Gel vücûdun âteş-i aşk-ı Habîbullâh’a yak Çeşm-i kalbi ol ziyâdan feth idüb Mevlâ’ya bak
Sînen içre nûr-ı zikr ile uyandır bir çerâğ Ol çerâğun şu’lesiyle görine dîdâr-ı Hak
Evvelemirde bizi bizle tanıştırarak başlayalım söze; ihvân-ı bâ sâfâ kardeşlerim ve hazretim Üsküdârlı Şeyh Mustafa Zekâî Efendi (v.1812)
Üsküdar muhafızı mîr-i mîrân (beylerbeyi/vali) Hacı İbrahim Bey’in oğludur. Babası aslen Bursa Yenişehir’dendir. Üsküdar’da dünyaya geldi. Divanından İstanbul’da iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Babası İbrahim Bey’in ölümüne kadar Bâbıâli’de Dîvân-ı Hümayun Kalemi’nde çalıştı.
Devlet görevinde fazla kalmamış babasının ölümünden sonra tasavvuf yoluna girerek memurluktan ve İstanbul’dan ayrıldı. Simav’da Halvetiyye Şa’bâniyye’den Hacı Hasan Efendi’ye intisap ile seyr-i sülukun ikmâl eyledi. Bir kıtasından anlaşıldığına göre Şeyh Şabân-ı Velî’den de feyz almıştır:
Tarîk-ı Halvetiyye’nin pertevi nûr-ı Celî’dendir Kemâlât-ı Velâyet anlara sırr-ı Alî’dendir Görüp hâlât-ıla devrânımız dahl itme ey zâhid Bize feyz-i İlâhî Şeyh Şa‘bân-ı Velî’dendir
Uzun süre ayrı kaldıktan sonra Üsküdar Doğancılar’daki evine geri döndüğünde ailesi neredeyse O’nu tanıyamamıştır. Üsküdar’da Nasûhî Hankahı’na devam ederek Seyyid Fazlullah Efendi’ye intisap etti. On beş sene onun hizmetinde bulundu; müezzinlik ve zâkirlik yaptı. Şeyhinin vefatı üzerine Simavlı Hacı Hasan Efendi’den seyri sülukunu itmam eyleyip İstanbul’a döndü(1805). Sinâniyye şeyhlerinden Çuhadar Muhammed Efendi’den de hilâfet alarak Arpa Emini Mahallesi’ndeki Ümmî Sinan Dergâhı meşihatine tayin edildi. Burada irşad vazifesini sürdürürken 1812 yılında alem-i cemâle göçtü. Aynı tekkeye sırlandı.
Şeyh Galib Dede (v. 1798), Sünbülzade Vehbî (v. 1808), Enderunlu Fâzıl (v. 1810) gibi XVIII. yy. meşhur şairleriyle çağdaş olan Hazretimin şiirlerinde Fuzulî havası sezilir. O aşk ateşiyle tutuşup yanmaktan zevk almış bir sûfîdir. Divanında Hz. Peygamber için yazdığı naatlardan başka, Kerbelâ ve Hz. Ali için yazılmış mersiye ve naatlar da dikkat çekmektedir. Şiirlerine genel olarak tasavvuf düşüncesi hâkim olsa da bazılarında rindâne, hakîmane, kalenderâne bir hava da görülür. Şeyh Muhammed Nasûhî Efendi’nin türbesinin dış cephesindeki kitabede yer alan müfred Şeyh Mustafa Zekâyî’ye aittir:
Makām-ı evliyâdur menba-ı feyz-i fütûhîdir Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhîdir
Mustafa Zekâyî Efendi, güftesi de kendisine ait olan evsat usulünde tevşihi (Ey nübüvvet tahtının şâhı Habîb-i Kibriyâ) ile bestekârlık gücünü de göstermiştir.
O’nun gülbahçesinden bir güldesteyi teberrüken ikram ile aradan çekilelim:
Kesil kayd-ı sivâdan âlem-i bâlâya pervâz et, Seher vaktinde Hû ismin sürüp şevk ile âvâz et Seher vaktinde, Hakkın HÛ ismi şerifin tekraren aşk ile feryâd eyle de seni Haktan uzak tutan bağlardan ilgini kes, bir yüce aleme yüksel!
Taallûk riştesin kat’ etmeyince kurtuluş yoktur Denînin dâm-ı tezvîrinde kalma rütbe ihrâz et Seni dünyaya bağlayan heveslerini kesmeyince kurtuluş yoktur, Alçak makamın (dünya) yalan ve süslü sözlerle kurduğu tuzağında kalma, hakiki bir rütbeye eriş.
Bu meydân-ı hakîkatte süvâr ol refref-i aşka Erince seyr-i lâhûta cenâh-ı himmeti bâz et Bu hakikat meydanında aşk bineğine bin; sırlar alemine erince, himmet kanadını aç, halkı irşad eyle.
Oku Rûhü’l Kudüs’ten sırr-ı vahdet dersini cânâ Koyup sandûk-ı kalbin içre tayy-ı nâme-i râz et Cebrail Aleyhisselam’dan Risaletpenah hazretlerine inen tevhid sırrını oku, manayı dürüp kalp sandığının içinde sakla.
Bilenlerden suâl et menzil-i maksudu, var erken Hezâr-âsâ bu vahşet-hâneden pervâza âgaz et Evvelce hedefe ulaşmışlara gayeyi sual eyle de erkenden yol al. Bülbül gibi bu vahşet evinden, bela yurdundan (dünya) uçmaya başla.
Özün Hakk’tan cüdâ sanma sözü gel bunda hatmeyle Kelâmında Zekâyi ihtisâr et, kasr ü icâz et Sende gizli olan özün Hakk’tan ayrı sanma da sözünü burada tamamla. Maksadını kısaca ifade et ey Zekâi, öz ve kısa kelamınla benzerini yapmada herkesi aciz bırak!
Bihimmeti Hazreti Sultan Mustafa Zekaî Üsküdarî ibni Hacı İbrahim (ruhaniyetinlerine selam olsun) rızâ en-lillâh El-fatihâ!
Aşk sözü dertsiz olunca meyve vermez; hevestir… yalnız ağızdan çıkar yalnız kulağa varır. Bilmiyorlar aşıklar hayalinin tasvirini rüyalarında görseler yaşlı gözlerinden nice seller akıtırlar. Ey yârenler, canı aşka bırakın da bütün ruh kesilsin, sonra o aşktan gül bahçesine renk sadaka edin… [Hz. Pir-i Destgîr-i Münir]
Cemâline edip insanı mir’at, kemâl-i hüsnünü seyran eden Dost’un, Osman Kemâli Efendi (v.1954) Hazretleri dilinden zuhur eden manasını övmekle değil dilimizin, özümüzün, ömrünüzün dâhi aciz kaldığı Risaletpenah Hazretlerinin, Mevlid-i Şerifleri münasebetiyle ehibbaya ikramımız olsun.
Kendi hüsnün seyr kılmak istedi sultân-ı aşk
Eyledi keşf-i cemâl ya’ni açıldı kân-ı aşk
Çıktı bir gevher o kândan bîmisâl ü bîkıyas
Zerre-i nûrunda kılmış bin güneş pinhan aşk
Gevher-i nûr-i Muhammed, mâye-i tohm-i vücud
Kim anınla âşikar oldu bilindi şân-ı aşk
Aşk edip andan zuhûr, ol aşkın oldu mazharı
Eyledi ta’zim ü tekrim, nice bin yıl anı aşk
Öyle bir gevher ki, “mâkâne mâyekûn”un kânesi 1
Öyle bir gevher ki olmuş vasfının hayranı aşk
Akl-ı kül etti zuhûr hem şûle-i nûr oldu ruh2
Neşr-i câm-ı feyz-i akdesle kılıp devrân aşk
Nûr içinden bir kalem çıktı cihan bir noktası
Levh olup cümle yazıldı serbeser fermân-ı aşk
Sabit oldu suhf-ı âlem kıldı aşk sırrın ayân
Ahmed-i Muhtâr’ı mahbub eyledi i’lân aşk
Oldu bir derya Muhammed’le muhabbet pür hikem
Kaynayıp âlemleri oldu muhît ummân-ı aşk
Ol cemâl-i hüsne karşı neş’esinden aşk-ı pâk
Hâk-i pâye nezr kıldı âlem-i imkânı aşk
Zîr-i pâyine döşendi nüh felek arz u semâ
Eyledi zâhir sırat ü mahşer ü mîzanı aşk
Haymegâhı arş olup kürsî ana bir tahtgâh
Nur içinde kendi kendin eyledi seyran aşk
Çok sıfat verdi ana çok isim ile kıldı nidâ
Metn-i hüsnünde kırâat eyledi Kur’anı aşk
Aşktan geldi zuhura âb ü ateş, hâk ü bâd
Açtı esrar-ı vilâdı rahmet-i bârân-ı aşk
Oldu ol nûrun şuâatı melâik bîhisab
Oldular fermanber-i tesbih ü medhihân-ı aşk
Doğdu ol nurdan nice eflâk ü eşbah ü nücum
Eyledi pürzevk ü pürşevk âlem-i ekvanı aşk
Cem’ olup ruh u melâik kıldılar aşka sücûd
Tard edüp ol aşktan vehmeyleyen şeytanı aşk
Kendi kendine hicap olunca gördü nûru nâr
Ol sebepten kıldı zâhir cennet ü nîranı aşk
Nûrdan vehmeyleyen nâra düşüp çekti azab
Nûrunu fehmeyleyenler oldular cânân-ı aşk
Suret-i zîbâsını izhar için aşk âleme
İntihâb etti Cenab-ı ekmel-ül insan-ı aşk
Döndürür dâim Muîd ismi Muhammed aynını
Perde-i aşkı açanlar oldular kurbân-ı aşk
Âşık u ma’şuk u mahbub u habib bir nûr iken
Kesret-i esmâ sıfatta kaldılar nâdân-ı aşk
Kenz-i aşkın masdarı Ahmed Muhammed Mustafa
Cem’ü tafsilinde anın “nezzelel furkan”-ı aşk 3
Aşk ile olsun salât ile selâm ol nura kim
Nûr-i vechini görenler oldular sûzân-ı aşk
Hem Raûf u hem Rahîm u sahibü’l hulk-ı azîm 4
Şems-i hüsnünde ayandır hüsn-i bîpâyân-ı aşk
Hâk-i pâyinde Kemâlî can veren aşıkların
Hâk-i pâyinde kurulmuş çeşme-i hayvan-ı aşk
Aman Ya Fahr-i Alem sen ki mihrâb-ı nübüvvetsin
Vücûdunla vücûhunla serir-ârâ-yı vahdetsin
Şefia’l müznibînsin nûr-i rahmet mahz-ı şefkatsin
Meâl-i sırr-ı levlâk, mahrem-i esrâr-ı vuslatsın
Sen ey mahbûb-i akdes ism-i vasfınla Muhammedsin
Meded Ya bâis-i hilkat eyâ rûy-i kelâmullah
Nebîler serveri hem hâtem-i bünyâd-ı beytullah
Sana ümmet olan kuldan geçer mi Hazret-i Allah
Meâl-i sırr-ı levlâk, mahzen-i mirâc-ı vuslâtsın
Sen ey mahbûb-i akdes, ism-i vasfınla Muhammedsin
[NEV-NİYÂZ ve DEDESİ]
Evvelki mektubunuzdan payımızı aldık, edebimizle hal hatır sual edelim? Kemâl-i afiyet üzresiniz inşallah?
“Ni’met-hâr-ı rahmânım, fermân-ber-i şeytânım” derler ya her dem hatadır kârımız; Hakkın ekmeğini yer, şeytana itaat ederiz.
Aman efendim öyle demeyiniz… Saçtığınız nutku şeriflerle bir anda dört bir yanı mis gibi bir koku sardı… Lakin, cahiliyye devrimizde dinlediğimiz, bilmeden tempo tutup zıpladığımız, dış kaynaklı müzik parçaları misali pek bir zevklendik… Gel gör ki manadan bîhaberiz.
Madem siz biraz gayret edip merakla lugate bakmayacaksınız, o halde güzelim efsunu bozmak pahasına manayı parçalayalım:
Amen ey kâinatın övünme sebebi olan, sen ki peygamberlikte yüceliğinden güzelliğinden, üstün niteliklerinden dolayı kendisine yönelinen makamdasın. Hem bedenin hem yüzünle her yönden vahdet sarayının tahtının süsleyen hükümdarsın. Günahkarların şefaatçisi, merhamet nuru, sırf koruma ve esirgeme makamısın. Hakkın “Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım” sırrının mânâsı, Miracın ile kavuştuğun sırların gizlendiği makamsın. Sen ey pek temiz, mukaddes sevgili, seni tarif eden isminle müsemmâsın (Muhammed:övülmeye değer, en güzel huylara sahip) Bizlere yardım eyleye ey varlığın yaradılış sebebi ve ey Kurân-ı Kerim’in insana bakan yüzü (O’nun ahlakı Kur’andır hadisi şerifine telmih). Peygamberler güneşi hem Kâbe-i Muazzama binasının son inşa eden, en müstesna parçasını yerleştirensin. Sana ümmet olan bir kuldan vazgeçip Cehennemine atar mı Allah ki sen Hakkın “Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım” sırrının mânâsı, Miracın ile kavuştuğun sırların gizlendiği makamsın.
Ya nice bir yanmışlar Sultân-ı Aşk’dan…. acep nasıl bizim de bir nâsibimiz olur?
Vaktiyle bir mürid, erenlerimin dergahına varıp ondan marifet ilmini öğrenmek istemiş. O sırada deniz kenarında bulunuyorlarmış. Arif, ilme talip olana demiş ki: “Şu kevgiri al, denizden doldur.” Mürid çok denemiş, fakat başaramamış. Kevgiri denize daldırdığında içi su doluyor, fakat çıkarır çıkarmaz boşalıyormuş. Erenlerim nihayetinde dayanamamış: “Dur da göstereyim,” demiş. Kevgiri elinden kaptığı gibi, denize fırlatmış. Kevgir dibe batmış. Efendisi müride dönmüş: “İşte, kevgiri suyla doldurmanın yolu ancak budur.”
Bir kevgir olan varlık vehmini, nefs kalıbını kırmadıkça Hakikat sarayına ermek ne mümkün… Alıp beni benden, kayd-ı bedenden, aslımı bildir, vaslına erdir ya huu
Tahtgâh etdi vücûdum milkini sultân-ı aşk Dil sarâyında kurulmuş bir aceb divân-ı aşk Ey Gafûrî ermek istersen eğer cânânına Terk-i cân eyle tecellî eylesin sultân-ı aşk
Dua buyursanız sultanım…
NİYÂZIMIZDIR:
صلى الله على سيدنا محمد واَله وصحبه وسلم
الَهي بجاه نبيك سيدنا محمد (صلى الله عليه وسلم) عندك ومكانته لديك, ومحبتك له, ومحبته لك, و بالبر الذي بينك وبينه أسألك أن تصلي وتسلم عليه وعلى اَله وصحبه, ضاعف اللهم محبتي فيه, وعرفني بحقه ورطبه و وفقني لاتباعه, والقيام بأدبه وسنته, واجمعني عليه و متعني برؤيته, وأسعدني بمكالمته, وارفع عني العوائق والعلائق والوسائط والحجاب, واجعلتني اتمتع معه بسماع لذيذ الخطب, وهيئني للتلقي منه, وأهلني لخدمته واجعل صلاتي عليه نورا نيرا, كاملا مكملا, طاهرا مطهرا, ناهيا عن كل ذي ظلم وشرك, وكفر و زور و وزر واجعلها سببا للتمحيص, وارزقني لأناب بها على مكارم الاخلاص والتخصيص حتى لا يبقى في نفسي ربانية لغيرك, وحتى أصلح لحضرتها وأكون من أهل خصوصيتك متمسكا بأدبه وسنته (صلى الله عليه وسلم) مستمدا من حضرته العالية في كل وقت وحين. يا الله يا نور يا حق يا مبين وصلى الله على سيدنا محمد واَله وصحبه وسلم
Efendimiz Muhammed’e(sav), ailesine, ashâbına Allah salât ve selâm eylesin. Allah’ım! Efendimiz Muhammed (sav)’in senin yanındaki kıymeti, yeri, O’na sevgin, O’nun sana sevgisi ve seninle O’nun arasındaki gönül hürmetine senden O’na, ailesine, ashâbına salât ve selâm eylemeni istiyorum. Allah’ım benim O’na olan sevgimi artır. O’nun hakikatini ve derecelerini bana öğret. O’na uyma, O’nun edebini ve sünnetini uygulama yolunda beni muvaffak kıl. Beni O’nunla bir arada buluştur. Bana O’nu görmeyi nasip eyle. O’nunla konuşmak nimetiyle beni mesud eyle. Aradaki engelleri, bağları, aracıları ve örtüleri kaldır. O’nunla beraber kulağıma senin hitabının lezzetini tattır. Bana O’nunla buluşmayı nasip eyle. Beni O’nun hizmetine layık et. Benini duamı, O’nun üzerine parlak, tam, mükemmel temiz ve pak mahzâ nûr eyle. Zulmeden, şirk koşan, küfreden, iftirada bulunan ve günah işleyen herkesi engelle. Duamı günahlardan temizlenmeye vesile kıl. Onunla ihlâs ve tahsis makâmlarının en üstününe ulaşmamı nasip eyle ki bende senden başkasına bir rablık (düşüncesi) kalmasın ve onunla ıslah olayım. Peygamber (sav)in edebi ve sünnetine bağlı kalarak, O’nun yüce varlığından her an ve her zaman yardım alıp senin hususiyetinin ehlinden olayım. Ey Allah’ım! Ey Nûr! Ey Hakk! Ey Mubîn!
_______________________________________________________________ 1 “mâkâne mâyekûn”un kânesi : Olmuş ve olacakların özü olan “Nur-u Muhammedi” En-Nûr: Esma-yı Hüsnâ’dan biri olup Allah’ın ez-Zâhir ismi ile tecellisi, kâinattaki suretlerde kendini göstermesidir. Nur-u Muhammedî, âlemin yaratılışının kaynağıdır. Çünkü O, Allah’ın hiç bir şey yaratmadan önce yaratmış olduğu ve herşeyi kendisinden yarattığı “Nur”’dur. Nur-u Muhammedî, bu yaratılıştan evvel idi. Kâinat ise O’na hazırlıktan ibarettir. Evet, ağacın dikilmesi, dalı, budağı, yaprağı, çiçeği meyveden önce gelir fakat o dal budaktan maksat meyvedir. İşte Resulullah’tan evvel zuhura gelmiş şu mevcudattan da murat Nur-u Muhammedî’dir. Hasılı herşeyin meyvesi kendi tohumudur.
2 Akl-ı kül: Allah’ın her şeyi bilip, her şeyi kuşatan tedbir ve tasarrufu; Hakikât-ı Muhammedî. Cüz-i aklı, Küll-i Akla peygamberler ve veliler bağlar. İnsan-ı kamil’in aklı da Akl-ı küll’in gölgesidir. Burada tasavvuftaki devir, devran ya da devriye kavramına atıf vardır. Kainat, Allah’tan gelmiş ve Allah’a dönecektir. Bu sürekli hareket, bir daire ile temsil edilir. Bu daire bir inen yay (kavs-i nüzul), bir de çıkan yaydan (kavs-i uruc) oluşmaktadır. Vücûd-i Mutlak’tan ayrılan bu ilâhî nûr’un mertebeleri sırasıyle Akl-i Küll (Te’ayyün-i Evvel, Hakikat-i Muhammedîye), Ukül-i Tis’a, Eflâk-i Tis’a, Anâsır-i Erba’a, insan’dır. İniş kısmında Muhammedi veya İlahî nur’dan; önce Akl-ı Evvel (ilk akıl), sonra da sırasıyla Nefs-i Kül (evrensel nefs), Tabiat, Heyula (ilk madde), Cism-i Kül (evrensel beden), Suret (şekil) ve Arş yaratılmıştır. İniş yayı devam eder : Kürsi, Dokuz Felek (gök) ve Dört Unsur (ateş, hava, su, toprak). Burada iniş kavsi sona erer ve çıkış kavsi başlar. Topraktan Maden’e, sonra sırasıyla Bitki, Hayvan, Cin, Melek, insan ve sonunda Hak’ka vasıl olan İnsan-ı Kâmil’e varılır. İnsân-ı Kâmil mertebesine erişebilmişse tekrar aslına rucû eder. İnsân-ı Kâmil mertebesine yükselebilmek ancak seyr-i süluk ile elde edilebilir. Sulûk sâyesinde Tevhid ve Fenâ, Tevhîd-i Efâl, Tevhid-i Sıfât, Tevhîd-i Zât ve en sonunda Bekâ makamlarını geçerek halk ve Hak mertebelerini câmi olanlar bu dâireleri tamamlayabilmişler demektir.
3 تَبَارَكَ الَّذِي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلَىٰ عَبْدِهِ لِيَكُونَ لِلْعَالَمِينَ نَذِيرًا [Furkan:1] “Ne yüceler yücesidir…” Yani hayrı çoktur “Furkan’ı indiren…” “O” Allah’ın. Ve hayrı artmıştır. Çünkü Furkan’ın indirilmesi furkanî aklın, kendisine mahsus, bütün âlemler içinde kâmil ve başka hiç kimsede benzeri bulunmayan istidadıyla tek kıldığı kuluna izhar etmesi mânâsınadır. Dolayısıyla onun furkanî aklı, külli akıl olarak isimlendirilen kuşatıcı akıldır. Bu da ancak yüce Allah’ın bütün sıfatlarıyla Muhammedî mazharda zuhur etmesi ve onun da farklı istidatlarıyla birlikte bütün mahlukata yansıtması ile gerçekleşir. İşte bu zuhur, hayrın çoğalması ve artmasıdır ki, ondan daha büyük çoğalış, daha fazla artış yoktur. “Âlemlere uyarıcı olsun diye” buyurmasıda bu yüzdendir. Yani O’nu bütün âlemlere genel bir uyarıcı olarak göndermiştir. Çünkü Onun dışındaki cümle enbiyanın risaletleri, insanlar içinde istidatları uygun olan kimselere özgüydü. O’nun risaleti ise; herkesi kuşatan umumî, cihânşümul bir risalettir. Hatemül enbiya, nübüvvetinin sonuncu nübüvvet olmasının manası da burda mahfuzdur. O’nun ümmetinin en hayırlı ümmet olması da bundan ileri gelir…
4 لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ [Tevbe:128] Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir. وَإِنَّكَ لَعَلَىٰ خُلُقٍ عَظِيمٍ [Kalem:4] Ve şüphesiz ki sen, (insanlığa örnek olacak) pek büyük bir ahlak üzerindesin. Hz. Peygamber (a.s.)’ın ahlâkından bahsetmesi istendiğinde Hz. Aişe (r.a) mümkün olan en ideal cevabı şöyle vermişti: “Onun ahlâkı Kur’ân’dan ibaret idi.” Maksadı şu idi: “Kur’ân hangi âdabı öğretiyorsa onları uygulardı.”
Gel beri ey aşk odına yanıcı
Kendini ma’şuka aşık sanıcı
Dinle mi’racını ol şâhın ayân
Aşık isen aşk odına durma yan
Hz. Nâzım-ı muhterem kıssa-i mi’raciyyeyi beyana ne güzel bir mukaddime ile girişiyor da okuyana, dinleyene hitaben ve onları “ehl-i aşk”a kıyâsen “Gel berü ey aşk odına yanıcı” buyuruyor. Çünkü
Bir dilde ki envâr-ı muhabbet eseri var, Âşıkdır o kim arş-ı Hudâ üzre yeri var
Şu manzume dahi okuyanı taltif ve ikaza delâlet edecek esrârı câmidir. Ya’nî ey kâri’în ve sâmi’in; manzûme-i mergûbeyi okuyup dinlemekliğiniz elbette bir maksada müsteniddir. O maksadı hâmil olmaklığımız ise, her birinizin kalbinde envâr-ı muhabbet-i Muhammediyye’den eser olduğuna delîldir. Manzûmenin hidâyetinden buraya kadar, ya’nî mi’râciyyeye kadar okuyup dinleyip zevk aldınız. O hâlde şevk ve muhabbetiniz sizi “aşk mertebesine” îsâl eylemiştir. Bu mertebe de Hazret-i Azizimize kulak verin:
Hz. Hüdâyî’nin Bir Mektûbu
Bu leyle-i mes’ûde hakkında pîr-i ma’âlî semîr-i tarîk-ı Celvetî Azîz Mahmûd Hüdâyî (k.s.) efendimizin Sultân Ahmed Hân-ı evvel Hazretlerine yazmış oldukları mektûbda fezâ’ilinden ve esrarından bahs olunduğu cihetle bi-‘aynihi nakliyle tezyîn-i sahîfe eylerim: “Receb-i şerifin 27. gecesi mi’râc-ı Muhammedî ile’l-makâmi’l Mahmûdi’l ahadîdir. Ta’zîm ve tefhim lâzımdır. Harâmeyn ehli kemâl mertebede ri’âyet ederler.
Ahâlî-i Harâmeynin Bu Leyle-i Mukaddeseye Ri’âyeti
Harâmeyn-i muhteremeyn ahâlî-i kirâmı bu leyle-i mes’udeye pek ziyâde hürmet ederler. Bu leyle-i mes’udeyi harem-i şerîf-i nebeviyyede imrâr etmek ve nâ’il-i mesûbât-ı bî-şümâr olmak emniyye-i şefâ’at-hâhânesiyle Mekke-i Mükerreme’den her sene Şehr-i Receb’de bir a’zam kâfile teşkil olunur. Ve şehr-i Receb’in 23’ünde Medîne-i Münevvere’ye vâsıl olmak üzere yola çıkarlar ki bu kâfileye “Recebeyn” kafilesi derler. Bu kâfilenin sûret-i visâl ve ziyâretini beyânen Hz. Şeyh Sünbül Sinân-ı Halveti hangâhında zâkirbaşı iken irtihâl-ı dâr-ı bekâ eyleyen mazanne-i kirâmdan Şikârî-zâde el-Hâc Ahmed Efendi Tayyibetü’l-Ezkâr’ında buyurur:
Ma’lûm ola ki Receb-i Şerifin on ikinci gecesi ehl-i Medine Hz. Seyyidinâ Hamza (r.a.)’nın (‘amm-i Resûldür) Medîne-i Münevvere’ye bir buçuk sâ’at mesâfede Cebel-i Uhud kurbunda müstakil bir türbe-i şerifleri civârında çadırlar kurarlar, şenlikler ederler. Hz. Hamza’yı ziyâret ederler. Receb’in 23’ünde Mekke-i Mükerreme’den Recebeyn kâfilesi de gelir. Ve etrâftan gürûh gürûh urbân cem olur. Medîne-i Münevvere’de üç gün üç gece bir cem’iyyet olur ki Hac vaktindeki kalabalıkdan ziyâdedir.
Medîne-i Münevvere inil inil inler. Hecinler ile evlat ve ıyâli beraberinde Yemen’den, Tâ’if’ten, şarktan, Yenbü’dan daha nice kabâ’il gelir. Her birinin gözlerinden yağmur gibi yaş akarak ve kasâ’id okuyarak ve “es-Salâtu ve’s-selâmu ‘aleyke yâ şefi’a’l- muznibîn yâ Resûlallâh el-emân. (Salât ve selâm üzerine olsun ey günahkârların şefaatçisi, ey Allah’ın Resûlü emân ver.)” diye feryâd ve figân ederek Harem-i Şerife dâhil olup yüzlerini sürerek huzûra varır. Ve atebe-i sa’âdete sarılıp bir mertebe bükâ ederler ki insân mütehammil değildir. Bir adamın kalbi taş gibi olsa yağ gibi erir. Bu üslûb üzere üç gün üç gece Harem-i Şerifin içinde halka halka huzûra karşı otururlar, içlerinden birisi elhân-ı ‘Arabî ile medh-i Resûle başlayıp bir miktâr okuyarak yine başlarlar. Cümlesi bir ağızdan bükâ ederek “Merhaben bike yâ Muhammed! Merhaba, merhabâ fi merhabâ, yâ hilâl hel min vâdi’l-kubbâ yâ men ezhara’d-dîne ve nebâ” diye niyâz ve tazarru’ ve istirhâma başlarlar. Harem-i Şerifin içinde hâzır olanların vücûdları bilâ-ihtiyâr lerze-nâk olup her bir mûyu ok gibi libâsından dışarı çıkacak gibi olur. Gözlerinden akan yaş ta’bîr olunamaz ve kimse tâkat getiremez. Herkes mehbüt olur. Üç gün üç gece bu hâl üzere geçer. Dördüncü gün akşamı ki mi’râc gecesidir. Ba’dehu salâtü’l-‘asr (bâbu’r-rahme) o günde huzûra karşı bir kürsî konulup, mu’cize-i Nebeviyye ve mi’râc-ı Muhammedîyi mübeyyin manzûmeler kırâ’at olunur. Cümle eşrâf-ı belde hâzır olurlar. Harem-i Şerifin içi dışı ve meydân bir dolar ki iğne atsan yere düşmez. Güneş gurûb edinceye dek salât ve selâm ile ve bu sûretle vakit geçirilir.
Bir mehâbetli meclis olur ki vasfa gelmez. O gece tâbe- sabah ‘ibâdet ile imrâr-ı vakt edilir. Şafak vakti salât-ı fecri edâ ederler. Hecîn ile gelenler yine hecinlerine süvâr olup “el-vedâ ya Muhammed el-vedâ'” diyerek tazarru’ ve niyâz ederek kasideler okuyarak giderler. Kâfile kâfile herkes dağılır. Memleketlerine azîmet ederler. Ertesi gün Medîne-i Münevvere tenhalaşır. Elsine-i Arab’da buna “Hacc-ı Nebî” ta’bir ederler. Cenâb-ı Hak kalbimizde ‘aşk-ı Resûlu’llâhı ânen-fe-ânen müzdâd buyursun. Âmîn.
“O gece ibâdet yüz senelik ibâdet yerinedir.” diye hadîs-i şerif vardır. O gece bir kimse on iki rekat namâz kılsa, her iki rek’atde bir ku’ûd ve teşehhüd edip hamide ve mecîde varıp, selâm vermeksizin kalkarak sübhâneke ve e’ûzu-besmele ve Fâtiha ve sûre kıraat edip, nihâyet on ikinci rek’atde selâm verirse ba’dehû yüz kerre “Subhâne’llâhi ve’l-hamdu li’llâhi velâ ilâhe illa’llâhu va’llâhu ekber velâ havle velâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-‘aliyyi’l-‘azîm.” deyip, yüz defa da estâğfirullâh dedikten sonra salavât-ı şerife getirse ve ertesi gün sâ’im olsa ne hâceti varsa revâ ola. Meğer murâdı ma’siyyet ola revâ olmaya, hadîs-i şerif vardır.
Bu on iki rek’at namâzın mi’râc gecesinde bir selâm edâ olunmasının sırrı şudur ki: Mi’râc, zât-ı Ahadiyyete vuslat makâmıdır. O vuslat on iki dâire ile olur. On iki rek’at olmasına sebeb budur. Cümlesinin bir selâm ile olmasının sebebi cümle merâtibi kat’ edip Hakka vuslat eden kimse cem’ü’l-cem makâmındadır. Cem’u 1-cem’ makâmı vahdet makâmıdır. Cümle kesret bir olmuştur. Onun için bir selâm oldu.
Ve ertesi günü savmın sırrı budur ki: Ol makâm cemi-i mâsivâdan imsâk makâmıdır. Duanın kabûlünün sırrı: Makâm-ı Ahadiyyete kadem basar kimse gavs-ı a’zam-ı Hakk’m harem [ü] hâricinde merhûm ve muhterem olup bir du’âsı red olmasa gerek. Recebin 27. gecesi bu namâzı kılan ve bâ’dehû sâ’im olan kimsenin duâsı makbul olmak lâzım gelir.”
Gel alem-i manâya
Mi’râc edegör mi’râc
‘Azm eyle ev ednâya
Mi’râc edegör mi’râc
Var ol ulu dergâha Er kurb-ı şehenşâha Her demde sen Allah’a Mi’râc edegör mi’râc
Hak cezbesin aşıklar
Bu yolda Burâk eyler
Buldunsa o hâli ger
Mi’râc edegör mi’râc
Bu alem-i ferşi ko Ol ‘âlem-i ‘arşı ko Bas ayağını yâhû Mi’râc edegör mi’râc
Tut da’vet-i Rahmânı
Gir yoluna bul anı
Ko Hakkı ten ü cânı
Mi’râc edegör mi’râc
Cenâb-ı Hak cümlemizin kalbini ‘aşku’llâh ve ‘aşk-ı Resûlu’llâh ile mâlî ve müncelî buyursun. Âmîn