Suyun binbir yüzü

Biz Allah’tan geldik, Allâh (Esmâ’sının açığa çıkması) içiniz ve O’na dönücüyüz (sonuçta bu gerçeği yaşayacağız) [2:156]

Bunca yıldır misafirsin bu tende

Cehâlettir ânı bilmez isen sende

Yaşıyorum sanıyorum ama gerçekte ölüyüm çünkü sonsuzdan kopmuşum. Oysa bir parçacığım ben bütüne hasret. Sense bir bardak suda okyanus gizleyensin, parça bütüne kavuşacak ki hasret dinsin. Bütünle bütünleşemediğim, birliği hissedemediğim sürece yaşamım daimi bir ölüm; Oysa âşık ölüdür, maşûk daim diri…

Kalk âşık kalk!

Acele et biraz

Bak! Su sesi geliyor,

Sense susuzsun

Ve uyuyorsun…

Bir katre iken kendimi ummâne düşürdüm

Hayfâ yolumu vâdi-i hicrâna düşürdüm


Bir katre iken… Ölümün hükümdarlığına gölge düşüren, ölümsüzlüğün habercisi bir okyanus. Parayı pul, zâlimi kul eden huzurun aktığı bir deniz. Yağmur damlasından büyüyen ve yine yağmur olan, “ben”de “biz”i “biz”de “ben”i saklayan bir göl. Gezgin, yârenler hası, yolculuk telâşında bir nehir. Gözü pek bir âşık-ı şeydâ, azalırken çoğalan bir şelale. Mütevazı, semazen akışlı, azimle davete icabet eden bir dere; suyun binbir yüzüdür bizim hikâyemiz.

buz_kar.jpg

Su, buz olarak kaldığı sürece uçamaz ama kaynatılıp buhar haline getirildiğinde gökler ağacaktır. İnsan da ruh haline gelebilirse, kolayca uçabilir hem melekler uçabilir çünkü kendilerini hafife alırlar, beden kaydındaki ağırlıkları yoktur. Ruh, zaten uçmaktadır. Uçan ruh nereye gider? Kendine uyum sağlayan yere gider ki, “fedhulu fî ibâdî” bu da aynı uyumu sağlayan kimselerdir. L. Filiz

Hak, değişmeden kaldığı halde halk o değişmeyen varlığın değişen ve sayılmayacak kadar çeşitlilik gösteren zuhur ve tecellisidir. İbn’ül Arabî hazretim, Hakk’ın çok çeşitli şekiller almasını, türlü donlar giyinmesini şu misal üzerinden izah eder: Su; buz, kar, buhar, dolu, yağmur, çeşme, dalga, ırmak, deniz gibi şekiller ve adlar alır. Görüntüler  farklı olsa da bunların aslı sudur. Su donup buz şeklinde taayyün eder. Buzun bu kendisine mahsûs taayyünü erimedikçe onda mahpûs olan su tam olarak deryâya kavuşmaz.  Bundan dolayı belki suyun buza iştiyâkı, kendi nefsine iştiyâkıdır. Çünkü Resûlulluah efendimiz (sav) Deccâl’den bâhis olan hadîs-i şerîfinde “Sizden biriniz ölmedikçe Rabb’ini müşâhede etmez” buyurdular. Şu hâlde kulun, ölüm vaktinde hâsıl olan hâs kavuşmaya iştiyâk göstermesi lâzımdır. Tâ ki Hak onun iştiyâkından daha şiddetli bir iştiyâk ile ona iştiyâk göstersin. Ve ölüm aslında tabîat perdelerinin ve kesîf beden hükümlerinin kalkmasından ibâret olan bir hâl olduğu için bu hâs kavuşma, hem irâdî ya’nî tercîhli ölümü ve hem de tabîî ya’nî kaçınılmaz olan ölümü ihâta eyler. [Ş. Ekber]

Cennet gömleği olursa çekeyim yırtayım

Kavuşma ânında perde ola gömleğim

Sadreddin Konevî, Hz. Pir-i Destgîr-i Münîr Mevlâna’yı hasta yatağında ziyaret etmiş ve kendisine acil şifalar dilemişti. Bunun üzerine Hz. Mevlâna bakın ne buyurmuşlar: “Bundan sonra Allah sizlere şifa versin. Âşıkla maşuk arasında kıl kadar gömlekten başka bir şey kalmadı. Bunu da soyup çıkarmalarını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musunuz?”

Bir ucu gösterilen mânânın, âşinâ gönüllerde doğması için, Vâridat şerhinde geçen, ilim şehrinin kapısı sultanın dilinden pek müfîd bir nazım ile devam edelim.

Hz. Ali Efendimiz’nin (kv) bir nutk-u şerîfinin izâhâtı:
في تحقيقنا غير مائيه وغيران في حكمي دعته الشرائع

İmam-ı Ali kerremallahu vechehul-âli saadetle buyurur:

Ve mâl-halku fi’t-timsâli illâ ke-selcetin
Yani: Timsalde cümle varlıkların vücûtları kara benzer. Müstakil vücutları yoktur. Karın vücudu suyun vücudu olduğu gibi. Halk da böyledir. Vücutları Hakk’ın vücududur. Müstakil vücutları yoktur.

Ve ente leha’l mau ellezi hüve nâbiu
Hâlbuki sen de kar olmuş o kaynak suyuna benzersin. Su, kar sûretiyle zâhir olduğu ve karın kıyamı su ile olduğu gibi halkın zuhuru ve kıyamı dahi Hakk’ın vücududur.

Ve mâ’s-selcu fi tahkikina gayre mâihi
Hakikatte ve işin aslında kar suyun vücudundan başka bir şey değildir. Suyun kendisidir, görünüşüdür. Ancak su havanın soğukluğu ile kar sûretinde görünür. Su adı gizlenir, kar adı zâhir olur. İşin aslında aynı şey olduğu gibi halk dahi Hakkın zuhurudur. Hak Teâla her yüzden cilve-gîrdir. O cilvelerine halk adı verildi. İşin aslında Allah’ın zâtından başka zât yoktur. Cümle halk adı ile görünen kendi cilvesi, tecellisi, zuhurudur.

Ve gayre ennehu fi hükmin dâethu’ş-şerayi
Şeriatte ve zâhir ahkâmda kar ve su birbirine aykırıdır. Zira su ile taharet olunur, kar ile taharet olunmaz. Kardan başka su bulunmazsa ve karı eritecek şey yoksa teyemmüm caizdir. Karın varlığı teyemmüme engel olmaz. Suyun varlığı engel olur. Bundan malum oldu ki, karın müstakil vücudu olmadığı halde şeriatın zâhirinde kara su demezler. İsimde ve görünüşte Hakk’ın cilvesi (latif tecellisi) olan halk, Hakkın zâtından başkadır. Halka Hak denilmez. Kar suyun mazharı ve sûreti olduğu gibi halk dahi Hakk’ın mazharı ve cilvesidir. Lakin bu halka Hak denilmez. Zira ma’duma mevcut (yok olana var) denilmez.

Ve lakin yezubu’s-selcu yurfeu hükmühu
Ve yudau hükmül-mâi ve’l-emrü vâkiu
Lakin kar eridiğinde kar adı ve taharete engellik hükmü kalkar. Su adı ve taharet hükmü konulduğu gibi insan da hakiki tevhide süluk ederek Allah’ın varlığında eriyerek yok olduğunda mevcud ve bâki olanın Hak olduğunu Hak şühudu ile müşahede eder.

Tecemmeati’l-ezdadü fi vahidi’l-baha
Ve fîhi telaşet fe hüve anhünne sâtıu
Yani: Hazret-i cem makamında ef’al ve sıfatın Hakk’ın zâtı ile kaim oldukları müşahede olunur. O mertebe tadılmadan hakiki tevhid zâhir olmaz.

İşte böyle efendim, filler türlü türlü, iz takip edilirse fiillerin neşet ettiği sıfatta çeşit daha az nitekim Zat makamına varıldığında ise kesretten vahdete erilir.

O’nun aynı da ğayrı da yoktur.  Buhârın vücûdu, lâtîf oluşunun kemâlinden dolayı görünmez. Bir mertebe yoğunlaşınca bulut ve bulut yoğunlaşınca su; ve su donarak yoğunlaşınca buz olur. Şimdi buzun esâsı buhar olmakla berâber, onun belirmesi buharın gayrıdır. Çünkü buhar, aslâ buz gibi kesîf bir belirme sâhibi değildir; o sûretsizdir. Ve aynı şekilde buz, suyun donmuş halinden ibâret olduğu halde, suyun aynı değildir. Çünkü su ile görülen işler buz ile görülemez. Su başka, buz başkadır. Velâkin gerek suyun ve gerek buzun vücûtları buharın zâtından gayrı değildir. Bu i’tibâr ile buharın aynıdırlar. Bundan dolayı bunların arasında hem aynı oluş ve hem de gayrı oluş mevcût ve gerçektir.

Buhar yoğunlaşınca su olur ve su yoğunlaşınca buz olur. Suyun ve buzun vücûdu buhârın vücûdudur. Buz eriyince su ve su buharlaşınca buhâr olur. Bundan dolayı buzun şânı helâk olmaktır. Oysa helâk olucu olan buz, buhârın indinde hem mevcût ve hem de mevcût olmayandır. Ve onun şânı, yokluk içinde varlıktır. Bununla berâber bu iniş ve çıkışta buhârın zâtı değişmiş değildir. Hakk’ın latîf olan mutlak vücûdu, her bir ismin gereklerine göre, o kesîf sûrette belirmiş ve kayıtlanmıştır. El-Latîf olan buharın yoğunlaşıp, farz edelim küp şeklinde ve diğer şekillerde dondurulması gibi. Buzun vücûdu algıda mevcût ve görülebilir ise de, latîf buharın o şekilde kayıtlanmasından ve belirmesinden oluşmuş izâfî bir vücûttur. O belirginlik ve kayıtlanma zâil olunca, mutlaklığa döner. Bundan dolayı buzun vücûdu bir hayâl olup, onda kendini göstermekte olan hakîkat latîf olan buharın mutlak vücûdudur.

İşte bu misalerle de açıkça görüldüğü şekilde bu var edilmişler âleminin hayâl olduğunu ve hakîkat yönünden Hak olduğunu zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayıp idrâk ederek anlayan kimse, yolun sırlarına hâiz ve hâlin hakîkatine vâkıf olur. Ve Allâh’ın yolunda murâdınca gitmeye muvaffak olur.

Hayır ve şer ALLAH’tandır zîra suyu buz yapan da güneştir buhar yapan da…

Hakikatte hal böyle olunca, Rabbimizin de bizden muradı O’nun büyüklüğü karşısında buz gibi olan benliğimizin erimesidir. Onun ilâhî varlığı karşısında aczimizi, mahviyetimizi anlamaklığımızdır.

Verirler “ben acizim, kudret senin” dedikçe…

Verenin şânı büyük, sen iste istedikçe…

Tevbe ile yıkayıp aslına döndürdüğümüz muhabbetimiz nefsin ve alemin dertlerine şifâ olsun niyazımızla mektubu burada sırlarken imdâd erişir feryâdımıza:
Aradığın su, düştüğün kuyudadır!


Kendi çukurunda kuruyabilir insan ummana karışamadan
Sen cansın özünü ten bilirsin

Katında su var susuz ölürsün

Tel tel iplik iplikte dikseler ağzımı, secde yerinde nabzımı yoklayanlar tek bir nefes duysa: Kendi benliğimi ifnâ, kendi varlığını icrâ eyle: “Al beni benden; kayd-ı bedenden, ayırma senden”

Hümâ-yı ‘ışk-pervâz ol gel ey cân murg-ı tenden geç

‘Alâ’ikden mücerred ol yüri kayd-ı bedenden geç

Osman Şemsî Efendi

Taraf-ı fakîrânemden derviş efendi ihvânımıza yazılmış ve yâdigâr olunmuştur
bekirsidkiefendi
Unutulmaya mahkum, eskice bir kitabın sayfaları arasında, kimbilir kaç yıldır saklıyordu şefkat nazarlarını…

[Nev-niyâz ve Dedesi]

Kim bu hazret dedem?
Şeyh, Hâfız, Gülyağcı, Saatçi Bekir Necmeddîn Sıdkî Ateşli deseler tanıyabilir misin evladım… Bilmem ki nereden nasıl başlamalı; tekke ve zâviyelerin sırlanmasına kadar irşâd faaliyetini sürdüren dergâhlardan biri de İstanbul’da Alayköşkü yakınındaki Aydınoğlu Tekkesi’dir. Şimdi gidip baksan sadece bir zamanlar tekke avlusunda bulunan Hasan Ünsî Türbesi ve tekke hazîresindeki mezarları görürsün. İşte bu Aydınoğlu Tekkesi’nin son postnişîni de, tekke ve zâviyelerin kapatıldığı güne kadar adı geçen tekkede ve daha sonra Haseki Kişihatun Camii’nde imam-hatipliğe tayin edildiği andan vefatına kadar irşad faaliyetlerine devam ederek halifeler yetiştiren Ispartalı Şeyh Bekir Necmeddîn Sıdkî Kâdirî Üveysî Enverî’dir.

Peki bu tekke meşhur bir tekke midir ki mevzu-u bahis oldu?
30 Kasım 1925 tarihine kadar âyin icrasına devam edilmiş olan Aydınoğlu Tekkesinin en son postnişîni olan fotoğrafını astığımız Şeyh Efendi de Kâdirî Tarîkatının, Şeyhi Osman Nûreddîn Efendi’nin tesis ettiği Enveriyye kolunun ilk halka şeyhlerindendir. İlla şöhret arayacaksan Şeyh Bekir Efendi, Türkiye tarihinin yetiştirdiği önemli ilim ve fikir adamlarından Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil ve büyük bestekar Hafız Bekir Sıdkı Sezgin’in babası Hafız Hüseyin Sezgin Efendilere hilafet vermiştir.

Sanki orada, hemen eskimiş fotoğrafın altında bir de mektup var?
Var ya… “Taraf-ı fakîrânemden derviş efendi ihvânımıza yazılmış ve yâdigâr olunmuştur” diye başlıyor. Bu kafesin canlarından kadim bir hatırat:

… Birbirimizi unutmak mümkün değildir. Bilirsiniz ki, kırk seneden mütecaviz bir zamandır sizinle bu dergâhda bende olduk. Bu dergâh, ne dergâhdır ki, beyanı akli külden haricdir. Kendimizi burada bildik, burada bulduk. Kendi yüzümüzü ande gördük, varlığı ande bitirdik, yokluğu ande şikâr ettik. Husûsâ sizinle hemderd idik. Ande pâk olduk, ande tâze can bulduk. Ande her müşkil fetholdu; ol ki ayni mürşidden câri feyzi hakikatdir. Nasıl unutalım. Cümleden kat’ı nazar bir pınar sızıntısıyız, ol pınardan sızıb zuhûr etmişiz, ondan bir katreyiz, mahv ü fenâmız yine ol pınarda fenâ bulur. Alelhusus hubbi sivâ, sahibi Hudaya bu kurbiyyetde mübeddel oldu. Bu muhabbet ne muhabbettir ki, beyanü imâsı kabil değildir… Yüzlerce müslüman, meclisi bezmi muhabbetde elbirliği, gönül niyazlığı derde çâresazlığı ile râhi aşkü müveddette soyunmuş, üstünde beyaz gömlek veya tennûre, sırtda haydariye, başda beyaz takke olarak kâffesi bir vücuddan bir ağız ve bir dil ile namı Hüdayı yad eylemişlerdir. Dergâhda pazar günü öğle namazından, pazartesi gecesi yatsıdan sonra, cuma ve geceleri namazı müteakip, haftada dört defa Şâbani, Kâdiri âyini yapılır, hem kuuden zikredilir hem kıyama kalkılır, hem de Halvetîlere mahsus olan şekilde devrânlar olurdu. Semâhanede iç içe halkalar teşkil edilerek genç ve ihtiyar, dînç ve nâtüvan yüzlerce âşıkan ortasında, İzzi Efendi, pervâne misali dönerlerdi. Ala yemini zâkir Mustafa Bey, Büyükefendi Osman Şems’den:

Gözü dünya mı görür âşıkı dîdâr olanın
Dilberi sen gibi bir mâhi dilâzâr olanın

neşidesini okudukça her dilden envarı muhabbet berk urmağa başlardı. Efendinin terbiye ve irşâd devresi, Dergâhın kapusundan tam yirmi sekiz sene dışarı çıkmamak sûretiyle seleflerinin çoğundan fazla devam etmiştir. Şahsındaki ulviyetin tesiri ile burayı ‚”mecmai uşşak” denilecek hale getirmiştir…

Büyükefendi diye bahsi geçen Osman Şems kimdir?
Edeb Ya Hu! Ecille-i rical-i Kadiriyye ve Üveysiyye’den es-Seyyid eş-Şeyh Osman Nureddin-i Şems (k. s) Efendi hazretleri, hazretim kamil bir mürşid…

Sizin lugatinizde “Mürşid” kime derler, Allah ile kul arasına girilmez diyorlar ya?
Fesubhanallah, Allah’ı buldun da aranıza girdik sanki. O Allah’ı kullarına, kullarını da Allah’a sevdiren ve yaklaştıran, kul ile Allah’ın arasını yapan
hazret-i insandır…

Bize O’ndan bahsetseniz…
Şeyh Osman Nûreddîn Efendi, 23 Mart 1814 Çarşamba günü İstanbul’da Bâb-ı Âlî civârında Hocapaşa Mahallesi’nde doğmuştur. Babası Maliye Bakanlığı Eshâm Kalemi Şeflerinden Nakşibendî tarîkatinden‚ Hoca Emin Efendi diye tanınan Münzevî Seyyid Muhammed Emin Efendi’dir. Hoca Emin Efendi, daha sonra Halvetiyye Tarîkatının Şa’bâniyye kolu şeyhlerinden Kuşadalı İbrâhim Efendi’ye intisab ederek yirmiüç yıl münzevî bir hayat yaşamış, 28 Haziran 1861 tarihinde 80 yaşında vefat etmiştir. Osman Şems Efendi, seviyeli bir ilim tahsili almış olmasının yanı sıra irfan dünyasına da girmiştir. Henüz genç yaştayken evlerinin yakınında oturan Nakşibendî şeyhlerinden İsmail Efendi’ye intisab etmiş, şeyhinin 1839 yılında vefat etmesi üzerine babasının da şeyhi olan Halvetiyye Tarîkatının Şa’bâniyye kolu şeyhlerinden Kuşadalı İbrahim Halvetî’ye bey’at etmiştir. İntisabından yedi sene sonra Kuşadalı’nın da vefat etmesi üzerine Osman Şems Efendi sülûkunu tamamlamak için mürşid aramağa başlamış ve sonunda Aksaray’da Kara Mehmed Paşa Mescidinde veya Sinekli Bakkal’daki evinde inzivâyı tercih eden Kâdirî-Üveysî şeyhlerinden Şeyh Abdurrahim Ünyevî’ye intisab ederek 1849 yılında irşad izni almıştır. Abdurrahim Efendi, Osman Şems Efendi’de biraz nefsânî gurur görmüş ve bunu kırmak için, eğer odun yarıcılığı yaparsa kabul edeceğini söylemiş; o da verilen emre uyarak şeyhi tarafından kabul edilmiştir. Şeyhinin 1856 yılında vefat etmesinden sonra Osman Nûreddîn Şems Efendi, Kâdirî Tarîkatı Pîri Seyyid Abdulkâdir Geylânî’nin rûhânî feyzine, dolayısıyla da manen Üveysîlik pâyesine nail olmuştur. Aynı zamanda büyük bir şair olan Osman Şems Efendi, artık hem şair, hem de şeyh olarak meşhur olmuştur. Daima diz üstü otururduğu nakledilen Osman Şems Efendi, seyrekçe beyaz sakallı, uzunca yüzlüydü. Çoğu zaman başlarına fes giyip üstüne yemeni sarardı, bazen de Kâdirî şeyh serpuşu olan tâc giyerdi. Kendisi tekkede oturan bir şeyh olmayan Osman Şems Efendi, önceleri Sirkeci Hocapaşa Mahallesindeki, sonraları Üsküdar’daki, daha sonraları da Üsküdar-Selîmiye’deki kirâ olarak oturdukları evlerinde ikâmet etmiş ve dervişlerini irşâd etmişlerdir. 27 Aralık 1893 Çarşamba gecesi Üsküdar-Selîmiye’deki evlerinde âhirete irtihâl etmişlerdir. Devrinin en şöhretli şairlerinden ve mutasavvıflarından olan Osman Şems Efendi ilim ehli ve Dîvân sahibi bir şeyhti. Osman Nûreddîn Şems Efendi Kâdiriyye-i Üveysiyye’nin Enveriyye kolu kurucu ve Pîr-i Sânî olarak sayılmakta ve tarîkatın Pîr’i olan Abdulkâdir Geylânî’ye Bâzu’l-Eşheb (Alaca Şahin) ünvânından mülhem olarak kendisine Bâzu’l-Enver (En nurlu Şahin) denmektedir.

Nezd-i âlîlerine varanlar, sohbetinin lezzetinden bıkmaz, usanmazlardı. Dâima dizüstü otururlar ve lisân-1 hikmet-i feşânından sâdır olan sözler; esrâr-ı Kur’aniyye ve ehâdis-i nebeviyyeye müteallik varidat-1 ilâhiyye idi. Hz. Şeyh’in huzuruna girildiği zaman kalbimizden mâsivâ kaydı ref olur; yerine zikr-i Hak kâim olurdu. Yanında bulunduğumuz müddetçe, cemâline baktıkça bakacağımız gelir; yanından ayrılmayı canımız istemezdi. Meclis-i şeriflerinde bulunduğumuz zamanın hâtırası ve bahusus, latif hayalleri, bir dakika gözümüzün önünden kaybolmaz: huzurlarında iken herkesin kalbinde bulunanları keşfeder, söyler idi. Ale’l-ekser, huşûan ağlarlardı. Vâridât-ı rabbâniyyeye mâlik olduklarından, sözleri pek müessir idi. Fesâhatından udebâ, maârifinden ulemâ, tahkikatından ehl-i felsefe, dakâyıkından bülegâ, eş’arından şuarâ, hikmetinden ukalâ, âdabından fukara, elhâsıl, her sınıf kendine göre, fezâil ve irfânından iktibas- ı feyz ederlerdi. Kendilerinin, zâhiri hâlde hankâhı yoktu. Fakat her müridin kalbini hankâh-ı aşk ittihâz etmiş idi. Hülâsa-ı kelâm Cenâb-ı Şeyh, ser halka-ı erbâb-ı tecrîd ve sâkî-i hum-hâne-i tevhîd olmuş idi. Şiddet i riyazet ve mücâhededen kemâl derecede zaîf halde idiler. Bellerine bağladıkları kemeri gördüm; hemen hemen bir çocuk kemeri kadar ufak idi…

Peki bu Şems adı nerden geliyor?
Asıl adı Osman Nûreddin olan Şems Efendi, Ulu Velî Kuşadalı İbrahim Efendi’den el aldıktan sonra gönlündeki ilâhî aşkın uyanarak coşup taşmasıyla yanık şiirler söylemeye, Önceki “Nurî” mahlasını bırakarak artık “Şems” mahlasını kullanmaya başlamıştır. Bu mahlası almalarının hikmetini Şeyh Vasfı Efendi (ö. 1910) ye nazîre olan bir gazelinin sonunda:

Pertev-i zâtından ey Şems ettiğim çün iktibas
Yadigâr aldım bu ismi Şemsi-i Tebriz’den

beytiyle açıklar. Şeyhi Abdurrahim Ünyevî (v. 1856)’nin vefatından sonra Şems, Kâdirî tarîkatının pîri Seyyid Abdulkadir Geylânî’nin ruhanî feyzine, dolayısıyla manen Üveysîlik payesine nail olmuşlardır. Artık her iki yönden, hem şairlikten, hem de şeyhlikten ünü çevreye yayılmıştır. Şeyhliği şairliğine mâye, şâirliği de şeyliğine saye olmaya başlamıştır. Hem ariflerin hem de şairlerin takdir edecekleri beyitlerin yüzlercesini, binlercesini yazıp sevdiklerine okumuştur.

Aziz okuyucularımızın da bu manadan ve dahi hazretimin füyuzatından behredâr olmaları için teberüken Şems remizlerinden nükteler saçalım;

MÜSEDDES Gözü, dünyâ mı görür âşık-ı dîdâr olanın
Dilberi, sen gibi bir mâh-ı dil-âzâr olanın
Gayre meyli olamaz, aşkın ile yâr olanın
Yücedir rütbesi mihrinle hevâ-dâr olanın
Ayağı yer mi basar zülfüne berdar olanın
Aşk u şevk ile verir cân ü serî döne döne

Nâr-ı aşkınla yanan, şem’a-i kâfûr gibi
Sâf eder sînesin âyîne-i billûr gibi
Cûş eder mevc-i dili, mevc-i yem-i nûr gibi
Görünür bâng-i “Ene’llâh!” ile Mansûr gibi
Tutuşur meş’al-i âhı şecer-i Tûr gibi
Savrulur göklere her bir şereri döne döne

Sana dil-beste olan, zülf-i perîşânın ile
Mest olur gerçi mey-i la’l-i gül-efşânın ile
Hûna âğâşte olur hancer-i müjgânın ile
Âkıbet yârelenür pençe-i hicrânın ile
Saplanıp sîh-i gama âteş-i sûzânın ile
Laht-ı biryâna döner tâ ciğeri döne döne

Her tecelli kim eder aşk-ı dil-efrûz-i niğâr
İnleyip bâd açar, la’lini gül-bâğ-ı bahar
Cûylar girye edip, na’re urur murg-ı hezâr
Raks eder pîr-i felek vecd ile bî-sabr ü karâr
Kimi bî-savt ü hurûf ü kimi pür-nâle vü zâr
Zikr eder Hakk’ı cihân zir ü beri döne döne

Cezbe-i aşk ile bir âleme kıldın ki hirâm
Düşdü sermest gönül, bezmine bî-bâde vü câm
Çeşmime oldu hüveydâ nice merdân-ı kirâm
Kimi Veys ü kimi Bedr ü kimisi Şems-i be-nâm
Mevlevî gibi şebistân-ı mahabbetde müdâm
Şem’inin yanmada pervâneleri döne döne

Âh kim gerdiş-i dûlâb-ı cihân gibi, nisâb
Aksine devr ile îdüp yine cüllâbı serab
Etdi bu bâğda bir serv-i revânım kem-yâb
Kıldı üftâde-i çâh-ı çemenistân-ı türâb
Nevh-i nâlemden olup devrine zencir-i tınâb
Dil ü çeşmin dökülür eşk-i teri döne döne

Kıldı hasret beni sergeşte vü mestâne-revân
Nâr-ı firkat dilime açdı nice dâğ-ı nihân
Başdan başa olup zâr tenim dîde-i cân
Görmeğe zülfü içinde ruh-i cânânı ayân
Şems olup, hem-reviş-i mihr ü meh-i nûr-efşan
Seyr eder çarh ile şâm ü seherî döne döne 

selincan

Oldu olacak bir de irfan mektebinden nutk-u şeriflerini ikram edelim:

Gel gülşen-i tevhide şu bülbül gibi yâ Hû
Nâlân olub Allah diyelim hû diyelim Hû
Gözyaş ile gül-bûn-i aşka verelim su
Giryân olub Allah diyelim hû diyelim Hû

Mânend-i sabâ nefha edüb nefha-i Rahman
Olsan çemen-i dilde maârif ğüli hândan
Bâğ-ı melekûta per açub etmeğe seyran
Perrân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Bildik ki beka yol bize bu dâr-ı fenada
Ahvâl-i bekayı görelim râh-i Hudâ’da
Bildirmeyelim kimseye esrarı kabâda
Pinhan olub Allah, diyelim hû diyelim hû

Dergâh-ı Îlâhî’de olub bende-i ferman
Meydân-ı mahabbetde idüb zikr ile cevlân
Cezbeyle semâ eyleyelim vecd ile devran
Gerdân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Emri tutalım eyleyelim terk-i menâhî
Çıksun feleğe nefsimizin dûde-i âhı
Tennûr-i gönülde tutuşub aşk-i ilâhî
Sûzân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Aşk ile yanub yanmayalım nâr-ı cahîme
Mevt irmeden ivvel girelim dâr-ı naime
Beyt-i Hak olan zâviye-i kalb-i selime
Mihmân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Dilden çıkarub meşgale-i hubb-i sivâyi
Can gözlerin açub görelim fevk-ı ulâyı
Her yüzde temâşâ edelim vech-i Hudâ’yı
Hayrân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Envâr-ı tecellîde olub mahv ü perişan
Fânî olalım tûr-i tecellî gibi yeksan
Humhâne-i Veysî’den içüb bâde-i irfan
Sekrân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Bul Şemsi gibi aşk-ı Muhammed’le delili
Bil âteş ile sırr-ı gülistan-ı Halil’i
Mûsâ gibi seyr etmeğe envâr-ı celîli
Pûyan olub Allah diyelim hû diyelim hû

Neyzen Osman Bey’in bestenigâr makamında bestesi 

Salahi Dede’nin(v. 1997) mâhur makamında bestesi