

“Ben senin dayanağındım, bana dayanıyordun. Beni bıraktın da yeni bir dayanak yaptın ve ona dayanıyorsun. İşte bu ayrılıktan dolayı inliyorum.”

Hz. Mevlânâ burada tarihî bir olayı anlatıyor: Resûlullah (sav) Medine’ye hicret buyurduktan sonra büyük dayısı tarafından akraba -uzak kuzeni- olan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyub el-Ensârî, yâni Eyüp Sultan Hazretlerinin evinde misafir olarak ikâmete başladılar. Hz. Hâlid’in evi iki katlı idi. Efendimiz gelecek olan birçok ziyâretçiye merdiven çıkmak zahmeti olmasın diye alt katta kalmayı tercih buyurdular. Yedi aylık ikâmetleri süresince Efendimiz rahatsız olmasın diye Hz. Hâlid ve âilesi hep parmak uçlarına basarak yürüdüler. Bu hâl, bir hürmet göstergesinden ibâret değildir. Buna muhabbet derler, aşk derler. Eyüp Sultan Hazretlerinin evinin batı istikâmetinde boş bir arazi vardı. Bu boş arsa Sehl ve Sehhil isminde iki yetim kardeşe âitti. Efendimiz orada bir mescit ve kendisi için de bir hücre, odacık, yapılmasını arzu buyurunca o iki kardeş bu arsayı bağışlamak istediler. Fakat Efendimiz, yetim hakkı yememek örneği göstermiş olmak için, o arsayı para ile satın aldı. Paranın da alındığı kaynak Hz. Ebû Bekir idi.

Hicretin yedinci ayında o arsa üzerinde inşaata başlandı. Taş temeller üzerine kerpiç duvarlar örülerek inşaat bitirildi, üzeri hurma dallarıyla kapatıldı. Bu ilk mescitte mihrab ve minber yoktu. Tavanı tutmaya yarayan sekiz adet direk vardı. Daha sonra o direkler isimlendirilmiştir; “Tövbe Direği” de denilen “Ebû Lübâbe Direği”, “Serir Direği” bunlardandır. Resûlullah en çok Tövbe Direği’ne yakın bir yerde namaz kılar ve kıldırırlardı. Bu Mescid-i Nebî’nin yüzölçümü 1010 metrekaredir. Daha sonra -Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanlarında- yapılan genişletme çalışmaları; Halîfe Velîd bin Abdülmelîk zamanında, daha sonra halîfe olacak olan Ömer bin Abdülazîz’in Medîne valiliği sırasında da devam etti, Resûlullah’m en çok namaz kıldığı yer olarak bilinen yere mihrab yaptırıldı. (Hz. Osman zamanında yapılan Mescid-i Nebevî’yi genişletme çalışmalarında da bir mihrabın yapıldığından bahsedilir ise de çok kabul gören bir rivayet değildir. İlk minber ise bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz’in emirleri ile yaptırılmıştır. İşte, Mesnevî-i Şerîf’te anlatılan olay bu minber ile ilgilidir.)

Hz. Peygamberimiz, Mescid-i Şerifte vaaz gibi, hutbe gibi sebeplerle konuşacağı zaman ayağa kalkar, mübârek yüzünü ashabına dönerek konuşurdu. Mescidin tavanını tutmaya yarayan direklerin dibinde müsait bir yer olmadığından Efendimiz (sav) kıble duvarının yakınlarında bütün cemâati görebileceği ve cemâatin de O’nu görebileceği bir yerde durur ve konuşmalarını ayakta, bir yere dayanmadan yapardı. Resûlullah (sav) peygamberâne nezâketinden ve inceliğinden dolayı hiç kimseye arkasını dönmezlerdi. Bu tarzda ayakta durarak konuşması Zât-ı Seniyyelerinin yorulmasına sebep olabileceği endişesiyle Ashâb-ı Kirâm’dan bazı zevat, Efendimiz’e bir dinlenme ya da daha az yorulmalarını temin etmek üzere “Serir Sütûnu” diye anılan sütünün yakınlarına, duvar tarafına kalın bir hurma kütüğü koydular. Ve Efendimiz (sav) konuşurlarken hiç olmazsa sırtını bu kütüğe dayasın da, biraz daha az yorulsun, diye düşündüler ve bunu kendilerine kabul etmesi için niyâz ettiler.

Yüksek ahlâkı gereği hiçbir ricâ ve talebi geri çevirmeyen Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (sav), okuyacağı hutbe ve vaazları bu hurma kütüğüne yaslanarak okumaya başladı. Bu hâl beş sene kadar sürdü. Hicretin sekizinci yılı sonlarında Müslümanların çoğalmış olması sebebiyle, arka tarafta kalanlar Efendimiz’in o güzel yüzünü iyice göremez oldular. Ve tekrar ricâcı olarak dediler ki: “Yâ Resûlallah! Müsâade buyurursanız Size bir minber yaptıralım, oraya çıkın da arkada kalanlar da cemâlinizi görsünler.” Efendimiz tabiî bu ricâyı da kabul buyurdular. Ve Saîdeoğulları Kabilesinden Saîd bin Âs’ın kölesi ve çok iyi bir marangoz olan Bâkum, üç ayaklı, üç basamaklı ve sırt dayamaya mahsus yeri olan ahşap bir kürsü yaptı. Efendimiz bu ahşap kürsüden vaaz ve hutbelerini okumaya başladı.

İşte Efendimiz (sav) ilk defa hurma kütüğünden ayrılarak bu kürsüye çıktığında, Mesnevi lisânından naklettiğimiz olay oldu. O hurma kütüğü herkesin duyabileceği kadar yüksek sesle ağlamaya, inlemeye başladı. Merhamet, şefkat, mürüvvet kaynağı olan Resûl-i Ekrem Efendimiz hemen minberden indi ve o ayrılık acısıyla inleyen hurma kütüğüne sarıldı, kucakladı, onu teselli etti. Ashâb-ı Kirâm’ın ileri gelenlerinden Câbir bin Abdullah Hazretleri bu hâdiseyi anlatırken şöyle der; “Efendimiz hurma direğini kucakladığında, direk tıpkı ağlayıp ağlayıp da anasının kucağına çıktığı zaman susan ama eski ağlamasının tesiriyle nefesi hıçkırıklı olan bir bebek gibi hıçkırıyordu.”

Bu hâdise Enes b. Mâlik, Abdullah ibn Abbas, Ebû Saîd el-Hudrî, Abdullah b. Ömer gibi Ashâbın diğer büyükleri tarafından da nakledilmiştir. Tabiînin ulularından ve tasavvufun önderlerinden Hasan-ı Basrî Hazretleri de bu hâdiseyi sık sık anar ve “Yazıklar olsun bize ki, Resûlullah muhabbetinde bir kütük kadar olamadık!” diye ağlardı.

O Hasan-ı Basrî böyle derse acaba biz ne demeliyiz?

Nûreddîn-i Câmî Hazretleri bir kitabında bu konuya değinirken: “Dünyada Resûlullah’m hayât-ı seniyesindeki görülen mûcizelerden en çok görgü şahidi olan mûcizesi budur. Âlem-i cemâli teşrifinden sonraki velîlerin kerametinden de en çok görgü şâhidi olanı, Seyyid Ahmed er-Rufâî Hazretlerinin Şebeke-i Şerîfden görünen Resûl-i Kibriya’nın mübarek elini öpmesidir.” diye kaydetmiştir.

O ahşap minber çeşitli tarihlerde yedi defa tamir edildi, yenilendi. Nihâyet hicretin 578. yılında tâmir kabul etmeyecek derecede çürüdü ve yıkıldı. Kalıntısından teberrüken sakal tarakları yapıldı ve dağıtıldı. Daha sonra Mescid-i Saadete çeşitli minberler yaptırıldı. Bugünkü mermer oymalı güzel, zarif minber Sultan III. Murad Han’ın Mescid-i Nebevî’ye hediyesidir. Projesi ve çizimi de Mimar Koca Sinan’a âittir. (Efendimiz’in kabr-i saâdetlerinin ziyâret -muvâcehe penceresinin ahşap doğramaları da, bugünkü metâl parmaklıklarla değiştirildiğinde, Şam’da Abdülganî-i Nablûsî Hazretlerinin kabrinin muvâcehe penceresine monte edilmiştir. Nice Resûlullah âşıklarının âşıkâne nazarlarının değdiği o ahşap doğramalar Abdülganî Hazretlerinin kabri ziyâret edildiğinde, elbette ayrıca ziyâret edilmelidir.)

Pekiyi o hurma kütüğü ne oldu? Tekrar Mesnevî-i Şerîf’e bakalım.

Güft: hâhî ki turâ nahl-i künend
Meşrik u garbi zî tû mire çinend

Yâ der-ân âlem hakat servi küned
Tâ ter u tâze bî-mânî tâ ebed

“Resûlullah (sav) ağlayan direği kucaklayarak teselli edip susturduktan sonra, sordu: “Sen bu kurumuş hâlinden yeniden yemiş, meyve verecek hâle dönerek yemişlerinden doğudakilerin de batıdakilerin de yemelerini mi istersin? Yoksa öteki âlemde bir cennet servisi olarak sonsuza kadar hep ter ü tâze mi kalmak istersin?”

Güft: ân hâhem ki dâim şüd bekâş
Bîşnev ey gâfil kem ez çû bî mebâş

“Direk dedi ki, dâima bakî olanı isterim. Yâni dünyada değil âhirette canlanmayı isterim.”

Mevlânâ Hazretleri burada bir öğüt veriyor:

“Bîşnev ey gâfil, Ey gâfil kişi dinle! Dinle de bir kütükten daha değersiz olma. Yâni ebedî nimetleri elinden kaçıracak kabahatleri yapma, Hakk’ın emirlerine uy!”

Ân sütûn râ defn kerd ender zemîn
Tâ çi merdûn haşr kerdet yevm-i dîn

“Ve Resûl-i Kibriya din gününde, yâni kıyâmette, insanlar gibi dirilsin ve ebedî hayatı yaşasın diye o ağacı kendi minberinin altına gömdürdü.”

Ve hâlâ orada… Ve birkaç adım ötesinde de Resûlullah (s.a.v.)… Ayrılmadı… (Gerek III. Murad Han’ın yaptırdığı minberin konulmasında, gerek Sultan Abdülmecîd Han’ın yaptırdığı Mescid-i Nebevî’nin yenileme çalışmalarında ve gerekse son zamanlarda Suûdîlerin yaptırdığı tâmirat ve genişlemelerde o hurma kütüğü! Hep Resûlullah Efendimizin gömdürdüğü yerde duruyor.)

(Sâdî Tarikatı ayîn tarzlarının birinin adı “Tûlubî Nevbe” dir. Semâda ve arzda ve ikisi arasında ne varsa her şey Allah’ı zikreder. İsrâ Sûresi’nin 44. âyetinde, Âyete’l Kürsî’de ve daha birçok âyette bu hakikat belirtilir. İşte tahtanın da, taşın da, hem Allah’ı zikrettiğini hem de sevgi hissinden mahrum olmadığını belirten Resûlullah’m bu mûcizesinin anlatıldığı Mesnevî-i Şerif beyitleri bu Tûlubî Nevbe ayininde okunur ve zikir âyinine katılan herkes; bendir, kudüm, nevbe, hâlîle, mazhar gibi vurmalı sazları çalarak onların da kendi lisânlarmca Allah’ı zikrettiği hakikatini ilân ederler.)

Sofi hele gel meclisime dinle bu sâzı,
Gör nic’olur tellerin Allah’a niyâzı

Tasavvufta hizmet kadar önemli diğer unsur sohbettir. Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunmak bahtiyarlığına erenlere, bizler asırlardan beri “Ashâb-ı Kirâm” diyerek hürmet ediyor, isimlerini her anışımızda onlara dualar ediyor, onların yardımlarını, himmetlerim diliyoruz. Bunun sebebi, en yüksek sohbet sahibi olan Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunup, O’nu dinlemek şerefine ermenin yüceliğidir. İşte onlar böyle dinlediler ve dini, “alâ silsiletihim”, yâni elden ele, dilden dile ve gönülden gönüle bize naklettiler. Biz de dinlersek öğreneceğiz.

Bahariye Mevlevîhânesi şeyhi, büyük ârif ve aynı zamanda büyük musikişinas olan Hüseyin Fahrettin Dede bir şiirinde şöyle söylüyor:

Fahriyâ malûmudur erbâb-ı irfânın bu râz,
Lâfz-ı Mevlâna’dan ancak Zât-ı Mevlâ’dır garaz.

Şu birkaç satırda Hz. Mevlânâ’nm kitabından ve O’nun kitabının henüz birinci kelimesinden söz ederek Hz. Mevlânâ’dan bahsettik. Fahrettin Dede’nin tâbiriyle, O’ndan ve Onun sözlerinden bahsetmekten kasdımız, Mevlâ’yı anlatmak, Mevlâ’nın ismini tekrarlamak idi. Bu kasıtta idik ve bu kasıtta da sabit kademiz.

Hani Hz. Mevlânâ’nın, “Ben semâ ederken, bir ayağımla kâinatın ve hakikatin merkezinde ayak direr, diğer ayağımla kâinatın bütününü dolaşırım.” dediği gibi; biz de Hz. Mevlânâ’nın sözleri, sanatı ve yüceliği vasıtasıyla Mevlâ’da ayak diriyoruz. (Mevlevi âyininin dördüncü selâmında, semâzenlerin, semâhânede dolaşmayıp hep aynı noktada kalarak semâ etmeleri de tevhîd noktasında ayak diremenin sembolize edilmiş hâlidir.) Bu ayak diremeye “inat” denmez. Buna, Hz. Peygamberimizin “Bu âyet beni ihtiyarlattı.” diye buyurduğu: “Festakîm ke mâ ümirte -Emrolunduğun üzere doğru istikâmette ol! ” [Hud, 112] âyetinde beyân ve emir buyurulan ve her Fâtiha-i Celîle’de “İhdinâ’s sırât-el müstakim -Doğru yolda olmaya hidâyetinle bizi muvaffak kıl!” diye Rabbimizden niyâz ettiğimiz, doğru yolda olma hâli denir.

Dinleyenler dinlenir ve dinlemeyenler dinlenmez. Ve… “Din”lenmek için dinlemek gerekir. Dinlemek… Ama neyi? “Ney’i…”

Bîşnev în ney -Neyi dinle! Buyuruyor, Hz. Mevlânâ… Pekiyi ney nedir?

Evvel(de) Estağfirullah

Yağmurlar yağdıran, fakirliği gideren, kurtuluşa erdiren, gönülleri açan “bir mübarek kelime”ye dair mülâhazalar

Sizin hastalığınızın ve şifânızın ne olduğunu söyleyeyim mi? Hastalığınızın günahlar, ilâcınızın da istiğfar olduğunu unutmayın! [Ramûz el-Ehâdis]

Bir sabah gözümüzün nuru Resûlullah (sav) kalktı ve Bilâl’i (r.a.) çağırttı: Ey Bilâl sen hangi amel ile cennette önüme geçtin? Dün, rüyamda cennete girdim, bir de baktım ki senin ayak seslerin benim önümde. Hz. Bilâl dedi ki:

– Ey Allah’ın Resûlü hangi günahı işledimse mutlaka iki rekat namaz kıldım ve istiğfar ettim,ne zaman abdestim bozuldu ise hemen abdest aldım, cihanı abdestsiz dolaşmadım…

Hasan-ı Basri (ks) hazretlerine gelen bir kişi kuraklıktan şikâyet eder, O da;
– “Estağfirullah diyerek Rabbimizden mağfirette bulun” der.

Çok geçmeden fakirlikten, geçim derdinden şikâyet eden birisi gelir. Hazret ona da; – “Estağfirullah diyerek Rabbimizden mağfirette bulun” der.

Çocuk sahibi olamadığından yakınan üçüncü kişi için de hazret:
– “Estağfirullah diyerek Rabbimizden mağfirette bulun” der.

Hasan Basri hazretleri ektiği halde mahsul alamamaktan yakınan kişi için de;
– “Estağfirullah diyerek Rabbimizden mağfirette bulun” der.

Orada bulunanlar hazretin cevaplarının hikmetini sorunca Hasan Basri hazretleri onlara şu ayeti kerimelerle karşılık verir:

Çok affedici olan Rabbinize istiğfar edin ki, üzerinize bol bol yağmur yağdırsın; Size mal ve evlât nasip etsin, bağlar yeşertsin, ırmaklar akıtsın [Nuh, 10-12]
Son iki nimet, Kur’an’da “içinden ırmakların geçtiği bahçeler” ile sembolize edilen öteki dünyadaki mutluluk haline işaret olsa gerektir.

– Gönül genişliği, güzel bir hayat mı istiyorsun? Rabbimizden mağfirette bulun:

Ve Rabbinizin mağfiretini isteyin sonra O’na tevbe edin! O’na dönün ki belirlenmiş bir ömür süresinin sonuna kadar sizi nimetleriyle yaşatsın ve faziletli bir hayat sürenlere, lütuf ve fazlından mükâfatlarını versin. [Hud, 3]

– Belalardan, musibetlerden, azaptan korunmak mı istiyorsun? Rabbimizden mağfirette bulun;

Oysa sen onların içinde bulundukça Allah, onlara azab edecek değildir ve onlar istiğfar ederlerken de Allah, onlara azab edecek değildir. [Enfal, 33]
– Kusurlarının bağışlanmasını, sevaplarının artmasını, derecenin yükselmesini mi istiyorsun? Rabbimizden mağfirette bulun;

Yine hatırlayın ki: …. “Bizi bağışla” deyin ki, biz de suçlarınızı affedelim; iyilik yapanların mükâfatlarını daha da artıracağız.[Bakara, 58]

Gam ve telaştan sıyrılıp kurtuluş ve esenliğe mi ermek istiyorsun? Rabbimizden mağfirette bulun;

… Hepiniz Allah’a tevbe edin ey mü’minler ! Belki böylece korktuğunuzdan kurtulur, umduğunuzu elde edebilirsiniz. [Nûr, 31]

İşte hitâm-ı misk bâbından bir müjde: O kullarının tevbesini kabul edip, onların kusurlarını affeden ve ne yaptıklarını bilendir… O, iman edip güzel işler yapanların dualarına cevap verir; lütfuyla onlara istediklerinden fazlasını da verir. [Şûrâ, 25-26]

Müslümanın hayatında Kur’ân’ı okuyup anlama ve yaşamanın ayrı bir değeri vardır. Özellikle sekülerleşen günümüz dünyasında hayatı Kur’ân’la yaşama gayreti ayrı bir anlam kazanmaktadır. Kur’ân, doğumdan ölüme bütün hayatı kuşatan hükümler vaz‘ etmektedir. “Bu dünya işi, bunun Kur’ân ve dinle ne alâkası var?” diyebileceğimiz bir alan hemen hemen hiç yoktur. Çünkü Kur’ân her nefesimizin düzenleyicisidir.

Ey karanlık geceyi uykuda geçiren mümin! Dua zamanı geldi; haydi, kalk! Ey kötülük etmeyi adet edinmiş nefis; ibadet etme, iyilik etme zamanı geldi! Pencereden bak; tövbe kapısını aç! Evi tertibe koy, düzelt! Haydi, durma; bizim nöbetimiz geldi! Suçtan, kötülüklerden neden temizlenemiyorsun? Günahlardan ellerini yıka, yüzüne su vur; abdest al, namaza durma zamanı geldi! Seni mezara koydukları, lahitte yüzünü kıbleye döndürdükleri zaman, hayatta su karşında duran kıbleyi hatırlarsın ama, namazını kılamadığın, kazaya bıraktığın için içinin yanmasından eline ne geçer? Sen şimdi hayatta iken bu kıbleden bir nur, bir ışık ara, bir ışık elde et de o nur, o ışık senin kabrini ışıtsın, aydınlatsın! Allah’ın nuru gelince kabir, bir gül bahçesi olur! [Hz. Pir Mevlana]

Gelin birbirimizi uyaralım, Hakk’a varalım, bey’at kılalım. İtaatkar kimse, bu haliyle kibirlenip kendinde varlık hissedecek olursa asî olur. Asî tevbe ederse mutî olur, tevbe ibadetten öncedir. Çünkü tevbesiz ibadet sıhhatli olmaz. Nitekim Hak Teala: “Tevbe edenler, ibadet edenler” [Tevbe, 112] ayetinde tevbeyi ibadetten önce zikreder.

Estağfirullah Ya Rabbî, Yâ Rabbî! Bizleri, Kur’ân saâdetinden mahrum kalarak sefâletlerini saâdet zanneden bedbahtların hüsrânına düşmekten koru. Endişelerimizi, kederlerimizi izale et. Gönüllerimizin sıkıntılarını gider. İşlerimizi kolaylaştır. Dinin üzerine yaşat bizleri. Bize zor gelen her şeyi kolaylaştır. Gizli de ve açıkta ömrümüz boyunca aşkın ile yaşatıp takva üzerine sabit kıl. Günah ve kusurlarımızı, sevap ve güzelliklere tebdîl eyle! Aşk, vecd ve samîmî gözyaşlarıyla ilâhî rahmet ve mağfiretine nâil buyur! Ya Rabbi bizleri Hak Nebi’nin şefaatine, meleklerin de dua ve istiğfarına mazhar eyleyiver.

Hâmiş niyyetine: Canlar, hanelerimizin, gün, yıl ve ömürlerimiz bereketine vesile olsun diye 1432’nin ilk gününde un yağ tuz şeker gibi bereket timsalleri ile pazar eyleyelim, gönül hanelerimize hediyyelerle dönelim erenlerim… Mevlam, şu gelen yeni vakitlerde, hallerimizi aşkına müşteri bir hale tebdil eylesin, her halimizi tevhide ve rızasına uygun eyleyip, dertlerimize misilsiz şifalar ihsan eylesin. Âmin ya Mûin…


Kainatın kalbinden bâki muhabbetle
Ümit AKDEMİR

17. Mektup

17. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların onyedincisidir.

1mursidinmektuplari

Hamdden âciz olduğumuz Mevlâ-yı müteâl kendi zâtını nasıl teşbih ediyor, takdis ediyor ve kendi zâtını nasıl ta’zim ediyor ise biz kulların tahmid, tehlil, tekbir ve teşbihlerini öylece kabul buyursun. Cenâb-ı Hakk’ı hamdetmek ve teşbih etmek davamızdan tenzih ederiz. Hamdden âciz olduğumuzu idrak ile Rabbü’l-âlemîn’e hamd ü sena ederiz. Kabul eyle yâ Rabbî.

Allah Teâlâ ve meleklerinin bizzat salât ü selâm eylediği o Nebîy-yi zîşan’a salât ü selâm etmek davasından hicab ederiz. İlâhî yâ Rabbî, senin salât ü selâmını ve meleklerinin ta’zimat ü tekrimatını lütfen ve keremen nam-ı hesabımıza yazıver ve bizleri böylece salât ü selâm etmiş kabul ediver. Günahkâr ümmetleri ve liyâkatten uzak bendeleri olduğumuzu idrak ile Fahr-i âlem’e salât ü selâm ederiz. Âline, ezvâcına, evlâdına ve ashâbına hürmet ve ta’zimimizi bu salât ü selâmlar vesilesiyle tecdid ederiz. Bunları da kabul eyle yâ Rabbî.

Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn vessalâtü vesselâmu alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihî ve ezvâcihî ve evlâdihî ve ashâbihî ve etba’ihî ecmâin âmin.

Esselâmu aleyküm İhsan Efendi oğlum,

Derviş İhsan Efendi oğlum, sohbet edeb üzeredir. Edeb yolunun meşki sohbetledir. Bu sebebden sohbetteki edeb, şeyhe mukabelede bulunmak, ihvanla hemmeclis olmak husûsî dikkat ister. Sohbet meclisinin sahibi Hazret-i Allah’tır. Allah için sohbete oturuldu mu artık onun falancası filancası olmaz. Cenâb-ı Hakk’m nazar ettiği, hatta o meclistekilerle beraber oturduğu, Efendimiz(sav)’in ruhaniyetinin o sohbet halakası üzerinde olduğu bir an bile unutulmamalıdır. Zaten bu nev’î nisyan(unutmak) kişiyi sohbetten ve huzurdan düşürür. İnşâallah sohbet hakkında tafsilatlı malûmatı sizlere bilâhare arzedeceğiz. Şimdi sana lâzım olan, bu mevzu’yla alâkalı, şeyhe yani mürşide rüya arzetme bahsidir. Çünkü mânânın mürşide arzedilmesi de sohbet kabilindendir.

Nefsanî tarîklerde yani hem nefsi hem ruhu terbiye dairesine alan ve o şekilde kalbin tasfiyesini ve ruhun tahliyesini, yakîn derecede sâliklerine gösteren tarikatlar rüya ilmine ve tâbirine çok dikkat ederler. Rüya sâlikin durumunu çok bâriz bir şekilde ortaya koyar. Bu ortaya çıkan ahvâlden şeyh de, mürîd de kendince alması gerekeni almalı, işaret edilene âgâh olmalıdır. Mürşide mânâyı arzetmek hem sohbete dâhildir, hem sohbetin mahsulüdür. Bir derviş hem esma tâlimini, hem zikrini, hem sohbeti hem de şeyh ile arasındaki ülfet ve terbiyeyi bu mânâların zuhûruyla hangi derecede olduğunu anlar. Rüyayı şeyhe arzetmenin en başta zâhirî şartları vardır. Bu zahir edebe riayet fevkalâde önemlidir. Bir kere şeyh, rüya dinlemek için bir vakit ta’yin ettiyse ol vakte mülâzemet etmeli. Sâir vakitte rüya arzetmeye kalkışmamalı. Eğer husûsî bir vakit ta’yin edilmemiş ise kendisinin teklifi üzere yani “Rüyanız var ise dinlerim.” gibi bir söz sarfetmesi üzerine diğer mecliste bulunan zevatı ve şeyh efendinin halini gözeterek yapmalı. Bu ikisi haricinde eğer bir vakit ta’yin olunmamış lâkin münasib olduğu kanaati sizde uyanmışsa usulcacık şeyh efendinin yanma, belki bir hizmet vesilesiyle de olabilir, yaklaşıp “Efendim, bir şey gösterildi.” veyahut “Rüyalarım var, arzedebilir miyim?” gibi izin alarak şeyh efendinin müsait olup olmadığı anlaşıldıktan sonra mânâlar arzedilmeli. Lâkin dervişe lâzım olan irfandır. Şeyh efendinin hem lisânından hem de simasından bu destur alınmalı, “Olur.” dediği halde çehresi o desturu vermez ise “Başka bir zaman anlatsam fakîr için daha uygun olabilir, fakîr için hiçbir mahsuru yok.” gibi gönlü hoş tutan sözlerle mürşidin rızası tahsil edilmeli. Bundan sonra eğer mürşid “Anlat” derse sözü çok uzatmadan hemen rüya arzedilmeli. Mürşid ile konuşurken hatta dervişân arasında “ben” sözü mümkün mertebe telaffuz edilmemeli. Ya “bendeniz” yahut “fakîr” kelimesi isti’mâl olunmalı. Husûsiyle rüyada “ben” tâbiri hiç kullanılmamalı. Hatta “Gördüm, yaptım ettim.” gibi ta’rifler yapılmamalı. “Gösterildi, yaptırılmış, olmuşum, ağlamışım.” gibi rivayet eder tarzda tavsif edilmeli. Bir başka husus, rüyayı anlatırken tâbir eder gibi konuşmamalı. Diyeceksin ki, bu nasıl olur? Oluyor efendim, bal gibi oluyor! Meselâ adam geliyor, “Efendim, ben gündüz şu şu şu işi yapmıştım, akşam da şunu okumuştum, geceleyin de şu rüyayı gösterdiler.” diyor. Şimdi ne oldu? E rüyayı zaten kendin tâbir buyurdun mübarek! Bunun mânâsı bundan ibaret deyiver de bize de hâcet kalmasın, diyoruz içimizden. Amma ne yaparsın, bu sahada adam yetişecek diyerek îkaz etmekle iktifa ediyoruz. Bazen ikaz da yetmiyor artık onlar da kuru kuruya gelip rüya tâbiri bekliyorlar.

Evlâdım, mürşidlik ve bu yolda şeyhlik rüya tâbir etmek demek değildir. Bazı şeyh efendiler rüya tâbirinde de meleke kesbetmişler, her nev’î rüyayı etraftan gelen her nev’î müracaatı tâbir ve tefsir ederek şöhret bulmuşlardır. Mürşid yolda lâzım olan kadarıyla dervişin rüyasını tâbir ve tefsir eder. Yoksa her görülenin muhakkak bir mânâsı vardır. Ama dervişe ne lâzımdır? Rüya dinlenildiğinde ibadet taatmdaki çirkinlik, güzellik, gerek iyi gerek kötü düşünceler hatta midendeki hazım sıkıntısı bile farkedilebilir. Sana gösterilen o mânânın bir tefsiri ve şerhi olabilir. Amma bunların içinden sana lâzım olanı mürşid ayıklar, senin düşündüğünü değil kendisine ilham olanı o mânâ üzre söyler. İşte bu sebebden şeyhleri rüya tâbircisi zannetmek çok büyük bir hatadır. Muabbirlik ayrı, şeyh mesleğinden dolayı hâdisatı ve rüyayı te’vil etmek ayrıdır.

Güzel İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk seni kemâl ve cemâl üzre terbiye eylesin. Şunu unutmayasın ki: Şeyhe sen gidip rüyam anlattığında esasında kendini anlatır ve arzedersin. Şeyhe rüya arzetmeden evvel sendeki mânâ zaten mürşide yansır. Senden dinlenilen rüya mürşidin indinde(katında) ma’lûm olan halin sana nasıl aktarılacağının mürşide bildirilmesi demektir. Yani mürşid bilir ki falanca zât şu haldedir. Sonra o zât gelir, ona rüyayı arzeder, rüyayı arzetmeden evvel onun mânâsı zaten arzedilmiştir. Ama mürîd bunu bilmez. Sonra o rüyayı konuşurken sen idrak dereceni, seviyeni mürşidine arzetmiş olursun. Mürşidin de senin o anlayışına göre kendisine daha evvel ma’lûm olmuş hali senin mânânın tâbiriymiş gibi sana arzeder. Yani rüya en ziyâde müride kendisini bildirmek içindir. Ayrıca mürşid o derviş üzerindeki terbiyenin, sohbetten aldığı feyzin ve idrakin ne seviyede olduğunu dervişinin rüyalarım dinleyerek yakînen anlamış olur. Bundan dolayı tâbir edilmeyen her rüya şeytanî demek değildir. Bazı mânâlar da vardır ki, sadece mürşide aittir. Sâdık ve hâdim dervişlerin mânâlarında mürşidlerine havadis verilir. Mürşid onları alır “Bu bize aittir.” der ve tâbir eylemez. Tâbir olunmadığı zaman “Efendim, iyi mi oldu yoksa şer mi oldu, başka bir şey daha söyler misiniz?” gibi lüzumsuz lakırdıdan uzak durmalı, şeyh efendi ile rüya arzı hususunda konuşurken simasına aval aval bakılmamalıdır. Çünki lüzumsuz mimikler, yüzdeki ifadeler ve boş sözler şeyhe gelen ilhâmât durumuna mâni olmasa da rahatsızlık verir. Bu sebebden, husûsî konuşmalarda, duyabileceği şekilde olmak şartıyla şeyh efendinin birazcık uzağında, baş öne eğik, o konuştuğu zaman susmak ve dinlemek üzere rüya hemencecik arzedilmeli sonra da ayrılırken ya eli ya dizi öpülerek hafif bir şekilde geri çekilmelidir. Mürşidin oturuşu müsait değilse illa el diz öpmeye gayret etmek de irfansızlıktır. Yani evlâdım, illa şu kalıp olacak diye bir şart yoktur. Kalıplar belli beyândır. Lâkin nerede hangisinin yapılacağı irfanla ma’lûm olur ve o ilim üzre amel olunur.

Rüya anlatılırken ifade şekline çok dikkat etmeli, mümkün mertebe görüldüğü şekil üzere anlatılmalı, nezaket göstereceğim derken mânânın şekli değiştirilmemelidir. Mânâda menfî ve çirkin bir halde gösterilen bilindik bir şahıs varsa ilk önce o şahsın adı söylenmemeli, mürşid sorarsa ismi söylenmeli, onun haricinde gammazlarmış gibi konuşulmamalıdır. Rüyanın tâbiri veya tefsiri yapıldıktan sonra hemen tutulmalı, tebşirât verilirse etrafa anlatmamalı, bir îkaz olur ise üzüntüye kapılmamalı. Zaten derviş ona derler ki, müjde alsa da korkutulsa da büyüklerine karşı ve yolundaki hizmetine karşı asla kendinde bir değişiklik olmaz. Hatırlarsan zât-ı âlinize demiştim ki derviş şeyhi tarafından övülse de, zemmedilse de(kötülense de) i’tikadı hiç değiştirmez, muhabbeti ne artar ne eksilir. Bu hal bilmeyenlere çok acayip gelir. Lâkin erbabına malûmdur ki hakikattir.

Kıymetli İhsan Efendi oğlum, hem sorduğun sorulara cevap hem de kalbine safa olsun diye evliyâullah nutkundan ve o nutkun ruhundan size bir şeyler yazmayı muvafık gördüm. İstersen kıt’a kıt’a yazayım, lâkin aralarda mensur olarak biraz da şerh yapayım. Bu ârifâne ve zarîfâne nutuk şudur:

Zâhid bize tan eyleme
Hakk ismin okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazrete varır yolumuz

Zâhidlik, tarikatta yüksek bir mertebedir. Bir halkın bildiği zâhid vardır, bunlar âhiret için dünyayı boşayanlardır. Bir de bazı ulemânın bildiği zâhid vardır. Bunlar da dünyayı ve âhireti Allah için terk edenlerdir. Bir de bu ikisinin haricinde, halkın zâhid diye bildiği lâkin aslında taklidde kalan, millete riyakârlık içinde olan sahte ve ham sofular vardır. İşte burada zâhid diye geçen bu nev’î şahıstır. Diyor ki: Ey zâhid, ham sofu! Tasavvufun zâhirini biliyorum zannedip de bâtınından dem vuran ahmak! Sakın bizim halimize bakarak yanlış şeyler söyleyip sû-i zan etme. Zîrâ biz Hak ismini okuruz. Yani Kur’ân ve sünnet üzere yaşar, hakke’l-yakîn mertebesinde müşahede ettiğimiz usûl üzre gideriz. Bizlere böyle hak kokusu olmayan haksızca müdahalelerde bulunma ki efsaneyle amel edilmez. Bizim Cenâb-ı risâlet penahî Efendimiz’e nisbetimiz vardır. Sonra hesabı oraya vermek zorunda kalırsın. Bir mânâsı da şudur ki: ‘Sakın efsane söyleme’ demek “sakın bizim âyet ve hadîslerimize efsanedir, deme; sonra yevm-i mahşerde Hazret’in huzuruna çıktığında mahcub olursun.”

Halvetî yolun güderiz
Çekilir Hakk’a gideriz
Gazâyı ekber ideriz
İmam Ali’dir ulumuz

Efendimiz(sav) buyuruyorlar ki: “Sizin en büyük düşmanınız, iki yanınız arasındaki nefsinizdir.” Bir gazâ dönüşü de buyuruyorlar ki: “Küçük gazadan büyük gazaya doğru gidiyoruz” Ashabı soruyor: “Ya Resülallah, bu çetin gazadan daha büyük bir gazâ, çarpışma mı var?” Efendimiz saadetle buyuruyor ki: “Evet, sizin için büyük gazâ nefsinizle cihâd etmektir.” İşte bu mânâya işaret ederek dervişlerin dâimâ gazâ-yı ekber üzere olduğunu ve bu nefisle cihâdın İmam Ali Efendimiz’in usûlüne ve âdâbma göre yapıldığı beyân ediliyor. Zîrâ daha evvel de arzettiğimiz gibi dört büyük halîfe aynı zamanda dört büyük tarîkin pîridir. Yukarıda beyân edilen “Hazrete varır yolumuz.” sözünün de bir açıklaması, bir îzahıdır bu mısralar.

Her kim bu tarîka girdi
Hasanü’l-Basrî’ye irdi
Her seher okunur virdi
Seyyid Yahya’dır pirimiz

İmam Ali Efendimizin dört halîfesi vardır. Bunlara çâr yâr-i Ali denilir. Hz. Ali kerremallahu vechehu, kendisinden evvelki üç büyük halîfenin(ki onlar Hz. Ebu Bekir es- Sıddıyk, Hz. Ömer el-Faruk, ve Hz. Osman Zinnureyn Efendilerimizdir) halîfelerinin kendisine bia- tma müsaade etmiş, böylece bu üç halîfenin halîfeleri de Hz. Ali’ye intisab etmişlerdir. Hz. Selmân-ı Farisî, Hz. Kümeyi, Hz. Abdullah el Ensarî üç halîfeden kendisine intikal eden tarîkat halîfeleridir. Lâkin İmam Ali Efendimiz’in bizzat halîfesi olan Hasanü’l-Basrî’dir ve Tâbi’i’nin en büyüklerinden kabul edilir. Aynı zamanda hattatların silsilesinde de İmam-ı Ali’ye dayanan icâzenâmelerde Hasanü’l- Basrî Efendimiz’in ismi geçmektedir. İşte Halvetî tarikatında da ve İmam Ali Efendimiz’e dayanan birçok tarîklerde de Hasanü’l- Basrî Efendimiz zikredilir. Arada bir şahıs daha vardır. O ancak erbâbına malûmdur. Silsilenâmeye yazılmaz. Hazret-i Pîr Seyyid Yahya Şirvanî Efendimiz’e gelince; bu zâtın, Halvetîye’nin tüm kollarına te’sir etmiş ‘Vird-i Settar’ isminde, kendisine verilen meşhur evrâd-ı şerîfesi tüm Halvetî kollarında halîfe menzilinde olanlar tarafından okunmaktadır. Halvetîlik, Hazret-i Pîr Ömerü’l-Halvetî Efendimiz’den neş’et etmiş, lâkin Seyyid Yahya Şirvanî Hazretleri Halvetîye’de ikinci pîr olarak kabul edilmiştir. Kabr-i şerifi Bakü’de kal’a içindedir. İşte nutukta ol sebebden her seherde evrâdının okunduğuna işaret ediliyor.

Erenlerin çoktur yolu
Cümlesine dedik beli
Ko desinler bize deli
Usludan yeğdir delimiz

Evet, erenlerin yollarına biz ‘eyvallah’ dedik. Hepsini bilcümle kabul ettik. Bizim bu halimizi delilik zannedenler çıkabilir. Fakat bizim bu meşrebin delileri, bu muhabbeti anlamayanlara nisbetle çok daha akıllıdır. Ayrıca burada nazar âyeti olarak da bilinen Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i celîleye işaret vardır. Cenâb-ı Hakk, Efendimiz’in zikrini gören fâsıkların ona ‘mecnûn’ dediklerini yani deli diye vehimde bulunduklarını beyân eder ve akabinde “ve ma huve illâ zikruıı lil âlemin” diyerek bu zikrin faziletine ve bu zikre müdâvemet edenlerin bizzat kendisine ait olduğuna işaret etmektedir. Üzerinde düşün, tefekkür et! Ebu’l-Hakem yani Ebu Cehil kendini akıllı zannediyordu. Bu âyette işaret edilen hal üzere durumu kıyas eyle. Mânevi zevk alacaksın.

Tevhid iden deli olmaz
Allah diyen mahrum kalmaz
Her seher açılır solmaz
Bahara erer gülümüz

Bu dünya imtihanına gelmemizden murâd tevhîdden ibarettir. Herkes bu âlemde derecesine göre tevhid edecek ve bu tevhîd merâtibine göre âkıbet menzilini bulacaktır. Bu âlemi böyle fehmeylemeyen isterse dünyaya sahib olsun, idraksizliği hasebiyle deli mesabesindedir. Tevhîd edenler deli değildir ve asla mahrum ve mahzûn olmayacaklardır. Gayba îmân ederek hazır bil-meclis olmuşlar ve bu dünya gecesinde cemâlullah zevkiyle gül goncaları gibi sabaha doğmuşlar ve vuslat zevkiyle ebedî güzelliklere nâil olmuşlardır.

Sayılmayız parmak ile
Tükenmeyiz kırmak ile
Taşramızdan sormak ile
Kimse bilmez ahvâlimiz

Bu sırra erenler hariçte görülseler bile sırla sırlandıklarından halleri Allah Teâlâ’ca malûmdur. Şeyh efendi bu nutkunda parmakla gösterilecek kadar güzel olana da işaret ediyor. Bu zevât-ı kiramı takdir ederek parmağınla göstersen yine kadrini ve kıymetini bilemezsin. Niteliğini bilemediğin gibi(keyfiyetini) niceliğini de bilemezsin. Yani hem bu sırra erenler çoktur amma insanların ekseriyetinin bundan haberi yoktur. Haberleri olsa da hallerine erişemediklerinden takdir etmeleri bile zahirdir. Son güne kadar bu sırra nâil olacak zâtlar gelecektir. Düşmanlık yapılsa da bu zâtlar katledilse de muhakkak bu mânevî yolun yolcuları hep gidenin yerine gelecektir. Dışarıdan bakanlar seyr u sülûkun zevkini yaşayanın halinden anlamayacaklar, ya taş atarak anlayışsızlıklarını gösterecekler yahut dışarıdan gördükleri güzellikle yetinip mânâyı fehmedemeyeceklerdir.

Âşık isen cana minnet
Muhyi ola sana himmet
Elif Allah mim Muhammed
Kisvemizdedir dalimiz

Bu kıt’ada zikredilen mânâyı bundan bir ay evvel âlem-i mânâda zât-ı âlinize gösterdiler. Bunu o mânânın zuhûratı kabul edin. İrfanınıza terk ediyorum.

Cenâb-ı Hakk müşkillerinizi âsan eylesin. Vâhid ü Ehâd, Ferd ü Samed Cenâb-ı Mevlâ’ya ülfeti ve ef’alinden razı olmayı nasib eylesin. Âmin bihürmeti seyyide’l-mürselin. Ha Mim ve bihürmeti Yasîn velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.

18. mektupta görüşmek üzere…