Ummandan inciler

Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resûlünde güzel bir örnek vardır. [Ahzâb:21]

Akla sen gelirsin güzel denince
Senden daha şirin doğmadı bence
Bütün kusurlardan arıtılmışsın
Sanki yaratıldın kendi gönlünce

Altı asırdır dillerden düşmeyen bir şiirden, Kaside-i Bürde’den gönlümüze düşenleri, gönlümüzden çıkmayanlarla paylaşmak muradındayız. Çün Bûsîrî hazretleri bu kasîdesinde Hz. Peygamber’in aşkıyla coştukça coşmuş ve bir bakıma İslam’ın destanını yazmıştır. Öyleyse gönül konuşunca dile susmak düşer…

Dünya dedikleri nedir ki? Mayası yokluk, mutlak gerçeğe göre sadece bir hayal, gerçek saadetten uzak, envai çeşit elem ve kederle ağzına kadar dolu küçücük bir cisim. Bundan ortaya çıkan ihtiyaçların, zaruretlerin, hatrına dünyânın yaratıldığı O Sultân’ın meylini çekmesine imkan ve ihtimal var mıdır? Değil dünyanın zaruretleri, dünyanın kendisi hatta dünyanın içinde bulunduğu kainat bile varlığını O’na borçludur. O olmasa bu varlık hayat bulamazdı.

kaside_burde

Ya şefia’l müznibîn, yâ rahmeten li’l-alemîn
Katre-i nurundan olmuş halk-ı eflâk u zemîn

♥ Ve keyfe ted’û ile’d-dünyâ zarûretü men
♥ Levlâhü lem tahruci’d-dünyâ mine’l-‘ademi
Kendisi olmasaydı, dünyanın yokluktan varlık alanına çıkamayacağı bir zat-ı şâhanenin çektiği sıkıntı, görünüşteki yoksulluğu, O’nu dünyaya nasıl bağlayabilir ki…

Dünya ne oluyor ki, O ona muhtaç olsun
Dünya O’na muhtaç ki, O’nun için değil midir varoluşu, yokluktan çıkışı?
***
Vahdet sarayına mahrem olanın,
İlhamını dâim Arş’dan alanın,
Hatrına dünya yaratılanın
Hak’dan başkasına meyli mi olur?!
O en büyük hazzı kullukta bulur
***
Muhammed batında hem de zuhurunda güzeldi,
Az bir kuvvetten başka dünyada meyli olmadı,
Duruşuyla, gönüllerin en zengini ve en kanaatkârıydı.
Bazen gizli bazen açıktan, âlemin süslerini reddetti,
Ne bir an ne de bir zaman dünyaya el açmadı,
Nasıl çağırır dünya O’na muhtaç,
Zira, O olmasaydı dünya yokluktan kurtulamazdı

Fahr-i Cihân Efendimizin cihana gelmesi mukarrer olmamış olsaydı, dünya yokluk deryası içinde madum ve ebedi yokluk mühriyle mahtum ve mektum olurdu. Hadisi Kudside levlake levlak lema halaktul eflak (Habibim Muhammed, sen olmasaydın ben alemleri yaratmazdım buyrulmuştur)

İsrâ gecesinde Cenab-ı Mevla, Resulü Ekrem’e şöyle ferman eylemişti:
– Halaktehu li-eclik  خلقته لاجلك
(Bu gördüğün kevn ü cihânı senin için halk ettim)
Resul Ekrem Efendimiz cevaben şu cümleyi arz etti:
– Terektehu li-eclik  تركته لأجلك
(Ey Rabbim! Ben de senin için terk ettim)
“Bilâ harf u savt” duyanlar duydu…
Deprenmeden dil dudak, sözü işiten gelsin…

♥ Muhammmedün seyyidü’l-kevneyni ve’s-sekaleyn
♥ Ve’l-ferikayni min urubin ve min acemi
Hz. Peygamber iki dünyanın övüncü, insanların ve cinlerin, Arap ve Arap olmayan her iki kesimin de efendisidir.

O ism-i pâkin muhatabı olan ferman-ı levlake’nin bastığı toprağın her zerresi göklere gıpta ettirecek bir iftihar olanın, O Cenab-ı Girdigâr’ın mahbubu, O alemlerin Rabbinin Habibi, O iki cihandaki sırların kâşifi, O kainatın karanlıklarını aydınlatan nurların nâşiri, O mahşerin dehşet veren gününde her günahkarın şefaat umudu, Muhammed Mustafa Ahmed-i Muhtar(sav) ki ezeli ve ebedi bütün selamlar, sonsuz salat ve dualar, sığınma yerimiz olan risaletinin üzerine olsun.

O’nun adı anıldığında hikmet ummanı coşar dalgalanır, O şefaat sahibinin cömertliği müminlerin ve sadıkların kalplerine rahmet yağmurları gibi yağar. Zemin ve eflak devre başladığı günden beri hiçbir insan O’nun gibi Vahdaniyet’i (Birlik Sırrı) neşir ve ilân edemedi. Hiçbir insan O’nun sonsuz ve sınırsız kemâline erişemedi. Hiçbir insan bu cihanda O’nun gibi takdis olunmadı.

Kadın ve erkeklerden niceleri şu köhne dünyada bir dakika dahi boş kalmaksızın her an her saniye O’nun adını zikrederek O’na salat ü selam getirir. Böylece kalplerini saadet nuruyla tenvîr ederler. Cihânın manevi halini tecdid ve ihya ederler.

Zâtıma mir’at edindim zâtını
Bîle yazdım âdım ile âdını
buyrulmuşken O’nu olduğu gibi anlatmak hiçbir ağzın, hiçbir kalemin haddi değildir. O’nu tarif ve tavsif etmeye hangi kalem kâfi, O’nu tezekküre hangi akıl ve deha kadir olabilir? Bu babda aczini izhâr da bir fazilettir.

Bu dünyanın ve öte dünyanın, göze görünür- görünmez yaratıkların,
Acemin, Arabın, bölük bölük bütün insanlığın Hz. Muhammed’dir başı
***
Hz. Muhammed (sav) Hakk’ın sesidir,
Her iki dünyanın efendisidir.
Arap-Acem O’nun bir bendesidir.
Zaman o gül gibi gül görmüş değil
Sen de o güzelin önünde eğil!
***
Muhammed kurtardı bizleri kaydırıcı sapkınlıktan,
O’dur bize cömertçe ikram eden cömert kişi,
Kalbin ölüşü can bulur hidayetinin nuruyla,
Farz olan övüncümdür, onu sevmeyi seviyorum
Yarın kıyamet gününde “bana yaklaş” der belki,
Muhammed âlemlerin, insanların ve cinlerin Efendisidir,
Arap’ın ve Arap olmayan bütün fırkaların da Efendisidir,

♥ Hüve’l-habîbü’l-lezî türcâ şefâatühü
♥ Li külli hevlin mine’l-ehvâli muktehımi
En şiddetli korkuların sığınma yeri Fahr-i Âlem, Nebi-i Zîşân, Habib-i Yezdân (sav) efendimizin şefaatini umut etmektir. O korkular insana öyle hücum eder, öyle saldırır ki küçük düşürür.

İnsanın aklı ne kadar parlak ve büyük ise dünyada ve hatta ukbada onu bekleyen tehlike de o kadar büyük olur. Bu tehlikenin farkında olmayan gafiller için sonuç vahimdir. Dünya hayatında insanın asla peşini bırakmayan üç azılı düşmanın; nefis, şeytan ve şeytanlaşmış insanların hileleri müslümanın attığı her adımda binlerce pusu gibidir. Bu tuzak ve tehlikelerle yaşamak durumunda olan insan, karanlıkları aydınlatacak tek meşalenin zekâsı olduğunu zanneder. Oysa zekâ istikbâlin karanlığını, geleceğin belirsizliğini keşfetmekte acizdir. Hangi kararın müteselsilen hangi sonuçlara yol açacağına dair ince sınırları anlamakta naçizdir.  İşte bundan dolayı günah vartasına düşmemek, hatalardan korumak, iki cihan saadetine erişmek için tek çare şeriat-ı garra’nın yüce hükümlerinin kabul ve icrası, vesile-i şefaat-i Ahmedî umududur. Merhamete, vicdana, mantığa dayalı adaleti olan her insaf sahibi Kur’an-ı Azim’in herhangi bir sayfasını açıp okusa oradaki emir ve hikmete göre hayatını düzenlese musibetleri def etmeye saadetlere nâil olmaya muktedir olur, bi iznillah…

O öyle sevgili bir peygamberdir ki (kıyamet günü) dehşetli korkulardan herhangi biri hücum ettiği zaman O’nun şefaati umulur.

Her yönden hücum eden korkunun türlüsünden
Ancak O Sevgili kurtarabilir bizi, O’nun merhameti, O’nun şefaati
***
Hakk’ın Habibi’dir dertlere derman,
Şefaat yetkisi elinde ferman,
İmdada yetişir dilediği an!
Mahşeri andıkça sarar bir sızı,
Kurbanın olayım unutma bizi.
***
Muhammed’in şeriatı duruşuyla yücedir.
O emindir ve Ona uymak, kulun emniyetidir,
O bir kahramandır ki ululuğu yayılmıştır,
O şecaatte kahramanlıkları aşmıştır,
Topluluğu çağırdığında icabet edilendir,
Muhammet şefaati arzulanan Hakk’ın sevgilisidir,
Bütün korku ve sıkıntılar Onunla yok edilir.

♥ Ve küllühüm min Resûlillahi mültemisün
♥ Gürfen mine’l-bâhri ev reşfen mine’d-diyemi

Enbiyânın hepsi de Allah Resulünün irfan ummanından bir avuç veya kerem yağmurundan bir yudum su talep ederler.

Fahr-i Kâinat efendimize verilmiş en büyük mucize Kur’an-ı Kerim’dir. O Allah’ın kelâmıdır. İçindeki anlam derinliği okyanuslar gibidir. Hakikat ve batınını idrak; insan algısının ötesindedir. Bahşettiği saadet, feyizler saçan yağmurlar gibidir. İşte bu yüzden kendileri de vahye mazhar olmalarına rağmen enbiyayı kiram, göklerin ve yerin sultanı olan Efendimiz hazretlerinden kerem ve hikmet ister, O’nun sonsuz ve sınırsız nurundan bir parça beklerler. Gerçi bir avuçluk beklenti az gibi görünüyorsa da o bir avuç eğer Kur’an’ın irfanından, hikmetinden, kereminden saçılıyorsa bir deryâ olacaktır.

Ve hepsi umar ve bekler, Allah’ın Resûlundan;
Denizinden bir avuç su;
yağmurundan bir damla su yollamasını..
***
Bütün nebilerin sensin ulusu,
İrfan denizinden avuç dolusu
Kerem sağanağından bir tek yudum su
İstiyorlar senden yâ Resûlallah!
Sunuver kansınlar, elhamdülillah.
***
Muhammed’den nur ehli nurlarını alır,
O’nun ilminde bütün insanların ilmi kaybolmuştur,
O’nun yeri kutsanmıştır, hazret olmak ona uygundur,
O’nun ulvî mertebesine ulaşmaktan ümitleri kestiler,
Miraç’ta imamlık yaptı onlara arkadaş oldu
Bütün Allah resülleri hepsi ricada bulundular,
Denizinden bir avuç ve yağmurundan bir yudum içmek için

pbuh
Ey müminler! Ey istikamet sahibi olan güzel bahtlılar!

O Fahr-i Kâinat baştan başa güzellikle kaplanmış, tebessümle nişanlanmıştır. Şimdi sen O sultanın hatrına, Halık’a kulluğa mâni, mahlukata hizmeti kesintiye uğratan lezzetlerden kesil de O irfan okyanusuna, arzu ettiği kadar salat ve selam getir, dilediğin kadar medhet, böylece kendini ihya etmiş, aslına yaklaşmış olursun.

Esti mihnet rüzgarı

Dert sahibine,
İster yeryüzünde olsun, ister kendi canlarınızda, sizin başınıza gelen ne varsa, daha Biz yaratmadan önce o bir kitapta yazılıdır. Bu ise Allah için pek kolaydır. [Hadîd:22]

Esti mihnet rüzgârı derd-i safâdan gayrı
Mahvoldu bütün varı cevr-ü cefâdan gayrı 

 

Eyyüb sabreyler idi dâim şükreyler idi
Söz düşmedi dilinden hamd-ü senâdan gayrı

Sinema ile arasını iyi eden canlar, Utah’nın kanyonlarında tek başına gezerken sağ kolu kocaman bir kaya parçası altında sıkışıp kalan maceraperest Ralston’ün hikâyesinden de haberdardır. 5 gün boyunca hayatta kalma mücadelesine girmesini anlatan gerçek bir olaydan uyarlanan filmde oyuncumuzun günlerdir aç, susuz kaya altında sıkışıp kalmasıyla, o kayanın üzerine neden düştüğünü anlamaya çalışırken hayatı da sorgulamaya başladığına şahit olduk:

01:10:44 è Düşündüm. Parçalar oturmaya başladı.
Bu kaya… Bu kaya hayatım boyunca beni bekliyormuş.
Lanet kaya! Yaşamın başından beri…
Daha bir meteor parçasıyken… Milyonlarca yıl önce…
Nasıl gelmiş be bu buraya? Tam buraya düşmeyi beklemiş…
Tam buraya. Tüm hayatım boyuca, doğduğum andan beri…
Aldığım her nefes, yaptığım tüm o şeyler…
Beni evrendeki bu çatlağa sürüklemiş.
HUZUR İÇİNDE YATSIN (RIP) 1975-2003 ARON RALSTON’A

Meğer dünyaperest bir gözle bakıldığında dahi olayların ardındaki perde aralanabiliyormuş…

Filmin dimağımızda bıraktığı lezzetten sonra olur da perde ötesinden haberler verir diye neyle konuştuk dün gece… Uşşak makamından derdini dinledik; Kimler ağlatır seni bu feryat nedir böyle. Dedi: O sevgiliden ayrı düştüm, gayrı geçmez âlemde benim feryadsız günüm
[286. Mestmp3]

Aah o ayrılık değil mi Şeyhü’l Ekber’e dahi “Ayrılığa ulaşsaydık, ona kendi acısını tattırırdık.” dedirten… Aynı hazreti dinlediğimizde: “Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal, yani aynalara vuran akisler, gölgelerden ibaret” buyuruyor ve ekliyor: “Senden uzaklığım çok yakın olmandandır. Sen gözlerimsin bu sebeple seni göremiyorum…”

Bir ucu ayrılığa varan kaza ve kaderin sırları pek çetindir. Nitekim kendisine bu babdan sual edilen Hz. Ali (kv) Efendimiz: “O mevzu, derin bir deryâdır!” buyurmuştu, yolundan gittiği amcazâdesi Habib-i Kibriya Hazretleri’nin (sav): “Kadere îmân eden, her türlü kederden emîn olur” tavsiyesine uyarak…

Yolundan giderek eren, işbu mânâya vâkıf bir ârif ise: “Dâima tecellî sahibine bakıp tecellî olunana gönül bağlamamalıdır. Tâ ki kendini kaptırmakla firkat dağdağası çekmeyesin. Zîra zuhûrun devamı olmaz. Sebatı olmayana takılıp kalanların ise perişanlık çekmeleri kaçınılmaz bir haldir. Devam istersen mânâdan ayrılma. Gerçek mü’min her olanı Hak bilip eşyada irâde görmeyip Allah’tan gayri fail yoktur: “Lâ faile illallah” diyerek bütün bu görünen varlığın Allah’ın emrinde olduğunu bilir ve öylece amel eder. Tâ ki gönül ıztırâbından kurtulup daimî cilve ve hoşluk hâsıl ede. Dünyâdaki bütün zuhûrlar, görünüşler, daha varlık kisvesi giymeden, kaderin damgasını yemişti. İnsanda olan irâde ve tedbir o kaderin zuhura gelmek arzusudur ki, Hakk’ın bir âleti olan insanın tahayyül kuvvetine tazyik yapar, o da çaresiz, düşüncesiyle o fiilin zuhuru için işe koyulur. Bu sûrethâne olan dünyâda çeşit çeşit şekillerin görünmesi, perde arkasında suret oynatanın oyunlarıdır ki, dışarıdan bakanlar suretin hareketinde irâde var zannederler. Her emir, her fiil, zuhûra çıkmadan evvel bir âlete havale olunmuştur. Vakti geldikte zuhurunu zorlar, coşup suret bulur. Hakk’ın fiillerinin âleti, insanın elidir. O fiili kendilerine isnat edenler gizli şirkten kurtulamazlar…” buyurmada…

Cümle Eşya Halık’ındır Kul eliyle işlenir,
Emri Bari olmadıkca sanma bir çöp deprenir.

Aynı kaynaktan beslenen bizler de Hakk’a yakın bir kul olmak için tıpkı Halîli olan İbrahim aleyhisselâm’ın hâli gibi, değişen imtihan şartlarına rağmen dâimâ; “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.” Nidasında olmalıyız: Yâ Rabbî, bizlere böyle yüce, mânâlı ve hakikatli bir rızâ ve teslîmiyet içinde yaşamayı nasîb eyleyiver!

Cenâb-ı Hak, imtihân için gönderdiği bu cihân dersanesinde, yansımalar âleminde, her insana birtakım imkânlar ve nîmetler verdiği gibi bazı mahrûmiyetler ve külfetler de yüklemiştir. Bu külfet ve musîbetler ne kadar ağır olursa olsun hakîkî bir mü’min, onları isyân etmeden sabır, tevekkül ve teslîmiyetle bertarâf etmenin gayreti içinde olmalıdır. Hem sıkıntı hem de rahatlık zamanlarında Cenâb-ı Hakk’a karşı “rızâ”, “tevekkül” ve “teslîmiyet” hâlinde bulunarak huzûr ve sükûn içinde aşk ile bir güzel ömür sürmeli…

Lâkin rızâ, teslîmiyet ve tevekkülü, hiçbir tedbîre başvurmamak, gelebilecek belâları önlemek için herhangi bir gayret göstermemek şeklinde bir pasiflik ve tembellik telakkî etmek de yanlıştır. Tevekkül, hayrın celbi, şerrin defi için her türlü tedbiri aldıktan sonra, netîce hakkında Cenâb-ı Hakk’a teslîm olup O’na sığınmaktır. Yoksa sebeplere tevessül etmeden kuru bir tevekkül de tedbire bel bağlamak da pek de makbûl bir hal değildir…

Hâsılı bir müslüman, ne elde edemediği nîmet ve imkânlar için çok üzülmeli, ne de nâil olduğu dünyâlıklar sebebiyle çok sevinip şımarmalıdır. Hazret-i Pir Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Senin iç dünyân bir misâfirhâne gibidir. Sevinçler de kederler de gelip geçicidir. Ne sevinçlere aldan ne de gamları kendine dert edin! Gamlar sürûruna mânî olursa üzülme; çünkü o gamlar, senin için sevinç ve neş’e hazırlamaktadır. Ey Hak yolunun yolcusu! Gönle gelen üzüntüleri tebessümle karşıla ve şöyle duâ et: Ey benim Rabbim! Sen beni belânın şerrinden muhâfaza et, fakat onun vâsıtasıyla gelecek lutuf ve ihsândan da mahrûm bırakma! Rabbim, lutfet de belâlara şükredeyim. Geçip gidince neden şükretmedim diye hasret çekmeyeyim.”

Ey aziz can! O güzeller güzeli gönlümüzü bazen sıkar, bağlar, hayatı zehir eder. Bazen bağlarımızı çözer, sıkıntılarımızı giderir, bizi rahata erdirir, mutlu eder, huzura kavuşturur. Eğer senin gönlün eşek değilse, bu hallerin nereden geldiğini, kimin işi olduğunu anlar, bilir; o işin sahibini, o işleri vereni tanır.

Ve ey zalim nefsim! Eşek bile senin gibi üstün bir varlık olmadığı halde, sahibi, efendisi olan eşekçinin bağlamasını, çözmesini bilir, tanır; bir başkası olmadığını anlar. Efendisini görünce eşekçesine başını sallar. Kulaklarını oynatır. Sesini bile tanır. Çünkü sahibinin sesi ona yabancı değildir. Çünkü onun elinden yem yemiştir, hoş sular içmiştir. Ne tuhaf, ne şaşılacak şeydir ki, Allah bu kadarcık olsun sana bir anlayış, bir seziş vermedi mi? Sana lütuflarda bulunan, seni yediren, içiren, seni zevkler içinde yaşatan, seni yarattıklarının en şereflisi seçerek hiç bir varlığa vermediğini sana veren, sahibini, efendini, seni yaratanı tanımıyorsun ya yazıklar olsun sana!

Seni yaratan yüzlerce defa sıktı, derde düşürdü. Feryat edip durdun. Nasıl, olur da onu tanımaz olursun? İnkâra kalkarsın. Allah sana akıl verdi. Cüz’î irade verdi. Peygamberler vasıtasıyla yol gösterdi. Allah seni kurtarmaya mecbur mu ki! Kâfirler gibi ancak belaya uğrayınca onu hatırlamadasın, başını eğmedesin, teslim olmadasın. Zaten ötelere mensup olmayan, öteleri düşünmeyen baş, yarım habbeye bile değmez…

Ey Rabbimiz! Bizleri, sabır, tevekkül ve teslîmiyet sâhibi olan ve her hâl u kârda “Yâ Rabbî, Sen’den râzıyım!” buyuran sâlih kullarının yolunu kolaylaştır! Ey Rabbimiz! Bizleri gerçek mânâda tevekkül ehli kullarından eyleyip rızâna muvâfık ameller işlemeyi nasîb buyur. Bizleri kazâ ve kadere rızânın safâsına erdiriver…

Her hâl içre ve her dem zuhûr etmesin benden
Hükm-i kazâya rızâ ahde vefâdan gayrı
Yâ Rab dilerim senden zuhûr etmesin benden
Hükm-i kazâya rızâ ahde vefâdan gayrı


Bi ismi zâtike, Ya Allah huu

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân, Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma, bir küçük tevbe ayı Cemaziyelahir, ömür ve şahsiyetlerimiz, âhir ve âkibet, zâhir ve bâtınlarımız hayrola,

Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim

12. Mektup

12. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların onikincisidir.

1mursidinmektuplari

Ezelden mevcûdât ve mahlûkâtı muhabbetiyle var edip, insanları muhabbetine muhatap kılan, îmân nimetini minnetsiz, külfetsiz, mihnetsiz bahşeden, kullarının kalbini nur-i îmân ile tezyin eden Cenâb-ı Zü’l-celâl Ve’l-cemâl Ve’l-kemâl Hazretlerime muhabbetle sonsuz hamd ü senâ olsun.

Alemleri rahmetiyle ve muhabbetiyle istilâ eden ol Fahr-i Alem ki beşerin efendisi, beşeriyet için beşir, hem beşerin efendilerinin efendisi, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’e muhabbetle ve bî-nihâye salât ü selâm olsun. Ehl-i beyti, ashabı, ezvâcı ve etbâı dahî arz ettiğimiz bu salât ve selâmlardan haberdar kılınıp yarın yevm-i mahşerde civarında bulunmakla cümlemiz dilşad kılınsın. Amin, bihurmeti Tâhâ ve Yasin.

Kıymetli ve muhabbetli, gönlümün muhatabı İhsan Efendi oğlum! Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, bereketi ve selâmeti her daim üzerlerinize olsun.

Pek kıymetli evlâdım, günler geceler süratle geçmekte. Karar kılacağımız menzile her nefes daha çok yaklaşmaktayız. Cenâb-ı Hak şimdiden bizleri mübarek menzillere eriştirsin ve akıbetimizi muttakilerin akıbeti gibi eylesin. Menzile varmak için kat edilecek yol uzun, ömür ise kısa ama Cenâb-ı Hak ihsan ederse benim İhsan Efendi oğlum; o menziller, o yollar kat edilir, dürülür; elbet subh-ı maksut görülür.

“Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder
Halkeder esbabını bir lahzada ihsan eder.” 

(Cenâb-ı Hak kendi kudretini kulunun lehine tecellî ettirirse her iş kolay olur. Ortada netice almak için lazım olan sebepler olmasa da eğer Allah murad ederse, sebebini de vesilesini de yaratır, bir anda sebep de sonuç da kula ihsan edilebilir.)

Çok sevdiğim evlâdım, gözlerinden akan yaşlar senin gözlerinin cilasıdır; gözü yaşaran, kalbi titreyen, yüzü kızaran kimselere “derviş” denir. Mahşerde ağlatılmadan evvel burada ağlamayı meşk edenler orada Cenâb-ı Hakk’ın cemâliyle ve cennetiyle güleceklerdir.

Şunu da arz edeyim ki: Göndermiş olduğun mektubun üzerinde iki damla gözyaşını farketmem beni de ağlattı. Allah muhabbetini ve muhabbetle akıttığın gözyaşını ziyade eylesin. Ağlamak er kişinin hâlidir. Ağlamayı bilmek gerçek erlerin işidir.

Gayretli ve muhabbetli evlâdım! Nefis derecelerinde, daha evvel de arz ettiğim gibi, Nefs-i Mülhime yani ruh makamı; dervişliğin hem başlangıcı, hem kemâlden sonra karar kıldığı mertebe, hem de bazı sapkınlar için dervişliğin başlamasıyla bitmesi mahallidir. Bu makamın ve nefis derecesinin manevî hazmı zordur. Bidayettekinden Başlangıçtan yani yeni dervişlik makamından çok daha ziyadesiyle (fazlasıyla) şeyhle irtibat ve onun sözüne çok daha fazla riayet ve teslimiyet makamıdır. Hem tarîkat erkânımızdan hem de bu nefsin askerlerinden bazı sıfatları zikretmek ve bir nebzecik olsun bu makamın ahlâkından sadra şifa (gönlü rahatlatması, kalbe iyi gelmesi) niyetiyle bahsetmek bizlere vacib oldu. Sen de inşallah bu tenbihattan sonra bunları tutmanın vacib olduğunu idrak edersin. Evvel sıfat tevazudur. Tevazu haddini bilmektir. Kendisinde bazı nimetler, güzellikler, ilme ve hâle ait bazı tecellîler olduğunu bildiği hâlde bunların sahibi olmadığını, kendisinde emanet olduğunu idrak ederek cümle kullardan edna (daha aşağı) olduğunu düşünmek ve devamlı müteyakkız (uyanık) olma hâlidir. Belki kalbinden şöyle bir sual geçebilir: Tevazu sadece bu makamda mı lazımdır, diğer derecatta tevazu hâli yok mudur? El cevap, deriz ki: Mülhime makamındaki tevazu ile Mutmainne makamındaki ve diğer derecattaki tevazu hâl bakımından değişiktir. Yoksa edebin bütün şubeleri gibi her makamın edebi ve erkânı vardır. Şöyle izah edelim ki: Mülhime’de olan kişi kendi varlığından da karşıdaki kulun varlığından da haberdardır. Tevâzuun ölçüsünü bu mukayese ile yapar. Lakin kâmillere göre bu dahi eksiktir. Zîrâ kâmile lazım olan kendinde hiçbir şey görmeden, kendini de fark etmeden bu hale bürünmesidir. Hatta tevazu cihetine de kendisi yönelmeyip bizzat Allah’ın o hâli o kişiye giydirmesidir. Böyle olan zevatın hâline mütevazı denmez ehl-i mahviyyet denir. Yani kendinde vücud görmez ki gayriden düşük olduğunu iddia etsin, ne kendüyi görür ne gayriyi. Tevâzuun menşei edebin ve îmânın menşei olan kalptir. Ol sebepten sadece akıl ile yapılan, şeklen tevazu gibi olsa da kişiyi Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırmaz. Hatta çoğu zaman gösterişten ibaret ve belki de karşıdaki insana üstünlük taslamak hâlini alır. Onun için derler ya: “Fazla tevazu kibirdendir.” Ahlâk ve edeb öyle bir nesnedir ki, Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı ve bu yakınlıktan sonra da uzaklaşmamayı insana ihsan eder. Velhasıl anlaşıldı ki edebin menşei kalptir. Kalbin ziynetlenmesiyle, parlamasıyla insanda ahlâk inkişaf eder. Başka türlü ruhî tekâmül mümkün değildir. Ve yine ol sebeptendir ki tevazuun, Mülhime’nin sıfatlarından oluşu bu makamın ruh makamı olmasındandır. Bir kimsede ruhî nazar (ruhi görüş, ulvi bakış) veya basiret zuhur etmedikçe nefsanî zilletin (nefisle alakalı çirkinlikleri ve düşüklüklerin) farkına varmaz. Her ne kadar taklid ile bu ahlâkı üzerine giymeye çalışsa da, ya dar gelir sıkar, yahut bol gelir düşer. Diğer ahlâkı buna kıyas eyle.

Mülhime’nin bir diğer sıfatı da cömertliktir. Yani sehâvettir. Hazret-i Fahr-i Alem “Sahî kişi (cömert insan) muhakkak cennete girecektir. Velev ki hasbelbeşer günah işlemiş olsun.” buyurmaktadır. Cömertlik ayıpları örter. Bu öyle bir örtüdür ki nefsin üzerini örter, ruhun yükselmesine mânî perdeleri de ref eyler (kaldırır). Cömertliğin şubeleri vardır. En önemlisi nefsinden cömertlik etmektir. Her nefis rahatı, günahı, şehevî zevki ve başkasına üstün gelmeyi ister. Ve kendi hâline bıraksan hayırlı bir fiil işlemek derdinde olmaz, ibadet ve çalışma saatinde yatmayı, yatmaktan daha zevkli bir şey bulursa onu yapmayı ister. İşte bu; nefsin arzularına muhalefet etmek, bize sermaye olarak verilen nefis ve candan infak etmek, demektir. Yani bir nevî cömertliktir. Candan infak etmenin derecesine göre insanlar da derecelenir. Enbiya-i Kiram Hazeratı (Yüce Peygamberler) mahlukatın en cömertleridir. Onlar- daki cömertlik herhangi bir kişinin kendi gayreti ve tedbiri ile yapılabilecek bir infak değildir. Onlar Cenâb-ı Hakk ‘ın kudret eliyle infak ederler. Sair beşer buna muktedir değildir. Yukarıda zikrettiğimiz tevazu hâlinin farklı derecelerde farklı hâli olması gibi. Enbiyadan sonra en cömert insanlara “sıddıyk” derler. Ondan aşağıdaki makama “şehitlik” derler. Şimdi kıyas eyle, canını Allah yoluna verenlere şehitlik rütbesi veriliyor, sıddıykıyet nasıl bir sahavet (nasıl bir cömertlik) ister ki şehâdetten üstün bir mertebe olmaktadır. Anın için her sıddıyk aynı zamanda şehittir. Ama her şehit sıddıyk makamına çıkamaz. Şehitlikten sonra gelen infak derecesine sülaha (salihler) ve evliya (Allah velileri) menzili derler. İşte hep böyle, kişi cömertliği miktarmca Allah katında derecelere nail olur. Amma bir kimse cömertliğini yani infak etmeyi, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e ve O’nun ahlâkına benzeterek yaparsa onun da ruhu; peygamberler, sıddıykler, şehitler, sâlihler yani velîlerle beraber olur, onlarla ülfet kapısı açılır. Onlarla beraber olur. Cömertliği kendisine huy edinen ve bundan zevk alan kişi küfürden bile kurtulabilir, Allah’ın îmânına mazhar olur. Ama infak etmeyen, cimrilik yapan kişi diğer sâlih amelleri yapmaya çalışsa da neticede fısk u fücurdan kendisini kurtaramaz. Hatta Allah muhafaza, cennetten mahrum olur. Velhasıl Allah Teâlâ’nm cennetine ve cemâline mazhar olacak kişiler arasında bir tane bile nekes ve cimri yoktur. Cenâb-ı Hak razı olduğu cömertlerden eylesin! Zîrâ bazı cömertlik suretinde mübezzirlik (israf etme, haram olan şeye sarf etme) de en az cimrilik kadar kişiyi helak eden sebeplerdendir. Haram iş yapması için birine mal mülk sarf etme; kumar oynaması, içki içmesi için sermaye verme veyahut rızaya uygun olmayan bir işle kendini, nefsini harc etme, cömertlik değil mübezzirlik yani şeytanla arkadaşlıktır. Allah muhafaza! Bu nasihatimi sadece bu nefis derecesinde olan kişilere anlatmakla iktifa etme! (yetinme!). Bu hususları halka, insanlara sohbetle vaaz u nasihatle yaymaya ve onları irşad etmeye gayret et.

Pek kıymetli İhsan Efendi oğlum, Nefs-i Mülhime, nefiste ruhun tasarrufunun açıkça görüldüğü makamdır. Bu makamın diğer sıfatı dahî, kanaattir. Tevazu, cömertlik ve kanaat bir kimsede ahlâk olarak yerleşirse en azından Mülhime makamının lezzetini ve oradan da seyr u sülûkun bereketini görmesi imkânı doğar. Öteki türlü, şöyle bir o makamın kokusunu koklatırlar amma ondan sonra baş aşağı bırakırlar.

Kanaat nedir? Kanaat halk nazarında ayrı manaya kullanılır, Hakk katında ise ayrı bir mânâya sahiptir. Bize düşen Hak katındaki rızaya uygun hâle ermek için gayret etmektir. Cenâb-ı Hakk bizi halk eyleyip halk içerisine gönderdi amma halka tâbi olalım diye değil Hakk’a tabi olalım diye. Bu dahi kanaatin bir tarifidir zîrâ bir kişi kendi bileğinin hakkı ve emeğinin hakkıyla, halka taksim edilen hakkı, birbirine karıştırır ve kıyas ederse kanaat derecesinden düşer. Yani çalışacak, gayret edecek ve hatta son ânına, son kuvvetine kadar azimle kazanmak için yorulacak amma kazandıktan sonra da âhârın (başkasının) kazandığıyla meşgul olmayacak ve onunla kendisini kıyas etmeyecek. Yoksa kanaat, halkın anladığı gibi, günlük maişetini temin ettikten sonra dükkânını kapatmak değildir. Çalışma saatleri içerisinde ve kuvveti yettiğince çalışır, rızkını çıkartmaya gayret eder. Kazandığı kendisine yetmezse “Buna da şükür!” der. Kendisine yetecek miktardan fazla kazanırsa onları hayır yere sarf eder. “Bana bu kadar yeter elhamdülillah!” deyip dükkânını kapatan kişiye büyüklerimiz der ki: “Bu kanaat ve şükür değildir! Sen kanaatini göstermek istiyorsan kazan, kazan da başkasına sarf et.” Cömertliğin tadım alan kişi kanaatin zevkine de erişir. Kanaati Cenâb-ı Hakk’ın rızasına muvafık olarak tatbik eden kimse de cömert olma hâline erişir. Velhasıl, kanaatin mânâsı halk katındaki kazançlarla değil Hak katındaki kazançlarla meşgul olmak ve ona gayret etmek, demektir. Ve gayretini Hak için teksif etmektir. Bu ahlâka sahip olanlar ölme raddesine gelse Hakk’la işi olmayan insandan bir nesne talep etmez. Ölümü göze alır, alçak insana yüz suyu dökmez. Hazret-i Ali Efendimiz’in buyurduğu gibi. Kanaat sahibi derviş kişi açlıktan ölme raddesine gelse yanındaki kulun ekmeğine elini uzatmaz. Zîrâ Hakk’a teslimiyeti ve Hakk’tan ayrılmama niyeti cömertlikle, kanaatle o kimsenin kalbinde öyle yerleşmiştir ki bunu kaybetmektense, kalıbını dinlendirmeyi yeğler. Zaten dervişlik de kalple kalıbı birbirinden ayırt etmek veyahut birbirine karıştırmamak hatta rızaya uygun şekilde bunları tevhid etmek değil midir?

Anlaşıldı ki Mülhime makamının en önemli sıfatı; gerek cömertlik gerek kanaat ve gerekse tevazu olsun neticede “Hakk’a teslimiyet” tir, vesselam! Bu makamda Hakk’a teslimiyeti bilmeyen öyle bir düşer ki bu, Emmare’den ve Levvame’den düşmeye benzemez. Hakk’a teslimiyet de tevazuu, cömertliği ve kanaati ister. Bunlar olmadan Hak, bir kişiyi teslim almaz. Teslim olmayan kişi salim olamaz, salim ve selâmette olamayan kişiyse asla Sırat-i Müstakîm’de karar kılamaz ve sabit kadem duramaz. Cenâb-ı Hak, bu makamdan ayağı kayarak düşmekten muhafaza eylesin. Zîrâ bu makam dervişliğin artık zahir olduğu makamdır. Nefis derekesinde olan, ayağı takılır düşer; beş metreden düşer, on metreden düşer amma, bir adam, ruh ve ceset beraber ruhun kanatlarına takılır da sonra o ruhun hâline bürünemezse, öyle bir düşer ki, nefis öyle düşmeye takat getiremez. Bu düşme de, ayağı takılıp düşmeye benzemez. Anın içün bu dervişlik makamına “Girme girme, çıkma çıkma.” demişler. Cenâb-ı Hak sû-i ahlaktan (kötü huydan, kötü ahlaktan), hakîkate ermek niyetiyle olmayan taklitten, bizleri ve cümle sâlikleri-mizi muhafaza eylesin.

Azîz evlâdım İhsan Efendi, risalemin (mektubumun) başında “yol uzun, menzil uzak, ömür ise çok kısa” demiştim. İşte bu mesafeleri kat etmek için lazım olan ruh kanatları bu menzilde derviş kimseye ihsan edilir. Cenâb-ı Pîr Monlâ-yı Rûm Celâleddîn-i Rûmî Efendimiz’in buyurduğu gibi, kim bu kendisine bahşedilen kanatlan ruh tarafına yani Hakk’a bakan yönüne doğru çırparsa Allah ona, kendi kudretinden başka kanatlar ihsan eder. Talihi yaver gider. Amma kim ki bu kanatları nefis ve halk cihetine çırparsa neticede çamura bulanır o kanatlar, sırtına yük olma belasıyla karşı karşıya kalır. Yürüyen veyahut yerde sürünen için toprağa bulaşmak ayrı bir dert, velâkin kanadı olduğu hâlde çamura bulaşmak çok ayrı bir derttir. Sonra, ibretle bakmaz mısın, kuşlar kanadıyla doğar ama hemen uçabilir mi? Uçmayı bilen, ya annesinden ya babasından talimi görmeden veyahut onlar yuvadan uçurmadan palazlanmaya kalkan yavru kendisini yerde bulur ve helak olur. Ya kendi kendisini yakar, veyahut başka mahluka yem olur. Zaten mürşid sözü, şeyh nasihati tam da bu makamda lazımdır. Zira, kanadı olmayana uçmak talim ettirilir mi? Amma gel gör ki kanatlandığını fark eden bazı kimseler mürşidane irtibatlarını kesmeye kalkar, kendi başlarına da uçmaya heves ederler. Şimdi bu menzilde dervişe lazım olan Hakk’a teslimiyeti erbabından talim etmektir. İşte bu makamdan dem vurup da bir mürşide tâbi olmayan kişiler için Hazret-i Niyazî-i Mısrî buyurur ki:

Mürşid gerektir bildire
Hakkı sana Hakke’l-yakîn
Mürşidi olmayanların
bildikleri gümân (hata) imiş

Cenâb-ı Hak bizlere Kur’ân-ı Kerîm ve Kelâm-ı Kadîm’inde beyan buyurduğu raşidlerden olmayı ihsan eylesin. Vakitler hayr olsun; demler, safalar ziyade olsun. Allahu Azîm-üş Şân, ism-i zâtı nuru ile kalbimiz, cümle eczâ-yı vücûdumuz pür nûr olsun. Ol Habibinin nuru ile de “nurun âlâ nûr” sırrına cümlemiz nail kılınsın. Kalp gözlerimiz küşad, çerağlarımız rûşen, günahlarımız afv ve mağfiret, cümle ümmet-i Muhammed de her türlü âfâttan hıfz ü himaye ve emin kılınsın. Allah’ın rahmeti, bereketi, hidâyeti ve inayeti sizlerin ve bizlerin daima üzerine olsun.

Amin bihürmeti Tâhâ ve Yasin ve bihürmeti âli Yasin. Ve’lhamdülillahi Rabbi’l Alemin.

13. Mektupta görüşmek üzere …