Yürüdür yazı kış soğuğunu sürüp
Yürüdür kuru gövdeye cân virüp Ahmed oğlu Hoca Mesûd Hazretleri [v. 1375]
Safâ istegil tutma gönülde çirk
Çalap birliğine revâ görme şirk
Önce hazretimle bir tanışalım: Farsça’dan yaptığı Süheyl ü Nevbahâr ve Ferhengnâme-i Sa‘dî adlı tercümeleriyle tanınan XIV. yüzyılda yaşamış bir güzel âşık. Eserleriyle, Türk dili ve edebiyatının Anadolu’da henüz gelişmeye başladığı bir dönemde, şiirin aruz vezniyle bağdaşmadığı erken devirlerinde yaşayan Hoca Mesûd Hazretleri’nin, Oğuz lehçesindeki yalın ifadesiyle, sade diliyle, nazma hakim olduğuna şâhidiz.
İşte size, canlı ve akıcı üslûbuyla bugün bile zevkle okunabilecek Hak Dost’un güzelliğini târif buyurduğu hoşca bir güzel:
FÎ NA’Tİ’R-RESÛL ‘ALEYHİSSELÂM Muhammed kim ol sırr-ı levlâk’dür Kadem basduğı fark-ı eflâkdür
Yüzü gökçek ü datlu dili fasîh Yusuf’dan dahi görk içinde melîh
Hz. Muhammed aleyhisselâm ki O, levlâk sırrıdır yâni “levlâke levlâke lemâ halaktü’l eflâk: sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” kudsî hadîsinde ilân edilen, varlığın yaratılışına sebeptir. O’nun adım attığı yer feleklerin ötesinde, göklerin bile üstündedir.
Ve hem O’nun güzel isimlerindendir (Esmâ-i Nebî); El-Beşîr: âleme müjdeler getiren, en-Nezîr: Doğru yola kılavuzlamak için Allah’ın vereceği cezâları, yapıp edilen işlerin karşılıklarınıı bildirip îkaz eden, sakındıran. el-Mekîn: Sâkin, vakarlı, mûteber, nüfûz ve iktidar sâhibi el-Emîn: Hangi konuda olursa olsun tereddüt ve şüphe olmadan kesin olarak inanılan, îtimad edilen ve Şefî’ül-verâ: Şefâat eden, bütün yaratılmışların affa uğraması için vesîle olan. “Ancak âlemlere rahmet olarak gönderilmiş” [Enbiyâ:107] olan sultândır.
Nur cemâli pek güzel, şirin ve lâtif ve tatlı dili ise pek düzgün ve ahenklidir, mübarek vech-i saadetleri ise Hz. Yusuf’tan dahi güzel ve görkemlidir.
Allahümme salli ‘ala seyyidinâ Muhammedin nin nebiyyi’l-melîh sâhibi’l-makâmi’l a’lâ ve’l-lisânil fasîh. Ey Allahım seyyidimiz, ulumuz, nebiyyil Melîh yani, kemalde ve cemalde, manen ve maddeten, zahiren ve batınen güzelliğin târifi olarak yarattığın, Makam-ı Mahmud gibi yüksek makamlar bahşettiğin, fasîh lisan ile pek güzel, âhenkli, açık ve anlaşılır şekilde düzgün ve eksiksiz olarak emirlerini ve nehiylerini tebliğ ettirdiğin Nebiyyi kerimin olan Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellem üzerine salat, selam, ikram ve inayet eyle.
Güneş alnına vü kaşına hilâl Kul oldu vü agzı yarına zülâl
Anun mu’cizâtlarınun haddi yoh Ne hâcet kim eyleyeven sözi çoh
İşâret idicek tolu aya ol Ki ben her ne kim dir-isem anda ol
Alnının parlaklığı yanında güneş, kaşının kıvrımına nispeten hilâl, ağız suyu, sözündeki letâfet yanında içimi hoş latîf , saf su, kul-köle, hizmetkâr kesilmiştir.
O’nun mucizelerinin sonu, sınırı yok; bu durum hakkında çok söz söylemeye de hâcet yok.
O, dolunaya işaret edince: “ben her ne dersem anında o ol” buyurdu.
İşitdi bilür kamu yohsul u bay İki pâre bir demde oldugın ay
Çalap Tanrı ana Habîbüm didi Adın kendü adıyla koşa kodı
Güneş togdugu yirden âna degin Ki girür batar uşta tuttı yolun
Dolunayın bir anda iki parçaya bölündüğü şakkü’l kamer hadisesini zengin ve fakir herkes işitti, bu mucizesinden haberdar olmayan kalmadı.
Biz bir kere Rasûlullah ile Mina’da idik. Ay iki parçaya bölündü. Bir bölüğü dağın arkasında, öbür bölüğü de berisinde idi. Bunun üzerine Rasûlullah: “Şahit olunuz! Kıyamet yaklaştı, yarıldı kamer” buyurdu. [Hadîs-i Şerîf]
Yüce Allah ona habîbim, sevgilim, diye hitâb eyledi. Kelime-i tevhid ile imanın şartı ve ezân ile dâvetin şartı olarak, O’nun adını kendi adıyla birlikte andı.
O, Güneş doğduğu ve tekrar battığı sürece (zaman kavramı oldukça) Allah’ın göstermiş olduğu yolda, sırat-ı müstakim üzeredir ve tâlipleri bu yola kılavuzlar.
Allahümme salli ala seyyidina Muhammedinil fatihi lima uğlika vel hatimi li ma sebeka nasırıl hakkı bil hakkı vel hadi ila sıratıkel müstekıymi ve ala alihi hakka kadrihi ve mikdarihil azîm.Allahım: muğlak halleri açan, geçmişe son veren, Hakka ve hakikate destek olan, mahlukatı senin dosdoğru yoluna kılavuzlayan, Efendimiz Muhammed’e O’nun aline ve ashabına O’nun yüce kadrü kıymetince salat eyle selam eyle ve O’nu mübarek kıl.
Müşerrefdür adı-y-ıla şark u garb Müsellemdür emri-y-ile sulh u harb
Kamu padişahlar işiğinde kul Hitab ana Hak’dan olub-ıdı KUL
O’nun emri, şeriatı ve buyrukları ne ise din ancak odur. İslam’da bunlardan başka, O’na uymayan bir şey yoktur.
O’nun adının adının anılmasıyla (ezan, şehadet, salavat) Doğu’dan ve Batı’ya bütün yeryüzü şeref bulur. Savaş ve barışın O’nun emriyle olduğu herekesçe kabul edilir. İki cihânın her neresinde bir SAVAŞ (teşevvüş, karışıklık, bulanıklık) varsa orada mutlaka Sevgili’nin terkinden bir iz vardır Ve yine iki cihânın her neresinde BARIŞ (huzur, rahatlık ve güzel bir iş) varsa orada mutlaka ay yüzlü Sevgili’den bir koku vardır.
O’nun kapısında, bütün padişahlar kul olmuştur, Kelam-ı kadiminde Hak’dan O’na hitab KUL olmuştur.
Tenzîh O Subhân’a ki KULUNU (Muhammed sallellâhü aleyhi ve sellemî) bir gece Mescid-i Haram’dan (alıb) havâlisini Mescid-i mübârek kıldığımız Aksâ’ya kadar isrâ buyurdu, O’na âyetlerimizden gösterelim diye, hakİkat bu: O’dur O işiden hem gören. [İsrâ:1]
Ettahıyyâtü lillâhi ve`s-salâvâtü ve`t-tayyibât. Esselâmü aleyke eyyühe`n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtüh. Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi`s-sâlihıyn. Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden ABDUHÛ ve resûlüh
Mirac hediyesi olan işbu teşehhüdde ‘abduhu’ kelimesi, ‘resulühü’ kelimesinden önce gelmiştir. Yani Peygamber Efendimizin (asm) kulluğu, resûllüğünden önce gelir, işbu sebepten bir insan için kulluktan yüce makam yoktur.
Ki söyle vü âlemde bildir beni Viribidüm anun-içün uş seni
Kamu halkı doğru yola ünlegil Benem toğru vü Tanrı birdür digil
Kim-i-nanuban uyar-ısa sana Benüm rahmetüm ola andan yana
Ki söyleyip beni âlemde tanıtıp anlatman, kullarıma beni sevdirmen için işte seni gönderdim.
Doğru olan Hak benim! “İlâh birdir” diyerek bütün halkı doğru yola, sırat-ı müstâkim’e dâvet et!
Alemlere rahmet olarak gönderilen sana kim inanıp tâbi olursa benim rahmetim onun yanında olacaktır.
İnanmayuban kimse çevüre yüz Kılıç tartup anun derisini yüs
Ne kim oldı buyruh bitürdü tamam Kamusın yirine getürdi tamam
Bir ol kaldı-y-ıdı ki Hak Hazretin Göze göz göre isteye devletin
Sana inanmayıp senden yüz çeviren olursa, (tevhid) kılıcını çekip onun derisini yüz! (hayvan sıfatlarından kurtar, azabını uzatma)
Her ne emrettiyse hem eksiksiz tebliğ ederek hem de hepsini tastamam yerine getirerek, mûcibince âmel ederek dini tamamladı, kemâle erdirdi.
Bugün, size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinize olan ni’metimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a râzı oldum! [Mâide:3]
Sadece Hazret-i Hakk’ı, refîk-i ala’yı doğrudan, vâsıtasız olarak görme talihi, işbu saadetli murâdı kalmıştı geriye.
Ki Mûsâ Kelîmullâh öküş zamân Derişdi vü işitdi kim ‘len terân’
Zihi gör ne hoş düşdügin ittifak Ki bir gece Hak’dan irişdi Burak
Anunçun ki bine vü göge ağa Anun vasfı hod akla nite sığa
Allah Teâlâ ile kelâm eyleyen Hz. Musâ aleyhisselâm, nice zaman gayret etti, cemâl görmek için çok çalıştıysa da akibet “(Sen) beni görmezsin” [Arâf:143] cevâbını işitti. Geldi Musa’ya len terânî cevap, Erinî vakti Tur dağından… Er-iseñ ko sözini da’vânuñ Gösterür Hak erinî ma’nânuñ
Bir gece Allah’tan bir davet ile burak gönderildiği için cemal cemale bu karşılaşmanın ne kadar hoş olduğunu, rast düşdüğünü gör! Fehla’ denildi Musa’ya Tur üzerinde Arş eşiğinde na’linine denildi merhâba
Onun için Burak’a binip göğe yükseldi; onun nitelikleri, işbu resim, akla nasıl sığabilir ki!
Mûsâ aleyhisselâmın Cenâb-ı Hakk’ı görmek istemesi üzerine Allah tarafından “len terânî: sen beni göremezsin” cevâbı ile bu talebinin reddedilmesine atfen Yunus Emre sultanımız da bir beyitte “Mûsâ-yı dîdâr olmuşam ben len terânî neylerem” buyurlar; sôfiyye hazerâtına göre “rü’yetullah” bizden önceki ümmetler için değilse bile “ümmet-i Muhammed” için câizdir.
Belki şu nutk-u şerifler taliplere seyr-i cemâle varan bir yol gösterir: Cemâlimi gör şimdi rızâma lâyık oldun “Len terânî” sırrında Mûsâ’ya fâik oldun Keşf-i hicâb eyledim dîdârıma nazar kıl Oruç ile arındın nûrumla râik oldun
– Ey Su! Bana kendini göster
– Ey Buz! Sen, beni göremezsin.
Senin gözlerin de aslın da benim. İkilik yok, Bir.den bak; ayıran kendini ayırır! Rabbi erinî’nin cevâbı “lenterânî” çün gelir Sende gör dîdârı senden özge dîdâr isteme Zevk-i dil “innî ena’llâh” ın dahi fevkındedir Böyle bir mecnûn-ı aşka “len-terânî” neylesin
Yüce Allah’ın sayısız esma-i hüsna’sının içinde cemal ve celal saklıdır. Hz. Musa, Cenab-ı Hakk’ın kudretini görmek istemişti. Bu isteği imkânsızdı çünkü Allah, O’nun celaliyle birlikte tecelliyatına dayanamayacağını biliyordu. Oysa Allah’ın celali ile kulları arasına giren rahmet perdesi Hz. Muhammed aleyhisselâm’dır. O; bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Geçmiş ümmetler günahları yüzünden daha dünyada helak olmalarına rağmen Fahr-i Kâinat Efendimizin dünyayı teşrifinden sonra âlemler rahmet şemsiyesi altına girmiştir. Müminler Hz. Muhammed’i (sav.) canından çok sevdikleri için (ve sevdikleri sürece) bu rahmet şemsiyesinin koruması altındadır. Hz. Musa’nın Len-terânî diye îkaz edilmesindeki nüansa dikkat çekelim:
Hz. Musa doğrudan cemalullaha talib olmadan Habîbullah olan Hz. Peygamber’in rahmet şemsiyesine sığınsaydı ve “Ya Rabbi bana Habibin Muhammed’in yüzünü göster” deseydi; Allahu Teala kendisine “Beni göremezsin” cevabını vermezdi:
Söyleyeydi kim bana göster habîbin vechini
“Len-terânî” emriyle Mûsâ’ya olmazdı nidâ
Len terânî: Beni göremezsin yâ Musâ… [Arâf:143]
Men reani fekad rael Hak: Beni gören Hakk’ı görmüştür. [Hadîs-i Şerîf]
Men re’ânî kim aña meşhûd olur
Len terânî dergehi mesdûd olur
Buyrun buradan yanalım o vakit:
Elestü bezminde âşık senden aldı hitâbı Evvelinde Mecnun oldu sonra Leylâ dediler
“Men reânî” sırrı ile okuyanlar kitâbı Ol Resûlü Kibriya’ya dönüp Mevlâ dediler
Şoloh dem revân bindi sürdü hemîn Rikâbındadı Cebre’îl-i Emîn
Yanından hiç ayrılmadı Cebre’îl Ki müştâk idi görmege bunca yıl
Giderdi yüzin tutuban Allâh’a Çü irişdi kim ‘sidretü’l müntehâ’
İş bu davete icabetle, derhal Burak’a bindi ve hemen onu yürüttü; pek güvenilir Cebrâil ise O’nun birlikte hazır idi.
Bunca yıl O’nu görmenin hasretiyle yandığı için Cebrâil O’nun yanından hiç ayrılmadı.
Allah’a yönelip gidince Sidretü’l-Münteha’ya, yedinci gökten sonra gelen, son uçtaki ağaca erişti, mecâzen Cenâb-ı Hakk’ı tanımada beşer aklının ve akılla kazanılan bilginin son durağına ulaştı.
Göründi irişecek ana degin Gör imdi kim ol nice dirdi ögin
Didi kim eyâ Hâtemü’l-Enbiyâ Kamu şeh-süvârlar tapunda yayâ
Tevakkuf ben uş bunda kalurvanın Yakın varur-ısam yakılurvanım
Cebrail aleyhisselâm gidecekleri yere kadar O’na göründü; aklını başına nasıl topladığını şimdi gör!
“Ey Enbiyaların sonuncusu efendim, çok usta at binicilerin tamamı senin huzurunda yaya kalır” dedi.
Ben işte burada kalacağım zîra daha yaklaşırsam yanarım. Arş-ı a’zam cilve-gâh iken sana Seyrine sidre ola mı müntehâ “Lev denevtü” deyicek Rûhü’l-emîn Sen revân oldun pes ey Hayra’l-verâ
İleri geçemezvenin bir karış Beni ko vü Hak nuruna var karış
Ne kim dileyesin olısar kabûl Girü dönicek beni kullıhda bul
Gönüldi ol arada kodı anı Neler gördügin dimege dil kanı
Bir karış ileri geçemem, beni bırak var sen Allah’ın nuruna karış.
Ne dilersen kabul edilecek, o makamdan geri döndüğünde beni tekrar hizmetinde göreceksin zirâ kulluk ancak akıl (Cebrail: Akl-ı küll) ile tamam olur. Kim ne hâlîdir ne mâlî ol mahal Akl u fikr etmez o hâli fehm ü hall
Orada yüzününü çevirip onu geride bıraktı, neler gördüğünü anlatmaya yarayacak dil hani? Buna muktedir söz nerede?
Delim dürlü perdeleri geçdi ol Niçe bağlu kapuları açdı ol
Bölük bölük ü saf saf u cavk cavk Feriştehler andan bulurlardı zevk
Kılırlardı dürlü du’âlar ana Kalurlardı yüzin görüben tana
O, çeşit çeşit engelleri geçti, nice türlü kapalı kapıları açtı. Ref’ olup ol Şâh’a yetmiş bin hicâb Nûr-i tevhîd açdı vechinden nikâb
Bölük bölük, saf saf ve küme küme melekler ondan hoşnut oldular, seyrine hayran kaldılar.
Yanlarından geçerken O’na türlü türlü dualar ederlerdi; fecre benzeyen yüzünü görünce şaşırıp kalırlardı.
Okurlar idi anı çepçevre din Ne bahtulı ol kim okuya adın
Son ucı kadem basdı ‘arş üstine Ne ‘izzet ki kıldı Çalap dostına
Ayağı tozun sürme idindi ‘arş Yüzün na’lini altına itdi ferş
Her taraftan onu davet ederlerdi melekler, onun mübarek adını okuyanlar, kendine çağıranlar ne kadar da bahtlıydı.
Allah, dostuna, itibarınca çokça izzet kıldı da sonunda göğün en yüksek katına, âlem tasavvurundaki en yüksek noktaya, arş üstüne adım attı. Zemzemeyle doldu kevn ile mekân Arş’a vardı dediler Fahr-i cihan
Arş, O’nun ayağının tozunu kendi gözlerine sürme edindi, ziynet bildi. Ferş, yeryüzü onun ayağının altında yayıldı.
Yakıncak nice buldığını Hakk’ı Gerek bilesin ‘Kabe kavseyn” okı
Niçe sır kelecisi söylendi bol Arada anı Hak bilür dahı ol
Kişi fikri ana nite irişür Ne var akl eger kavranur dürişür
Allah’ı çok yakından nasıl gördüğünü anlamak istersen Allah’a iki yay boyu yaklaşmanın ne demek olduğunu öğrenmelisin. “Kabe kavseyn” in Hudâyî fehmedip cemiyyetin Vâsıl ol sırr-ı “ev ednâ” ya müslümanlık budur
Hak Teala, bu olayda sevgili elçisi Hz. Muhammed’i, kendisine bu iki dostun birbirine yaklaştığından daha çok yaklaştırdığını bildirmektedir.
Sonra (çok perdeler geçerek Rabbine) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki, kab-ı kavseyn (iki yay) kadar veya daha da yakın oldu! [Necm:8-9]
Âyet-i kerîmedeki “Kâbe Kavseyn” tabiri, Araplar arasında öteden beri kullanılan bir mecâzdır ve iki kişi arasındaki dostluğu ve yakınlığı anlatır. Türkçemizdeki “Aralarından su sızmaz” tabirine yakın bir ma’nâsı vardır. Eskiden Araplar sahraya çıktılarında iki dost, dostluklarının göstergesi olarak çadırlarını birbirlerine iki yay aralığı kadar yakın kurarlardı. Bu yakınlık, en samimî dostluğun ifadesiydi ve yine Araplarda hükümdarlar, en sevdikleri ve saydıkları kişileri kendilerine iki yay kadar mesâfede oturttukları için böyle bir tabir ortaya çıkmışdır. Yani “kâbe kavseyn” demek, büyük bir zâtın, sevgisini, saygısını ve yakınlığını kazanmak demekdir.
Cenâb-ı Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için, O’na ancak ma’nen idrâk olarak yaklaşılabilir. Bu ma’nevî yakınlık da ancak böyle bir teşbîh ile anlatılabilir. Hâsılı, “kâbe kavseyn”in ma’nâsı, Resûlullah’ın Cenâb-ı Hakk’a hiç kimsenin yakın olmadığı kadar yakın olması demekdir. Dikkat edilirse “kâbe kavseyn” lafzının hemen ardından bu ma’nâyı te’yîd ve te’kîd eden, “hattâ daha da yakın” anlamına gelen “ev ednâ”lafzı gelmişdir. Resûl-i Ekrem Efendimizin Allah’a yakınlığının derecesi ancak bu kadar vecîz ve belîğ ifâde edilebilir ve bu mertebeye tecellî-i zât mertebesi denir. Keyfiyyeti mechûl olan bu tecellî aynı zamanda rü’yetullahın da en yüksek derecesidir. Öyle ki Cenâb-ı Hakk’ı böyle görmek hiç bir kula nasîb olmamışdır.
Bu sırrı açıklamak için pek çok söz söylendi o makamda ama orada olanları sadece Allah ve O bilir. Bî-hurûf u lafz u savt ol pâdişâh Mustafâ’ya söyledi bî-iştibâh
Akıl çabalayıp kavramaya çalışsa da ne mümkün! İnsan aklı, o olayın nasıl olduğunu anlayabilir mi ki zaten sidrede geride kaldı! Şeş cihetden ol münezzeh Zü’l-Celâl Bî-kem u keyf âna gösterdi cemâl
Zîhî Tangrı’nun sevgülü dostı Dahı kişi ana nite ustı
Ki levlâk anun şanına indidi Le-‘omrük başı üzre tâc indidi
Ger olmaya-y-ıdı bu gök yir Yaradılmayaydı Çalap böyle dir
Ne hoş Allah’ın sevgili dostudur; insan onu başka (biriyle) nasıl mukâyese eder?
Yâ Rab ne azîmdir bu resîm, hulk-ı azîm hem yâr-ı kerîm…
Çünkü varlığın yaratılış sırrı onun şânına indirilmişti, Kelâm-ı kadîm’deki “Le’omruk: senin hayatına kasem ederim ki” [Hicr:72] ayeti başı üzerine taç olarak indirilmişti. Ey fahr-i halk kimde ola zehre medhine Çün Hak dedi “le-amrüke levlâke ve’d-duhâ”
Allah, sen olmasaydın, âh sen olmasaydın bu gök ve yer, cümle mevcûdatı yaratmazdım buyurur. “Le-amrük” nassı hakkîçün reh-i aşkından can vermek Hayât-ı câvidânîdir hayât-ı câvidânîdir
Der-Na’t-ı Çehâr-Yâr-ı Resûl Rıdvâna’llâhu ‘aleyhim ecma’în
Sıdk u adl ü hilm ü ilm-i zâtına mazhar edip
Verdi çâr-erkâna fer hakkâ Habîb-i Kibriyâ
Halife kodı kendünden sonra dört Ki her birisi sürdi âlemde yurt
Ebû Bekr-i Sıddîk andan ‘Omer Buları sevüp kişi rahmet umar
Üçüncisi ‘osman ki hilm ü hayâ Ana ‘âdet olmuş idi bî-riyâ
Kendinden sonra geriye dört halife bıraktı; her biri dünyada hüküm sürdü.
Ebû Bekr-i Sıddık ve ondan sonra Ömer, insan bu kişileri sevip rahmet umar. Dört çar-yâr O’nun gökçek yâridir Anı seven günahlardan beridir Onsekiz bin âlemin sultânıdır Adı güzel kendi güzel Muhammed
Üçüncüsü ise Osman ki hilim ve hayâ onda riyâsız bir şekilde tabi bir huy, mizâc haline gelmişti.
Osman olunca damad-ı peygamber Haya ve hilm ikram eyledi Hayyü’l ekber
Vücûd-u zahir-i nebevî’den kalbinin meyvesi (semeretul fuad) iki can ile dâmâd-ı peygamber olunca, O kalbin sahibi, vücûd-u bâtın-ı Muhammedî’den iki haslet ikrâm eyledi: haya ve hilm gibi iki cevher.
Dahı birisi seyyîdü’l-mü’minîn Ki tağ yarılurdı işitse ünin
Aliyy ibni Ebû Tâlib ol şîr-i ner Ki gösterdi ‘âlemde dürlü hüner
Koparmışdı kapusını Hayber’ün Bilür idi ahvâlini Kanber’ün
Ve birisi daha var ki o müminlerin seyyîdidir; dağ (benlik) onun sesini işitince yarılırdı. Nebevî ilmin Vârisi olması hasebiyle talip oılanların varlık dağını delmeye muktedir idi.
O şîr-i ner, erkek aslan veya şirin, cana yakın er: Ebu Talib’in oğlu Ali’dir. O tam bir erdi, dünyada nice türlü hüner gösterdi.
Kanber, Hz. Ali’nin yanından hiç ayırmadığı ve daha sonra azad ettiği sadık kölesi, vefâlı dostudur. Muhammed ilme kân oldı Alî nutk-ı beyân oldı Ana her sır ayân oldı Alîdir hâce-i Kanber
Atı Düldül ü kılıcı Zü’l-fikâr Ki kanlar döker çün kınından çıkar
Özi alp, eli açuk, ilmi çok Ne kim var yavuzlık biri anda yok
Ana kim dimişdür Çalap arslanım Degül anı ögmek benüm oranım
Atı, Düldül ve kılıcı ise Zülfikâr’dı ki kılıç kınından çıktığında kanlar dökerdi. Süvâr-ı Düldül ü zû-Zülfikâr ol sihr-i mümtâzın Der-i ilm-i ledünnî Murtazâdır yâ Resûlallâh
Kendisi kahraman ve cömert, ilmi çoktu; alemde her ne kötülük varsa biri bile onda yoktu.
Ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır. [Hadîs-i şerîf]
Hulkı, hulk-ı Rahmânî idi ve ilmi, ilm-i Sübhânî idi.
Allah, O’nun için “daima gâlip olan arslanım” buyurmuşken, O’nu övmek benim haddim değildir. Dedi ol mazhar-ı envâr-ı celî Esedullâh-ı velî yani Alî
Bu ulular olurlar-ıdı müdâm Resül’ün katında ‘aleyhi’s-selâm
Mülâzım sahâbi dahı niçe yüz Nite kim ayun çevresin ılduz
Tutarlar-ıdı vü bezerler-idi Tapusında bile gezeler-idi
Bu yüce insanlar peygamberin -ona selam olsun- meclisinden hazır bulunurlardı, huzurunda dâim durulardı.
Yüzlerce sahabe dahi ayın çevresinde yıldızlar misâli O’nun yanından ayrılmazdı.
Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz, doğru yola, kılavuzlanır, bana varırsınız. [Hadîs-i Şerîf]
O’nu korurlardı, etrafını süslerlerdi (O’ndan aldığı haslet ile kendilerini süslerdi) O’na kulluk için etrafında dolanırlardı.
Belî nâgâh ay ger bulıda gire Baka ılduza kişi yolın göre
‘İnâyet gör anun ki bu ümmetin Komaz azmaga zira bilür yatın
Ki isyân denizinde ger gark ola Gâvurdan Müsülmâna ne fark ola
Doğru! Çünkü ay bulutların arkasına ansızın girerse kişi yıldıza bakıp yolunu bulur. Hakikatte ay bulutun arkasına girmez de kişi kendi güneşini kendi bulutuyla gölgeler, benliğinden sebep O’ndan nûr alamaz olur.
O’nun lütf u ihsanındandır ki ümmetini sapkınlığa bırakmaz çünkü (bu ümmet) usûlü bilir, tembelliğe düşmeden işaretlere, vesileye sımsıkı tutunur.
İsyan denizinde boğulup, günahlara dalınacaksa gavur ve müslüman arasında ne fark kalır ki?
Velî ben ki Mes’ûd ibni Ahmed’em Şunun bigi gark olmışam vâh nidem
Ki çevre çalup nesne bulmaz elüm Yapışmağa ger nice ola hâlüm
Ne sünnî Müsülmân ne bellü Tatâr Taşum âdem ü içüm itden biter
Fakat ben ki Ahmed oğlu Mesûd’um, eyvah öyle bir günah deryasına dalmışım ne yapayım.
Bu denizin içinde, elim etrafı araştırıp kurtulmak için tutunmaya bir şey bulamazsa benim hâlim nice olur?
Hakkıyla ne Sünnî ne Müslüman ne gerçek bir Tatar olabildim, dışım insan gibi görünse de içim itten daha kötüdür.
Ne ‘ilm ü ne hikmet ne zühd ü salâh Ne merd-i gazâ vü ne ehl-i silâh
Namaz içre kâhil fesâd içre cüst ‘Adâvette katı ‘ibâdetde süst
Meger kim şefâ’at kıla Mustafâ Ki bula kıyâmetde gönlüm safâ
Ne ilim ve hikmet (sahibiyim) ne kendimi ibadete verdim; ne cenk eden bir yiğit ve ne de silah kullanan cihâd eriyim.
Namaz kılarken tembel, bozgunculukta araştırıcı, ayıp kusur gözetmeden gözü açık, düşmanlıkta sert, ibadette ise gevşek biriyim. Şer bir iş olsa kuvvetli bir pehlivan gibi olur, hiç yüksünmeden o işi yapar. Hayır işine gelince yüz yaşındaki ihtiyâr gibi âciz olurum, isyanda şedîd, kullukta bir battal pelît gibiyim.
Ancak Hz. Muhammed Mustafâ’nın şefaat kılmasıyla, günahlarımdan geçmesiyle, gönlüm kıyamet günü safâ bulur, durulur.
Niçeme ki gözsüzvenin dünyede Elümi tuta ahretde yide
Nazar hiç bırahmaz maâsîye ol Şefâ’atçıdur kamu âsiye ol
Bir anun bigi şâhum ola Ne kaygu eger bin günâhım ola
Her ne kadar dünyada görmeyen biriysem de elimi tutup ahirette beni de peşinden götürür.
Aşkından garîb düşmüşsem ne gam; lütfunun gölgesinde hoşça bir haldeyim ya… Tenhada kalmışsam ne dert; zerrecikleri dahi Ortaya çıkaran bir güneşim var… O’nun fakiri isem ne olmuş! Huzuruna kabul buyurmuş ya daha ne olsun… Hem dilencisinden bile kaçınmayan, yüksünmeyen pek yüce bir Sultânım var!
O, günahlara, isyanlara hiç iltifat etmez, günahından dolayı kullardan yüz çevirmez, cümle günahkâr âsilere şefâat eden, günahından geçendir O.
O’nun gibi bir şâhım olduktan sonra pek çok günahım da olsa endişelenmem. Kılavuzlar bizi Hakk’a komaz râh-ı dalâletde Sözü Mevlâ’sına geçen Resûlullahımız vardır Günâhkârım deyu Muhyî ümîdin kesme Allah’dan Muhammed Mustafâ gibi şefâatgâhımız vardır
Benüm i’timâdım hemîn işbudur Elümde dahı nesne yok hoş budur
Ana vü anun al ü etbâ’ına Dahı ehl-i beytine eşyâ’ına
Okurvan tahiyyât virürven selâm Diri olduğumca vü temme’l kelâm
Benim güvencem sadece budur; elimde de bir şey yok zâten güzel olan şey budur.
O’na ve O’nun ailesine ve O’na tâbi olanlara ve hassaten ehl-i beytine hatta isim vererek kullandığı eşyâlarına, varlık O’nundur, O’na âit olanlar. (Ki varlığımız onunladır varımız da ancak O)
(El-Hayy ile) Diri olduğum sürece (sonsuza dek) tahiyyât okurum O’na, söz tamam oldu vesselâm