Osman Şemsî Efendi

Taraf-ı fakîrânemden derviş efendi ihvânımıza yazılmış ve yâdigâr olunmuştur
bekirsidkiefendi
Unutulmaya mahkum, eskice bir kitabın sayfaları arasında, kimbilir kaç yıldır saklıyordu şefkat nazarlarını…

[Nev-niyâz ve Dedesi]

Kim bu hazret dedem?
Şeyh, Hâfız, Gülyağcı, Saatçi Bekir Necmeddîn Sıdkî Ateşli deseler tanıyabilir misin evladım… Bilmem ki nereden nasıl başlamalı; tekke ve zâviyelerin sırlanmasına kadar irşâd faaliyetini sürdüren dergâhlardan biri de İstanbul’da Alayköşkü yakınındaki Aydınoğlu Tekkesi’dir. Şimdi gidip baksan sadece bir zamanlar tekke avlusunda bulunan Hasan Ünsî Türbesi ve tekke hazîresindeki mezarları görürsün. İşte bu Aydınoğlu Tekkesi’nin son postnişîni de, tekke ve zâviyelerin kapatıldığı güne kadar adı geçen tekkede ve daha sonra Haseki Kişihatun Camii’nde imam-hatipliğe tayin edildiği andan vefatına kadar irşad faaliyetlerine devam ederek halifeler yetiştiren Ispartalı Şeyh Bekir Necmeddîn Sıdkî Kâdirî Üveysî Enverî’dir.

Peki bu tekke meşhur bir tekke midir ki mevzu-u bahis oldu?
30 Kasım 1925 tarihine kadar âyin icrasına devam edilmiş olan Aydınoğlu Tekkesinin en son postnişîni olan fotoğrafını astığımız Şeyh Efendi de Kâdirî Tarîkatının, Şeyhi Osman Nûreddîn Efendi’nin tesis ettiği Enveriyye kolunun ilk halka şeyhlerindendir. İlla şöhret arayacaksan Şeyh Bekir Efendi, Türkiye tarihinin yetiştirdiği önemli ilim ve fikir adamlarından Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil ve büyük bestekar Hafız Bekir Sıdkı Sezgin’in babası Hafız Hüseyin Sezgin Efendilere hilafet vermiştir.

Sanki orada, hemen eskimiş fotoğrafın altında bir de mektup var?
Var ya… “Taraf-ı fakîrânemden derviş efendi ihvânımıza yazılmış ve yâdigâr olunmuştur” diye başlıyor. Bu kafesin canlarından kadim bir hatırat:

… Birbirimizi unutmak mümkün değildir. Bilirsiniz ki, kırk seneden mütecaviz bir zamandır sizinle bu dergâhda bende olduk. Bu dergâh, ne dergâhdır ki, beyanı akli külden haricdir. Kendimizi burada bildik, burada bulduk. Kendi yüzümüzü ande gördük, varlığı ande bitirdik, yokluğu ande şikâr ettik. Husûsâ sizinle hemderd idik. Ande pâk olduk, ande tâze can bulduk. Ande her müşkil fetholdu; ol ki ayni mürşidden câri feyzi hakikatdir. Nasıl unutalım. Cümleden kat’ı nazar bir pınar sızıntısıyız, ol pınardan sızıb zuhûr etmişiz, ondan bir katreyiz, mahv ü fenâmız yine ol pınarda fenâ bulur. Alelhusus hubbi sivâ, sahibi Hudaya bu kurbiyyetde mübeddel oldu. Bu muhabbet ne muhabbettir ki, beyanü imâsı kabil değildir… Yüzlerce müslüman, meclisi bezmi muhabbetde elbirliği, gönül niyazlığı derde çâresazlığı ile râhi aşkü müveddette soyunmuş, üstünde beyaz gömlek veya tennûre, sırtda haydariye, başda beyaz takke olarak kâffesi bir vücuddan bir ağız ve bir dil ile namı Hüdayı yad eylemişlerdir. Dergâhda pazar günü öğle namazından, pazartesi gecesi yatsıdan sonra, cuma ve geceleri namazı müteakip, haftada dört defa Şâbani, Kâdiri âyini yapılır, hem kuuden zikredilir hem kıyama kalkılır, hem de Halvetîlere mahsus olan şekilde devrânlar olurdu. Semâhanede iç içe halkalar teşkil edilerek genç ve ihtiyar, dînç ve nâtüvan yüzlerce âşıkan ortasında, İzzi Efendi, pervâne misali dönerlerdi. Ala yemini zâkir Mustafa Bey, Büyükefendi Osman Şems’den:

Gözü dünya mı görür âşıkı dîdâr olanın
Dilberi sen gibi bir mâhi dilâzâr olanın

neşidesini okudukça her dilden envarı muhabbet berk urmağa başlardı. Efendinin terbiye ve irşâd devresi, Dergâhın kapusundan tam yirmi sekiz sene dışarı çıkmamak sûretiyle seleflerinin çoğundan fazla devam etmiştir. Şahsındaki ulviyetin tesiri ile burayı ‚”mecmai uşşak” denilecek hale getirmiştir…

Büyükefendi diye bahsi geçen Osman Şems kimdir?
Edeb Ya Hu! Ecille-i rical-i Kadiriyye ve Üveysiyye’den es-Seyyid eş-Şeyh Osman Nureddin-i Şems (k. s) Efendi hazretleri, hazretim kamil bir mürşid…

Sizin lugatinizde “Mürşid” kime derler, Allah ile kul arasına girilmez diyorlar ya?
Fesubhanallah, Allah’ı buldun da aranıza girdik sanki. O Allah’ı kullarına, kullarını da Allah’a sevdiren ve yaklaştıran, kul ile Allah’ın arasını yapan
hazret-i insandır…

Bize O’ndan bahsetseniz…
Şeyh Osman Nûreddîn Efendi, 23 Mart 1814 Çarşamba günü İstanbul’da Bâb-ı Âlî civârında Hocapaşa Mahallesi’nde doğmuştur. Babası Maliye Bakanlığı Eshâm Kalemi Şeflerinden Nakşibendî tarîkatinden‚ Hoca Emin Efendi diye tanınan Münzevî Seyyid Muhammed Emin Efendi’dir. Hoca Emin Efendi, daha sonra Halvetiyye Tarîkatının Şa’bâniyye kolu şeyhlerinden Kuşadalı İbrâhim Efendi’ye intisab ederek yirmiüç yıl münzevî bir hayat yaşamış, 28 Haziran 1861 tarihinde 80 yaşında vefat etmiştir. Osman Şems Efendi, seviyeli bir ilim tahsili almış olmasının yanı sıra irfan dünyasına da girmiştir. Henüz genç yaştayken evlerinin yakınında oturan Nakşibendî şeyhlerinden İsmail Efendi’ye intisab etmiş, şeyhinin 1839 yılında vefat etmesi üzerine babasının da şeyhi olan Halvetiyye Tarîkatının Şa’bâniyye kolu şeyhlerinden Kuşadalı İbrahim Halvetî’ye bey’at etmiştir. İntisabından yedi sene sonra Kuşadalı’nın da vefat etmesi üzerine Osman Şems Efendi sülûkunu tamamlamak için mürşid aramağa başlamış ve sonunda Aksaray’da Kara Mehmed Paşa Mescidinde veya Sinekli Bakkal’daki evinde inzivâyı tercih eden Kâdirî-Üveysî şeyhlerinden Şeyh Abdurrahim Ünyevî’ye intisab ederek 1849 yılında irşad izni almıştır. Abdurrahim Efendi, Osman Şems Efendi’de biraz nefsânî gurur görmüş ve bunu kırmak için, eğer odun yarıcılığı yaparsa kabul edeceğini söylemiş; o da verilen emre uyarak şeyhi tarafından kabul edilmiştir. Şeyhinin 1856 yılında vefat etmesinden sonra Osman Nûreddîn Şems Efendi, Kâdirî Tarîkatı Pîri Seyyid Abdulkâdir Geylânî’nin rûhânî feyzine, dolayısıyla da manen Üveysîlik pâyesine nail olmuştur. Aynı zamanda büyük bir şair olan Osman Şems Efendi, artık hem şair, hem de şeyh olarak meşhur olmuştur. Daima diz üstü otururduğu nakledilen Osman Şems Efendi, seyrekçe beyaz sakallı, uzunca yüzlüydü. Çoğu zaman başlarına fes giyip üstüne yemeni sarardı, bazen de Kâdirî şeyh serpuşu olan tâc giyerdi. Kendisi tekkede oturan bir şeyh olmayan Osman Şems Efendi, önceleri Sirkeci Hocapaşa Mahallesindeki, sonraları Üsküdar’daki, daha sonraları da Üsküdar-Selîmiye’deki kirâ olarak oturdukları evlerinde ikâmet etmiş ve dervişlerini irşâd etmişlerdir. 27 Aralık 1893 Çarşamba gecesi Üsküdar-Selîmiye’deki evlerinde âhirete irtihâl etmişlerdir. Devrinin en şöhretli şairlerinden ve mutasavvıflarından olan Osman Şems Efendi ilim ehli ve Dîvân sahibi bir şeyhti. Osman Nûreddîn Şems Efendi Kâdiriyye-i Üveysiyye’nin Enveriyye kolu kurucu ve Pîr-i Sânî olarak sayılmakta ve tarîkatın Pîr’i olan Abdulkâdir Geylânî’ye Bâzu’l-Eşheb (Alaca Şahin) ünvânından mülhem olarak kendisine Bâzu’l-Enver (En nurlu Şahin) denmektedir.

Nezd-i âlîlerine varanlar, sohbetinin lezzetinden bıkmaz, usanmazlardı. Dâima dizüstü otururlar ve lisân-1 hikmet-i feşânından sâdır olan sözler; esrâr-ı Kur’aniyye ve ehâdis-i nebeviyyeye müteallik varidat-1 ilâhiyye idi. Hz. Şeyh’in huzuruna girildiği zaman kalbimizden mâsivâ kaydı ref olur; yerine zikr-i Hak kâim olurdu. Yanında bulunduğumuz müddetçe, cemâline baktıkça bakacağımız gelir; yanından ayrılmayı canımız istemezdi. Meclis-i şeriflerinde bulunduğumuz zamanın hâtırası ve bahusus, latif hayalleri, bir dakika gözümüzün önünden kaybolmaz: huzurlarında iken herkesin kalbinde bulunanları keşfeder, söyler idi. Ale’l-ekser, huşûan ağlarlardı. Vâridât-ı rabbâniyyeye mâlik olduklarından, sözleri pek müessir idi. Fesâhatından udebâ, maârifinden ulemâ, tahkikatından ehl-i felsefe, dakâyıkından bülegâ, eş’arından şuarâ, hikmetinden ukalâ, âdabından fukara, elhâsıl, her sınıf kendine göre, fezâil ve irfânından iktibas- ı feyz ederlerdi. Kendilerinin, zâhiri hâlde hankâhı yoktu. Fakat her müridin kalbini hankâh-ı aşk ittihâz etmiş idi. Hülâsa-ı kelâm Cenâb-ı Şeyh, ser halka-ı erbâb-ı tecrîd ve sâkî-i hum-hâne-i tevhîd olmuş idi. Şiddet i riyazet ve mücâhededen kemâl derecede zaîf halde idiler. Bellerine bağladıkları kemeri gördüm; hemen hemen bir çocuk kemeri kadar ufak idi…

Peki bu Şems adı nerden geliyor?
Asıl adı Osman Nûreddin olan Şems Efendi, Ulu Velî Kuşadalı İbrahim Efendi’den el aldıktan sonra gönlündeki ilâhî aşkın uyanarak coşup taşmasıyla yanık şiirler söylemeye, Önceki “Nurî” mahlasını bırakarak artık “Şems” mahlasını kullanmaya başlamıştır. Bu mahlası almalarının hikmetini Şeyh Vasfı Efendi (ö. 1910) ye nazîre olan bir gazelinin sonunda:

Pertev-i zâtından ey Şems ettiğim çün iktibas
Yadigâr aldım bu ismi Şemsi-i Tebriz’den

beytiyle açıklar. Şeyhi Abdurrahim Ünyevî (v. 1856)’nin vefatından sonra Şems, Kâdirî tarîkatının pîri Seyyid Abdulkadir Geylânî’nin ruhanî feyzine, dolayısıyla manen Üveysîlik payesine nail olmuşlardır. Artık her iki yönden, hem şairlikten, hem de şeyhlikten ünü çevreye yayılmıştır. Şeyhliği şairliğine mâye, şâirliği de şeyliğine saye olmaya başlamıştır. Hem ariflerin hem de şairlerin takdir edecekleri beyitlerin yüzlercesini, binlercesini yazıp sevdiklerine okumuştur.

Aziz okuyucularımızın da bu manadan ve dahi hazretimin füyuzatından behredâr olmaları için teberüken Şems remizlerinden nükteler saçalım;

MÜSEDDES  Gözü, dünyâ mı görür âşık-ı dîdâr olanın
Dilberi, sen gibi bir mâh-ı dil-âzâr olanın
Gayre meyli olamaz, aşkın ile yâr olanın
Yücedir rütbesi mihrinle hevâ-dâr olanın
Ayağı yer mi basar zülfüne berdar olanın
Aşk u şevk ile verir cân ü serî döne döne

Nâr-ı aşkınla yanan, şem’a-i kâfûr gibi
Sâf eder sînesin âyîne-i billûr gibi
Cûş eder mevc-i dili, mevc-i yem-i nûr gibi
Görünür bâng-i “Ene’llâh!” ile Mansûr gibi
Tutuşur meş’al-i âhı şecer-i Tûr gibi
Savrulur göklere her bir şereri döne döne

Sana dil-beste olan, zülf-i perîşânın ile
Mest olur gerçi mey-i la’l-i gül-efşânın ile
Hûna âğâşte olur hancer-i müjgânın ile
Âkıbet yârelenür pençe-i hicrânın ile
Saplanıp sîh-i gama âteş-i sûzânın ile
Laht-ı biryâna döner tâ ciğeri döne döne

Her tecelli kim eder aşk-ı dil-efrûz-i niğâr
İnleyip bâd açar, la’lini gül-bâğ-ı bahar
Cûylar girye edip, na’re urur murg-ı hezâr
Raks eder pîr-i felek vecd ile bî-sabr ü karâr
Kimi bî-savt ü hurûf ü kimi pür-nâle vü zâr
Zikr eder Hakk’ı cihân zir ü beri döne döne

Cezbe-i aşk ile bir âleme kıldın ki hirâm
Düşdü sermest gönül, bezmine bî-bâde vü câm
Çeşmime oldu hüveydâ nice merdân-ı kirâm
Kimi Veys ü kimi Bedr ü kimisi Şems-i be-nâm
Mevlevî gibi şebistân-ı mahabbetde müdâm
Şem’inin yanmada pervâneleri döne döne

Âh kim gerdiş-i dûlâb-ı cihân gibi, nisâb
Aksine devr ile îdüp yine cüllâbı serab
Etdi bu bâğda bir serv-i revânım kem-yâb
Kıldı üftâde-i çâh-ı çemenistân-ı türâb
Nevh-i nâlemden olup devrine zencir-i tınâb
Dil ü çeşmin dökülür eşk-i teri döne döne

Kıldı hasret beni sergeşte vü mestâne-revân
Nâr-ı firkat dilime açdı nice dâğ-ı nihân
Başdan başa olup zâr tenim dîde-i cân
Görmeğe zülfü içinde ruh-i cânânı ayân
Şems olup, hem-reviş-i mihr ü meh-i nûr-efşan
Seyr eder çarh ile şâm ü seherî döne döne 

selincan

Oldu olacak bir de irfan mektebinden nutk-u şeriflerini ikram edelim:

Gel gülşen-i tevhide şu bülbül gibi yâ Hû
Nâlân olub Allah diyelim hû diyelim Hû
Gözyaş ile gül-bûn-i aşka verelim su
Giryân olub Allah diyelim hû diyelim Hû

Mânend-i sabâ nefha edüb nefha-i Rahman
Olsan çemen-i dilde maârif ğüli hândan
Bâğ-ı melekûta per açub etmeğe seyran
Perrân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Bildik ki beka yol bize bu dâr-ı fenada
Ahvâl-i bekayı görelim râh-i Hudâ’da
Bildirmeyelim kimseye esrarı kabâda
Pinhan olub Allah, diyelim hû diyelim hû

Dergâh-ı Îlâhî’de olub bende-i ferman
Meydân-ı mahabbetde idüb zikr ile cevlân
Cezbeyle semâ eyleyelim vecd ile devran
Gerdân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Emri tutalım eyleyelim terk-i menâhî
Çıksun feleğe nefsimizin dûde-i âhı
Tennûr-i gönülde tutuşub aşk-i ilâhî
Sûzân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Aşk ile yanub yanmayalım nâr-ı cahîme
Mevt irmeden ivvel girelim dâr-ı naime
Beyt-i Hak olan zâviye-i kalb-i selime
Mihmân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Dilden çıkarub meşgale-i hubb-i sivâyi
Can gözlerin açub görelim fevk-ı ulâyı
Her yüzde temâşâ edelim vech-i Hudâ’yı
Hayrân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Envâr-ı tecellîde olub mahv ü perişan
Fânî olalım tûr-i tecellî gibi yeksan
Humhâne-i Veysî’den içüb bâde-i irfan
Sekrân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Bul Şemsi gibi aşk-ı Muhammed’le delili
Bil âteş ile sırr-ı gülistan-ı Halil’i
Mûsâ gibi seyr etmeğe envâr-ı celîli
Pûyan olub Allah diyelim hû diyelim hû

Neyzen Osman Bey’in bestenigâr makamında bestesi 

Salahi Dede’nin(v. 1997) mâhur makamında bestesi 

Mevlevi nakşı

Azizim, Mevlevi ve Rıfai tarikatındaki adetlerin Nakşilerde olmamasının sebebi nedir?

Tarik-i Nakşibendiyye’de, öteden beri zikir hâfi, gürültüsüz, kalbî yapılır. Onların zikirleri cehrî yâni sesle olmayıp derûnîdir. Maksadın kalp zikri olduğunu söyleyerek ağızları ile değil içten zikrederler. Cehren zikretmekten maksat yine kalp zikrine varmaktır. İşte onun için de maksat kalbi temizlemek olduğundan zikrimiz de hafidir, kalbidir, derler. Halbuki diğer tarîkatlere mensup olanlar, zikirlerini nefislerine de duyurmak isterler ve onu zikre alıştırdıktan sonra tedricen kalbe giderler.

Sünnet-i seniyyede var mıdır yeri?
Tekkelere kudümlerin, halîlelerin kabulü esâsı, Resûlullah Efendimiz’in Medine’yi teşrif buyurdukları vakit Medine ahâlisinin, sevinçlerinden sütuhlara çıkarak, ellerine ne geçtiyse, sahan kapağı mı olur, teneke mi, def mi ne buldularsa bunlar ile sevinçlerini izhar etmelerinden alınmıştır.

Semâ ve musiki?
Semâhane denilen yer, nefis ile muharebe hâlinde olunduğundan, sanki bir muharebe meydanıdır. Nitekim Resûlullah, cihattan avdet buyurdukları vakit: Biz küçük cihaddan büyük cihâda avdet ettik, buyururlardı. Sancaklar, teberler, topuzlar ve bir arada ilâhîler, naatlar, tevşihler okuyan zâkirlerin, birer asker sayılan dervişleri nefis muharebesine teşvik edip o heyecanı uyandırmaları, hep insanın yüksek duygulara doğru yol alması içindir ve bütün bu ilâhî nağmeler, sesler, sözler bakınız bunlar ile ne diyoruz? Allah diyoruz. Davulla dümbelekle hep onu söylüyoruz, demektir.

Yoksa, kudüm ve halîle vurmak, ilâhî ve naat okumak tarîkatin şartı değildir. Tarikattan maksat, nefsin ıslâhıdır. Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı zikretmesin. Niçin davulun, defin Allah demesini hoş görmeyelim? Kulağın varsa ne ses çıkardığını işit!

Bir gün Hazret-i Ali(kv) Efendimiz yolda giderken bir kilise çanını dinlemek üzere durmuş ve zevkle dinlemeye başlamıştı. Kendileriyle beraber bulunanlar: Yâ Ali, bu kilise çanıdır, neden dinliyorsunuz? dediler. Hazret-i Ali cevaben: Evet kilise çanıdır, fakat Hak! diye bağırıyor, onu dinliyorum, buyurdu.

Yine bir defasında Hz. Pir Mevlânâ’nın “Mûsikî (rebab sesi) cennet kapılarının sesidir” dediği, orada bulunan ve mûsikîyi inkâr edenlerden birisinin; “Biz de o sesi işitiriz fakat neden o sesten sizde hâsıl olan duygu bizde hâsıl olmaz” demesi üzerine Mevlânâ, “Bizim işittiğimiz kapıların açılmasının sesi, sizin işittiğiniz ise kapıların kapanmasının sesi olduğu için aynı duyguları elde edemiyoruz” cevâbını vermektedir..

Ney kuru, değnekler kuru, kudüm üstüne gerilmiş deri kuru o halde bu ALLAH sedası nereden geliyor? [Hz. Pir Mevlana]

Her ne ki seni Allah’tan gafil etmezse ve Allah’ın aşkını sende ziyâde ederse, onu can kulağı ile dinle. Her ne ki seni Allah’tan gafil ederse, ondan kaç! Allah’a olan aşkını ziyâdelendiren ve Allah’a gittikçe seni yaklaştırandan niçin korkarsın?

18. Mektup

18. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların onsekizincisidir.

1mursidinmektuplari

Zâtının nurundan nur-i evveli halkeyleyen, cümle kâinatı envâr-ı ilâhîyesiyle tezyin eyleyen, nuruna muhatab hazret-i insanı halkeyleyen, nuruyla insanı pür nur eyleyen, âhirde nurunun itmamına kulunu şâhid eyleyen, şehâdet nuruyla cemâlinin nurunu kullarına bahşeyleyen esmâ-ı ilâhîyesinin ve kelâm-ı sübhâniyesinin ve habîbinin nuruyla pür nur olan sırât-ı müstakimini bizlere şeriat, tarîkat, hakikat ve ma’rifet râhı olarak ihsan eyleyen Cenâb-ı zü’l-Celâl, ve’l-Kemâl, ve tekaddes Hazretleri’ne sonsuz hamd ü senâ olsun. Bu hamdin nuruyla gönüllerimiz pür nur olsun.

İnsanlığı zulmetten nura, gamdan sürura, firkatten huzura ve vuslata vesile kılan Cenâb-ı Hakk’ın nurunun mazharı, yaradılan ilk nur, yaradılmışların nurunun nuru, nurun âlâ nur sırrının kandil-i süreyyası, beşir ve nezir, sirâcen münîr, misbah-ı sudûr, gözlerimizin nuru, kalblerimizin sürûrü Efendimiz(sav)’e Cenâb-ı Hakk’ın nuru adedince salât ve selâm olsun. Bu salât ve selâmın nurundan âline ve ashâbına ve etba’ma dahî ikram olunsun.

Gözümün nuru, Cenâb-ı Hakk’ın bu fakîre ihsânı, İhsan Efendi oğlum, Esselâmu aleyküm.

Hak Teâlâ nurunu ziyâde eylesin. Kur’ân-ı Kerîm ve kelime-i tevhîd ile kalbini pür nur eylesin. Nurunla Efendimiz’in nurunu bir eylesin. Cenâb-ı Hakk senden râzı olsun.

İhsan Efendi oğlum, her geçen gün hem hizmetin hem bu hizmete binaen evrâd ü ezkârın artacak. Derler ya, Cenâb-ı Hakk, dağına göre kar verirmiş. İnşâallah bu kar Efendimiz(sav)’in buyurduğu gibi günahlarımızı temizleyip götüren kar suyu gibi olur. Bu da yanımıza inşâallah kâr olarak kalır. Zaten kişi hizmet edebilmek için vird ve zikre muhtaçtır. Çünkü ibadet, zikir ve mücâhede dervişin azığı gibidir. Azık olmadan yola çıkılmayacağı gibi ibâdât ü taat olmadan hizmette muvaffak olmak mümkün değildir. Hele dervişin zikri onun için nefes almak gibidir. Allah muhafaza, kişi taatsiz ve ibadetsiz hizmet etse belki insanlar ondan istifade eder fakat kendisi mânen iflasın eşiğine kadar gelir. Cenâb-ı Hakk’a boyun eğecek, itaat edeceksin ki, kulların hizmetini dimdik ayakta kalarak göresin. Eskilerin tabiriyle taatta dâim olacaksın ki hizmetle kâim olasın.

İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk verilmiş olan Vird-i Settar ‘ın sırrına ve feyzine eriştirsin. Ma’lûm, Vird-i Settar’ın söylenildiği gibi sabah namazından sonra okunması âdâbdandır. İstersen sabah namazını edâ eyledikten sonra ma’lûm sünnet tesbihâtını yaparsın, dua meyânında Vird-i Settar’ı okuyabilirsin. Yahut Âyet el-Kürsî okuduktan sonra doğrudan Vird-i Settar’a da başlayıp okuyabilirsin. Çünkü virdin sonunda otuz üç Sübhânallah, otuz üç elhamdülillah, otuz üç Allahuekber sünnet tesbihat vardır. Her ikisi de caizdir. Belki ileride mürşidin sana sabah namazı sonrası tesbihat verirse bunlardan sonra Vird-i Settar’ı okuman, dua yerine de kâim olduğundan daha iyi olur. Vird-i Settar çok bereketli bir evrâddır. Evrâd-ı şerîfeler büyüklerin kendi başlarına ictihad ettikleri ve böylece intihâb(seçerek, toplayarak) ettikleri dua kitapları değildir. Seyr u sülûkün kemâlinde ve neticesinde Hakk’a vâsıl olan bu zâtlara Hak Teâlâ kendisinin vâsıl olma sırrını sâliklerine tebliğ eylesin ve böylece bendegânı irşad eylesin deyu ihsanda bulunmuştur. Onlar dahî bu tevhîd ve irfan mektebinde talihlerine bu dersleri okutturmaya mezun olmuşlardır. İşte Seyyid Yahya Şirvanî Hazretleri bu izn-i ilâhîyeye tam ve kâmil olarak mazhar olmuş kitab sahibi zâtlardandır. Dünyanın dört bir tarafında Vird-i Settar okunmakta. Bu vird ile meşgul olanlar Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olma yolunda mesafe almışlardır. Allah cümlesinden razı olsun. Himmetleri üzerimize sayebân olsun.

İhsan Efendi oğlum, mânâda gösterilen o çocuklar senin veled-i kalbindir(kalb çocuğundur). Allah mübarek eylesin. Zîrâ hem bir değil üç çocuk zuhûr etmiş, erkek evlâd olması da ayrı bir sırdır. Oğlum, dervişlik mesleğine giren kişi âdetâ şeyhiyle mânen nikahlanır ve iki kalbin nikâhlanması neticesinde bazen erkek bazen kız çocuğu zuhûr eder. Buna veled-i kalb denir. Veled-i kalbin ahvâlini sana mürşidin âlem-i mânâda sırrıyla anlatacaktır. Şimdi bu satırları kaleme alan fakire yardımcı olan Abdullah kardeşim bu mevzulara âşinâ değil. Ol sebebden teferruatına girmek şu an için mümkün değildir. Zaten meşâyih hazerâtı da bu mevzu’u pek satıra getirmemişler. Halden hale kalbden kalbe bir alışveriştir vesselâm.

Bu mânevi nikâhtan çocuk olmayabilir. Veyahut zât-ı âlinizde olduğu gibi birkaç çocuk da olabilir. Bu, dervişin kabiliyetiyle alâkalı olduğu gibi aynı zamanda bir nasîb işidir. Her halükârda dervişe lâzım olan rıza kapısında isbat-ı vücûd edip, kanaat üzre teslimiyetle sülûkuna devam etmektir. İnşâallah Cenâb-ı Hakk size mürşid olmayı nasîb edecek. Bu haber size müjde gibi de gelebilir, mahzun olmanıza da vesile olabilir. İkisi de doğrudur. Çünkü her mürşid müridinin irşada mezun olmasını ister. Her hocanın talebesini hoca olarak görmek istemesi gibi. Amma mes’ûliyeti, hizmeti ağırdır. Çünkü en zor hizmet insana hizmettir. Bu veled-i kalb(kalb çocuğu) elbette çocuk kalmaz. Çocuk nasıl yaşar, büyür, kalb çocuğu da belli bir kemâle erer. Yalnız bedenî birleşmeden vücûda gelen çocuk gibi değildir. Bedenin ölümü vardır. Bu mânânın ma’rifet meyvesi olan çocuğun ölümü yoktur. Sırrı vardır. Tefekkür et. Bu kadar kâfidir. Ancak şu kadarını ilâve edeyim ki, evliyânın sırrı ile bu kalb çocuğunun alakası erbâbına malûmdur.

Hatırıma gelmişken bir malûmat daha arzedeyim, belki ileride sizden feyiz alan zâtlara bu terbiye sahasında hizmet ederken lâzım olur. Kalb çocuğu kız olursa seyr u sülûkunu tamamlayacağına lâkin başka kişiye seyr u sülük yaptırmaya henüz izin olmadığına işarettir. Amma Allah Teâlâ’nın acayip tecellîleri vardır. Hani nasıl biz dünya hayatında evlâd ediniyoruz veya evlatlık alıyoruz. Bazı kimselere başkasından doğan çocuğun vesayeti verilir ve böylece o kişi çocuk sahibi gibi olabilir. Yolumuzda bu nev’î haller de vardır. Seyr u sülük dışarıdan bakılarak anlaşılan yollardan değildir. Dâhil olanın aldığı zevkin ise ta’rifi mümkün değildir. Ne acayip şeydir ki fakîr de aynı esmâda şeyhimden veled-i kalb sahibi olunduğuma müjde almış idim. Hatta fakîrinki dördüzdü. Daha sonra da iki cihan serveri Efendimiz mânâda teşrif buyurdular, bir yetişkin erkek evlâd verdiler. Şimdi bunu yazan kardeşimiz taaccüble fakîre bakıyor. Amma işte böyle, pîrler seyr u sülûkta dervişlerine seneler evvel göçseler dahî aynı halleri, aynı mertebelerde farklı cilvelerle talim ediyor, yaşatıyorlar. Bunun akıl ile îzahı mümkün değildir. Daha evvel bunları duymuş olsaydın sonra da böyle şeyler görseydin belki hayal mahsûlü diyebilirdin. Amma sen bunları bilmezken “hüve hüve” sine aynı hali yaşatmaları tesadüfle yahut hayalinin yansımasıyla îzah edilebilir mi? İşte pîr yolu ve seyr u sülük aklın mâverasında hal yoludur. Gördüğünüz bu menzil sizi beşinci esmâ’ın sırrına âgâh edecek ve inşâallahu teâlâ, âb-ı Kevser’i bu âlemdeyken Efendimiz’in elinden içmek nasîb olacaktır. Bir nev’î şehâdet şerbeti olan bu Kevser size ebedî hayatiyetin zevkini ve şehâdetini bulduracaktır. Hak celle ve âlâ mübarek eylesin.

Muhterem İhsan Efendi oğlum, tesbihatınız esnasında ve âlem-i mânâda ikram edilen o kokuya bûy-i Muhammedi yahut şemme-i Muhammedi denir. Aynen buyurduğun gibi gül kokusuna benzer ama gül değildir. Öd ile gül arası. Sonra bu koku zât-ı âlinizin vücûd ikliminde de zuhûr edecek, o koku sizde daha farklı bir kokuya tekallüb edecektir(dönüşecektir). İnsandaki parmak izi hiçbir insana benzemediği gibi evliyâullah yolunda seyr u sülük eden dervişlerin kokuları da nev-i şahsına münhasırdır. İnsanın zâhirinde de böyledir. Hiçbir insanın kokusu diğer insanın kokusuna benzemez. Esmâ-i ilâhîyenin letâifiyle bu esmâ’ın kokuları, Efendimiz(sav)’in buy-i Muhammedîleri, pirinden gelen koku ve sende vücûd bulan koku birbiriyle mezcolur, şahsına mahsus bir koku zuhûr eder. Bu dahî acayip bir şeydir. Meselâ, bir Nakşî dervişine bakarsın, aynı pîrden gelen o yolun kâmil dervişlerinin hem kokuları birbirine benzer hem de simaları, hatta oturduklarında mekânlarda neş’et eden koku aynıdır. Daha da acayibi, bir musafaha edip ellerini tutsan tenlerinin sıcaklığı hatta ciltlerinin husûsiyeti bile birbirine benzer haldedir. Halvetîsi, Kâdirîsi hepsi böyledir. Başlangıçta derviş simâsı hiç şeyhine ya da yoldaki büyüklerine benzemez haldeyken seyr u sülûkunda merhale kat ettikçe bir bakarsın ki siması değişmiş, ya mürşidine ya yolundaki büyüklerin simâsına benzemiş. Aslında maddî sahada da böyledir. Bir adamla kadın evlenir, bir müddet sonra karı kocanın sîması birbirine benzemeye başlar. Maddî sahadaki muhabbet bile o alışveriş neticesinde birbirine benzerliği vücûda getirir. Mânevî sahadaki muhabbet de böyledir. Sîmalar, kokular, tavırlar birbirine benzemeye, benzeşmeye başlar. Bizim yetiştiğimiz o eski insanlar birbirlerini kokularından ve simalarından tanır, hemen meşreplerini anlarlardı. Bu sebebden derviş olan kişi aklına estiği gibi koku da sürünemez. Zaten zevk aldığı, kendisine ihsan edilen kokusunun rayihası hasebiyle başka koku süremez hale de gelir. Kendisine eziyet veren kokulardan da öyle kokan mekânlardan da ictinab eder(kaçınır). Daha evvelce zikrettim mi, şu anda hatırlayamıyorum. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’deki Mutaffifin sûresini, kokusunu alarak okumaya gayret et. Bu anlattığım mânânın sırrını orada bulacaksın.

Zuhûr etmişken şunu da ilâve edelim. Cenâb-ı Yakub(as) oğlu Yusuf(as) tarafından Mısır’dan kendisine gömleğin gönderildiği esnada yanındakilere “Yusuf’umun kokusunu alıyorum.” demiştir. Hazret-i Fahr-i âlem(sav) Efendimiz de Üveys el Karanı Hazretleri’nin evini ziyaretinden sonra Cenâb-ı Ayşe Validemiz’e “Burada Rahmânın kokusunu alıyorum.” diyerek işarette bulunmuşlar ve sonra da bu zât-ı âliye hırkalarını göndermişlerdir. Bu hırka İstanbul’da şu sıralar inşa edilen Hırka-i Şerîf Câmii’nin içinde züvvara açık vaziyettedir(Ziyaretçilerin görebileceği şekildedir.). Bendeniz bu vesileyle büyüklerimden duyduğum hatta şâhid olduğum şu müjdeyi de size vereyim: Efendimiz(sav) ile hemen hemen her akşam görüşen bir zâta “İstanbul’daki Üveys el Karanî’ye verildiği iddia edilen hırka-i şerîf hakkında ne buyurursunuz?” diye sordular. O cevap vermedi. Ertesi günü sabah namazından sonra bu soruyu soran zâtlara “Kendilerine sordum, cevaben İstanbullulara hediyemdir.” buyurdular, dedi. Koku mes’elesinden buralara kadar geldik. Şemme-i Muhammedi hakkında daha evvel size ma’lûmat vermiştim. Allah bu kokuyu üzerimizden eksik etmesin.

mutteka
Derviş İhsan Efendi oğlum, halvet her yolda vardır. Tarikatların seyr u sülûkuna göre şekilleri değişiktir. Amma hepsinde müşterek olan hususlar şöylece ta’dad edilebilir: Halvethane beş vakit namaz kılınan mekâna bitişik olacak. Zîrâ halvetnişîn, namaz vakitlerinde kimseyle konuşmamak, hiç kimseye bakmamak kaydı şartıyla cemaate dâhil olur. Hatta bazı tarîklerde mescide yüzünde nikabla çıkar. Namaza durduğu vakit nikabı kaldırır. Namazdan hemen sonra nikabı tekrar indirir. Bu meyânda cemaatle namaz kılmanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlatmama herhalde gerek kalmadı. Demek ki kişi cemaate dâhil olmakla cemiyete karışmış olmuyor. Namazda cemaat olma hali halvet ve uzlet neş’esini te’yid ediyor. Bizi benliğimizden alıyor. O halde cemaat kişiye halvet neş’esi verir. Halvette elde tesbih yoktur. Dilde de adetli tesbih yoktur. Ancak mürşidi kendisine belli bir adet tesbihat vermişse ve “Halvette de böyle çek.” dediyse istisnadır. Halvette saat yoktur. Uzanıp yatmak yoktur. Derviş dizleri ağrımasın diye oturduğu yere veya diz arasına yünden, pamuktan ma’mul keçemsi şeyler koyar. Başı düşmesin diye başına destek olan ‘mütteka’ yahut kollarının altına oturur vaziyetini koruması, uyurken de düşmemesi için ‘muin’ denilen değnekler konulur. Böylece âdetâ vücûd oturur haldeyken askıya alınır. Kendisine ne verilirse onu yer, bazen hiçbir şey de verilmeyebilir. İzin almadan halvetten çıkamaz. Çık denildiğinde de “Biraz daha kalayım.” diyemez. Zîrâ halvet ilk başta kişiye çok ağır gelir. Hatta ölmeye râzı olur, “Tek buradan çıkayım.” der amma halvetin zevki kişiyi tamamen istila edince bu sefer de “Öldürseler de çıkamam.” dermiş. Halvette mushaf verilmez. Halvetnişînin eline herhangi bir evrâd ya da kitap da verilmez, zaten ışık yok denecek kadardır. Kendi vücûduyla ve hiçbir şeyle meşgul olmasın, mevhum benliğinden kurtulsun, sadece zâtını tefekkür ve zikr ile meşgul olsun deyu halvet verilir. Efendimiz(sav)’in Hira’da inzivaya çekilmesi gibi. Hira’da mushaf yoktur, belli adette tesbihat yoktur. Kâbe-i Muazzama’ya, Resülullah Efendimiz’in nazarı ve cism-i pâkleri ölçüsünde düşünürsek, yakındır ve Mekke’nin Harem hudutları Kabe’ye dâhildir. Onun için Mekke’nin Harem hudutları içerisinde kılınan namaz ile Kâbe’nin yanında kılınan namaz arasında cemaat haricinde ecir farkı yoktur. Halvetin en önemli âdâbından biri sahih niyettir. Sahih niyet üzre olan derviş halvete girdiğinde “Şu an insanlar benim şerrimden emindir.” hissiyatına sahip olmalı. Şimdi taklidde kalan bazı sofiler, halktan uzlet lâzımdır; halk bizi bozuyor, mâneviyatımıza zarar veriyor diye halvetin kıymetini kendilerince takdir ediyorlar. Bu ahmaklık ve cahillik eseridir. Yani sen iyisin, doğrusun amma “Halk bozuk, uzlet lâzımdır.” diyorsun. Mahlûkatı şedîd, kendisini sahib-i hayır kabul eden kişinin halveti olur mu? Böyle halvet adamı Halvetî yapar mı? Efendimiz(sav)’in “Sizin hayırlınız, insanlardan uzlet eder, kimselerin görmediği bir yerde ibadet taata çekilir ve ‘Yâ Rabbî, benim şerrimden insanları muhafaza et.’diye dua eder.” buyurduğunu büyüklerimiz meâlen bizlere beyân ediyor. Yani niyet bozuk olursa zaten amel sâlih olmaz. Halvet, kişinin niyetiyle de olacak bir amel değildir. Kişi usûlüne uygun ve seyr u sülûkunda mezun olarak halvete dâhil olabilir.

Netice-i kelâm, İhsan Efendi oğlum, halvet, bulmak için uzlete çekilmek değildir. Halvet, bulan adamın bulduğuyla beraber olmak için uzlete çekilmesidir. Hani avâm arasında ne derler? Karı koca mahrem odalarına girdiğinde “Halvet oldular.” denir. Dolayısıyla celvette bulamayan, cemiyette müşâhede edemeyen kişi bir oyuğa, bir deliğe girmekle hayal ettiği hali bulamaz veyahut daha kötüsü, hayal ettiğini bulur ama asıl maksûduna erişemez.

Mürşid gerektir bildire
Hakk’ı sana hakke’l-yakîn
Mürşidi olmayanların
Bildikleri güman imiş

Gözümün nuru İhsan Efendi oğlum! Bir adam gözü açıkken mahlûkatta ve âlem-i hilkatte yani cemiyette Cenâb-ı Hakk’ın nişânelerini göremiyor ise gözünü kapatmakla, yummakla hiçbir şey göremez. Gözünü sırlamak, gördüğünü sırlamak içindir. Tefekkür et. Cenâb-ı Hakk bizleri râzı olduğu hal üzre eylesin. Kalplerimizdeki mâsiva muhabbetini ihraç eylesin. Sadırlarımıza ilhâmât-ı Rabbâniyesini havâle eylesin. Celvette halveti, halvette celveti idrak ile bizleri insan-ı kâmiller meyânına ilhak eylesin.

Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin tıbbı’l-kulûbi ve devaihâ ve âfiyeti’l-ebdâni ve şifaihâ ve nuri’l-ebsâri ve zıyâihâ ve alâ âlihî ve sahbihi ecmaîn. Velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.

Selâmetle

*Vird-i Settar, Halvetî pirlerinden Seyyid Yahya Şirvanî Hazretleri’nin tüm Halvetî kollarında okunan evradıdır.

19. mektupta görüşmek üzere…