14. Mektup

14. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların ondördüncüsüdür.

1mursidinmektuplari

Zâtıyla, sıfatıyla ve fiiliyle Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l-Celâl ve’l-Cemâl ve’l-Kemâl Hazretleri’ne kendi isimlerinin adedince hamd ü senâ olsun.
Nûr-i evvel, ba’s-i âhir, âlemlere rahmet, şerâiti zâhir Fahr-i âlem ve sebebi icad-ı âlem ve mefhar-i benî Âdem, Hazret-i Resûl-i müctebâ, mürtezâ ve kibriyâ Efendimiz’e salât ü selâm edenler adedince ve nefesince salât ve selâm olsun. Âline, evlâdına, ezvâcına, ashâbına ve etba’ına dahî ikram oluna. Bu salâvât-ı şerîfelerden, bu âciz ve nâciz kullar dahi hissedar kılınsın.

Evvelce nurunu gördüğüm, ezelden yâr ve karındaşım olan İhsan Efendi oğlum! Esselâmu aleykum ve rahmetullahi ve berakâtuhû.

Evlâdım, Cenâb-ı Hakk muhabbetinizi ziyâde eylesin. Âfat-ı semâviyye ve aradıyyeden ve nefsâniyyeden ve şeytaniyyeden (yer ve gök ehlinin afetlerinden, nefis ve şeytanın fitnesinden, şerrinden) sizleri ve cümle mü’minleri Cenâb-ı Hakk muhafaza eylesin. Âmin.

İnsanın imân ve akâidi, amellerinden zâhir olduğu gibi lisânından ve kaleme aldığı satırlardan dahî belli olur. Kelâmı, lisânı seçme tarzından zâhir olduğu gibi bazen kelimeleri, satırları düzgün dahi olsa erbâbı, ferasetle dinleyip okuduğunda sadrındaki nifâkı veyahut aşk u muhabbeti hemencecik farkeder. Üslûb-i lisân aynıyla insandır. Lâkin; Cenâb-ı Ali kerremallahu vechehu buyurur ki: “Sadece sözlerin ifade ettiği şeye bakmayınız. Onu ifade eden zâtın da ahvâline ve niyetine ferasetle bakınız. Yoksa hata ederseniz, aldanırsınız.” Daha evvelce de arzettiğim bu sözü şikayetten değil memnuniyet vesilesiyle söylüyorum. Zîrâ satırlarınızda, sadrımızdaki muhabbetin alâmetlerini, adım adım kemâle gidişinizi dua ve niyâzla görmekteyim.

Hak nedîmi İhsan Efendi oğlum, ilk mektubda zât-ı âlinize ifade eylediğim tezkiye-i nefis mes’elesi o zamanın şartlarından dolayı pek etraflıca anlatılamamış idi. Göndermiş olduğunuz mektûbdan bu hususta bazı işaretleri ve remizleri beyân etmenin lüzûmuna kanaat getirdim. Zîrâ belagât, yerinde, mevkiine, zaman ve zemine uygun ifadede bulunmaktır. Tezkiye-i nefis her makamda lâzımdır ve her makamın da kendine ait bir niyeti ve usûlü vardır. Bunları ma’lûmat olarak versek de neticede hal ile bilinir. Bir kişi bunları bilmekle mürşid olmaz. Amma en azından yanlışa sevketmez ve sevkolunmaz. Mürşid bu halleri görmeli ki irşad edebilsin. Mübtedî derviş (seyr û sulûka yeni başlamış kişi) Allah’ın menhiyatından sakınır, emirlerine imtisal eder. İbadet, haram, helal olarak dini hayatına tanzim eder ve bu tatbikata mâni olan engelleri ortadan kaldırmaya gayret eder. Bu menhiyat denilen (Allah’ın yapmayın diye buyurdukları) ve emirlerine itaat (Cenâb-ı Hakk’ın yapmamızı emrettiği şeyleri bilfiil göstermek) herkesçe malumdur. Derviş değil, keşiş bile bunları bilir. İlk safhadaki tezkiye-i nefis böyle olur. Amma dikkat edile. Evvelce menhiyatını zikrettim. Zîrâ günahı terk, isyandan uzak kalmak, Allah ve Resûlü’nün sevmediği bir fiil terk etmek hem ibadetten evvel gelir hem de ibadetten üstün bir ameldir.

İkinci safhadaki tezkiye-i nefs, kalbdeki menhiyata meyli kaldırmak, kalbden geçen  hayırlarda acele etmek, tecil etmemek demektir. Zirâ nefis kalbden yüz bulur da şımarıverir. Menhiyatı ibadet gibi işler de peşimân bile olmaz. Kişi, kalbimden geçti, amelimden zâhir olmadı derse muhakkak emmâre sıfatı üzre dibi boylar. Zirâ edeb kalbdedir. Bu safhada derviş, etrafında gördüğü çirkinliklerin, gayr-i meşru hallerin kendisine işaret ettiğini tefekkür edip murakabe (karşılıklı kontrol) makamında olmalı. Yani bakmalı, eğer o halleri gördüğünde kendisinde bir meyil varsa hemen kalbden onu tasfiyeye çalışmalı. Zirâ, o muhakkak zemin bulduğunda vücûd bulacaktır. Bu dahî ancak zikirle, sohbetle, rahatı terkle mümkündür. Şunu da unutmamalıdır ki; o hataları görmesi kendisinin de o hatalara düşeceğine işarettir. Öyle olmayaydı görmek dahî nasîb olmazdı.

Üçüncü mertebede derviş, yaptıklarına tövbe etmekten ziyâde kalbinden geçirdiklerine istiğfar eder. Bu makamda nefis, ibadet ve taatın evvelinde ve sonrasında kendi payını istemeye başlar. Meselâ; zikirden sonra gevşeklik hali, huşû u huzurla namaz kıldıktan sonra dünyaya ve mâlâyaniye dalma düşüncesi hatıra geliverir. Bu makamda şeytanla nefis daha çok büyür ve birbirleriyle daha sıkı yardımlaşır haldedir. Evvelki mektuplarımda beyân eylemeye gayret ettiğim gibi ilhâmâtın başladığı bir kalb çok tehlikeli bir zeminde kendisini bulur. Ziyâde dikkat etmek lazımdır. İnşirah suresindeki ayeti hemen hatırla ki, Habîb-i edîbinin nezdinde cümle âleme beyan ettiği ayet-i kerimede bu âlemdeki insana da hitâb vardır. “Fe izâ ferağte fensab ve ilâ rabbike ferğab” (Allah Teala’nın rızasına muvafık bir ameli işleyip tamam ettikten sonra hemen rızası bulunan başka bir işte sebat ederek doğrul, yeni bir işe koyul. Rağbetin ve niyetin Rabbine olsun.) Fefhem! (Düşün, tefekkür et.) O sebebden sâlik bu makamda “Hû hû” deyu gayret eder. Gayret, meydan terbiyesinde önemli bir ıstılahtır. Bunun dahi üzerinde düşünürsen bu makamın sırrı keşfolur. Ve yine bu makamda günahlarıyla da sevaplarıyla da Allah nezdinde hiç olduğunu tefekkür etmek tezkiye-i nefsin şartındandır. Eğer sâlik, üçüncü derecede halkta gördüğü iyiliklerin Hak’tan, halkta gördüğü kötülüklerin nefsinden olduğunu idrak ederse Hak mazharı olur. Bu dahî dervişin hakîkî aşka adım attığı makamdır. Nefsin tezkiyesiyle uğraşmak fikri dahi o dervişi terk eder. Nefsiyle ruhunu, kalbiyle şuurunu tefrik edemez. Ne denirse onu yapar. Amma kim ne derse onu değil. O ne derse onu yapar. Kasdolunan bu makamın erbâbı tarafından bilinir.

Bundan sonra sâlik, kendi muhayyilesinin, niyetlerinin ve amellerinin ta’yini için nefsini muhafaza makamındadır. Yabanî bir atı serbest bırakmazlar. Onu tutuş şekli ayrıdır, bir de terbiye olan at vardır. Onu tutuş şekli daha ayrıdır. Azgın bir hayvana gem vurulmasıyla, terbiyeli bir bineğe gem vurulması, semer giydirilmesi aynı mıdır? Tabiî ki değildir. Dervişteki o mânâ şahsiyet olarak tezahür etmeye başlar. Evvelki hallerde de bu şahsiyetten eser vardır. Lâkin taklididir. Sahibi dahî kendisi değildir. Amma şimdi tahkikî olmuştur. Bu emanet kendisinden sorulacaktır. Binâenaleyh kâmil kişinin emanetten mes’uliyeti cahil kişinin ve nâkıs kişinin emanetten mes’uliyetine benzemez. Evvelki imândan mes’uldür veyahut İslâm’dan. Amma şimdi ihsan makamının mes’uliyeti mevzu’ bahistir. Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti ile kişi Allah’tan razı olduğunu zâtı ile, sıfatıyla ve ef’aliyle ortaya koyar. Kendi dahî aradan çekilir.

Pek kıymetli evlâdım, bu mevzu’a devam etmeden evvel sağda solda konuşulan bazı sözlere cevap vermek belki ileride de şahit olursun deyu hatırıma geldi. Şimdi bazıları derler ki: Efendim makamat, şeriat, tarikat, hakikat, ma’rifet değildir. Ma’rifet evvel gelir, hakikat sonuncudur. Zirâ aslolan hakikattir. Biz de deriz ki: Şeriatın, tarikatın, hakikatin aslı ma’rifet olarak kendisini gösterir, zâhir olur. Hakikatin hakikatine varanlar zaten Kerîm olanın kerîmliğinden hakkıyla nasibdar olanlardır. Bu hal ma’rifet ile zâhir olur. Yani ma’rifet makamı, hakikat bilindikten, bulunduktan ve olunduktan sonraki makamdır. Sen buna ister hakikat de ister ma’rifet de. Yoksa kastedilen ma’rifet, kişinin velayet makamı değildir. Ma’rifet-i Hak’tır. Hakkın kendisini ayan beyan mir’atte göstermesidir. Hz. Muhammed (sav) serâpâ (baştan ayağa) Hakikat’in Ma’rifetidir. Şeriatteki sır, ol makamda zâhir olmuştur. Aynı kıyamette yani nihayette cümle sırların zahir olması gibi. Bu vecheden tefekkür edilirse Efendimiz (sav)’in teşrifi sırr-ı Muhammedî’den feyz alanlar için zaten kıyamettir. Fefhem! (İdrak et, düşün!) Bazıları da derler ki; “Efendim, kudbiyyet evveldir. Kurbiyyet sonradır.” Bunun dahî cevabını vermiştik. Lâkin şimdi tekrar etmek icâb eder. Orada zikredilen kudbiyyet vazife icâbı iş yapmak değildir. Yakınlık yani kurbiyyet, mûcibince amel etmektir. Zirâ kuldan istenen hangi makamda olursa olsun o makamın icâbına göre amel etmektir. Sâfiyye’ye erişince amel munkatı’ olur mu? Veyahut tasarruf sâkıt olur mu? (Amel yapmaktan uzaklaşabilir mi? Halifetullah olarak vazifeli olduğu sahada yetkisini kullanmamazlık edebilir mi?) Tabiî ki olmaz. Esas ondan sonra hizmete liyâkat vardır.

Herkesten çok, daha çok gayret etmek icâb eder. Amma gayret-i Hakk’tır, halk değildir. “Yeryüzündeki âdil sultanlar Cenâb-ı Zülcelal’in gölgesi gibidir.” denilmiş. Anlaşıldı ki bazı kimseler bu sahanın kelimelerini kendi lugatlarındaki kelimelerle karıştırıyorlar. Böyle giderse sâfiyye makamını Sâfiye Hanım’ım evinde zannedecekler. Cenab-ı Hak, nefsiyle oynaşarak çamurda kalan merkep olmaktan bizleri muhafaza eylesin. Kişi söz dinlemekle ve kendisinden evvelkilerin irfanını beğenmekle, takdir etmekle mesafe kateder. Yoksa kendi yolunu kendi çizer, kendi kat eder. (İkinci kere kat etmek kesmek manasındadır, Allah u alem cinas yapılmıştır.)

Muhterem İhsan Efendi Oğlum, işte sizin mektubunuzda beyan ettiğiniz hal, en son anlattığım sâlikin haline muvâfıktır. Bu halleri uzun uzun yazmışlar. Bazen “lâ” dan illâ’ya geçmeyi izâh için, bazen kalp makamlarının tafsilatı için, bazen de “ıtlak” meratibini beyan için bir çok risaleler ve sohbetler yazmışlar. Arz eylediğim gibi bunlar ancak görülünce anlaşılan hatta görüldüğünde bile izahı kişiye özel hallerdir. Bu hallerin tefsiri ve tafsili için ayrı bir ihtisas gerekir. Bu sahanın mütehassıslarına “pir” denir veyahut pîri ile hemdem olmuş hem mükemmel hem mükemmil mürşid denir. Meselâ; öyle bir an gelecek ki, tezkiye eylemeye çalıştığın nefsin dahi onu tezkiye etmek isteyenden efdal olduğunu göreceksin. Nefsin, şehvetten yana gördüğün zevkin şefkat nazarıyla makbul olduğunu, mezmun olmadığını fark edeceksin. Zirâ tezkiye-i nefis teşbih etmek gerekirse toprağa tohumu atmak gibidir. Toprak sıfat olarak sana verilen o emaneti, o ahlak gölgesinde büyütürsen, evvela o tohum çürür, kokuşmuş, çürümüş halde iken hiçbir işe yaramaz. Mücahade eder, feyizle gayba iman ve söze itibar ederek devam edersen bu sefer o tohumun topraktan fışkırdığını görürsün. Filiz verir, fide olur. Budak olur. Kabul olur. Diken olup hiçbir şekilde ağza atılmaz haldeyken koparırsan ya toprak için çürüyüp pislik olur, yani gübre olur veyahut o budaklar, dallar yanmak için odun olur. Velâkin azmeder, sebat eder, gayret edersen çiçeklenir amma o da kâfi değildir. Zamanı, zemini gelince “Ol!” emriyle tohumdaki meyve kendini gösterir. İbretle bak ki o meyvenin dahi koparılma zamanı vardır. Ham iken koparılmaz. Vakti saati gelince koparılır. Meyvesi alındıktan sonra da o ağaç yakılmaz. Başka bir mevsim için güzel güzel bakımı yapılır. Bu misal inşaallahu Teala müşkillerini halleder.

Evliyâ bendesi İhsan Efendi oğlum, bu mevzu’ inşallah diğer mektuplarda tekrar tekrar beyân edilir. Lakin şu kadarını da söyleyelim ki; kemâl mertebelerinde yakîn haller müşahede edilirken derviş anlar ki ortada nefis de yokmuş , ruh da. Bir âlem için var olan başka bir âlemin yoku mesabesinde olabilir. Bunlar cilve-i Rabbanî’dir. Bu dahi “terk-i terk” makamıdır. Bir işe kalkışmadan evvel hiç gayret etmeden salmak ve bırakmak ahlak-ı reziledir. Lakin işi mükemmelen halledip bitirdikten sonra benden bu kadar deyip kenara çekilmek, işi sahibinin takdirine bırakmak ahlak-ı hamîdedir. İşte kâmillerin terk-i terk makamı bu nev’idendir. Cenâb-ı Hakk bu sözlerin te’sirini halk eylesin.

Gönlümün âyinesi ve murâdı güzel evladım, küçük bir mes’ele diye yazdığın mevzu’a gelince; hakikaten de küçük bir mes’ele. Tabiî ki bir kitap, bir eser bitirildikten sonra, hele ki böyle sohbet halkalarında tamamlanmış bir eserse cemiyet tertip etmek pek güzeldir. Lâkin cemiyetleri ayrı ayrı yapmayınız. Yani ihya* cemiyetini, Vâsiyetnâme’yi ve El Fethu’r-rabbânî’yi ayrı ayrı yapmanıza hâcet yok. Hatta öyle bir meclis tertip edin ki hatim cemiyeti gibi olsun. Alameratibihim (mertebelerine ve derecelerine göre büyük kişiler) dua edilsin, hatim cemiyeti gibi olsun. Hatta yemekler, şerbetler, çocuklar için şekerlemeler verilsin. Buna çok büyük ihtiyaç vardır. Hem bu eserlerin, sohbetlerin devamı için hem de birbirinizle Allah ve Resûl muhabbeti için çok güzeldir. Evvelden yapılmadı diye tereddüt etmeyiniz. Netice güzeldir. İnşâallah bu güzel adetleri ilk defa siz kâim kıldığınız için Cenab-ı Hakk’ın lûtfuna, iki cihan serveri Efendimiz’in muhabbet nazarlarına ve erenlerin himmetlerine nâil olursunuz. Âcizâne tavsiyem, İmam Maverdî’nin Edebü’d-Dünya ve’d-Dîn eserini Âlûsî’nin tefsiriyle Pîr İsmail Hakkı Bursevî’nin Ruhu’l Beyân’ını dahî okuyunuz. Bir de Ahmed İbn-i Hanbel’in Müsned’i bu sohbet halkasını feyiz ve bereketiyle kuşatacaktır.

(* Anladığımız kadarıyla İmam Gazalî’nin İhya-i ulûmi’d-dîn ders olarak okunmuş. Bu eser tamamlandıktan sonra bir cemiyet tertip ediliyor. Zikri geçen diğer eserler İmam Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediye’si ve Hazret-i Pir Abdulkadir-i Geylanî’nin Fethu’r Rabbanî’sidir.)

Cenâb-ı Hakk sıhhat ve âfiyette dâim eylesin. Hayırlı hizmetlerle kâim eylesin. Aşkullah ve aşk-ı Resûlullah’ı kalbinde ziyâde eylesin. Ayaklarını sırat-ı müstakimde sabit eylesin. Her halini evvelki halinden hayırlı ve âlâ eylesin. Bu dünyada, kendi harem-i ilâhîyesinde ve ehadiyetinde hep seni güzelce mihmân eylesin. İki cihan serveri Habîbullah Efendimiz’in muhabbeti ve nazar-ı iltifatına sizi ve cümlemizi mazhar eylesin.

Allah Teala’nın selamı, rahmeti, inayeti üzerinize olsun, İhsan Efendi oğlum.

El fakîr, Müznîb Halîl Efendi

15. Mektupta görüşmek üzere …

Mektuplara bir takriz

Ankâzâde Halîl Efendi… Ve Tûti İhsan Efendi… Kaf Dağı’nın ardındaki “ankâ” ve ondan beslenen “ankâzâde” misali.Mürşidler, bildiğimizi zannettiğimiz âlemlerin ötesinden hakîkatleri naklediyorlar.

Hakk’a âşık, Resûlullah’a müştak olanlara hakîkî yâr oluyorlar. Halîl misali. Mürîdler mürşidlerini dinleyerek ve ilk başta taklid ederek mânevî mirâca kanat açıyorlar. Tûtîler gibi. Cenâb-ı Hakk, kendisine hakîkî talep ile müracaat edenleri reddetmiyor, istenileni veriyor. İhsan gibi. Kırk Mektup, iradesiyle gelip talepte bulunan mürîd ile ona hizmet eden mürşidin remizleri olmuş bu iki isim üzerinden edep, erkân, tasavvuf, tarîkat, intisab, derviş çeyizi, derviş ıstılahları, halîfelerin halleri, tasavvufta yol katettiğini düşünüp de yol katedemeyenlerin durumu gibi hususların aktarıldığı, esasında birçok mektubun ve mürşidâne sohbetin hulâsası niteliğinde. Muhtevasıyla bugünün meselelerine ve mânevî müşküllerine de çözümler getiren eser, kendisi bir kaynak olmasının ötesinde pek çok eser için de ilham kaynağı olacak…

Kelimenin kökeninde “mektûb”; en geniş mânâsıyla “yazılmış şey” demektir. Zaman içerisinde Türkçe’de bugünkü mânâsına kavuşmuştur. Yani, kitaptan farklı olarak mektup umumiyetle bir şahsa hususi olarak yazılmış şeydir. Bu sebepten, gerek tarzında ve gerekse muhtevasında farklı bir hava ve gizem vardır. İki dostun aralarında konuşmaları gibidir adeta mektuplaşmalar. Mahremdir mektuplar. Namahremin de eline geçmemelidir. Mektupların muhatabı onu okuduğunda sadece kendisine hitap edildiğinin idrakiyle derin bir haz alınca ikili arasında gizli bir yol açılmış olur. Gönülden gönüle incecikten bir  yol…

Haberleşme teknolojilerindeki biçimsel ilerlemeyle günümüzde pratik değerini yitiren mektuplaşma tarzı yerini sığ notlaşmalara bırakmıştır. Tabiî ki bu mesajlaşmalar ne bir edebî zevk ne de bir fikrî emek mahsulü olmadığından saklanacak şeyler de olmazlar, binaenaleyh edebiyata konu teşkil etmezler. Modern her nesne gibi günlük tüketilirler. Aşırı çokluk ve sürekli artan hızın başları döndürdüğü, maddeniz kasıp kavuran böylesi bir çağa inat, keyfiyetli mektuplaşma geleneği ise edebiyat ve düşünce tarihindeki seçkin yerini koruyacaktır.

Bu gelenekte her ne kadar mektuplar gerçek kişilere hitaben yazılırsa da bazen mutasavver birine yönelik yazıldığı da olur. Bu durumda o mektup adeta yazanın kendisi ile konuşması gibidir. Zira muhatabın durumu göz önünde bulundurularak yazılıyor değillerdir. Hatta nadiren insandan farklı bir muhataba yönelik de mektuplar yazılır. Allah’a, peygamberlere olacağı gibi tabiattaki bir varlığa da mektup yazılır. Veyahut Şeyh-i Ekber’in yaptığı gibi Kâbe’ye de mektup yazılır…

Bir mürşidin manevî nazarı ve tasarrufu altında, insanın kendini tanıması, eğitimi demek olan tasavvuf geleneğinde ise mektuplaşmalar ayrı bir ihtimam taşır. Bazen yazılan kişiye has bilgiler taşır, onun manevî ihtiyacına cevap vermeye çalışılır. Bazen de “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” misali mektubun muhatabı üzerinden hulefâya veyahut müridâna tebliğ yapılır. Bazen mürşid ve müridi arasında uzun süre devam eden bu mektuplardan muhatabın manevi tekamülü de izlenebilir. Hangi ismin tasarrufundan hangi ismin tasarrufuna inkılab edildiği gözlenebilir. (esma tecelliyatı) Bu hususi mektuplar çoğu zaman kişinin sandığında gizlice muhafaza edilir. Bazen okunur okunmaz yakılır. Bazen o kişinin vefatı esnasında kefeniyle gömülür, toprak olur. Bazen muhatap kişi; “Ben sağken asla, benden sonra eyvallah” diyerek bunları başkalarının da okumasına izin verilebilir. Böylece yapılan nasihatlerden diğer müridân da istifade eder, mahreme dahil olurlar.

Kitaplar ve mektuplar, bize kâinat kitabını okumanın yollarını gösterir, kapılarını açarlar. Ama şu hikmeti de hiç unutmamak lazım: “Deryadan nasibimiz elimizdeki kap kadardır”

Her biri bir derya olan bu mektupların muhatabı cümle dervişan müteşekkirdir. Mektuplar kısa kısa lâkin aşk yolcuları için çok derin mânâlar ve sırlar ihtiva ediyor. Okuyunca herkes mertebesine göre bir zevk alacaktır bu mektuplarda. Yazan ve yazılana rahmet, hazırlayana selâmet, okuyana da feyz û bereket niyaz ederiz.

13. Mektup

13. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların onüçüncüsüdür.

1mursidinmektuplari

Alemler yaratılmadan evvel âlem-i kübrâ kılmak üzere insanı yaratmayı murad eden Rabbü’l Alemin, Cenâb-ı Zü’l-celâl, Ve’l-cemâl, Ve’l-kemâl Hazretleri’ne sonsuz hamd ü senâ olsun. O Allah ki biz yaratılmadan evvel kendisine olan talebimizi bizler talep etmeden bizlerde var eden, hamd ü senayı, tevhidi her hâl üzre bahşeden Hâlık i Zü’l-celâldir.

Nûr-ı evvel, ba’s-i âhir, hem nebiler sonuncusu amma enbiyânın imâm-ı zübdesi, nûr-ı evveli, beşeriyetin ve beşeriyetin efendilerinin efendisi, Rahmeten li’l âlemin ol şemsüd-duhâ vel bedr-üd dücâ, nûri’l Hüdâ, Hazreti Fahr-i Alem ve sebeb-i îcâd-ı âlem, Efendimiz’e, âlemler adedince salât ve selâm olsun. Bu salât ü selâmın berekâtmdan, füyûzâtından ve envârından âline, ashabına, etbâına dahi ikram ve ihsan kılınsın.

Allah Teâlâ’nın rahmeti, bereketi, inayeti, maddî ve manevî saadeti üzerinize olsun İhsan Efendi oğlum,

Evlâdım, hem gonlümün muradı İhsan Efendi oğlum, âhir ömrümde senin gönderdiğin mektuplarla sohbet ederek Cenâb-ı Hakk’ın  aşkını, Resûlullah Efendimiz’in muhabbetini meşk etmeye gayret ediyoruz. Allah ve Resul yolunun fakîri olan bu zâtı sen nasıl sevindirdiysen, Cenâb-ı Hak da sana inşaallah hem dünyada hem âhirette en büyük sevinçleri, saadeti ikram eylesin. Senden pek hoşnudum. Biz, sana şeyhinin himmetiyle mürebbî olduk. Sohbet şeyhliği derler ya, öyle oldu. Bize yazmış olduğun mânâların(rüyaların) tâbirlerini tek tek vermektense bilinmesi gereken malûmatı sana arz edeyim. Böylece hem mânâlarının tâbirine hem de bu yolun mânâlarının tarifine vâkıf olasın.

Hep ağlamak olmaz ya, seni güldüreyim. A oğlum, sadece sen rüya görmüyorsun ya! Biz de rüya görüyoruz. Elhamdülillah ki, Cenâb-ı Hak, bildikleriyle amel edenlere bilmesi lâzım gelenleri öğretiveriyor. Âlem-i mânâda sen fakiri gördüğün gibi bizlere de seni gösteriyorlar. Lâkin sana bu rüyaları anlatmayacağım. İbret nazarıyla bakman için bir başka mânâ anlatacağım. Hem sualine cevap hem maksat hâsıl olsun.

Mânâmda fakirin eski dervişlerinden biri zuhur ediyor. Güzel bir mekânda buluşuyoruz. Ben onu gördüğümde neşeyle karşılıyorum, lâkin o biraz dertli, benim verdiğim selâmı dahi duymadan ve “Aleyküm selâm!” demeden, dedi ki: “Efendi şeyhim, sultanım, bizler senden muhabbet haberlerini alamıyoruz. Bazı kimselerden muhabbet müjdelerinizi, mânâda görüşmelerinizi, veyahut haberleşmelerini duyuyoruz. Ama bizde böyle hâller olmuyor. Hatta huzurunuzda sohbete eriştiğimizde bize iltifat da buyurmuyorsunuz. Yakınlaşmak istediğimiz hâlde etrafımızdaki yakînler gibi olamıyoruz. Sebebi nedir?” Fakîr de ona cevaben diyorum ki: “Evlâdım, mürşidler hava gibidir. Herkes kendi miktarınca onu teneffüs eder. Sen hiç havanın bir kimseye yakın, diğer bir kimseye uzak olduğunu düşünebilir misin? Ciğerlerin müsaade ettiği kadarını içine çekersin. Göğsün tıkalı, nefes darlığın varsa bunun eksikliğini havada aramazsın, ciğerinde ararsın. Hem sonra biz bir kandil gibiyiz. O kandile yaklaştıkça kendin nurlanırsın, uzaklaştıkça kendin zulmette kalır, aydınlanamazsın. Sen kendin bize yakınlaşmayı talep et ve şeyhin hakkında “Şeyhim en çok beni sever.” diye kalbinde hüsn-i zan et, bu güzel düşünceni başka bir kimseye de söyleme. Sonra bakarsın ki sen de rahat teneffüs ediyorsun, sen de aydınlanıyorsun ve şeyhine hâlen yakınlaşıyorsun.

İşte böyle. Allah u âlem, bu rüyanın tâbire ihtiyacı yok. Meşhur bir misaldir; bir kişi mânâda ‘Rabbin kim?’ diye suale maruz kalsa, o kişi de “Rabbim Allah’tır.” dese soran kim söyleyen kim? Bir de gören var. Ya gösteren? İşte mânâ böyle acayip bir hâldir.” Neyse bu bahis uzar gider. Fakır mânâdan anladım ki bu kardeşimizin böyle bir basit şüphesi var. Cenâb-ı Hak ufak tefek evham ve şüphelerden dolayı bizleri feyiz çeşmelerimizden uzaklaştırmasın. Kişiye fütuhat nasip olduktan sonra kalbindeki putlar bir bir o aşkın ve nurun tesiriyle yıkılır gider. Tevhidin nuru bir gönülde bir kez doğdu mu o kişide artık ebedî olarak şirk hâli zuhur etmez. Amma burda bir sır vardır. Bu sırrın izahı da Fahr-i Âlem(s.a.v.)’in veda haccmda beyân ettikleri sırdır. O fasîh-ul-lisân Efendimiz(s.a.v.) insanlara buyurdular ki, artık şeytan bu beldede ve Kabe’de ebcdiyyen putlara tapılmasından, şirk koşulmasından ümidi kesmiştir. Ancak bazı ufak işlerde ona uymanız onu sevindirecektir. İşte bir mürşid-i âgâhm huzurunda tevhidin berekâtını, Allah ve Resul aşkını gönlünde parlatan mürîd, şirkten beri olsa da evhâmıyla, vesvesesiyle, hatta mürşidinden şüphe etmekle şeytana ve nefsine bazen tâbi olacaktır. Mürşidler mürîdlerinin derecelerine göre kâh tatlı tatlı izah ederek, ikna ederek kâh şiddetli şekilde onları ikaz ederek bu nev’î hâllerden çekip çıkarır. Amma müride lazım olan mürşidinden elini çekmeye ki, mürşidi onu çekip çıkara.

Himmetli, hizmetli İhsan Efendi oğlum. “Şöhret âfettir.” sözü hadîs-i şeriftir demişler. Mânâ cihetinden hadîs-i şerîf olduğu şüphesizdir. Biz metin üzerinde münâkaşa etmiyoruz. Mânâ cihetini tutuyoruz. Lâkin sen böyledir deyu sohbeti ve vazifeli olduğun dersleri bırakmayasın. Burada bir nezaket vardır. Evvel olarak bil ki, mürşidin sana bu yolda ne emrediyorsa cân-ı baş üzre kabul edip mucibince amel et. O amelle derece mi katedersin, hayır mı işlersin, sevap mı kazanırsın, şöhret mi elde edersin? Bunlara bakma. Saniyen(ikinci olarak) şöhreti sen istemedikten sonra şöhretli olmak dahi nefse muhalefettir. Amma böyle meşhur olmayı sen dileseydin hiç şüphesiz bu insanı helak eden bir âfettir. Salisen (üçüncüsü) nasıl şöhret bulduğuna nazar etmek îcâb eder. Bu adam Allah velîsidir veyahut çok sâlih bir kimsedir diye meşhur olmak ayrı bir dava, bu adam sanki kendisi çok makbul de bir de insanları irşâd ediyor denilerek kınanmak ve böylece şöhret bulmak ayrı bir dava. Evlâdım, şimdiki zamanda melâmet, kendini saklamak, dini yaşamakla oluyor. Dînî sohbet yapanlar, Allah ve Resul ahlâkından bahsedenler istihza ediliyor. Dünya ehli, “Bu zamanda bunlar olur mu? diyor. Kendilerini âşık zannedenlerse “Biz bunları geçtik, aşkımız bize yeter.” diyor. Binâenaleyh senin bu şekilde kınanman nefsinin hoşuna giden bir hâlden ziyâde nefsine ağır gelen bir hâldir. İnsanlara hizmet ve sohbet ederken kendini onlardan âli görmeyesin. Böyle olduktan sonra senin heybetin, vakarın kibir ve ucûb değildir. Yerli yerince bir ameldir. Hâdisenin başka cihetleri de var.

Meselâ şöhret sadece tanınmak, herkes tarafından bilinmek değildir. Şunu da nihaî olarak arzedelim ki: İnsan tanınmadığı ve bilinmediği zaman bazı günahları işlemeye içinden heves ettiğinde daha rahat hareket eder. Lâkin; bilindik, tanındık bir zât, içinden günaha meyletse de halkın bilmesi onu zapteder. Mesuliyetin farkında olur, insanlara örnek olması gerektiğini bilir. Daha dikkatli hareket eder. Cemiyetin insanı hayır yoluna sevk etmesi ve onu hayırlı görmesi böyle kimseler için Cenâb-ı Hakk’ın lûtfudıır. Bu riyâ değildir. Aynı, imamın camide namaz kıldırması gibi. Şöyle ki: İmam efendinin cemaat içerisinde namazı daha dikkatlice edâ etmesi riyâ değildir. Zîrâ imam cemaate örnek olmak mecburiyetindedir. “Ben halkın yanında namazın âdabına riayet etmezsem fitne çıkartır, kötü örnek olurum.” diyerek dikkatlice namaz kılsa ecir kazanır. Amma cemaatten olan kişi sair vakitte hiç dikkat etmediği namaz âdabına camide insanlar görsün diye dikkat ederse riyakâr olmuş olur. Üzerinde düşün tefekkür et. Arif zâtlar şöyle demişlerdir: Bir kişi ya Allah’tan korkar ya halktan utanır veyahut cezadan çekinir. Eğer bu üç korku ve utanma hasleti bir kişide yoksa her türlü kabahati eder. Dolayısıyla seni dînî dikkate sevk eden bir cemiyetin oluşu rahmettir. Sohbet açman, maddî ve manevî müşküller için insanlara hizmet etmen ve bunu alenî yapman cenk meydanında zülfikârı kuşanarak çıkman gibidir. Kendi nefsine pay çıkartmadan, mürşidinin sözünden çıkmadan hareket edersen neticesi ya şehâdettir ya gaziliktir.

Cenâb-ı Hak bizleri her türlü cihâdda muvaffak ve muzaffer eylesin. Halvetî tarîkinin ulu pirlerinden Şemseddîn-i Sivasî Hazretleri meşhur nutkunun son beytinde der ki: “Hakka makbul olmak ister, halka menfur olmadan.” Mânâsı malum ya, biz yine teberrüken verelim. Yani der ki Hz. Pîr: Hakikati söylemek halkın nefretini mûcibdir. Hâlbuki Hak Teâlâ, kullarında ve kâinatta hakkın kaim kılınmasını murâd eder. Hakkı kaim kılmaya çalışanlar Allah’ın sevgilileridir. Amma hakka riayet edemeyenler Allah’a “düşmanım” diyemezler, Allah’ı anlatanlara düşmanlık ederler. Diş ağrısından inleyen bir çocuk hekime gittiğinde kendisini tedavi eden zâtı nasıl düşman olarak görür, ondan kaçmak ister, “Hain kişi, neden bana bunu yapıyor?” der ve idrâk etmez? Oysa hekim o hâldeyken zâlim değildir. Hatta mazlumdur. Nefsine ağır gelen işi hakkı kaim kılmak için hizmetle meşguldür. Amma çocuk anlamaz. Ruhları buluğa ermemiş olan câhil kimseler de kendilerini böyle redaviye kalkışanları anlayamazlar. Hâlbuki bilmezler ki o fedakâr kişiler nefislerine ağır gelen bir işle meşguldürler. Derde derman olmak için bir istedirler. Çocuklar büyüdüklerinde kendilerine hizmet eden hekimleri şükran ve minnetle anarlar amma çoğu zaman o zâtları yanlarında bulamazlar. Aynı bunun gibi, o kişiler de, ruhları buluğa erip de idrâk ettiklerinde kendilerine yapılan hizmeti fark ederler amma çoğu zaman o mürebbîlerini göremezler. Eğer insan olma yolunda müstakîmlerse hiç olmazsa şükran ve minnetle yâd ederler. Evlâdım, sen de bu yolu tut. Mürebbîlik ayrı şeydir. Şeyhlikse kolay bir şeydir. “Şunu tut, bunu yap, şöyle et!” demek kolay şeydir. Karşıdakini ikna etmek, terbiye vermek için meşakkate maruz kalmak ayrı bir iştir. Hem şeyh hem mürebbî olmak lâzım. Her şeyh mürebbî değildir. Bu dahi Allah’ın tecellîlerindendir. Bazı şeyhler terbiyenin mânâsını etrafındaki seçtiği kimselere dağıtırlar. O mânâya mazhar olan kişiler şeyhin dervişlerine mürebbîlik yapar. Yani o mürebbîlerin dahi himmetleri şeyh-lerindendir. Erenlerin silsilesine baktığında büyük makam sahibi olan zâtların hepsi hem mürebbîdir hem şeyhtir. İnşaallah Cenâb-ı Hak seni şeyhinin terbiyesiyle edeplenen ve bu edeple insanlığa hizmet eden mürebbîlerden kılar.

Vakıa şöyle bir cilve de vardır ki: Mürebbîlerin ekserisi terbiye verdikleri zâtların olmuş hallerini göremezler. Aynı, hurmayı fidanken diken çiftçinin o ağacın meyvasını göremeden âhirete gitmesi gibi. Bu cihetten düşünürsen mürebbîlik gayba îmân gibidir ve kendi nefsine pay almadan Allah için yapılan hizmet nev’îdir. Bu hizmet pek ulvîdir. Fahr-i Âlem ne buyurdu: “Kıyametin kopacağını bilsen, elindeki fidanı dik.” O fidanı sadece ağaç mı zannedersin? Hizmetin neticesini göremesen de hizmete memursun vesselam. Seyr û sulukta mânâlar dervişin hatasını, sevabını, derecelerini, makamını, hizmetlerinin şeklini hatta bazen neticesini bildiren haberlerdir. Cenâb-ı Hak hayatını bu yola vakfedenlere baş gözüyle neticeyi göremese de kalp gözüyle veya mânâ yoluyla akıbeti gösterir. Zîrâ gayba îmân zevkini alanlara Cenâb-ı Hak meçhulü malûm eder. Onlar da terbiyelerini o ilim üzere inşâ ve ikmâl ederler. İşte bu sebepten terbiyeyi veren de alan da muhakkak mânâ dersinden okurlar. Seyr u sülûkun bidâyetinden(başlangıcından) nihayetine kadar mürşid de mürîd de mânâlardan hâlî değildir. Bir de bu âlemi rüya âlemi gibi tâbir eden kâmiller vardır ki inşaallah onu başka bir mektupta yazarız. Pek kıymetli İhsan Efendi oğlum, Balkanlardaki hâli görüyorsun. Müslümanların hâlini de müşahede etmektesin. İnsanlar taklit belâsına tutulmuşlar. Hem de öyle bir belâya maruz kalmışlar ki hem velîleri taklit etmekteler hem de Allah düşmanlarının veremeyeceği zararı maddî ve manevî vermekteler. Hak yoluna gidenleri kandırarak kendilerine ve halka maskara ettirmekteler. Cehalet, küfür ve ahlâksızlık rahatlıkla yayılmakta iken senin “Acaba şöhret afet midir?” deyu hizmetten kaçman hiç de iyi bir hâl değildir. Allah Teâlâ faal olan kulları, mü’minleri sever. Âtıl olan battal mü’minleri sevmez. Bu sahada hizmete o kadar ihtiyaç var ki riyâ ile hizmet etsen de, aman hizmetten geri kalma. Ve nefsine de ki: ‘Yanarsam ben yanayım ama Allah için bir kişiyi kurtarayım.” Bunu düşünmen dahi İhlasın başka bir şeklidir. Tefekkür et. Ancak, insan insana hizmet eder. Hizmet aşkı hayvanda yoktur. Melek dahi emir aldığı için hizmet eder. Aşkla hizmet elmek Hz. tnsan’a mahsustur. Hak Teâlâ hizmetini, aşkını, himmetini, muhabbetini ziyâde eylesin. Cenâb-ı Hak seni erenlerin hizmetine, sâlihlerin devletine, nebilerin sırrına, velîlerin yollarına ve onların himmetlerine naîl eylesin. Büyüklerin muhabbet nazarlarından düşmeyesin. Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle sırât-ı müstakimden ayağın kaymasın. Her ne türlü güzel amel eyledi isen Hakkın lûtfu olduğunu hep idrâk eyleyesin. Sana ettiğim dualar sâdık velîlerin eylediği niyazlara ilhak edilerek kabul olunsun.

Subhane rabbike rabbil izzeti amma yesıfun vesalamün alel mürselin velhamdülillahi Rabbi’l Âlemin.

14. Mektupta görüşmek üzere …