Ne isterler? ne istemezler?

Garîb-i aşkam amma sâye-i lütfunda hoş hâlim
Beni tenhâda sanman zerre perver âfitâbım var
Aşk ile garip düşmüşsem ne gam senin lütfunun gölgesinde hoşça bir halim var, Tenhada kalmışsam ne dert zerrecikleri dahi ortaya çıkaran güneşim var.  Gedâ isem nola bâlâ-nişîn-i meclis-i kurbum
Gedâsından kaçınmaz bir şeh-i âl-i cenâbım var
Dilenciysem ne olmuş! Yakınlık meclisinin baş köşesinde oturuyorum ya! hem dilencisinden kaçınmayan, yüksünmeyen pek yüce bir sultanım var.

osman_kemali_efendi

Hayret veriyor sözlerin sırr-ı meâli
Seyrettiriyor sûret-i eşyâda cemâli
Her mısrasının noktalarından sızıyor aşk
Zevk çeşmesidir âşık’a Divân-ı Kemâlî

Melâmî, Bayramî şeyhi Osman Kemâli Efendi (v. 1954)’den
Bağdatlı Rûhi (v. 1605) Kasidesine Tahmis

Ey gönül, bil “ezelî ahde” samîm isterler
Aldığın “bâr-ı emânât”a kerîm isterler
Hâlık’ın seyrederek halka rahîm isterler
Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
Yevme lâ yenfau’da kalb-i selîm isterler

İzz ü câh, devlet ü rif’at yerine binâm ol
Merteben şâh ise de bende-i hâs u âm ol
Nik ü bed hali bırak muntazır-ı encâm ol
Berzah-ı havf ü recâdan geçegör nâkâm ol
Dem-i âhirde ne ümmid ü ne bîm isterler

Yetiş ol âleme kim olmaya anda biz, siz
Anda ne şâh u ne gümrâh ne muti’u ne hunrîz
Yokdur ol dâirede nisbet-i çiz ü nâçiz
Âlem-i bi-meh-i hurşid ü felekte hergîz
Ne mühendis ne müneccim ne hekîm isterler

Çalma ikbâl kapısın perde-yi idbâr açılır
Sohbet-i pîr ile aşıklara efkâr açılır
Ehl-i dil hâre nazâr eylese gülzâr açılır
Âlem-i keşf-i meânîde çok esrâr açılır
Giremez nefs-i gazûb anda hâlîm isterler

Gönlünü kıl heves-i nefs ü hevâdan sâlim
Kendini bil ezelî “bezm-i elest” de kâim
Iyd-i vaslı gözet ol kayd-ı sivâdan sâim
Sâkin-i dergeh-i teslim-i rızâ ol dâim
Ber-murad etmeğe hizmette mukîm isterler

Sıdk ile hizmet-i insâna girip insân ol
Ölmeden evvel ölüp hâtime-yi nisyân ol
Ne melâhid ü ne sofi-yi bî izân ol
Unutup bildiğini ârif isen nâdân ol
Bezm-i vahdet’te ne ilm ü ne âlim isterler

Eli boş âşıka mahbûblar el vermezler
Dikeninden çekinen ellere gül vermezler
Cân u bâş vermeyene zevk-i gönül vermezler
Harem-i ma’nide bigâneye yol vermezler
Âşina-yi ezelî yâr-i kadîm isterler

Yokluğa etme keder varına mesrûr olma
Halkı nefretle görüp âleme menfûr olma
Ehl-i irfâna kul ol nefse uyup kul olma
Cürmüne mu’terif ol tâate mağrûr olma
Ki şifâhane-yi hikmet’te sakîm isterler

Saçsa da âleme ger Nûr-i Huda pertevler
Ne gider ne götürür maksada ham peyrevler
Göremez Hakk’ı, gözü kör, dili gâfil dîvler
Kıble-yi mâ’nîyi fehmeylemeyen kiçrevler
Sehvine secde edip ecr-i azîm isterler

Her göz açtıkça bir et fâtih ile meftûhi
Hak bilir sen arama fasîd ile memdûhi
Ey Kemâlî sakın incitme dil-i mecrûhi
Ezber et nükte-i esrâr-ı dili ey Rûhî
Hâzır ol bezm-i ilâhîde nedîm isterler

Şiirin efsunkâr ikliminden dışarda mânâyı parçalamak icab ederse:
Ey gönül bilmiş ol ki ezelde ruhların verdiği sözde samimi olmanı isterler. O mecliste yüklendiğin emanet yüküne dair (iman, imtihan, akıl, sorumluluk..) vaadını yerine getirmeni isterler. Cümle mevcudata, onları vâr eden  hatrına hoşça muamele isterler.

Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan, halka müderris olsa da Hakk’a asidir 

Ey efendi! Sanma ki senden altın ve gümüş isteyecekler. Hayır, “Yevme la yenfau”da ancak “kalb-i selim” isterler. Beyitte Şuara suresinin 88-89. ayetlerini telmih mevcut olup يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ “Yevme la yenfau malun vela benun, illa men eta’llahe bi-kalbin selim” buyurulmaktadır. Mealen “O gün (kıyamette) mal da fayda vermez, evlatlar da; ancak sağlam bir kalb ile Allah’ın huzuruna gelenler müstesna” demek olur ki şairce, ahirete temiz bir kalp ile gitmek gerektir.

Bırak itibar, büyüklük ve mevki, makam, devlet ve mevki yüksekliği kavgasını, adın sanın belli olmasın. Hakiki merteben yükseklerdeyse bile seçkin kimseler eşiğinde bende ol. İyi ve kötü hali bırak da işin sonunu gözle. Korku ve ümit merhalesinden geçip nâkâm olmaya bak. Yoksa son nefeste ne korku, ne de ümit işe yaramaz.

Fakr dergâhına varıp maaşının yüksekliğinden dem vurma. Çünkü orada asla ne üst düzey paşalar; ne de prensler (yüksek bürokratlar) isterler. Öyle bir âleme yetiş ki onda biz, siz, şah, şaşkın, itaatkâr, isyankâr, mazlum, zalim, meşhur ve hiç hükmünde olanın durumları aynıdır. (Gerçek) ay ile güneşlerin kaybolup gittiği şu dünyada ve gökkubbenin altında ne mühendis, ne müneccim, ne de filozof olmak kâr etmiyor.

Dünyada parlak ve yüksek mevkilere gelmek için uğraşma, talihin ters dönüverir. Hak Dost’unun sohbeti ile aşıkların gamı ve kederi, fikri ve endişesi açılır. Gönül ehli olan, dikene nâzâr eylese gül bahçesine çevirir. Manaların açığa çıktığı alemde nice sır perdeleri aralanır. Öfkeleri ve hiddetli olanlar giremez o âleme, orada yumuşak huylu isterler.  Bigâne olanları, manaların harem dairesine girmeye bırakmazlar. Oraya girebilmek için ta ezelden aşinalar ve kadim dostluklar (Allah’ı bilmek ve O’nun dostu olarak yaşamak) istenir.

Gönlünü boş heveslerden nefsin meyillerinden uzak tut, kendini bil de ezel meclisinde verdiğin sözde dur. Dost’a kavuşacağın bayram gününü gözet de Dost’dan başka şeylere bağlanmaktan sakın. Daima Hakk’ın rızasına teslimiyet dergâhında ikamet et. Çünkü bir kişiyi muradına erdirmek için “hizmette devamlılık” isterler.

Hâlis bir sadakatla insanlığa hizmete başlayıp Hazreti insân ol. Can bedenden uçmadan vücud ülkesine ruhunu hakim kılıp (ölmeden evvel ölüp) bu gaflete bir son ver. Ne Hak yoldan sapıp inkâr et ne de anlayışsız, ham, kaba bir sofu ol. Gösteriş nimetine gönül bağlayan gerçek fakirler; bir parça ekmek parasına karşılık Naim cennetlerini istiyorlar! (Garip doğrusu! Dilenciye çeyrek ekmek parası sadaka vermekle cenneti kazanılacak sanıyorlar). Eğer arif isen, bildiklerini (vesveselerini) unutup bilmezlik makamında kal. Çünkü vahdet bezminde, tevhid aleminde ne ilim ne de âlim isterler.

Sevgililer, işsiz güçsüz adama gönül kaptırmazlar. İşin zorluklarından çekinenlere işin semeresini vermezler. Kendini feda etmeyene, gönül zevkini tattırmazlar. Herkesin girmesine izin verilmeyen Mananın herkesin girmesine müsaade edilmeyen hususi kapısından geçiş için yabancılara izin yoktur. Kâdim sevgili ile ta ezelden tanış olmanı isterler.

Varlığa sevinme, yokluğa üzülme. Halkı nefretle görüp alemde nefret uyandırma. Nefse kul olacağına ehl-i irfana kul ol. Yaptığın iyilikle, ettiğin ibadetle gurulanacağına günahlarını itiraf et ki bu hikmet hastanesinde bakılmaya hasta isterler.

Eğer alemde Hak nurunu ışıltısı saçılmışsa da habersizce tabi olup, nurun peşi sıra giden ham yolcu ne kendisi hedefe ulaşır ne de başkasını hedefe ulaştırır. Gözü kör, gönlü basiretsiz şeytanlar Hakk’ı göremezler. Gerçek manalar kıblesini idrak edemeyen aykırı gidişatlılar, kazara bir secde ederler de hemen ardından (ömürleri taatle geçmiş gibi) en büyük ecirleri isterler.

Gözünü her açtığında, açanın da, açılanın da bir olduğunu anla. Kim fesatçı, bozuk tabiatlı kim övgüye methe değer, makbul kişiymiş onun peşine düşme, işin hakikatini Hak bilir. Ey Kemalî! sakın incitme, incinmiş, yaralı gönlü ve ey sen Ruhi! Gönül sırlarına ait kıssayı ezberleyip kendini hazırlıklı tut ki yârın Allah’ın huzuruna varıldığında tatlı dilli sohbet adamı (kulluğunda eksiği olmayan dost) isterler.

Vuslât-ı Hakiki

EŞYANIN HAKİKÂTİ
Üstad Fuzuli buyurur ki:

Hayâliyle tesellîdir gönül meyl-i visâl etmez
Gönülden taşra bir yâr olduğun âşık hayâl etmez

Gönlüm, sevgiliye kavuşmak için can atmıyor; bilakis hayaliyle teselli bulmayı yeğliyor. Çünkü âşık olan, sevgilisini gönlünden dışarıda bir yerde hayal etmez (dolayısıyla, zaten gönülde olan sevgili için vuslat kaygısı çekmek beyhude emektir).

Vuslat, bilindiği gibi sevenin sevdiğine kavuşması demektir. Avam için kavuşma fizikî şartlar içinde gerçekleşir; ama ârifler için kavuşma bir mânâ yolculuğu, mücerret bir lezzettir. Nitekim tasavvufta sâlikin hakikate ulaşması haline “vuslat” veya “visal” denilmiştir. Bir tür fenafillaha ererek eşyanın hakikatini hakkalyakin bilme halidir. Bunun için dervişin öncelikle vehimlerinden kurtulması, yani hakikati ve sevgiliyi arayacağı yeri iyi bilmesi gerekir. Bu bilinmeden yol yürünmez; yürünse de hak ve hakikat bulunmaz; bulunduğu zannedilse de geri dönüldüğünde emekler boşa çıkar. O halde hakiki âşığın sevgiliye visalinden maksat fiziki olmayıp ruhîdir. Bir derviş için aranacak, bulunacak veya kavuşulacak bir Tanrı yoktur; tam tersine bilinecek bir Tanrı vardır. Hz. Mûsâ’nın “Rabb’im! Bana kendini göster.” [A’raf, 143] demesinden kasıt, yarattığından ayrı, uzaklarda bir Mutlak varlık değil, eşyayı varlığıyla kuşatmış bir Allah bilgisi, yani eşyanın hakikatidir. Çünkü eşyanın hakikati görüldüğünde perde aradan kalkmış, yaratılan Yaratıcı’ya (seven sevilene) kendini terk etmiş, kendinden geçip o olmuş, visal bulmuş olur. Bu durumda vuslat derdine düşüp de sevenin sevgiliyi kendi gönlünden dışarıda araması abes, beyhude ve mantıksızdır.

Madem sevilen sevenin bütün varlığını kuşatmıştır, o halde sevenin sevgiliyi bulacağı yer kendi en değerli parçası olan kalbidir. Zaten kalpte olan bir sevgili için vuslat arzusunda bulunmak, sevgiliden gafil olmak, belki kalbin ölmesi demektir. Oysa visal, bırakınız kalbin ölmesini, mühürlenmesini, bilakis ölümsüzlüğü istemenin bir neticesidir. Ancak o vakit eşyanın hakikatine erişilebilir. Aşık Yunus

Âb-ı Hayât’ın çeşmesi âşıkların visâlidir
Kadehi dolu yürütür susamışları yakmağa
(Âşıkların vuslatı, âbıhayat çeşmesi sayılır; bu yüzdendir ki sevgili, âşıklarını yakmak için kadehi devamlı dolu sunar)” derken bunu anlatır.

Dervişin ölümsüzlük arzusuna düşmesi eşyanın hakikatini tanımasıyla mümkündür. Bunun için uzun yıllar zikir, sohbet, tefekkür ve nefis mücadelesi ile kemal ehlinin sohbetlerinde bulunup hakikatin dilini öğrenmek gerekir. İnsanlara dinin zahirini öğretecek Kur’an’ın lafzının 23 senede indirilmesi gibi kâmil insanın onun batınını, yani eşyanın hakikatini öğrenmesi de (şeraitten hakikate geçiş) ancak kademe kademe (belki de yine 23 senede) mümkün olacaktır.

Mürşitlerin, içinde ölümsüz hakikati barındıran sözleri tıpkı âbıhayat gibi müridin ölü gönüllerini diriltir ve derin tefekkürler ile onu eşyanın hakikatini düşünmeye yönlendirir. Böylece mürit, hakiki mürşidin dudağında Hakk’ı idrak sırlarını bulur. Bu sırlar dervişi aşk ile sarhoş eden şarabın ta kendisidir. Derviş sarhoş olunca daha çok şarap içmek için mürşidin dudağını âbıhayat gibi görmeye başlar. Çünkü oradan kendi kadehine (gönlüne) dolacak şarap (hakikat sırrı taşıyan sözler) onu ölümsüzlüğe (eşyanın hakikatini bilmeye) götürecektir. Bu sarhoşluk halidir ki sarhoşun vuslat için cezbelenmesine ve visali arzulamasına yol açar. Yaz sıcağında çöllerde kalmış bir yolcu için buzlu su ne ifade ediyorsa, nur âlemindeyken ete kemiğe bürünüp de aslını (eşyanın hakikatini) aramaya çalışan insan için de bir mürşidin sözleri odur. Çöl âşıkları dimağlarında hissedecekleri bir damla suyun peşindedirler; o damla yerine ulaştığında uyanırlar. Gel gelelim mürşitler susuzlara su yerine yakıcı şarap vererek onların susuzluğunu artırmaktadırlar. Aşk şarabıyla boğazları yanan âşıklar, bu yangını teskin için arka arkaya dolu talebinde bulunurlar. Bu da onların aşk yangınını artırmakta, sarhoşluklarını doruğa çıkarmaktadır. Mürşit, Hak sohbetini artırdıkça artırır, dolu üstüne dolu sunar ki âşık da içtikçe içsin ve susuzluğun ne olduğunu unutup sonunda eşyanın hakikatine erebilsin.

Dirilebilmek için nasıl ölmek zorundaysak, ayılabilmek için de sarhoş olmaya muhtacız. Visal için kemal ehli zatların dudaklarından dökülen ledünni hakikat badelerine muhtacız; ancak o feyiz dolu çeşmelerin bardaklarındaki âbıhayattır ki bize eşyanın hakikatini, kendi hakikatimizi gösterecek. Onu gördüğümüzde sevgilinin visali kaygısından geçecek O’nu içimizde bulacağız. Sokak başındaki çeşmelerden avuç avuç da içsek hakikate yürüyemeyiz. Gönlümüzden başka yerde bir sevgili bulamayacak âşıklar olmak için galiba kadehlerimizi aşk şarabı, bardaklarımızı iksir ile dolduracak rehberlere ihtiyacımız var. Hani Bizim Yunus diyor ya:

Çeşmelerden bardağın doldurmadan kor isen
Bin yıl anda durursa kendi dolası değil.


VAR OLUP DA YOKMUŞ GİBİ DURAN SEVGİLİ
Var olup da yokmuş gibi duran bir sevgili vardır. Ona bağrını açmış duran bir insan vardır.

Döşünü yumruklayan, yumrukladıkça kabaran döşünün altında büyüyen ve sonra üstlendiği acıya katlanamayarak birden düşüp ölen bir insan… Âşık… Âşıklar…

Bir Kurban Bayramı’nda kurbanlık hayvanın melül mahzun bakışında yanıp kavrulmak yok mu, işte acunun bütün acılarının toplandığı yer orasıdır.

Orası, döşüne, ciğerine sığınmış, orada yitmiş, erimiş olup da halinden haber vermeyen sevgilinin yurdudur…

Oraya sığınmış olan sevgili de, sevdiğini özler. Ancak dışarıya ses vermez. Çünkü bütün sevgiler gizlidir. Bir sevginin mahremiyetini açığa vurmak cinayettir. Hem de cinayetlerin en alçakça olanı…

Ona belki bir telefonun cılız sesiyle ulaşmak bile mümkündür. Ancak has âşık asla bu pespayeliğe başvurmaz. Asla sevgisinin kelimelerini tellerin, telsizlerin emanetine terk etme bahtsızlığını yaşamaz. Çünkü sevginin emanet edilebileceği hiçbir emanetçi olmamıştır yeryüzünden. Yalnız bugün değil, başından beri, dünya kurulduğundan ve onun üzerinde âşık ruhlar yeşerdiğinden bu yana…

Kapının menteşeleri hafiften gıcırdar.

Odada bir meltemin esintisi dolanır.

Bir fısıltının merhaba diye seslenişinin işitildiği sanılır. Bütün bunlar gerçek midir?

Onu, o anda yaşayan için elbette gerçekliğin en gerçeğidir bütün fısıltılar, tüllerin havalanıp dalgalanması… Ama böyle bir şey var mıdır, olmuş mudur, olması olası mıdır? Meçhuldür. Meçhul kalmaya devam eder.

Her şey âşıkın yüreğinde olup biter. Yüreğinde ve ciğerinde…

Kussa, o anda ortalığa yanmış, kavrulmuş ciğer parçaları savrulup dökülecektir…

Gönül dili

Dillerin bünyesinde mesleklere yahut ortak ilgi alanına yönelik bazı kelimeler yer alır. Gemicilerin, marangozların, medya mensuplarının kendi aralarında konuştukları özel bir jargonları olduğu gibi felsefenin, tıbbın yahut hukukun da kendine özgü terimleri vardır. Klasik şiirin ve bilhassa tasavvufun kendine özgü terimleri de bu kabilden bir zaruret sayılır. Sufiler, manevi yollarda ilerlerken gönüllerinde doğan sırları kendi aralarında belli bir terminoloji ile paylaşırlar. Semboller ve mecazlarla dolu bir dildir bu. O dili anlamayan yahut oradaki mecazın farkına varmayan birisi için sufilerin söyledikleri anlamsız veya saçmalık olarak algılanabilir. Sırrı layık olandan başkasına söylememek kuralı işte burada devreye girer. Hakk’ın sırlarını kabul edecek derinlikte olmayan birine o ağır yükü vermek, elbette fikri de, kişiyi de helaka götürür, topluma fitne yayar. Çünkü sırlar ve hakikatler her kaba sığmaz. Ham olan, pişmişin halinden anlamaz. İlahi hakikatlerin üzerinden örtü kaldırılırsa kargaşa çıkar. Mesela Hallac’ın başına gelenleri, mecazı anlamayanların nasıl bir kargaşa ile cihanı fitneye verdiklerini düşününüz. Bu yüzdendir ki tasavvufun meyhane (=tekke veya kâmil mürşidin gönlü) meyhaneci (=mürşid), şarap (=marifetullah), kadeh (=dervişin kalbi) veya yanak (=tecelli nuru), ben (=gayb âlemi), dudak (=Allah’ın birliği, vahdet) gibi bir mecaz dili vardır. Fuzuli üstadın,

“Hûb sûretlerden ey nâsıh beni men etme kim
Pertev-i envâr-ı hurşîd-i hakîkattir mecaz

(A nasihatçi vaiz; beni güzel yüzlülerden men eyleme ki ilahi hakikat güneşinin nurlarının ışığı o mecazda görünür.)” dediği nokta tam da budur.

Tasavvuftaki mecaz dilinin dışarıya yönelik bu “sır” maksadının dışında ikinci bir amacı daha vardır ki dervişler bu dili konuşarak kendi aralarında anlaşır, söyleşir, hakikatleri öğrenir ve kalden hale yükselirler. Yunus’un

“Süleyman kuş dilin bilir dediler
Süleyman var Süleyman’dan içeru”

mısralarındaki kuş dili, hayvanların dilini anlayan Süleyman peygamberin kıssası yanında, hatta ondan içeru, sufilerin konuştukları bu terminolojiyi anlatır. Nitekim tekke şiirinin bu mecazlar dünyasında geniş bir ifade alanı oluşmuş, hatta tarikat ve meşrebe göre bu mecazi dilde küçük anlam farklılıkları bile ortaya çıkmıştır. Bunun en keskin örneklerini şathiyelerde görebiliriz. Dıştan bakıldığında küfür gibi görünen bazı mısraların mecazları açıldığında nasıl derin anlamlar ifade ettiklerine hayret eder, görülen âleme ait varlıklardan ve eşyadan bahsedip enfüsi âlemin gerçeküstü tablolarını çizen bu gönül adamlarının ilahi sırlar ve hakikat manasını terennümde nasıl başarılı olduklarına parmak ısırırız. İdris-i Muhtefi’nin

“Bir mektebe uğradım kuş dilini okurlar
Sivrisinek halife, hocası pervaneden”

dediği gibi. Sufilerin “işaret dili”, “mânâ dil”i, “ağrebü’l-garâib” veya “dilsiz kulaksız sözü” dedikleri kuş dili, tekkelerde bir terbiye usulü olarak dervişin seyr ü süluk merhalelerinde kademe kademe öğretilir. Dervişin buna hazırlanabilmesi için de daha işin başlangıcında, belki de intisap ettiği günden itibaren konuşma dili yavaş yavaş halk Türkçesi’nden ayırtılarak, giderek tekkenin dilini kullanması ve bir dil terbiyesinden geçmesi sağlanır. Böylece ileride vâkıf olacağı sırları bu farklı dil ile ifade etsin, halka anlatmakta zorlansın veya o anlatsa bile halk onu anlamasın… Sırf bu sebeple, sufilerin adab kitaplarında dervişin kullanacağı kelimeler sıralanır, tarikatlara göre de bu sıralamada farklı mecaz veya kavramlar görülebilir. Mustafa Tatçı’nın kayıtlarına göre Hurde-i Tarikat adlı kitapta şöyle yazılıdır:

“Ulular demişlerdir ki her tayifenin bir dili vardır. Tarîkte olan kimselerin dili takva üzerine ola ve fiili takvaya muvafık ola. Söylenecek sözler bunlardır: Kurda yırtıcı diyeler ve tavşana kaçgan diyeler, yılana sürügen ve domuza hınzır diyeler. Karpuza yeşil yuvalak, hıyara göğün yemişi diyeler, kazığa çöp, ayakkabına izlik diyeler. Bindim demeyeler, süvar oldum diyeler, indikte ayrıldım diyeler, akçaya mangır ve altına pul diyeler; aş demeyeler taam veya çorba diyeler. Buna göre sair âdâbı ehlinden öğrene. Sen demeye siz diye, ben demeye, biz diye; bunları ziyade hıfz eyleye.”

Sufinin böyle bir dil dikkati içinde seyr ü süluka girmesi birkaç bakımdan ona yarar sağlar. Öncelikle vücut birliği içinde konuşur. Eşyanın ruhunu kabul eder ve mahluka edeple hitap eder. Hayret zamanlarında ve cezbe halinde iken halkın diliyle konuşmamış olur. Kendine emanet edilen sırra sahip çıkar, uluorta dillendirmez ve nihayet kontrollü yaşar. Böyle bir süreçte yetişip kemale erdiği vakit de mana yüzünü örter, mecaz konuşarak hakikati ham gönüllerden gizler.

“Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez
Münafıklar elinden örter mana yüzünü”.

Böylece sufi sükut ile konuşmayı, konuşuyormuş gibi yaparak da hakikati örtüp sükuta varmayı başarır. Tasavvufun sembolik dili de, halktan ayrı terminolojisi de işte bu yüzden önemlidir.

Bu sözleri sanma her insan anlar
Kuş dilidir bunu Süleyman anlar