Rüyâ Defteri-11

ruya_mektuplari_12

Bir def’a ‘îd-i şerîf güni tenhâda kendü hâlüme meşgûl olup du’âda iken kendümi zâyi’ idüp ‘aklum dagılmış. Yine efendi hazretleri zâhir olup buyurdılar ki: “Îd-i şerîfün mübârek ola. İnşa’allâh ‘azîm bayrama senüñ ile ma’an vâsıl olaruz,” diyü buyurdılar. ••• Ba’dehu: Yine fakîreye gaflet müstevlî olup ‘âlem-i rû’yâda görürem ki bir bî-nazîr otak. Dıvârı gümüşden. Üzerinde “Lâ ilâhe illallâh Muhammedun resûllullâh” altundan yazılmış. Cevânib-i erba’ası böyle. Yukarıda bî-kıyâs kandiller asılmış. Bazısı altundan, bazısı envâ-i cevherden. Bu odanuñ dal ile ortasında bir şâzerü’r-revân var, altundan. Suyı dahı altun akar. Vel-hâsıl bir odadur ki ‘akl-i beşer idrâk idemez. Ya’nî ‘azîz hazretleri ol sudan fakîreye virdiler, ammâ su da altun gibidür. Yine görsem, bu odanuñ sadrında Habîb-i Ekrem (sallallâhu ‘aleyhi ve sellem) hazretleri cülûs itmişler. Sagında solında cihâryâr-i güzîn oturmışlar. Ba’zılar ayag üzre dururlar. Habîb-i ekrem (sall’allâhu ‘aleyhi ve sellem) hazretlerini mübârek hilye-i şerîfleri üzre gördüm. Be-‘aynihi öyle gördüm. Hatta mübarek alnı nûrın ve mübârek çeşm-i şerîflerini ve ebrûların gâyet ‘ayân fark eyledüm, zâhirde görür gibi. Ve cihâryâr-i güzîn hazretlerini, hey’etleri ve şekl ü şemâ’illerin, ‘ayân gördüm. Taşradan tabaklar ile hediyeler ke-enne sultân-i enbiyâ’ya getürürler. Ayag üzre olanlar bu hediyeler ile takayyüd iderler. Bu esnada ‘azîz hazretleri karşudan gelüp, “Selâmun ‘aleyküm ya seyyidü’l-evvelîn ve’l-âhirîn, habîb-i rabbü’l-‘âlemîn,” diyüp mukâbelede sultân-i enbiyâ redd-i selâm idüp, “mahbûb-i güzîn hazretlerinüñ çak ortasında oturup fakîre vakf eyledügüm mushaf ‘azîz hazretlerinüñ elinde imiş. Ke-enne sultân-i enbiyâ’ya ‘arz idüp, “Bu, fakîrenüñ sultânum hazretlerine hediyesidür” didiler. Habîb-i ekrem hazretleri tebessüm idüp “tekabbelallâhu bekabûlin hasenin sümme kabbilnâ sümme kabbilnâs sümme kabbilnâ” diyü buyurup mushaf-i şerîfi mübarek eline alup açup nazar eylediler. Ciharyâr-i güzîn dahı alup nazar eylediler. Yine sultân-i enbiyâ hazretlerinüñ mübârek eline virüp anlaruñ elinde iken fakîre uyandum.

ruya_defteri_ayrac

Bir kere mübarek bayram günü tenhada kendi halimde duada iken kendimi kaybettim, aklım dağılmış. Yine efendi hazretleri görünüp buyurdular ki: “Bayramın mübarek olsun, inşallah büyük bayrama birlikte ulaşırız,” diye buyurdular.
***

Yine fakîreye gaflet geldi. Rüya aleminde gördüm ki benzersiz bir oda. Duvarı gümüşten. Üzerinde altından “La ilahe illallah Muhammedün resulullah” yazılmış. Dört tarafı böyle. Yukarıda eşsiz kandiller asılmış. Bazısı altından, bazısı çeşitli mücevherlerden yapılmış. Bu odanın ortasında bir şadırvan var, altından. Suyu bile altın akıyor. Velhasıl öyle bir oda ki insan aklı kavrayamaz. Aziz hazretleri o sudan fakîreye verdiler, ama su da altın gibidir. Ne görsem, bu odanın başında Habib-i Ekrem (s.a.s.) hazretleri oturmuşlar. Sağında solunda dört halife oturmuş. Birileri de ayakta duruyor. Habib-i ekrem hazretlerini (s.a.s.) mübarek hilyelerindeki gibi gördüm. Aynen öyle gördüm. Hatta mübarek alnındaki nuru, mübarek gözlerini ve yüzlerini açıkça seçiyordum, sanki gerçekten görüyor gibi. Ve dört halife hazretlerini, cüsseleri ve şekl ü şemaillerini açıkça gördüm. Dışarıdan tabaklarla hediyeler, sanki peygamberlerin sultanı’na getiriliyordu. Ayakta olanlar bu hediyelerle ilgileniyorlardı. Bu esnada aziz hazretleri karşıdan gelip, “Selamun aleyküm, öncekilerin ve sonrakilerin efendisi, alemlerin rabbinin sevgilisi” dedi, Peygamberler Sultanı, karşılığında selamı alıp “Hakkın sevdiği, peygamberlerin aşık olduğu” buyurdular. Aziz hazretleri de dört halife hazretlerinin tam ortasına oturdu. Fakîrenin vakfeylediğim Kuran-ı Kerim aziz hazretlerinin elindeymiş. Güya peygamberlerin sultanı’na sunup “Bu, fakîrenin sultanım hazretlerine hediyesidir” dediler. Hazret-i Muhammed(sas) tebessüm edip “Allah bir güzel kabul ile kabul etsin, bizden kabul buyursun, insanlardan kabul buyursun, bizdem kabul buyursun” diyerek mushaf-ı şerifi mübarek eline alıp açtı ve baktı. Dört halife de alıp gözden geçirdiler. Yine Hazret-i peygamberin mübarek ellerine verdiler, onların elindeyken fakîre uyandım.

* Bir diğer rüyâ mektubunda görüşmek üzere hoşça bakın zatınıza efendim…

Böylesi bir mânâya dair nihâvend tespiti de burada teberrüken paylaşmak dileriz:

Bu gece yâri gördüm şükür elhamdülillah
Ayağına yüz sürdüm şükür elhamdülillah
Bana armağan verdi dilimden düşmez virdi
Gönül murâda erdi şükür elhamdülillah
Eliflâmı belinde tesbihi var elinde
Gönlüm aşkın selinde şükür elhamdülillah
Yüzü nûrla bezenmiş yaradan pek özenmiş
Ne kadar da güzelmiş şükür elhamdülillah
Sakal siyah hiç yok ak kalbinde nûrdan revnâk
Övmüş de yaratmış Hak şükür elhamdülillah
Tâcı vardı başında nûrdan hilâl kaşında
Yıkandım gözyaşında şükür elhamdülillah
Pîrim efendim benim fedâdır cân u tenim
Âzâd olmaz bendenim şükür elhamdülillah
Aşkî mest olup gitti muhabbet câna yetti
Nûreddin’i seyretti şükür elhamdülillah

26. Mektup

26. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmialtıncısıdır.

1mursidinmektuplari

Kendisine dua edene icabet eyleyen, kendi zikrini kulunun lisânından akıtıp gene o kulun dergâh-ı mecd-i ulûhiyetinde bizzat zikreyleyen, hem nimeti veren hem nimete şükreden kullarının nimet ve şükrünü artıran, semâvâtın ve arzın alamadığı tecellîyatı, zâtını mü’minin kalbine nüzulle safa bahşeyleyen, mahlûkatın kendisiyle teskin olduğu sekînetin sahibi, sadırlarda gizli olanı ve gözlerdeki hain çakışı ilm-i ezeliyesiyle bilen lâkin kulunu hep afv ü setreyleyen, Cenâb-1 Erhamu’r-rahimîn ve Rabbü’l- âlemîııe hamd ü senâ olsun.

Safîyullah, halîlullah, hayru halkıllah, emînü vahyillah, sıratullah, nimetullah, imamu’l-müttak’în, ceddü’s-sıbteyn, resûlus-sakaleyn, raûfu’r-rahîm Hazret-i Fahr-i âlem Efendimiz’e ve onun âline, ashabına ve etba’ına salât ve selâm olsun.

Es-selâmun aleyküm İhsan Efendi oğlum,

Derviş İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk ilmini ve ömrünü müzdâd eylesin. İnşâallah sizlere bu satırlarla ve naklettiğimiz ilm-i hal ile bizler nasıl hizmet etmeye gayret ediyor isek Cenâb-ı Hakk sizlerin de bu güzellikleri yaşamasını, hayatınıza tatbikatını, etrafınızdaki insanlara da güzelce tebliğini nasîb eylesin. Geçen yazdığım mektûbda dervişlerin kendilerine ait konuşma şekilleri olduğunu beyân etmiştim ve bunlardan da bazı misalleri sizlere arzeylemiştim. “El va’dü ke-ddeyn”(Va’detmek borç gibidir.) buyrulmuş. Biz bunun devamını size yazacağımızı va’detmiştik. Bu borcumuzu edâ edelim.

Az evvel Cenâb-ı Hakk ömrünü müzdâd eylesin diye niyazda bulundum. Buradaki müzdâd yani ziyâde oluş, çok uzun uzun yaşamak mânâsında değildir. Ömrün uzunluğun­dan ziyâde bereketli olması ehemmiyetlidir. Öyle insanlar vardır; âdetâ ceset içinde cansız yaşarlar. Sinni(yaşı) neredeyse asrı(yüz seneyi) bulmuştur. Ama kalbinden, ruhundan hatta kalıbından bile habersiz yaşamıştır. Niceleri de vardır ki ömür olarak kısa lâkin amel olarak çok uzun ve bereketli hayat sürmüşlerdir. Bak Sultan Selim Han’a. Yedi, sekiz sene içerisinde dünyayı dize getirmiş bir padişahtır. Derler ki, altı sene daha yaşasaydı yeryüzünde İslâm’ın bayrağının dalgalanmadığı hiçbir toprak parçası kalmayacaktı. Çok bilinen bir şahıs olduğu için Sultan Selim Han’dan misal verdim. Yoksa nice zâtlar gelmiştir. Sayısı Allah’ça ma’lûm olan bu şahıslar kısacık hayatlarına âlemleri sığdırmış, âlem onlarla ihya olmuş, onlar bu âlemde yaşayıp, ölüp gitmemişler, âhirete ve dünyaya sultan olmuşlardır. Tabiî ki hem yaşça hem halce uzun ömür Allah Teâlâ’nın husûsî bir lütfü ve ihsanıdır. Cenâb-ı Hakk halimizi de, yaşımızı da pîr eylesin. Hep o muhabbetle bir eylesin.

Aslolan bere­kettir. Dervişlerin lisânında ‘bitti’ kelimesi yoktur. Bitmek, tükenmek gibi sözler sarfolunmaz. “Yemek bitti.” denmez, “Bereketlendi.” denir. Şimdi bereketlenmek ve bereket sözü üzerinde bir parçacık mülahazada bulunalım. Bereket, Allah Teâlâ’nın azîm bir sırrıdır. Aklen îzahı mümkün olmayan fakat tezahürü ortada olan, nasıl ve nice olduğu akılla anlaşılamayan, acayip bir haldir. Benim şeyhim bereketi anlatırken şöyle bir misal verirdi: Bereketin sırrını görmek istiyorsan evlâd, koyun sürüsüyle o sürüyü bekleyen köpeklere bak. Koyun senede bir kere yavrular ve umumiyetle bir yavru verir. Bu yavru yaşar veyahut hastalıktan, uçurumdan yuvarlanmaktan, yırtıcı hayvanlardan dolayı ölür. Koyunun eti, sütü, her şeyi yenir, tırnağı, boynuzu bile kullanılır. Kılı, tüyü bile zâyi olmaz. Senede binlercesi kurban olur. Zayıftır, naiftir, bir bulaşıcı hastalıktan hemencecik ölüverir. Başka hayvanlarla mücadele edecek mecâli yoktur. Halîm selimdir. Bir de köpeğe bak. Köpek bazen senede iki kere doğurur. Bazen bir batında düzine ile yavruladığı olur. Eti, sütü yenmez. Kolay kolay hastalanmaz. Hatta ölmez. Yaşadığı sahada düşmanı yok gibidir. Günlerce aç kalabilir, pislik dâhil her şeyi yer. Şimdi anlatılanlara kıyas edersen dağların, taşların köpekle dolu olması, kuzu cinsinin de kalmaması îcab eder. Amma şu bereket sırrına bak ki, koskoca bir sürüyü üç dört tane köpek bekler. Köpeklerin esamesi okunmaz, dağlar, ovalar koyun sürüsüyle doludur. İşte bu Cenâb-ı Hakk’ın bir burhanıdır. Evlâdım, dikkat et, koyundaki tabiata bak. Demek ki Cenâb-ı Hakk halım selim olana, helâlinden ve temiz yiyene, etrafıyla çekişmeden dua alana, elinden geldiği kadar mahlûkata hizmet edene, hatta bu uğurda can vermeye hazır olana husûsî bir bereket ihsan ediyor. Amma etrafıyla cedelleşene, sadece kendisi için yaşayana, menfaatinin peşinde koşana, Rezzak-ı âlem’i unutarak rızkın başkasında olduğunu zannedene uzun bir ömür verse de bereketli bir hayat vermiyor. Biz burada köpeği küçümsemiyoruz. Sadece köpek fıtratlı olmanın koyun fıtratındaki hale mukayesesini yapıyoruz. Bak azîz kimselere ki hayatlarını hep Hakk’a ibadet taat, halka da muhabbetle, hizmetle geçirmişler. Kendi rahatlarını başkalarının refahına sarfetmişler. Zâhire göre hükmedecek olsan bu insanlann fakr u zarûret içerisinde, hayattan bezmiş, sıhhatten düşmüş, hiçbir şey yapamayacak âciz insanlar haline gelmiş olması îcab eder. Amma öyle olmamıştır. Hem maddî hem mânevî nzık içerisinde mesûd olarak yaşamış ve yaşatmışlardır. Ve hâlâ onların muhabbeti insanların kalbinde yer etmiş, bırak­tıkları eserler ve yetiştirdikleri insanlar cümle âleme ibret, rehber ve ilham kaynağı olmuştur. Onlardan hâlâ istifade etmekte olan kadirşinaslar dualarıyla rahmet okumaktalar.

Bereket dedik, söz bereketlendi. Bunu niçün anlattım evlâdım? Şunun içün: Yemek bitti, denmez. Şimdi dersin ki; “Ya hû şeyhim, biten yemeğe neden ‘bitti’ demeyelim?” Demezsin ya, ben yine de sebebini îzah edeyim: Allah Teâlâ lûtfuyla bizi rızıklandırır. O rızık cümlesinden önümüze lokmamız gelir. Lokmayı besmele ile yersin. Tamamladıktan sonra ‘elhamdülillah’ diye lisânen şükrünü edâ edersin. Fakat biter mi? O lokma sende vücûd bulur, besmeleyle, hamdeleyle vücûduna dâhil olan o taam(yemek) bir mü’minin kursağından geçtiği için kendi lisân-ı haliyle Cenâb-ı Hakk’a şükreder. Sen o gıdanın kuvvesiyle ibadet taat, zikir, fikir ve mahlûkata hizmet edersin. Böylece vücûdunda fâni olan lokma senin ibadet taatınla tekrar vücûd bulur. Sendeki vücûdla onun hayat bulması ve senin Cenâb-ı Hakk’a şükür halinde bulunman vesilesiyle nimet çoğalır, artar. Âlem değiştirir. Cennette ikrama, âhirette devlete vesile olur. Yani bu vücûd orada da ayrı bir vücûd bulur. Lokma sende fâni oldu, vücûd buldu. Sen taatla kendi vücûd lokmanı fâni ettin, vücûd buldun. Cenâb-ı Hakk seni vücûdsuz mu koyacak? Hâşâ, Cenâb-ı zü’l-Celâl Hazretleri de sana ilâhî hazinesinden bir vücûd verecek. Şimdi böyle baktığında sen o lokmaya ‘bitti’ diyebilir misin? Bu mânâya işaret etmek için, ‘bereketlendi’ dersin. Yani zâhiren kayboldu, bâtında vücûd buldu, o vücûdla bereketlendi, ziyâdeleşti. Çok küçük gibi görünen bu ifade çok büyük mefhumu ve idraki beraberinde getirir. Meselâ; meydan terbiyesinde şu kadarcık edebi sözle tâlim eden bir zât anlar ki maldan infak edildiğinde mal bitmez. Candan infak edil­diğinde beden çökmez. Mü’minlerle paylaşmayı ve infak etmeyi kendisine şiar edinir. Allah yoluna sarfedilen şeyi tükendi, bitti kabul etmez. Küpü boşaltacaksın ki yerine dolsun. İnfak etmeyen kişi tazelenemez. Bereketten de nasîbdâr olamaz.

Evlâdım, Allah Teâlâ’nın sabah ve akşam yeryüzüne nöbetleşe indirdiği melekleri vardır. Bunlar Cenâb-ı Hakk’a kullar için niyâzda bulunur. Bir kısmı şöyle niyâz eder: “Yâ Rabbî, Senin için verene ver. Cimrilik edip infak etmeyenden al.” İşte bu mânâlara nazar edersen bereket sırrım ve bereket kelimesinin ehemmiyetini başka bir veçheden görmüş olursun. Cenâb-ı Hakk kendisi için sarfetmeyi, malını mülkünü bu uğurda harcetmeyi ve böylece bereket sırrına nâil olmayı bizlere ihsan eylesin. Ma’lûm oldu ki, bundan sonra ağzından ‘bitti’ sözü çıkmasın. Lisânını bereket sözüne alıştır, inşâallah sözünün de bereketi olsun.

Derviş İhsan Efendi oğlum, ma’lûm, daha evvelki mektûbla beraber bu mektûb senin bir mektûbuna cevâben satıra geldi. Galiba senin mektûbun da bereketlendi. Orada sorduğun suâle bu ikinci mektûbda cevap vereyim inşâallah. Gerçi zât-ı âliniz nezaketen soru olarak tevcih etmemişsiniz. Amma mevzu’ anlaşıldı. Şimdi güzel evlâdım, üçler, yediler, kırklar, kutup, gavs gibi tâbirler ta’rifle pek anlaşılmaz. Amma bir miktar bahsedelim. Yeryüzünde bir­çok devlet, birçok idare şekli vardır. Köylerin, kasabaların bile bir muhtar heyeti, nizamı, intizamı deruhte eden teşkilatı vardır. İnsanlar farkında olmadan Cenâb-ı Hakk’ın âdetullahmı taklid ederler. Tabiî ki bir kısım insanlar asr-ı saadet başta olmak üzre bilerek bu nizamı tatbik ederler. Allah Teâlâ’nm yeryüzünde âdil hükümdarları olduğu gibi ve yine Cenâb-ı Hakk’ın emrine itaat eden mü’minlerin yeryüzünde belli hizmetlere memur olmaları gibi bir de mânâ âleminde Cenâb-ı Hakk’ın husûsî emirlerine hizmet etmekle mükellef olan bir hükümet-i Rabbanî vardır. Bunlara ‘kırklar’ denir. Bu kırkların en başındaki zâta ‘gavs’, gavsın yardımcılarına ‘kutb-u irşad, kutb-u medar’ tesmiye kılınır. Gavs ve kutuplara ‘üçler’ denilir. Bu iki kutbun iki yardımcısı vardır. Bu zümreye de ‘yediler’ denir. Mertebelerine göre kırka tamam olur. Bu kırklar meclisinden birisi âlem-i cemâle göçse yerine muhakkak bir başkası ta’yin olur. Bazen âlem-i cemâle göçmeden de yer değişiklikleri olabilir, derler. Bu kırkların aynı kolluk kuvvetleri gibi orduları, mensubları ve hüddamı vardır. Mesela Hızır (as) dâimâ kırkların emrinde bir neferdir. Bazıları demişler ki, enbiyâya Cebrail nasıl hizmet ediyorsa kırklara da Hızır hizmet eder. Abd-ı âlem, nükebâ, nücebâ, meczûbân gibi zâtlar hep bu hükümetle bir şekilde alaka­lıdırlar. Bazen gavs makamında olan kişi iki kutbiyyet vazifesini kendisinde cem eder. Yani üçler makamını tek başına temsil eder. Nâdiren gelen bu zâtlara gavs-ı âzâm denir. Velâyet makamının nihayeti vardır. Velâyetin nihayetine çıkmış zâtlara(hâtemü’l-velâyet) hâtemü’l-evliyâ, derler. Hâtemü’l-evliyâ, velî kulların sonuncusu demek değildir. Bazı ahmaklar bu sözü kendi evhamlarıyla yanlış anlarlar, daha doğrusu anlayamazlar. Hâtemü’l-evliyâ, bir kişinin kendi kabiliyeti nisbetinde ona takdir kılınan nasîb miktarının en sonuna kadar yükselmesi demektir. Dolayısıyla her velâyet maka­mının sonuna gelen zât diğer velâyet makamının sonuna gelen zâtların aynı gibi değildir. Sen altmış okkasın, yüz yirmi okka kaldı­rıyorsun. Bir diğeri yüz on okka, iki yüz kırk okka kaldırıyor. İkisi de kendi sıkletlerince ve kabiliyetlerince en üst seviyede olabilirler. Fakat aynı diyebilir misin? Allah bir yarattığını bir daha yaratmaz evlâdım. Her insan tektir. Ol sebebden her insanda ehâd sırrı vardır. Beşer nev’î içerisinde tekliğin en güzel tezahür ettiği zât; el ehâdü, habîbü’l-ehâd Muhammed Mustafa(sav) dır. Allah onun gibi tek bir tane yaratmamıştır. Mevzu’muza devam edelim. Gerçi mevzu’ hep muhabbet-i Muhammed’dir ya neyse. Hâtemü’l-velâyet bahsi herhalde bu misalle açıldı. Bir kişinin Allah Teâlâ’nın hükümetine dâhil olabilmesi kendi istemesiyle değildir. Cenâb-ı Hakk seçer. Fakat şu kadarı var ki, Resûlullah’a ziyâdesiyle kurbiyyeti olmayan, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin hatta Hazret-i Hamza, Hazret-i Abbas hazerâtınm tasdikini almayan bir kişi uzaktan dahî bu sırrı müşahede edemez. Bir de evliyâullah zümresinin sertâc ettiği(baş tâcı eylediği) ve âhirete intikal etseler dahî hâlâ bu hükümette nazı geçen, tasdiki aranan zâtlar vardır. Bunlar gavs-ı âzâm olarak şöhret bulmuş ve en başta aktab-ı erbaa diye zikredilen Hz. Pîr Abdulkâdîr-i Geylanî, Hz. Pîr Ahmed er Rifaî, Hz. Pîr Ahmed el Bedevî, Hz. Pîr İbrahim-i Düssûkî, Hz. Pîr Sadettîn-i Cibavî, Hz. Pîr Şâh Bahâüddîn-i Nakşibendî, Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi zevât-ı kirâmın tasarrufları devam etmektedir. Hatta şu anda mürşidinin şehrinde bulunduğu, yani Ali Alaeddîn-i Köstendilî Hazretleri’nin müridi olan büyük Pîr, Muhammed Nureddin-i Cerrahî Hazretleri de gavs-ı âzâmlardandır. Âlem-i mânâda hem Hazret-i Pîr ile hem de mürşidi olan Ali Alaeddîn Efendimizle görüşmek ve huzurlarına mülâki olmakla fakîr dilşâd oldum. Güzel evlâdım, hâlâ onların sermayesinden ve bıraktıklarından nasîbdâr olmaktayız. Şimdi sana lâzım olan kısmıyla kırklar; Cenâb-ı Hakk’m husûsî bir meclisidir. Fakat şunu da unutma; bu arzettiğim kırklar en yüksek makamdaki kırklardır. Her beldenin, her yolun, her cemiyetin kendine mahsus üçleri, yedileri ve kırkları vardır. Yani duyarsın; “Efendim, falanca zât kırklardanmış.” diye. Biz de duyuyoruz bunları, ‘eyvallah’ deyip geçiyoruz. Doğru dahî olabilir. Amma hangi kırklardan? Bu bah­settiğim kırklar, kırkların kırklarıdır. İnsan bir kırka girer ama o yüksek velâyet makamına erişir mi, işte orası biraz şüpheli. Nasıl ki devletçikler vardır. Bir de hepsine hâkim olan büyük devletler vardır. Tarihimize bakarsan öyle sultanlar gelmiştir ki padişahın huzuruna dahî çıkamamışlardır. Filanca memleketin kralıdır, fakat İstanbul’a geldiğinde değil padişahla, sadrazamla bile görüşemez. En fazla vezir tarafından kabul görür. Bu hal de buna benzer.

İhsan Efendi oğlum, gayb erenleri, ricâlullah, kırklar, Hızır (as) ‘a vâris olanlar ve bu nev’î zâtlar hakkında fazlaca ma’lûmât seyr u sülûktaki bir derviş için lâzım değildir. Hani derler ya, zenginin malı züğürdün çenesini yorar. Zamanı gelince görür ve idrakin nisbetinde anlarsın. Faydasız ilimden Cenâb-ı Hakk’a sığınırız. Şimdi herkesin ağzında üçler, yediler, kırklar dedikodusu var. Bu mes’eleler eskiden konuşulmazdı. Ama şimdi hem Rûm’da hem Rumeli’nde tekke ve zâviyelerde hatta namazsız, abdestsiz insanların ağzında bir lakırdıdır gidiyor. Bu neye işaret biliyor musun? Artık kullukta iyice züğürt hale geldik, ona işaret. Bak adı üstünde: Derviş. Derviş, maksûdu Allah, matlûbu da Allah’ın rızası olan zâta denir. İster kırklara koysunlar isterse kırpıp kenara koysunlar. Cenâb-ı Hakk’a son nefesimize kadar muhabbetle ibadet taat etmeye, mahlûkatına da muhabbetle hizmet etmeye memuruz. Vesselâm. Erenlerin kapı­sında olmak nimeti bir adama yetmiyorsa o adam kırklara padişah olduğunu öğrense yine yetmez. Zaten bu nimetin zevkini almadan böyle bir nimete ermesi düşünülemez. Bu nev’î insanlara fakîrin tavsiyesi, rüyada görse i’tibar etmesin. Benim şeyhim derdi ki: “Bir adam ne halt olduğunu anlamak istiyorsa def-i hâcetinden sonra necâsetini koklasın. Oradan kendisinin ne halt olduğunu anlar.”

Güzel evlâdım, biz burada nur üzerine nur olmuş, her hücre­si nura gark olmuş evliyâullah hazerâtından bahsediyoruz. Kişi birazcık hizmet, birazcık muhabbet bulmakla kendisini Hazret-i Cüneyd zannetmemeli. Böyle olursa ne olur? Daha ne olacak, yol­dan alıkonur. Yolundan sapmaktan daha büyük çarpılma olur mu? Cenâb-ı Hakk bizleri istikamet üzre dâim ve kâim eylesin. Feyz aldığı yerden dûr olmaktan muhafaza eylesin. Çok hoşuma giden bir latîfe var. Onu zikredeyim de biraz efkârımız dağılsın. Adamın biri işrak vakti camide namazını kılmış, yani üzerine güneş ibadet taat ve zikirle doğmuş, câmiden çıkıyormuş. Avluda karşısına nur çehreli bir pîr gelmiş. Selâmlaşmışlar. Gelen zât bizim adama “Efendi, bir isteğin var mı, hâcetin var mı?” diye suâl etmiş. Adamcağız tin “Estağfirullah teşekkür ederim, hiçbir hacetimiz yok, sizin bir arzu isteğiniz varsa yapmaya gayret edeyim.” demiş. Gelen pîr adama “Ya hû ben senin için buraya geldim, hizmet edeyim diye. Ben Hızır’ını demiş.” Lâkin bizim adamdan yine ses yok. “Teşekkür ederim, efendim. Siz başka ihtiyaç sahiplerine bakınız, benim herhangi bir hâcetim yok.” demiş. Hızır olduğu anlaşılan zât adama çıkışmış: “Ya hû sen ne biçim adamsın! Herkes beni bulmak için adaklar adar, dualar eder. Biz senin yanma geldik, hiç i’tibar etmezsin.” O zaman, bizim o sakin adamcağız birden celallenmiş. “Bana bak mübarek!” demiş. “Ben bundan yirmi beş sene evvel inim inim inliyordum. O kapı, bu kapı dolaşıyordum. ‘Yâ Rabbî, Hızır mı gönderirsin, hâzır mı gönderirsin, Senin hidayetine beni eriştir.’ diye dua ediyor, yalvarıyordum. O zaman gelmedin. Eh elhamdülillah biz şimdi bir pîr kapısı bulduk. Oradan da nasîbleniyor ve elhamdülillah aşkullahı ve muhabbet-i Resûlullah’ı meşk ediyoruz. Şimdi gelip de benim bu sakin halimi bozma, başka müşkili olanlara git, beni de meşgul etme. Zîrâ râbıtama mâni oluyorsun.” demiş. Selâm vererek oradan uzaklaşmış. Bendeniz bu latifeye pek gülerim. Amma sen sen ol, Hızır sana uğrarsa böyle yapma. Merak etme, o dahî pîr eşiğinde bulduğun devlettir. Yol tevhîd yoludur, şaşı olma.

Kıymetli İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk bizleri Fatihâ’nın sırrına mazhar eylesin. Hızır(as) gibi dâimâ hizmette bulunanların sırrıyla taltîf eylesin. Latîf sırrıyla kesâfetimizi letâfete inkılab eyle­sin. Evliyâullahın hilm-i ruhaniyetini üzerimize sayebân eylesin. Bu nev’î halleri inkâr eden münkirlerin şerrinden, devrânımıza dahleden âsilerin fitnesinden, muhabbetimizi anlamayan hasetçilerin şerrinden, zikrettiğimizi görünce gözleriyle bizi yemeğe kalkışanların nazarlarından, velhasılı nefsimizin ve ahlâk-ı rezilenin şerrinden cümlemizi Cenâb-ı Hakk masûn u mahfûz eylesin. Unutmadan hemen arzedeyim ki; bu mektûbda arzettiğim ma’lûmâtı kimselere demeyesin. Biz senelerdir sohbet-i şeyhte bulunduk, şeyhimiz sohbetinde bu ma’lûmâtı üç kere konuşmamıştır. Zîrâ lâzım değildir. Lâzım olunca tâlimi de zaten sözle yapılmaz. Kavlî değil, halîdir. Vesselâm.

Sübhanekallahümme ve bihamdike eşhedü en lâ ilahe illâ ente estağfiruke ve etubu ileyk. Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihî ve ezvâcihî ve evlâdihî ve ashâbihî ve etba’ihî ecmaîn. Velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn. Esselâmu aleyküm ve rahmetullahî ve berakâtuhû.

27. mektupta görüşmek üzere…