Emin Dedemizin Duası

Cömertliğin, vermeye aşık olmasaydı can ne diye aşık olacaktı duaya… [Hz. Pir-i Destgir-i Münîr]

[NEV-NİYÂZ ve DEDESİ]

İnanmadığını söyleyen insanların bile çaresiz kaldıklarında duâya sarıldıklarına, içi boşaltılmış olsa da duâ kelimesinin lisânımızda önemli bir yer tuttuğuna, herkesin birbirine sık sık “Bana duâ et!” dediğine şâhid oluyoruz. Duâ etme isteği fıtrî midir?
İnanmayan insan yoktur. İnsanlar muhakkak bir şeylere inanıyorlar. İnanmıyorum dedikleri şeyler de aslında bir inançtır. Dînin kendisine imân diye teklif ettiği şeylere inanmıyor ama dinsizliğin birtakım formüllerine yahut da sloganlarına inanıyor. Zaten bu sloganlara inanmasa dîndâr olur. Meselâ; “Tanrı yoktur.” diyor. Olmayan şeyin ismi olur mu? Yani evvelâ varlığını kabul ediyor sonra reddediyor. Sen Tanrıya inanmamak konusunda tercih yapıyorsun, öteki de varlığına ve birliğine inanma kanaati taşıyor ve O’na inanıyor. Bu bakımdan bütün inançlardan, her türlü inançtan soyutlanmış nötr bir insan yoktur. Demek ki dinsizlik de imânsızlık da bir dîn gibidir. “İnanmıyorum.” diyen insana siz “Allah sizi kahretsin!” dediğinizde canı sıkılır. Bu bir bedduâdır. “Allah sana bütün iyilikleri ihsan eylesin, ne murâdın varsa versin.” gibi iltifatlarla, duâlarla dolu birtakım sözler söylediğiniz zaman o inanmayan kişi bundan memnun olur.

kazasker_dua

Safer Efendi (kuddise sırruhu’l-âlî) hazretlerinden naklen: Hz. Şeyh Seyyid Muhammed Rızâeddîn Yaşar Efendiyyü’l-Cerrâhî’yi Üsküdar’da vükelâdan bir zâtın konağına mevlid cemiyetine dâvet edilmiştir. Kalabalık ve seçkin bir cemâat huzûrunda okunan mevlîd-i şerîften sonra hane sâhibi bir ufak çocuk getirerek “Efendi hazretleri çocuğumuz hasta, lütfen okur musunuz?” diye ricâ eder. Hâzırûnun içinde bulunan devrin Sıhhiye Nâzırı Hekim Paşa çocuk okunduktan sonra “Efendi hazretleri, efendi hazretleri! Bu gibi hastalıklar için zamanımızda tabâbet bir çok ilaçlar yapmıştır. Siz mürşitler bu zavallı milleti irşâd edeceğinize hâlâ okumakla hastalığı geçireceğinizi zannediyorsunuz” diye hakârette bulunur. Efendi hazretleri pür-celâl, Sıhhiye Nâzırı Paşa’ya dönerek “Bre hayvan herif, kalıbına bakılırsa adama benziyorsun, sen ne eşekmişsin” deyince, Sıhhiye Nâzırı Paşa’nın beti benzi uçar. Asabı bozularak titremeye başlar. Şeyh Efendi hazretleri “oğlum size ilacımı içirttim, bakınız bir kötü sözümle nasıl hasta oldunuz, kötü sözlerimin sizi hasta ettiği gibi kâinâtta en güzel söz Allah kelâmıdır, o güzel kelâm de o çocuğu elbette tesir edecektir” buyururlar. Paşa yerinden kalkarak şeyh efendinin elini dizini öper, özür diler ve “siz beni irşâd ettiniz, teşekkür ederim” der.

İnsan zayıf bir canlıdır. En kuvvetli, en sıhhatli zamanında bile bütün ihtiyaçlarım tek başına kendisi yapabilecek durumda değildir. Dolayısıyla ictimâî bir varlıktır, yani sosyal bir canlıdır. İnsanın dört beş sene süren bir çocukluk dönemi vardır. Sonra ikinci bir çocukluk dönemi ve öğrenim çağı, delikanlılık, orta yaş ve ihtiyarlık… Seksen yaşında felçli bir insan düşünün. Bu insanın Allah’tan başka sığınacağı, güç kuvvet kazanacağı hiçbir şey yoktur. Annesini, babasını, ablasını, bacısını tüm akrabalarım kaybetmiş, tek başına kalmış felçli hastalar vardır. Bunlar tek başlarına suyunu bile içemezler. Böyle bir canlının Yaradana ihtiyacı, duâya ihtiyacı vardır.

İnsan hem doğduğunda hem de ihtiyarladığında daha âciz ve yardıma muhtaç. Duâ ederken Yaradan karşısındaki konumumuz biraz da böyle mi olmalı?
Bu hususta büyükler şöyle diyorlar: Eğer Allah’a duâ edecekseniz duâyı fakr-ı mutlak ve acz-i mutlak halinde yapın. Fakr-ı mutlak, Allah’a olan ihtiyacımızın sonsuzluğudur. Acz-i mutlak, bizim gücümüzün yokluğudur. “Ya Rabbi! Benim kul olarak Sana hakkıyla ibâdet edecek gücüm yoktur. Ben bir hiçim.” Burada Yaradan’a karşı yaratılanın durumu söz konusudur. Eğer duâ bizim Yaradan’a olan borcumuz ise biz O’ndan isteyeceğiz. Varlığımız O’na bağlı olduğuna göre ihtiyaçlarımızın sağlanması da O’na bağlıdır. Tabiî O ekmeğimizi, sütümüzü elimize verecek değildir. Allah sebepler halkeder. Dünyaya gelmemiz için anne baba sebeptir. Başkalarının bize yardımı bir sebeptir. Allah başkalarının kalbine şefkât, merhamet düşürür, iyilik duygusunu düşürür; o iyilik duygusuyla kişi ihtiyaç sahiplerine Allah’ın lûtfu sayesinde yardım eder.

Vaktiyle Tesbihçi Asım Baba’dan dinlemiştik: “Hz. Numan Hacı Bayram-ı Veli Sultan(ks) türbesi etrafını mekan tutan muczuplardan Ali Baba, kapının kenarına oturmuş, önünde cebinden çıkardığı mendili bir tarafta, kendisi mendile sırtını dönmüş elini kaldırmış niyaz halinde, biraz yaklaştık “Ver de ki, versin, ver de ki versin…” makamında nimetin sahibine yalvarıyor…”

“Min külli şeyin sebebâ.” “Ya Rabbi! Bizim doğru yolda olmamız, ihtiyaçlarımızın karşılanması için bize hayırlı sebepler ihsan eyle.” diye duâ ederiz. “Yâ Müsebbibe’l-esbâb, ey sebepleri yaratan, ilk sebep! Bize hayırlı, uğurlu sebeplerle ihtiyaçlarımızı karşılamayı ihsan eyle!” deriz. “Yâ Mukallibe’l-kulûb, ey kalplere hükmeden Allah! Bizim kalbimizi imânda sabit kıl ve birbirimize olan muhabbetimizi, sevgimizi artır ki birbirimize yardım edebilelim.” Sevenler birbirlerine yardım edebilirler. Sevginin olmadığı yerde her şey birbirine düşmandır. “İnnemâ’l-mü’minûne ihvatün” âyeti boşuna gönderilmiş değildir. “Ey mü’minler! Siz birbirinizin kardeşisiniz. Kardeşlerin birbirini sevdiği gibi birbirinizi sevmeniz lâzımdır.” deniyor. Allah da bütün sevgilerin başına koyulmalıdır. Çünkü yaratan, yaşatan; besleyen, büyüten O’dur.

Amipten, karıncadan, file kadar hepsi Allah’ın yarattığı rızıkla besleniyorlar. Biz de koyunu, keçiyi keserek onlardan besleniyor, protein alıyoruz yahut ağaçların verdiği meyveler, ekinlerin verdiği tohumlar… Hepsi Allah’ın verdiği nimetlerdir. Bakıldığında biz Allah’ın lûtfu ve keremiyle yaşıyoruz. Her nimet şükrü gerektirir. “Aldığımız her nefeste iki tane şükür borcumuz vardır.” diyor Sadî. Onun için kâinâta, her şey bizimdir, her şey bize yardım etmelidir diye bakmamak gerekiyor.

minfadli_ozcay

Hz. Süleymân’a verilene bakılmalıdır. Bütün dünya nimetleri emrine âmâde kılınmıştır. Hatta rüzgâr bile. Bütün bunlara rağmen “Hazâ min fadlı Rabbî” demiştir. “Ya Rabbi! Bütün bu verilen nimet, devlet, servet, sultanlık, peygamberlik her şey Senin fazladan ihsanındır, keremindir.” “Ey Allah’ım! Ben de senin ihsanının, lûtfunun eseriyim. Beni ayakta tutan her şey de Senin verdiğin nimetlerdir.” Bunlar için şükretmek gerek. İslâm’ı kısa yoldan yahut da dindarlığı kısa yoldan tarif edecek olursak üç şey söylenir.

1-Fikir (geniş düşünce, tefekkür), 2-Zikir (Allah’ı zikretmek), 3-Şükür.

Şükürle tamam olur. Bütün dünyanın nimeti emrine verilse dahi Allah’a göre senin durumun sıfırdır. İster üç olsun ister milyarlar, trilyonlar, sayıyı sonsuza böldüğünüz zaman sonuç sıfır çıkar. Allah sonsuzdur. Biz mahdûd bir dünyada yaşıyoruz. Yani bizim her şeyimiz sınırlıdır. Gücümüz, ömrümüz, bilgimiz… Kaç kap kuru fasülye yiyebilirsin? Bir porsiyon yiyebilirsin, çok açsan bir porsiyon daha isteyebilirsin. Çok güzelmiş dersin üç porsiyon yiyebilirsin. Otuz porsiyon yiyemezsin. O fasulye senin midenden daha fazladır.

Her şeyimiz sınırlıdır. Midemiz, beynimiz, aklımız, ilmimiz, tecrübelerimiz, hayatımız, ömrümüz… Halbuki Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bütün imkânlar esmâıyla, gücüyle, ilmiyle, rahmetiyle, merhametiyle… Yani her yönüyle sonsuz bir kuvvet, kudretle karşı karşıyasın. O zaman sadece biz değil, bütün dünyayı, kâinâtı koysan O’na göre durumu sıfırdır. Öyleyse Hz. Ali (r.a.)’nin dediği doğrudur. Efendimiz (s.a.s.); “Hiçbir şey yokken Allah vardı, her şeyi Allah yarattı.” buyurdu. Efendimiz (s.a.s.) bunu buyurduğunda Hz. Ali (r.a.) o mecliste yoktu. “Ya Ali! Efendimiz bugün böyle buyurdu.” dediler. Hz. Ali (r.a.) de “El-ân kemâ kân – Şimdi de öyle.” dedi, öyleyse insan aczini, değerinin sıfır olduğunu bilmelidir. Eğer Allah’a duâ edeceksek karşısına geçtiğimiz anda biz sıfırız. İşte Buda’nın anlatmak istediği ‘nirvana’ budur. Yaradan karşısında kulun kendisinin sıfır olduğunu bilmesine acz-i mutlak, fakr-i mutlak diyoruz. Burası nasıl duâ edeceğimize aittir. Allah’tan istediğimiz zaman diyor ki; “Fakr-ı mutlak elbisesine bürünüp de Allah’ın karşısına geçin.” Çünkü Cenâb-ı Allah zenginlere zekâtı emrederken; ‘İnnemâ’s-sadâkatü lilfukarâi ve’l-mesâkinı diyor. (Tevbe:60) Fakirleri zekât verilecek sekiz sınıfın en başına alın, diyor. Sen de fakir olarak Allah’ın karşısına çıkarsan Allah’ın mânevi nimetlerinden, lûtfundan istifade etme hakkını elde edersin ve birinci sıraya geçersin.

Fakr-ı mutlak yüreğinde olacak ve “Ya Rabbi! Sana karşı sıfırım, hiçim! Hiç olarak huzuruna geldim, fakirim. Ben senden lütuf, merhamet, afv istiyorum.” şeklinde duâ edeceksin. Böylece Allah’tan gelecek mağfirete, rahmete, inâyete, nimete ilk nâil olacak sen olursun. Fakirler, sekiz smıfm en başında zikredilmiştir. Anladığımız zaman bu çok önemli bir noktadır. Bu, Kur’ân’ın gösterdiği yoldur, Kur’ân’ın ifadesinden ehlullahın çıkardığı mânâdır.

Atâullah el-İskenderî ve Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.) fakr-ı mutlakı böyle anlatıyor. Hz. Mevlânâ da böyle anlatıyor Mesnevî-i Şerifte. Biraz da, biz anlayalım diye uzun uzun anlatıyorlar. Allah ‘ ulu’l-elbâb’ diyor. “înnefî zâlike le zikrâ li ulîl elbâb- Bütün bunlar üstün akıllılar için ibret alınacak şeylerdir” Yani aptallar bundan mânâ çıkaramaz.

Efendimiz (s.a.s.) Taif’e girince kendisini taşa tutmuşlardı, hatta Mekkeliler ile aralarına kan dâvası girmesinden korktukları için çocuklara, taşlan Efendimiz’in bacaklarına atmalarını tenbih etmişlerdi. Neticede Efendimiz (s.a.s.), bacaklarından kan sızarak çıktı Taif dışına. Orada Cebrail (a.s.) geldi ve dedi ki; “Yâ Muhammed! Allah’tan emir aldım, ne istersen onu yapacağım. İstersen şu dağları başlarına geçirip helâk edeyim hepsini!” Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ellerini açtı ve şöyle duâ etti: Ya Rabbi! Kavmim peygamber olduğumu bilmiyorlar, onları affet. Belki soylarından dînine hizmet edecek nesiller gelecektir”

Hz. Mevlânâ şöyle diyor: Sen zannediyor musun ki bu duâ sadece Taif’te kendisine işkence yapanlara ait kılınmıştır. Peygamber (s.a.s.)’in bu duâsı, kıyamete kadar gelecek bütün ümmet-i Muhammed için geçerlidir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Taif’te kendisini taşlayan müşrikler için böyle diyorsa günahkâr da olsalar ümmet-i Muhammed olan insanları nasıl terk eder? Bu duâ ta kıyamete kadar bütün ümmet için geçerlidir. “Câhiliyye dönemi insanları mı daha azgındı yoksa 21. asrın insanları mı?” diye düşünebilirsiniz. Eğer câhiliyet ise aynı câhiliyet fazlasıyla devam ediyor. Zulümse, haksızlıksa aynısı kat be kat var. Taifliler için geçerli olan bu duâ, bu çağ için daha geçerlidir. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm, ezelî ve ebedî, dünya durdukça hükmü bâkî kalacak olan bir kitaptır, kelâm-ı kadîmdir. Başka kitap gelmeyecektir. Dolayısıyla her devir, Peygamber devridir.

Diğer ibâdetler arasında duâ, kişinin üzerindeki tesiri ve kul-Allah ilişkisi bakımından nasıl bir yer ihtiva eder?
Bütün ibâdetler zaten duâdır. Duâ bütün ibâdetlerin başıdır. İlk ibâdet duâdır ve bütün dînlerde vardır. Kulun ihtiyacı bitmez. Bir genç kızın hayali iyi bir yuva kurmaktır. Yuva kurduğunda da ihtiyaçlar bitmez. “Ya Rabbi! Hayırlı bir evlâd ver.” denir. Evlâd verilince bu sefer de onu yetiştirme ile ilgili problemler başlar. Onun nasıl okuyacağı, meslek sahibi olacağı vs. düşünülür. Dolayısıyla insanın dünyayla olan bağlan bir türlü bitmez. Hep ihtiyaç ihtiyaç… Ve yaşadıkça ihtiyaçlarımız artar. İhtiyaçlarımız tedarik edildikçe de problemlerimiz artar. Bütün ihtiyaçlara para yetmiyor. Çünkü arzularımız, isteklerimiz çoktur.

Misal olarak anlatalım. Sakızağacı Şehitliği’ndeydik. Bir ağabeyimiz dedi ki; “Bir de Âşiyan Mezarlığından mezar yeri almak lâzım.” Başka bir ağabeyimiz; “Ya olur mu, bir insan iki defa ölmeyecek kil” dedi. “Olsun!” dedi. “Birisi yazlık, birisi kışlık olur.”

İhtiyaçlar sonsuzdur, imkânlar sınırlıdır. Bitmez tükenmez arzularımız vardır fakat bunları karşılayacak gücümüz yoktur. Ekonomik imkânlarımız da, ömrümüzün imkânları da, zamanımız da hepsini karşılamaya yetmez. O zaman bunların lüzumsuz olanlarından kurtulmak lâzımdır.  Mutlu olmak, lüzumsuz arzuları terk etmektir. Hz. Mevlânâ diyor ki; “İnsan zihnini en çok meşgul eden şey, ulaşılamayacak arzularının beyninde yer etmesidir.” Biz hep olmayacak, başaramayacağımız hayallerin peşindeyiz. En zoru da kalbin, zihnin bu olmayacak hayallerden kurtulmasıdır.

İşte biz şeytanı bunun için taşlamaktayız. O bir sembolik ifâdedir. Evvela büyük şeytanı büyük günahlardan kurtulmak için taşlıyoruz. Sonra ortanca şeytanı, daha sonra da küçük şeytanı küçük günahlardan kurtulmak için taşlıyoruz. Günlük ihtiyaçların en azından sevgisinden kurtulmalıyız ki gönlümüzde Allah sevgisine yer kalabilsin.

Peki bu dünyaperestliğimizle nasıl başa çıkacağız?
Terk edeceğiz. Sigara içenlerin sigarayı terk etmesi gibi. Terziye sipariş vermişsin yeni elbiselerin dikilmesi için. Eskileri ise tutuyorsun. Sana lâzım olmayan, ihtiyacım karşılamayan ve kullanmayacağın ne varsa verip kurtulmalısın. Aynen içindeki duygulara da bunu yapacaksın. Sigarayı terk eder, eski elbiseleri bağışlar gibi. Kaç senedir kalbinde tutuyorsun bir yazlık evin hayalini? Olmayacağını kabul et, olduğu zaman şükredersin. Dünyadan ne kadar çok şey beklersen o kadar mutsuz olursun. Çünkü en yakın kardeşin, güvendiğin adamlar bile isteklerini karşılayamazlar. O bakımdan Allah’a sığınmalıyız, Ondan istemeliyiz. Ne isteyeceksek O’ndan isteyeceğiz. O sebepleri halkeder, ayağına kadar getirir. İmkân doğar sen ona ulaşırsın.

Kavli duâ ve fiili duâ ne demektir? Mü’mine yakışan dua etme şekli ne olmalıdır?
Cebinde para var, bütün ihtiyaçların karşılanmış ve keyfin de yerinde. Kur’ân-ı Kerlm’den pek çok duâ okuyorsun ama akim fikrin başka yerde. Sadece dilin duâ yapıyor. İşte buna dil ucuyla yapılan duâ denir. Bunlar hiç işleme girmez. Dil ucuyla yapılan duâ kulak ucuyla geçilir gider. Hâşâ, Allah’ın kulağı yoktur ama Allah “Ben müminin kalbindeyim.” diyor, öyleyse duâyı yerinden yapmalısın.

Allah’ın iki tane evi vardır. Biri sembolik olarak Ka’be’dir. Allah’ın birliğine inananların kıbleye dönüp ibâdet ettikleri yerdir. Ka’be-i Muazzama denilen mübarek yere, kıbleye dönün yani İslâm ümmetlerinin birliğini sağlamak için keyfinizin istediği tarafa değil, bütün ümmetlerin döndüğü yere dönün. Bütün kuvvetler tek bir tarafa yönelirse o kuvvetler artarak çoğalır. Ama kuvveder yön birliğinden mahrum olursa birbirlerini yok etmeye uğraşırlar. Şimdi Ka’be’nin mânâsı kalmadığı için ümmet-i Muhammed birbirini yok etmeye çalışıyor. Bu bizim, kıblenin mânâsını kaybettiğimizi gösterir.

kabe_merkezinde

Bugün dünyada Müslümanların zulüm altında inim inim inleyişi kıblenin mânâsını kaybedişimizden mi?
Kuvvet katlanarak gider. Meselâ sen iki kiloluk bir kuvveti ikinci bir iki kilo ile aynı istikamete verirsen dört kiloluk bir kuvvet kazanmış olursun. Ama bunu ters tarafa verirsen sıfırlamış olursun. Halat çekme yarışlarında öyledir. Halatın her iki tarafında da sekizer kişi var diyelim. Ortada kuvvet sıfırdır. Çünkü iki taraf da halatı tam zıt yöne doğru çekmektedir. Halbuki bu kişiler aynı tarafa gelip halatı çekseler çam ağacını yerinden sökerler. Kıble de Müslümanlar kuvvet birliği, hedef birliği yapsınlar; ilimde, ibâdette, mâneviyatta yardımlaşsınlar, birlik olsunlar diyedir.

Yani fiziki olarak kıbleye dönmek yetmiyor değil mi?
Fizik kuralları ile mâneviyatın kuralları tıpatıp aynıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) buyuruyor; “Ed-dünya mezraatü’l- âhirah” Bu dünyada ne ekiyorsan orada onu biçeceksin. İyilik ekiyorsan iyilik biçeceksin. Fasülye ektiğinde nohut çıkmaması gibi. Yani fizik kuralları ile öbür dünyanın kuralları aynı şekilde çalışır. Hiç cehennem tohumu ekerek cennet ekini biçen var mıdır? Kötülük ekiyorsan kötülüğün getirdiği yere gideceksin. Bu gayet açıktır, formüller aynıdır. Biz bu dünyada kötülük yapan adamı nasıl ki hapse atıyorsak öbür dünyanın hapishanesi de cehennemdir.

Allah Teâlâ’nın birinci evi Ka’be’dir, buyurmuştunuz, ikinci evi…
Allah’ın ikinci evi, mü’minlerin kalbidir. Kalp ile yapılan duâ kabul olur. Yürekten yapılanı Allah kabul eder. Bir de fiilî duâ, fiilî şükür vardır. “Allah’ın sana verdiği maldan infak ediyorsun yahut Allah’ın verdiği ilimle hizmet ediyorsun. Allah sana güç kuvvet vermiş, sen de hiçbir karşılık beklemeden fakir fukaranın hizmetine koşuyorsun. Meselâ elinde file taşıyan yaşlı bir adam gördüğünde onun elinden o yükü almak, sırf Allah rızası için o yaşlı kimseye yardım etmek bedenen duâ, bedenen şükürdür. Böylece bedenin zekâtını vermiş oluyorsun. Zekât da, sadaka da, bir yere emek harcamak da bir nev’î fiilî duâdır. Şükrün en makbul olanı da fiilî olanıdır. Bir bayramda sen bana bir mendil hediye ediyorsun, ikinci bayramda ben sana bir seccade hediye ediyorum bu, fiilî bir şükür, fiilî bir yardımlaşmadır, amel-i sâlihtir. “İllellezine âmenû ve amilûs sâlihâti” denilerek amelle, fiille Müslümanlık tarif ediliyor. Namaz bir duâdır ama fiilen yapılan bir duâdır. Fiilî duâya en güzel misal de namazın kendisidir. Bir misafir geldiği zaman ayağa kalkmak, ona hürmet etmek, saygı göstermektir. Rükû dediğimiz şey de bir saygı ifadesidir. Peki secdeye kapanmak? O da bir saygı ifadesidir. Sonunda hiç oluyorsun.

Duânın hemen kabul edildiği yerler, zamanlar var mıdır?
Duâ üç yerde kabul olur deniyor: Birincisi; namazda iken secdede, sondur çünkü artık ondan sonrası yoktur. Hürmetin, Allah’a olan saygının son rüknü secdedir. Secdede de fiilen sıfırlanıyorsun, yerle bir oluyorsun. İkincisi; oruçta, iftara yakın saatlerde, ki orucun son rüknü de iftardan yarım saat öncedir. O, duâ saatidir. Üçüncüsü; hacda ihramda iken yani bütün dünya elbiselerinden soyunduğunda; “Geldiğim yerde bütün dünya elbiselerini çıkardım, Senin ihramına, Senin mahremiyetine girdim.” demiş oluyorsun. Mekke’de şehvet, hased, kıskançlık, öfke yoktur. Orada kızamazsın, kavga edemezsin. Orası ibâdet yeridir, dalaşma yeri değildir. Nasıl ki bir baba yemek sofrasmda çocuklarının birbiriyle kavga etmesini istemezse, bundan rahatsız olursa Allah da hacda bunlardan rahatsız oluyor. “Fe lâ refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fxl-hacc” buyuruyor Allah Teâlâ. İşte bu üç yerdeki fiil seni hiçliğe mahkum ediyor. Bir de bunu yüreğinde hissedersen bundan daha âlâsı olmaz.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde yer alan duâlar bize neler söylüyor?
Kur’ân-ı Kerîm’de ne varsa hepsi Müslümanlar içindir. Yani Hz. İbrahim’in duâsı, Hz. Yûnus’un, Hz. Âdem’in, Hz. İsâ’nın ve diğer peygamberlerin yaptıkları duâlar olarak aşağı yukarı Kur’ân-ı Kerîm’de yüzden fazla duâ, dilek vardır. Bunların hemen hepsi peygamberlere ait duâlardır. Hadîs-i şeriflerde bizzat Peygamber Efendimiz’in yaptığı duâlar vardır. Bunlar bize kopya verilmiştir. Yani siz de İbrahim (a.s.) gibi, Yûnus (a.s.) gibi duâ edin. Yunus (a.s.) balığın karnındayken; “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn. – Ey kendinden başka ilah olmayan! Seni teşbih ederim. Ben nefsine zulmedenlerden oldum.” Balığın karnında insanlardan veya dünya varlıklarından kimin ona yardım etmeye gücü yeter? Hz. Mevlânâ diyor ki; “îşte bu dünya balıktır. Biz de onun karnındaki Yûnus gibiyiz.” Stres dediğimiz şey dünyanın, ihtiyaçların üzerimize çökmesidir. “Allah’ım, beni bu dünya âfetlerinden, sıkıntısından, stresinden koru, hâlâs et!” diye duâ edelim. O dünya ile ilgili arzuları, istekleri terk etmedikçe dünya stresi seni terk etmez. Biraz önce anlattığımız şekilde içini evvela o isteklerden koruyacaksın. Kurtulayım derken acaba dil ile mi istiyorsun yoksa gerçekten mi istiyorsun. Gemiyi kurtarmak istiyorsan fazla yükleri atacaksın.

Bugün herkes ekonomik ve sosyal şartları ne olursa olsun aynı şeylere sahip olmak istiyor…
Dünya o kadar cazip hale getirilmiş ve ihtiyaçlar o kadar arttırılmış ki… Bir de bu ihtiyaçlar televizyon gibi başka yollarla sürekli reklam ediliyor. Bütün bunları sana en cazip renklerle, en güzel müziklerle, seslerle sunuyorlar. Hayat zorlaşmıştır ve önümüze çok büyük engeller çıkmıştır. Bütün bunlardan kurtulmak her babayiğidin kârı değildir. Eskiden bunlar yoktu. Biraz adam kendini toparlayınca bu ihtiyaçlardan silkiniyordu. Hele bir de tekkeye gittiği zaman orada mürşid varsa, ona yardım edecek ehil insanlar varsa… “Gel evlâdım, bırak dünyayı, sen şu kuyudan su çek!” deniyordu. İnsanlar, kendilerine verilen iki üç tane görevle mutlu oluyorlardı. Bugün medeniyet bizi esir almıştır. Hayat dediğimiz şey üzerimize düşman gibi yükleniyor. İnsan bugünkü ihtiyaçların altında eziliyor. Aslında biz zavallı insanlarız. Çok kötü şartlarda yaşıyoruz ve çok ihtiyaçlar var. Meselâ cep telefonu çok büyük kolaylık, hatta çoğu yerde onun için büyük nimet diyoruz. Televizyon ile bütün dünyadan haberdâr oluyoruz. Haberdâr oluşumuz bize ne veriyor? Bunun bir hesabını yapmalıdır. Amerika’da sel olmuş, 150 kişi ölmüş. Güney İngiltere’yi fırtına vurmuş vs. Bunların sana üzüntüden başka verdiği nedir? Yani bunlar senin durumunu değiştiriyor mu? Yok. Ama televizyon sürekli satıyor.

Kanıksadığımız için artık yeterince üzülemiyoruz bile…
Bu medeniyet ihtiyaçlarımızı çoğaltıyor, ruhumuzu törpülüyor, acılarımızı değiştiriyor, bizi başkalaştırıyor. Aslında bununla savaşmamız lâzım. Bu düzenle savaşmamız, buna karşı tedbir almamız lâzımdır. Bu da kendimizi çekmekle ve Allah’a sığınmakla mümkündür. Allah’a sığınacağız, başka çaremiz yoktur. Allah’a sığınmanın, yalvarmanın şartlan eski insanlarınkinden daha fazladır. Eskiler az istiyorlar, çok şükrediyorlardı. Şimdiki insanlar çok istiyorlar, az şükrediyorlar. O zaman da olmuyor.

‘Peygamberler ve velîlerin her hali duadır.’ diyor kıymetli mütefekkirimiz Nurettin Topçu. Peki duânın hal olması ne demektir?
Biz duâyı Allah’a yakınlaşmak için yapıyoruz. Onlar zaten ruhen Allah’a yakınlar. Onların her halleri duâdır derken onu kastediyor. Namaz için Peygamber Efendimiz (s.a.s.) buyuruyor ki; “Allah’ı görüyormuş gibi ibâdet edin” Şayet sen O’nu görmüyorsan Allah’ın seni gördüğünü bil. İşte peygamberler ve ârifler Allah’ın her an kendilerini gördüğü bilinci içinde yaşarlar. Allah bizi her zaman her yerde görüyor. Bunu bildiğimiz zaman her halimiz duâdır. Attığımız adım da, yaptığımız her iş de duâdır. Mesele o imâna, o bilince erebilmektir. Söylendiği zaman anlıyoruz, ama yaşarken unutuyoruz. Meşhurdur; Hazret-i Ömer, bir gece vakti mutad olduğu üzere Medine sokaklarım dolaşırken önünden geçmekte olduğu evde bir ana kızın tartışmasına muttali oldu. Ana, kızma; “Kızım, süte biraz su karıştır!” diyordu. Kız ise; “Anacığım, halife süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” diye karşı çıkıyordu. Ana, kızının sözlerine sert çıkarak; “Kızım, gecenin bu saatinde halife süte su kattığımızı nereden bilecek?” Kız anasının bu sözlerine karşılık şöyle dedi: “Anacığım! Halîfe görmese de Allah görüyor.” Bu kız, daha sonra Emîru’l-mü’minîn’in gelini oluyor.

“Vallâhu basîrun bil ıbâd – Allah kullarını görendir”; “Vallâhu bimâ ta’melûne habîr – Ne yaparsanız haberdârdır.“Vallâhu bimâ ta’melûne basîr – Yaptıklarınızın hepsini görmektedir. Bütün bu âyetler bize bir bilinç kazandırsın diyedir. Kur’ân’a inanıyorsan, beyânlarına, ifadelerine inanıyorsan, Allah’ın sıfatlarına ve kudretlerine de inanacaksın. Allah bizi görüyor. Bitti Her yerde ve her zaman görüyor. Hatta derler ki karanlık gecede kara karıncanın kara kaya üzerinde yürüdüğünü bile görür. Allah için gece, gündüz, karanlık, aydınlık diye bir şey yoktur. “İnnellâhe latîfun habîr – Allah ince işleri görür, bilir; her şeyden haberdârdır. Biz havayı görmüyoruz ama nefes alıp verirken onu hissediyoruz, yaşıyoruz. Allah Teâlâ da hava gibi her yerdedir. Yarattıklarını başıboş bırakmamıştır. Bu bilinçle yaşadığm zaman her halin ister istemez duâ olur.

Tarikat geleneğinde virdler nasıl tertip edilmiştir, isteyen herkes vird okuyabilir mi?
Evrâd, Esmâü’l-Hüsnâ’dır. Cenâb-ı Hakkın Kur’ân-ı Kerîmdeki bütün isimlerini zikrediyoruz, söylüyoruz. Cenâb-ı Hakk; “Vezkurullâhe zikran kesîran – Allah’ı çok zikredin.” buyuruyor, ister Allah diye duâ edin, ister Rahman diye duâ edin; hangi güzel ismiyle Allah’ı anarsanız o duâdır, Allah’ı zikirdir. Kur’ân bize bu yolu açmıştır. Biz Allah’ın bütün isimlerini birlikte zikrediyoruz. Bu isimler Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilmiştir; Latif, Habîr, Alîm, Hakîm, Azîz, Gafur, Settâr’dır. Evradda isimleri kompozisyon halinde bir araya getirmişlerdir. Sevgiliyi bütün güzellikleri ile vasfediyorsan, her şeyi yaratan Allah’ı neden bütün güzel isimleri ile anmanın bir mahzuru olsun? Allah’ı hangi ismi ile anarsan güzeldir, bütün isimleri ile anarsan daha güzeldir.

Tarikat düşmanlığı yapıyorlar şimdi. Tarikat ehlinin yaptığı farklı bir şey yoktur. Belki senden biraz daha fazla namaz kılıyor, duâ ediyorlar. Sen de onlara duâ et. Ama tarikatı kullanıp da yanlış yapanlar vardır. Fakat onlardan bize ne! Biz doğrunun müdafaasını yapıyoruz. Birisi “Mehdiyim” diyor. Toplamış başına câhil adamları, dünya saltanatı kurmuşlar. Sen onun yanlışını neden Hz. Mevlânâ’ya, Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri’ne fatura ediyorsun. O bu işin hakikîsidir, öteki de istismarcısıdır. Zaten altının sahtesi olur, tenekenin olmaz ki! Hz. Mevlânâ buyuruyor ki; “Ehlullah size fazla bir şey söylemez.” Bir adam sırlardan çok parlak konuşuyorsa o adam sahtekârdır. Evrâd-ı Mevleviyye ile evrâd-ı Nakşbendiyye birbirinden farklı değildir. Sadece miktarlarda ve tertip sırasında birtakım değişiklikler vardır. En ağır evrâd da hakîkî Bektaşîliktedir. Çok büyük tesbihâtları vardır. Melamîlikte de vardır. Nakşîsi, Kâdirîsi, Halvetisi aynıdır. Kılık kıyafet, destar sarmak, tac giymek, şekil önemli değildir. Evrâd, zikir müşterektir. Mevleviyye’de her gün sabah namazından sonra okunacak duâlar vardır. Çekilecek tesbih vardır. Meselâ 166 tane Allah lafzı verilir. O sürekli artar. 266 olur, 1066 olur. İstediğin kadar Allah diyebilirsin fakat bu, ilaç almak gibidir, doktor tavsiyesi ile alırsan daha fazla faydasını görürsün. Kendi bildiğin gibi ilaç alırsan bazen yan tesirleri ile çarpılırsın. Başın ağrıdığında ağrı kesici alıyorsun. Bunun için doktora gitmiyorsun. Ama ciddi bir şey olduğu zaman gidip doktora görünüyorsun. O bakımdan evrâd ilaç almak gibidir. Bir bilene danışacaksın.

Mürşid, doktor ise çekilecek ya da okunacak miktarı hastasının durumuna, hastalık derecesine göre mi belirler?
Sen lisede, üniversitede okuyan bir çocuğa “Günde on bin kelime-i tevhîd çekeceksin.” dersen o çocuk dersi bırakıp teşbihi çekmeye koyulur. Ona vereceğin günlük miktar çekebileceği kadardır. Adamına göre, ihtiyaca göre vereceksin. Meselâ süt emen çocuğa bir somun ekmeği yedirebilir misin? Çok çok bir lokma ya da bir bisküvi verirsin. Gerçek mürşid bunları bilir. Adama hangi evrâdı vereceğini bilir. Bakar ki müsrif, elinde avucunda bir şey bırakmıyor, çok para harcamayı seviyorsa ona tutumlu olmayı tavsiye eder. Cimri adama da tutumlu olmayı tavsiye ederse bu adam ne olacaktır? Kendisi için bile para harcayamaz hale gelecektir. Onu para harcamaya teşvik edeceksin. “Allah sana vermiş sen de vereceksin.” diyeceksin.

Pek değerli vaktinize kıydık, affola…

… Çok döndün dolaştın, yeter artık; duaya başla; bundan böyle âmin sözüyle kulağını beze. Hele sustum ben; sen selâmımı götür, saygılarımı söyle… Elinde duadan başka bir şey olmayan ne yapabilir ki?  [Hz. Pir-i Destgir-i Münîr]

Bir zamanlar adalet deyince

Ey Nebi, sana Allah ve müminlerden tâbi olan kimseler yeter. [Enfal:64]
Ben duanın kabul edilmemesi kaygısı taşımam. İçimde dua etme isteğinin olmaması kaygısı taşırım. [Hz. Ömer (ra)]

ScreenShot002

Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu; gelir de adl-i ilahi sorar Ömer’den onu…

Ömer ikinci dost ve âdil Hakk’ı korur, yok eder bâtıl Bâtılı ayırdı haktan, oldu Faruk Başı erişti sancağın Ayyûka Hz. Ömer’den (ra) bahsetmek, cahiliyede geçen 33 yıllık samimi bir hayattan sonra Peygamber duası ile teslim olan bir güzel insandan bahsetmek demektir. O ki küfründe bile samimiydi; İslam’la müşerref olunca Hak yolda samimiyeti daha bir ziyadeleşti. Özündeki samimiyetten olacak ki, Risaletpenah Efendimiz O’na ve dayısı olan Ebû Cehil’e müslüman olması için dua etmekteydi. “Allahım! şu iki adamdan -Ömer bin Hattab veya Amr bin Hişam (Ebu Cehil)- sana hangisi daha hoş geliyorsa onunla İslam’ı izzetli kıl” Öyle dua buyurdu, öyle yazıldı, öyle oldu… Duadaki zerafete bakar mısınız? Ne istediğini kendine hoş geldiği için istiyor, ne de istediğinin kendine verilmesini…

Hz. Ömer(ra) bu kutlu duayla müslüman olduktan sonra boyuna ağlardı ve “Ey Allah’ın elçisi!” derdi “Ya Ebu Cehil’in adını önce ansaydın da “Rabbim!” deseydin “Dinime ya Ebu Cehil’le yardım et ya Ömer’le” “Ne olurdu halim benim, sapıklıkta kalakalırdım…”

Hz. Ömer (ra) imana geldiğinde, Habibi Kibriya Efendimiz mübarek elini Hz. Ömer’in göğsüne koyup üç kere “Allah’ım! Bunun göğsündeki kötü sıfatları, hastalıkları giderip yerine imân ve hikmet ver!” buyurmuştur. Ardından Risaletpenah Hazretleri Hz. Ömer’e (ra) “Fâruk” lakabını vermişti. Hakkı bâtıldan ayırdığı ve İslâm dinini kabul edip dini kuvvetlendirdiği için bu lakap kendisine hediyye edilmiştir.

Habibi Kibriya Efendimiz’in kayınpederi (Kızı Hafsa(ra) ile Risaletpenah hazretlerinin izdivacı), Hz. Ali’nin(kv) damadı  (Hz. Fâtıma’nın (ra.) kerimeleri Ümmü Gülsûm(ra) ile izdivacı) Hz. Ömer(ra) efendimiz hakkında İbni Mes’ud (ra) buyurdular ki: “Hz. Ömer’in (ra) müslüman olması, müminlere bir fetih, rahmet ve nusret kaynağı oldu. O müslüman olmadan önce İslam dini âşikâr olmamış ve Habibi Kibriya Efendimiz dışında müminlerden hiç kimse Kabe-i Muazzama’da namaz kılamamıştı.”

Hz. Ömer(ra) Efendimizin halifeliğine daha ilk günden biat eden  Hz. Ali(kv) Efendimiz, O’nun hicretini şöyle anlatır: “Ömer’den başka gizlenmeye ihtiyaç duymadan hicret eden hiçbir kimseyi bilmiyorum. O, hicrete hazırlandığında kılıcını kuşandı, yayını omuzuna taktı, eline oklarını aldı ve Kâbe’ye gitti. Kureyş’in ileri gelenleri Kâbe’nin avlusunda oturmakta idiler. O, Kâbe’yi yedi defa tavaf ettikten sonra, Makâm-ı İbrahim’de iki rekat namaz kıldı. Halka halka oturan müşrikleri tek tek dolaştı ve onlara; “Yazıklar olsun size! Kim anasını evladsız, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa şu vadide beni takip etsin.” dedi. Onlardan hiçbiri Ömer’i engellemeye cesaret edemedi.”

Hilafeti esnasında Hz. Ömer(ra), görev yerlerine gitmeden önce valilerin bütün servetlerini kaydettirir, servetlerinde aşırı miktarda artış olanların durumlarını araştırır, gerekirse servetlerinin bir kısmına el koyardı. Devlet idaresinde âdil olunması (Mâide:8), işlerin ehline havale edilmesi (Nisâ:58) gibi Kur’an esaslarına ve bilhassa istişareye (Âl-i İmrân:159; Şûrâ:38) büyük önem vermiştir.

İşte O’nun esâslı duruşundan, her biri zamane müslümanların verdiği pozlara şamar gibi çarpan sahneler…

adaletle_hukmedin

Bir gün Hazreti Ömer (ra) mescidde oturuyordu. Bizans imparatorunun elçisi geldi. Bazı hediyelerle beraber bir doğan kuşu, bir tazı ve bir şişe de zehir getirdi. – Ey halife! Bu doğan hangi kuşu istersen yakalar, havada hiç bir kuş pençesinden kurtulamaz. Bu tazıyı, avda, hangi hayvana salarsan yakalar, karada elinden av kurtulmaz. Bu şişedeki zehirden düşmanlarına bir damla içirsen hemen ölür. Hiç bir ilâçla da tedavisi olmaz. Bunlar, acaib şeyler olduğundan bir sultanın hazinesinde bulunması icab eder diyerek imparatorumuz size gönderdi, dedi. Hazreti Ömer (ra): – Bu kuşun insana ne faydası vardır? Hâl ehli olan kuşu eline alıp da amellerini zayi etmez diyerek, doğan kuşunun bağlarını çözüp salıverdi. İnsân, köpeği ne yapsın? O mekrûh hayvanı evine koyup arkasında gezdirmeye ne lüzum var diyerek köpeğin zincirlerini açıp serbest bıraktı. İçi zehir dolu şişeyi mübarek eline aldı. Benim dünyada nefsimden azılı düşmanım yok, buyurdu. Besmele çekerek şişedeki zehrin hepsini içti. Elçi bu hâli görünce kendinden geçip düştü. Bir müddet sonra ayılınca Hazreti Ömer(ra)’in sıhhatte olduğunu gördü. Hemen Hazreti Ömer’in ayaklarına kapanıp: – Ya halife, bana imanı öğret, dedi. Hazreti Ömer, elçiye imânı, İslâm’ı öğretti. Elçi müslüman olduktan sonra, bir daha Bizans’a gitmeyip, geri kalan ömrünü Hazreti Ömer’in hizmetinde geçirdi. *** Allah O’ndan râzı olsun, Hz. Ömer’e armağanlar getirdiler, bir de zehir dolu bir kâse sundular. Bu neye yarar dedi. Dediler ki: Birisini apaçık öldürmeyi uygun bulmazlarsa bundan birazcık sunarlar ona; içer, gizlice ölür gider. Kılıçla öldürülemeyecek bir düşman varsa gizlice ona, bundan birazcık sunup öldürürler onu. Hz. Ömer, pek güzel bir şey getirdin dedi; verin bana onu da içeyim. Bende pek büyük bir düşman var, kılıç erişmiyor ona; dünyâda ondan daha düşman kimsecik yok bana. Hepsini birden içmeye hacet yok, bunun bir zerresi yeter; bu, yüz bin kişiye yeter dediler. Bu düşman da bir kişi değil dedi Hz. Ömer; bin kişinin yerini tutar; yüz binlerce kişiyi tepesi üstü yerlere yıkmıştır. Kâseyi aldı, birden başına dikti. Ömer, zehri içince orada bulunanlar, bir uğurdan Müslüman oldular; senin dinin gerçek dediler. Ömer dedi ki: Hepiniz Müslüman oldunuz da bu kâfir nefis, hâlâ Müslüman olmadı! [Hz. Pir-i Destgir-i Münir] *** Hz. Ömer’e (ra) Rum kayserinden bir elçi gelmişti. Hz. Ömer’in hanımı bir dinar borç alıp o parayla güzel kokular satın alarak bir şişenin içinde Kayser’in hanımına göndermişti. Elçi hediyeleri Kayser’in hanımına sunmuş, o da kokuları çok beğenerek şişelerin içine inci doldurup geri göndermişti. Elçi hediye şişeleri getirince Hz. Ömer’in hanımı incileri bir tabağa boşaltıp seyrederken. Hz. Ömer içeri girdi. Önündeki incileri görünce nereden geldiğini sual eyledi. Hanımının cevabına istinaden Hz. Ömer: – Eğer siz halife hanımı olmasaydınız, size bu incilerden bir tanesini bile göndermezlerdi. Size ve halifeye gelen hediyeler beytü’l mal’indir. Ancak bunların içinden, borç aldığınız bir dirhem sizindir buyurdu. Hz. Ömer incileri sattırıp içinden bir dirhemi hanımına teslim etti. Geri kalanını ise beytü’l mal’e bıraktı. *** hz_omer_umutrehberiNakledildiğine göre Hz. Ömer(ra) halka bir şeyi yasak ettiği zaman bütün ev halkını ve akrabasını toplar: – Dikkat edin; insanları düzeltebilmemiz için önce kendimizi düzeltmemiz gerekir. Şimdi bütün halkı, Hakk’ın emrettiği üzere falan şeyden men ettim. Yasakladığım işi yapmamaya sizin daha fazla dikkat etmeniz gerekir. Sizden birini o işi yaparsa başkalarına vereceğim cezanın daha fazlasıyla cezalandırırım, buyururdu. Ondan sonra o şeyi yasaklardı. Akrabaları da o işi yapmamaya daha çok dikkat ederlerdi.

***

Server-i Kâinat ve Mefhâr-i Mevcûdat Aleyhi Efdalü’s-Salavat ve’t-tahiyyat, bir gün mescidde kabir azabını, Münker ve Nekir’in heybetle nasıl sual ettiklerini beyân buyuruyorlardı. Orada hazır bulunan Hazreti Ömer (ra):

– Ya Resûlallah, kabre konulduktan sonra sual zamanında şimdiki aklımız bize verilir mi, verilmez mi? diye sordu. Server-i Alem: – Şimdiki aklınız nasılsa, kabirde de öyle olursunuz, buyurdu. Hazreti Ömer: – Böyle olduktan sonra korku ve elem çekmeye lüzum yoktur, dedi. Hazreti Ömer vefat edince, Hazreti Ali’nin(kv) aklına bu hâdise geldi. – Hazreti Ömer vaktiyle mertlik etmişti, bakalım Münker ve Nekir’e nasıl cevap verecek, davasının eri olacak mı? dedi. Gözlerini yumdu. Kalbi şeriflerini Hazreti Ömer’in hâline yöneltip, tam teveccüh ile murâkabeye vardı. Hakk Teâlâ gözünden perdeyi kaldırdı. Münker ve Nekîr’in heybetle geldiklerini gördü. Hazreti Ömer’e: – Rabbin kim? Dînin nedir? Peygamberin kim? şeklinde sorular sordular. Hazreti Ömer (Radiyallahu anhu) Münker ve Nekir’e: – Nereden geliyorsunuz? diye sordu. Onlar: – Yedinci kat gökten geliyoruz, dediler. Hazreti Ömer: – Yedinci kat gökten burası ne kadar yoldur? buyurdu. Melekler: – Yedi bin yıllık yoldur, dediler. Hazreti Ömer: – Siz yedi bin yıllık yoldan geldiğiniz halde Rabbinizi unutmadınız. Ben bugün evimden çıktım, kabire gelinceye kadar Rabbimi, dînimi, Peygamberimizi niçin unutayım? buyurdu. Melekler: – Biz senin böyle cevap vereceğini biliyorduk. Fakat bu heybetle gelip sual etmeye memuruz, dediler. Hazreti Ali(kv) Efendimiz bu hali gördükten sonra gözlerini açtı. – Yâ Ömer! Allah mübarek etsin, dâvanın eriymişsin, buyurdu. *** Geceleri sevgilinin derdiyle, korkusuyla, uyuyamayanlar korkusuzca huzur içinde ölürler… Burada ota tapan öküzlerse eşek gibi çürür giderler. Sevgilinin bakışına kapılanlar, güle oynaya feda ederler kendilerini o bakışa. Pâdişah onları lütuf kucağına alır, bağrına basar. O bakışa kul köle olan, hor hakîr bir halde ölmez. Mustafa’yı arayanlar, O’nun huyuyla huylanmak isteyenler, Ebu Bekir gibi Ömer gibi ölürler. Yokluk, ölüm uzaktır onlardan amma bunu ölürerse diye söyledim işte! [Hz. Pir-i Destgir-i Münir]

Hz. Ömer(ra) ‘den şöyle rivâyet edilmiştir. Resulullah Efendimiz (sav) buyurdular ki: “Günah zilletinden kurtulup da takva izzetine yükselen kimseyi Cenab-ı Hak, malı mülkü olmadan zengin eder. Hısmı, akrabası, dayısı olmadan üstün kılar. Kendisine verilen az rızığa razı olan kulun Allah da az amelinden razı olur.”

Ariflerin canlarını, itaat ve ittibâ ufuklarında uçuran, onları nehy buyruğuyla günahtan uzak tutan; aşıkların kalplerine muhabbet şerabını içirip onları mest eyleyen; gönüllere kendi zikrini sürekli ilham eden; verdiği belâya sabredene sevabının bolluğunu gösteren ve böylece belânın acısını tatlıya çeviren; zenginlik verdiği kimselere halka karşı ihsan ve iyilikte bulunmayı emrederek kendisine hamd ve şükür etmeyi gerekli kılan Allah-u Teâla’ya hamd olsun. Sevdiği kimselerin kalbini muhabbetine karargâh yapıp aşkını o kalplerin en derinlerine yerleştiren Allah ne yücedir! Tevhid ve marifetinin delillerini ariflerinin canlarına nakşedip ruhlara, cemâlini görebilmek için cennetin ortasına doğru sevinçle uçmayı ilham ederek kendisine müştak kılan Allah ne yücedir! Sahibini ilahi azap ve kahırdan koruyan bir şehadetle bilirim ve bildiririm ki Allah’tan başka tapılacak yoktur, O bir tektir, eşi, ortağı ve misli yoktur. Yine Hz. Muhammed’in (sav) O’nun kulu ve elçisi olduğunu bilir ve bildiririm ki O’nun şeriati en son şeriat olup peygamberlik mührü de O’nunla son bulmuştur. Allah-u Teâla O’na, en hayırlı aile olan ailesine, ashabına, inananlarına, raşit halifelerine, bilhassa sözünde ve inancında doğru olan, muttaki, sıddik olan Ebu Bekir’e (ra), hak ile batılı ayırt etmiş, nâki, faruk olan Ömer’e (ra), kalbini marifeti ile nurlandırdığı zekî, pâk Osman-ı zinnureyn’e (ra), ahlak ve siretinden razı olunmuş vefî, vefâlı Murtaza olan Ali’ye (ra), rahmet ve kurbiyetiyle şereflendirdiği Hasan ve Hüseyin Efendilerimize (ra), bütün Muhacir ve Ensar’a ve kendisine tâbi olan herkes üzerine bol bol salât ve selam eylesin…

Madem Hz. Aişe (ra) annemiz “Ömer anılınca adalet anılmış olur, adalet anılınca Allah anılmış olur, Allah anılınca da rahmet iner” buyurmuş, bizim dahi adını anmakla şereflenen yazımızın hitâmında, niyazımız o dur ki: samimiyet kalbininiz esası olsun ki, salihlerin duasını alabilesiniz, farukiyet aklınızın esası olsun ki, Hakkın yanında yer alıp, batılın karşısında durabilesiniz. Adalet fiillerinizin esası olsun ki, her hak sahibine hakkını iade edebilesiniz. Kuvvet elinizin esası olsun ki, Hakkın iradesinin ikamesi için otorite sağlayabilesiniz. Rahmet hayatınızın esası olsun ki, merhamet gösterip merhamet bulabilesiniz ya huu… ___________________________________________________________ Hz. Ömer (ra) Efendimiz’e dair müfîd bir okuma için şöyle buyrunuz.