Kurban’ın hakikati

Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde birçok alametler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz? [Zâriyât:20-21]
Madenleri tanımıyorlar. Bitkileri tanımıyorlar. Hayvanları tanımıyorlar. İnsanı tanımıyorlar. Güyâ Allah’ı tanıyorlar…

kurban_1436

Kendi kurbanını kesebilen yiğitlere: Eline bıçağı al; “Şimdi seni makam-ı insana getireceğim” müsaadesiyle tekbirle!

Merhameti gâlip olan bir kimse bir karıncayı değil öldürmek, incitmekden bile çekinirken bütün âlemlere rahmet ve şefkat menba’ı olarak gönderilen Nebiyy-i zîşân Efendimiz nasıl oluyor da bunca hayvanların kesilmesine ve kurban edilmesine cevaz vermiştir? Acaba ne hikmete mebni’ bunu ümmetine emr ü ferman buyurmuştu?

Biz yazımızın her bir harfinin ve bütün mahlukatın nefeslerinin sayısınca: ebediyetlere kadar o Resul-i zibâ aleyhi ekmelüttehayâ Efendimiz hazretlerine salât u selâm ederek, pek mühim olan bu esrarı, vâris-i ekmel-i Muhammedî olan Hz. insan-ı kâmil’in emirleriyle teşrihe çalışacağız.

Allah’ın yardımı ve tesir buyurması ile… (Ve minallahi tevfîk ve te’sir)

Hakîkât sahiplerinin beyanına göre mezâhir-i kevniye’den her bir mazhar, yâni; “Kün” emrî ile yaratılan bütün âlemlerdeki canlı ve (bizim hislerimize göre) cansız sayılan ne kadar mevcûdât varsa, bunların her biri ilâhî isimlerden bir ismin mazhârı olup, Hak taâlâ hazretleri onlara mazharı bulundukları isimle tecelli eyledi. Yalnız, Bâtında olan “Sûret-i Cem’iye-yi Esmâiye-yi İlâhiye-i Ehadiyye”nin mazhârı Âdem’dir. Allah bütün Esmâi İlâhiye Cem’iyetiyle Hz. Âdem’de tecelli eyledi. Ve hayâl-i insan-ı kâmil’i zâtına âyine kıldı.

Âdem, âlemde zuhura gelen sûretlerin âhiri ve hâtemi’dir. Bütün mevcûdâtın hulâsası olup, ayn-ı Hak’dır.

Bunu biraz daha açık bir lisânla ifâde etmek istersek: Bütün mahlukat, kendi âlemlerinde; Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden bir ismin müsebbihi olup, Hakkı o isim ile tesbih û zikrederler ve o isimle diridirler, hayatlarının devamı o ismin tecellisi ile kâimdir. İnsana gelince: O mazhar-ı küll’dür. Bütün esmâ-i ilâhiye’nin zâkiri olduğu gibi, “ümmühat-ûl esmâ” olan Allah ism-i şerifi’nin de zuhûr ettiği, göründüğü mahaldir.

Yâni Allahû teâlâ hazretleri; ef’aliyle, sıfâtiyle ve zâtiyle insanda zahir ve âşikâr oldu. Fakat bunu bilen ve böyle olana “İnsân-ı Kâmil”, bunu bilmeyenlere de “İnsân-ı gafil” denildi ki Kur’an Kerim’de, Cenâb-ı Hak bu gafiller için: “Onlar, hayvandan daha aşağıdırlar” buyurdu.

Bunu böylece bildikten sonra, yenilmesine ve kurban edilmesine cevaz verilen hayvanları ele alalım.

kurban_1

Yukarıda da açıkladığımız üzere, her mahlûk kendi âlemlerinde Allah’ın isimlerinden bir ismi zikretmekde idiler. Bunlardan bir kısmı Allah’ın “Hayy ve Kayyum” ism-i şerifini zikretmekte beraber, bütün ilâhi isimleri de zikretmek ve o isimlerin mazharı olmak için aşkla yanmakta ve yakılmakta idiler. Bu aşkla Cenâb-ı Hakk’a müracaat ederek:
“Yâ Rabbi! biz, gerçi kendi âlemimizde senin Hayy ve Kayyûm ism-i şerifini zikretmekteyiz, fakat bununla beraber diğer bütün isimlerini de zikretmek için çırpınmaktayız. Bize rahm et ve bütün isimlerini zikretmek için ne lâzımsa onu bildir de yapalım” dediler.

Bu niyâz üzerine Cenâb-ı Hak onlara:
“Ey devâsı İnsân-ı Kâmil’e kavuşmakla elde edilen derde müptelâ olan mahlûkum! Siz İnsân-ı Kâmil’in huzuruna çıkmadıkça, ona kavuşmadıkça bu derdden kurtulamazsınız. O insan benim Zâtımın mazharıdır, derdinizin devâsı da O dur. Fakat ona kavuşmak çok zordur ona giden yollar kanlar, ateşler, dikenler velhasıl binbir belâ ile doludur.

Evvelâ canınızdan ve teninizden vazgeçeceksiniz. Yâni canı ve teni onun yolunda KURBAN edeceksiniz. Bununla da iş bitiyor sanmayın. O uğurda başınız kesilecek deriniz yüzülecek, kemikleriniz parça parça edilecek, etleriniz kıyılacak, âteşlere girecek, kaynar sularda haşlanacak, fırınlarda kızgın yağlarla kavrulacaksınız ve nihayet nefis bir yemek şekline bürünerek, Hz. İnsan’a kavuşmak üzre onun önüne geleceksiniz. Ey bana niyâzda bulunan mahlûkum! Bütün bu saydığım çilelere ve terbiye usûllerine katlanarak İnsan’a kavuşmaya râzı mısınız?” diye suâl eyledi.

Onlar da: “Evet Ya Rabbi, bütün bu saydıklarını kabule hazırız. Canımız da kanımız da O Ruh-i aziz uğrunda feda olsun” dediler. Ve böylece kurban olmaya hazırlandılar.

kurban_2

Ey insan oğlu! Önüne gelen ve binbir meşakkata katlanarak sana kavuşmaya çalışan bu bir lokma nimeti gafletle yeme. O lokma ki sana kavuşmak için feleklerden feleklere, eleklerden eleklere geçerek devredip nihayet arza düştü, ot oldu. Senelerce muhtelif nebatlarda dolaştı ve sonunda tasfiyeye uğrayarak hayvana geçdi. Ve binlerce sene hayvanlar âleminde devretti, dolaştı, nice mihnetlere, eziyetlere uğradı, nihayet insanların yemesini cevaz verilen bir hayvanda karargahını kurdu. Fakat bir gün geldi ki tam insana kavuşacağı sırada bu karargah kurduğu hayvanı, eti insanlar tarafından yenilmeyen vahşi bir hayvan avladı ve yedi. Ne yazıkki tam gayesine erişeceği anda tekrar hayvanlar âlemine düştü ve binlerce sene sürecek bir yolculuktan sonra mukadderatında nebatlar âlemine düşme yoksa, tekrar insan önüne çıkmaya hazır bir hayvana meselâ: Tavuk veya eti yenen kanatlı bir hayvana geldi ve boynunu teslimiyet-i dervişane ile bıçağın altına uzatmak suretiyle başını feda etti. Ve yukarıda saydığımız; kesilme, biçilme, haşlanma ve fırınlanma gibi safahat geçirerek, senin sofrana bir ni’met-i nefise olarak geldi.

Her lokmadan ya nur ya nâr, ya itaat ve ibadet ya isyan ve gaflet hasıl olur. Sana lâzım olan; bu nimetin geçirmiş olduğu mâcerayı tefekkür ve teemmül etmek suretiyle o lokmayı ağzına koymaktır.

Çünkü o lokma senin vücûduna girdikten sonra, sende kan, et, ilik, kemik ve nihayet sende sen olacak ve seninle Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerini zikr ile kemâle erecek ve senin Cennet-i kalbinden rü’yet-i Cemâl’e mazhar olacaktır.

İşte önüne konan ni’meti böyle tefekkür etmek suretiyle yemen senin hem şükrün ve hem de hamd’in olduğu gibi, aynı zamanda sebeb-i necâtın olacakdır.

Bir de bunun aksini düşünelim: Önüne gelen nimetin geçirmiş olduğu bu safahatden haberi olmayan bir gafil, bu ni’meti yiyor. Ve bu gıdadan hasıl olan kuvvetle her türlü fuhş u rezâleti yapıyor. Her türlü fenalığı işliyor. Yediği o hayvanın, kendi âleminde zikretmiş olduu İsm-i İlâhi’yi dahi ona unutdurduğu gibi, onu da kendisinin bulunduğu esfel âlemine ve gaflet uçurumuna düşürüyor.

Hak teâlâ hazretleri, bu sınıfa dahil olanları Resûl-i Ekrem efendimize Kur’an-ı mecidinde şu âyet-i Celile ile bildiriyor:

لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ… [A’râf:179]

Mânâsı:”Ey Habibim! Biz onlara kalp verdik, fakat onunla hakikati anlayıp bilmeye çalışmıyorlar, göz verdik onunla hakikati görmüyorlar, kulak verdik; o kulakla hakikatı işitmek istemiyorlar. Öyle ise onlar, yâni insan sûretinde gördüklerin insan değil hayvandırlar. Yok yok belki ve muhakkak hayvandan daha aşağı derecededirler. Çünkü onlar gafildirler.” buyuruyor.

Allahu teâlâ hazretleri gafil-i ni’met olan bu sınıf insanları Hitab-ı Celiline muhâtap görmediği için, Kıyamet gününde hesaba çekildiklerinde, onlara hitâb etmeyip Onları, ni’metlerden soracağını şu âyet-i Celile ile haber veriyor:
ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ [Tekâsür:8]

Mânâsı: Sonra o hesap gününde, size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz!

Yâni: O günde sizinle konuşmayacağım. Sizi hitâb-ı izzetime layîk görmediğim için size hitab etmeyeceğim. Ve sizi; yediğiniz ni’metlerden soracağım, bakalım onlar sizin hakkınızda ne diyecekler? Nasıl şehâdetde bulunacaklar?

Gafilin yediği ni’met Cenâb-ı Hakk’a diyecekki: “Yâ Rabbi! O cism-i le’ime ve rûh-i habise ebediyetlere kadar lânet olsun. Çünkü, ben kendi âlemimde senin ism-i şerifini tesbih ile meşgulken, bu hain ve sefil vücûda seni göreceğimi ve ism-i zâtını zikredeceğimi zannederek koştum. Bir çok tavırlardan geçdim, her türlü eziyete katlandım ve nihayet ona geldim, ona kavuşdum. Onda kan, onda et, onda kuvvet oldum. Benden hasıl olan kuvvetle türlü türlü rezâletler ve alçaklıklar yaptı. Bana kendi âlemimi ve tesbihatımı unutturup, tabi’at âteşinde, beşeriyyet kaydında esir etdi. Yâ Rabbi! Ona ebediyetlere kadar lânet et diye” davacı olacak.

Ârif-i billahın yediği yemek ise: “Yâ Rabbi ! O cism-i lâtife ve Rûh-i kerim ve şerife ebediyetlere kadar selât u selâm olsun. Ben kendi âlemimde, senin yalnız bir ism-i şerifini zikr û tesbih ederken, Hazret-i İnsan olan bu vücûd-ı mübareke geldim, onunla vuslat etdim. Ve orada bütün esmâ-i ilâhiyeni temaşa ettim. Yâ Rabbi! Sen de O mübarek insana selât û selâm eyle” diye niyazda bulunacak.

Bu ibadetin hakîkati kurban edilen hayvanın tekamülünü insan eliyle kolaylaştırmaktır. El ele el hakka demişlerdir. Bir varlığı alıp makamından bir üst makama atlatmak az bir şey değildir. Aslında görünen sadece bir kurbandır münferiden o hayvanın tekamülü aslında bütün varlığın taşlarının yerinden oynaması demektir. Tekbirlerle, kurbanlık hayvanlar, teslim-i can ederek, hayvaniyet mertebesinden insanlık mertebesine yükselip lisân-ı hâl ile “Ey insanlar, sizler de insan-ı kâmil mertebesine yükselmek için ne duruyorsunuz!” derler, kulak ver iyi düşün, anlamaya çalış!


Kurbanlar tığlanıp gülbang çekildi; gaflet uykusundan uyana geldim…
Allahüm-mahşurnâ fî zûmretil-ârifine ve bi hürmet-i seyyidel-mürseliyn

Uykudan önce

Düşünen kimselere,
Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Doğrusu bunda düşünen kimseler için nice ibretler vardır. [Zümer, 42]

Usandım boş yere hep gitmelerden, gelmelerden;
Bırakın uyuyayım, yandım kelimelerden
Uyumak istiyorum; başım bir cenk meydanı;
Harfsiz ve kelimesiz düşünmek Yaradanı.

Allah’ım uykuda dahi beni bana bırakma! Ahvalim meçhuldür, bana da nasib eyle; tadından dem olmuşlara ikramından bir bâde

Uyur idik uyardılar eyvallah hu
Diriye saydılar bizi, eyvallah hu
Canı Hakka teslim ettik eyvallah hu
Ölüye saydılar bizi eyvallah hu
[243. Mestmp3]

[NEV-NİYÂZ ve DEDESİ]

– Cahiliyye devirlerimizde beğenerek dinlediğimiz bir ezgi vardı, bilmem neden bütün bir hafta boyunca dilimizdeydi:
Yürek usulca pas tutar, gelip geçerken günler,
Sevgi uçup gider, güneş ısıtmaz, yürek usulca pas tutar
Terlemez avuçların, düşsüz uykular başlar
Şaşmayı unutursunuz, yürek usulca pas tutar
Fark etmez olmuş olacak, fark etmez akla kara
Fark etmez doğru yanlış, yürek usulca pas tutar

– Bilmemki nerelere takıldınız, uykularınızdan ne haber vardır?
– Fark etmez olmuş olacak, fark etmez akla kara, fark etmez doğru yanlış, yürek usulca pas tutunca… Uykumuzu ve dahi rüyalarımızı kaybettik erenlerim!

İki yıldız arası göğe asılı hamak…
Uyku, uyku… Zamansız ve mekânsız, uyumak.

– Uykuya başlamadan evvel niyet ediyor musun peki?
– Aman dedem, uykunun da niyeti mi olurmuş?

– Canlar, aşk yolculuğunda, seyri sülukunda dâim sefer halindedir… Zira uyku ölümün kardeşidir. Uykudan sonra uyanmak haşr(dirilme) gibidir. Uyku sırasında yarı yarıya alınan ruhun tamamen de alınabilir. Onun için uyurken tedbirli olmak gerekir, çün yolcu, yolda temkin üzere gerektir. Abdestli, tevbeli ve uyandıktan sonra günah işlememeye niyetli olmak gerekir.

– Hz Ali (kv) Efendimiz de: “İnsanlar uykudadır, rüyadadır, öldüklerinde uyanırlar” buyuruyor. Bize biraz uykunun hakikatinden bahsetseniz.
– Önce insanı tanımak gerek. Kalp, eşya âleminin asıllarını gösteren bir aynaya benzer. Hak Teâlâ’nın yaratacağı her şey, yine kendi yaratığı olan Levh-i Mahfuz’da saklıdır. Olmuş ve olacak her şey orada mevcuttur, orada yazılmıştır. Fakat bizim bu gözlerle onu görmenin imkânı yoktur. Levh’in kendisi de bir aynaya benzer. Bütün sûret ve şekiller ona işlenmiş, nakşedilmiştir. Eğer bir aynanın karşısına diğer bir ayna getirecek olursanız, o aynadaki sûretlerin diğer aynaya da aksettiğini görürsünüz. Fakat araya bir perde gerseniz, o vakit ayna görüntü alamaz. İşte kalp de, karşısındaki aynada olanları kabul eden bir ayna, levh de bütün eşyanın kendisinde bulunduğu bir aynadır.

– Perdeler?
– Kalbin şehevi duygular ile uğraşması, onun melekût âleminde bulunan Levh-i Mahfuz’daki şeyleri görmesine engel olur. Eğer bir rüzgar esip de o basiret gözünün önündeki perdeyi kaldırırsa, melekût âleminin sırlarından bazı şeyler, kalpte parlar. Bu bazen devam ederse de, bazen bir şimşek gibi gelip geçici olur. Yine uyanık olduğu müddetçe dünya ile meşgul olduğundan melekût âleminden gafil durumdadır.

– Çünkü dünya, melekût âleminin önünde bir perde teşkil ederler…
– Canlar uykuda iken, melekût âleminden bazı şeyler görebilir. Çünkü uyku, tüm duyuların durması ve kalp ile ilişkilerini kesmesi demektir. Uyku ile hayalden temizlendiği vakit, Levh ile kendi arasındaki perde kalkar. İki ayna arasındaki perde kalktığında, diğer aynada olan şeylerin bazısı öteki aynaya nasıl aksediyorsa, kalp ile Levh arasındaki perde ortadan kalktığıda Levh’ten bazı şeyler de kalbe aks eder. Uyumakla duyuların işlemediğini söylemiştik. Fakat uyku, her ne kadar duyulara engel oluyorsa da, hayal kuvvetinin hareket geçmesine engel olamaz. Hayal kuvveti, Levh-i Mahfuz’dan kalbe aks edenleri hemen alır ve onu bir misal ile hikâye eder. Bu hayalde, saklı olarak kaldığı için, uyandığı zamanda, ancak hayalinde kalan şeyleri hatırlar. İşte rüya tabiri de Levh’ten gösterilen asıllar ile bunun hayalleri arasında güzel bir bağ kurmak demektir.

Aşka susamış olan âşık uyusa bile pek az uyur. Susuz kişi derin uykuya dalabilir mi? O azıcık uyusa da rüyasında ya su görür, ya ırmak kenarında dolaşır, ya testi görür, yahut da su dağıtan bir saka! [Hz. Pir Mevlana]

– Yani düşsüz uykuların başlaması, rüya göremez olmak pek de makbul bir durum olmasa gerek… Peki ya ölüm, yani asıl uyku?
– Ölümün acayip halleri ise anlatmakla bitmeyecek kadar çoktur. Çünkü rüya, ölümün kardeşidir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “uyku ölümün kardeşidir.” buyurmuştur. Bunun mânâsı, ölümü düşünmek için başkalarının cenâzesinde bulunmaktan daha yakînî bir sûrette, insanın kendi uykusundan ölümün hakîkatini idrâk etmesidir. Uyku; gayb (bilinmeyen, gelecek) âleminin perdesini kaldırmakta (zayıf bir yönden de olsa) ölüme benzediğinden bu sayede gelecekteki olanları insan bilebilmektedir. Peki, ya tamamen perdeyi yırtıp ortadan kaldıran ölüme ne dersiniz? İnsan ölür ölmez, ya türlü azaplarla kuşatılmış olduğunu görür, ya da sonsuz nimetlere garkedildiğini… Ölürken cehennemdeki yerleri münafık ve kâfirlere gösterildiğinde, onlara seslenilir:

“Andolsun ki, sen (dünyada iken) bundan gaflette idin. (habersizdin) İşte aradaki perdeyi kaldırıp açtık. Bugün gözlerin ne kadar keskindir. [Kâf, 22]

– Uykunun niyetini şimdi daha iyi anlıyoruz…
– Peygamber Efendimiz uykunun temiz olması için abdestli olarak uykuya yatılmasını tavsiye etmişlerdir. Bu da, iç temizliğinin bir işaretidir. Zaten asıl olan, iç temizliğidir. Dış temizlik, iç temizliğin kemalindendir. İnsanın içi temizlenip parladığı zaman, ilerde olacak şeyler, kalbin gözü (basiret nuru) ile görülür. Nitekim Efendimize, Mekke’yi fethedip oraya gireceği rüyasında gösterilmemiş miydi?

– Sâhi vahiy niçin uykuda gelmiştir?
– Bu alanda hissin yerleşeceği yer olmasın diye…

– Cânım efendim, ölümün kardeşi olan uykudan önce ve sonra ne yapalım da, uyandığımızda müslümanca yaşamak bize kolaylaştırılsın?
– Günün sonunda “uykunun engin kolları”na giderken yanına yol azığın bulunsun ki perde ötesinden haberlerin sunulsun…

Gece uzundur, uykunla kısaltma onu; gündüz ışıtır; suçlarınla bulandırma, karartma onu. [Hz. Pir Mevlana]

Her kim ki zikr üzere (tesbih, tehlil, tekbir) uykuya giderse, kıyamet gününde bu sözler üzere uyanır, her kim ki gaflet ile uyumuşsa kıyamet gününde gaflet üzere kalkar. [Deylemi, Hadis-i Şerif]

– Efendimin sözlerini iyi anlayasın. Güzel zikirler üzerine uyur kalırsan kıyamet gününde o hal üzere diriltileceksin. Gaflet ile, abdestsiz, televizyon kanalları üzerine boşalmış halde, güneşten sonra uyanırsan yarın Hak divanında gaflet ve pişmanlık üzere kalkarsın!

– Uyku, küçük ölümdür. Her ölenin kefene bürünmesi misali gece de insanları siyah bir örtü altına alır. Mühim olan o örtünün altında kulun Rabbi ile berâber olmasıdır. Kalbimizi uyutmamak için uykunun evvelini ve ahirini dua ve niyazla süslemek gerek. Hz. Peygamber uykudan kalktığı zaman uykulu insan hali görülmezdi yüzünde. Çünkü onun uykusu bedenî bir uykuydu.

– Ne yapmalı?
– Sen yatarken eline bir tesbih al da yat erenlerim

– Tesbih şart mıdır? Zikrederek dalıversek uykuya…
– Olur elbet ama insan üç beş damla kan ve sayısız endişeden ibarettir. Ne yaptığını unutmayasın diye var elindeki tesbih… Andıkça yandığın tesbihler kalbe dolunca kalp, uyku hâlinde bile zikre devâm eder, tevhidin nûru bütün azalara sirâyet edince de bütün mahlûkatın tesbîhini işitirsin elbet..

Biriniz uyuyunca şeytan ensesine üç düğüm atar. Her düğümü yerine sağlamlaştırmak içinde eliyle vurarak, ‘üzerine uzun bir gece olsun, yat’ dileğinde bulunur. İnsan uyanır ve Allah’ı zikrederse, bir düğüm çözülür, abdest alırsa bir düğüm daha çözülür ve bir de namaz kılarsa bütün düğümler çözülür. Böylece kul canlı ve hoş bir halet-i ruhiye ile neşeli bir şekilde, ferah bir gönülle sabahlar. Yoksa mahzun bir kalple, içi kararmış, tembel ve uyuşuk bir halde sabaha çıkar. [Ebu Hureyre’den, Hadis-i Şerif]

– Şeytan işte, acizdir aslında; mertçe çıkmaz insanın karşısına, sinsi planlar kurar hep!
– Çaresi Efendimizin buyurduğu gibidir. Sen de uyanık ol cancağazım.

Allah, geceleyin müslüman kuluna ruhunu iade ederse(uyandırırsa), Allah’ı tesbih etsin. O’nu temcid etsin ve O’ndan mağfiret dilesin. Eğer böyle yaparsa, o kulun geçmiş günahları mağfiret olunur. Şayet o kimse kalkar, abdest alır, namaz kılar ve sonra Onu zikrederse, O’ndan mağfiret diler ve O’na dua ederse, kabul olunur. [Ebu Hureyre, Hadis-i Şerif]

Ey karanlık geceyi uykuda geçiren mümin! Dua zamanı geldi; haydi, kalk! Ey kötülük etmeyi adet edinmiş nefis; ibadet etme, iyilik etme zamanı geldi! Pencereden bak; tövbe kapısını aç! Evi tertibe koy, düzelt! Haydi, durma; bizim nöbetimiz geldi! Suçtan, kötülüklerden neden temizlenemiyorsun? Günahlardan ellerini yıka, yüzüne su vur; abdest al, namaza durma zamanı geldi! Seni mezara koydukları, lahitte yüzünü kıbleye döndürdükleri zaman, hayatta şu karşında duran kıbleyi hatırlarsın ama, namazını kılamadığın, kazaya bıraktığın için içinin yanmasından eline ne geçer? Sen şimdi hayatta iken bu kıbleden bir nur, bir ışık ara, bir ışık elde et de, o nur, o ışık senin kabrini ışıtsın, aydınlatsın! Allah’ın nuru gelince kabir, bir gül bahçesi olur! [Hz. Pir Mevlana]

Yâ Rabbi! Bir taraftan istirâhat iklîmiyle bedeni, diğer taraftan vuslat ve rahmet iklîmiyle rûhu engin ve müstesnâ bir lâhûtî huzûra kavuşturan geceleri kulluk vecdi içinde geçirebilmeyi nasîb eyle! Bir gece hükmünde olan şu dünyâdan bizleri de Sen’in rızâna ermiş bir âşık-ı sâdık olarak âhıret sabâhına ulaştır ve vuslatının lezzeti ile mütelezziz eyle!

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola,
Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim

Âh eyleme

Ey â aşık,
Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et! [Hicr, 99]

Âşığım dersin belâ-yı aşktan âh eyleme
Âh edip âhından ağyarı âgâh eyleme
Dertliyim dersen belayı dertten âh eyleme
Âh edip dertsizleri derdinden âgâh eyleme

Aslında yazmaya hiç mecalimiz kalmadı lakin madem ibadet vecdini hiçbir zaman kaybetmemek şarttır ve az da olsa ibadetlerin devamlı olanı makbuldür, Bismihu ve Teala, kulub-u aşikan münevver ola deyip çıktık yola…

Su uyur, düşman uyur, haste-i hicran uyumaz…
Böyle buyurdu ya Şeyh Gâlip Dede Hazretleri, el-hak öyledir, hasretiyle yanan gecenin nuruyla başladık mektubu uyandırmaya…

Cihan bahçesine gül dermeye geldik, ama ne yazık ki diken topladık. Bize sıhhat, âfiyet ve rahatlık verildi, fakat heyhât ki hepsinin şükründe kusûr eyledik. Bunca acziyetten gayri bir de geçmekte olan şu Mah-ı muharrem deminde Hz. Ali (kv) Efendimiz’in hatırası yaktı kalbimizi. Buyuruyorlar ki:

Senin bana Rab olman, bana övünç olarak yeter yâ Rabbi! Benim Rabbimsin ya, övünç olarak bana yeter yâ Rabbi!.. ve sana kul olmak, bana şeref ve itibar olarak yeter yâ Rabbi!.. Yâ Rabbi, sen tam benim istediğim gibisin! Cömertsin, erhamür rahimînsin, ekremül ekremînsin, ahsenül halikînsin, kadir-i mutlaksın!.. Sen benim tam idealimdeki gibisin. Beni de senin istediğin gibi yap yâ Rabbi!.. Sen tam benim istediğim gibi bir rabsin; tam benim hayalimdeki, idealimdeki şekildesin… Beni de senin istediğin gibi bir kul eyle yâ Rabbi!..”

Her dil, gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır ya bu ne güzel duâ, ne edîbâne söz, ne ateşîn bir gönüldür bu Ya Rab!

Yeryüzünde yolculuk edenin ayağı; gökte yolculuk yapanın ise kalbi su toplar, suya hasret satırlarda geldik bu aşk meclisine, Cuma bayramına… Bir ucu kıyamete dek varan ulvî aşk kafileleri, O’nun muhabbet, vecd, aşk ve göz yaşlarıyla teskin ve tesellî olacaklardır; bu teselliye mütevazı bir katkı da Hüseyni bir nefes ile olsun.

Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile! Çünkü, seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı adeta kör ve sağırdır. [Hz. Pir Mevlâna]

Dini bir emir ve yasaklar mecmuası sananlara inat ne makbul bir haldir, Allah’ı sevmek ve O’nun sevdiğini sevmek. Sevdiğinin sözünü dinlemek, dosdoğru yolundan gitmek ve rızasını kazanmak. Ehl-i Beyt-i Mustafa, nûrunu Hakikat-i Muhammediyye’den aldığı için seçkindir. Hz. Peygamber, nûrun alâ nurdur ki bu nur; nûr-ı Muhammedî, Hakikat-i Muhammedî’dir. Hz. Fatma o nûrun ilk zuhûrudur. Hz. Ali Hz. Fatma’nın nûrunun tecellisidir. Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan, Peygamber Efendimiz’in nûrunun varisleridir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki,: “Her kadının doğurduğu çocuk nesebi itibariyle babasına tâbîdir. Fakat Fatma’nın evlâtlarının nesebi bana aittir.” Yine Peygamberimiz: “Âdem’in ilmini, Nuh’un azmini, İbrahim’in hilmini, Musa’nın heybetini, İsa’nın zühdünü görmek isteyen Ali’ye baksın.” buyuruyor.

Bilmez misiniz, gerçekten Allah, gözyaşı ve kalbin hüznü sebebiyle insana azâb etmez. Öyleyse biz dahi O nurun varisleri olan Hz. Hüseyin efendimiz ve Kerbela şehitleri matemiyle ağlarken asırlardır bir tefrika sebebi kılınan bu halin ümmetin tevhidine vesile olmasına da duacıyız.

Hangi renk camdan bakarsan güneşi o renkte görürsün. Camı kır ki nur görünsün! [Hz. Pir Mevlâna]

Ya Rabbi, elimizden tut ve bizi satın al! Gönlümüzdeki gaflet perdesini kaldır! Fakat tesettür (mahfiyet) perdemizi yırtma ve bizi rezîl etme!

Ya Rabbi! Bizleri, kalpleri nûr-i ilahî ile ışıldayan, marifet denizinden nasîb alan, lütuf ve kerem tecellîlerine mazhar olan kullarından eyle!

Yâ Rabbî! Bu âlemde bizleri, hikmet ve esrâr hazîneleri olan gül kokan kullarınla beraber eyle! Biz âciz kullarını onlarla beraber haşret!..

Ya Rabbi, muhabbetin ve rızan, saadet cennetlerimiz olsun! Amin Yâ Mûin

Vakt-i şerif, Aleme bayram olan Cuma,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola,
Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler