Emin Dedemizin Duası

Cömertliğin, vermeye aşık olmasaydı can ne diye aşık olacaktı duaya… [Hz. Pir-i Destgir-i Münîr]

[NEV-NİYÂZ ve DEDESİ]

İnanmadığını söyleyen insanların bile çaresiz kaldıklarında duâya sarıldıklarına, içi boşaltılmış olsa da duâ kelimesinin lisânımızda önemli bir yer tuttuğuna, herkesin birbirine sık sık “Bana duâ et!” dediğine şâhid oluyoruz. Duâ etme isteği fıtrî midir?
İnanmayan insan yoktur. İnsanlar muhakkak bir şeylere inanıyorlar. İnanmıyorum dedikleri şeyler de aslında bir inançtır. Dînin kendisine imân diye teklif ettiği şeylere inanmıyor ama dinsizliğin birtakım formüllerine yahut da sloganlarına inanıyor. Zaten bu sloganlara inanmasa dîndâr olur. Meselâ; “Tanrı yoktur.” diyor. Olmayan şeyin ismi olur mu? Yani evvelâ varlığını kabul ediyor sonra reddediyor. Sen Tanrıya inanmamak konusunda tercih yapıyorsun, öteki de varlığına ve birliğine inanma kanaati taşıyor ve O’na inanıyor. Bu bakımdan bütün inançlardan, her türlü inançtan soyutlanmış nötr bir insan yoktur. Demek ki dinsizlik de imânsızlık da bir dîn gibidir. “İnanmıyorum.” diyen insana siz “Allah sizi kahretsin!” dediğinizde canı sıkılır. Bu bir bedduâdır. “Allah sana bütün iyilikleri ihsan eylesin, ne murâdın varsa versin.” gibi iltifatlarla, duâlarla dolu birtakım sözler söylediğiniz zaman o inanmayan kişi bundan memnun olur.

kazasker_dua

Safer Efendi (kuddise sırruhu’l-âlî) hazretlerinden naklen: Hz. Şeyh Seyyid Muhammed Rızâeddîn Yaşar Efendiyyü’l-Cerrâhî’yi Üsküdar’da vükelâdan bir zâtın konağına mevlid cemiyetine dâvet edilmiştir. Kalabalık ve seçkin bir cemâat huzûrunda okunan mevlîd-i şerîften sonra hane sâhibi bir ufak çocuk getirerek “Efendi hazretleri çocuğumuz hasta, lütfen okur musunuz?” diye ricâ eder. Hâzırûnun içinde bulunan devrin Sıhhiye Nâzırı Hekim Paşa çocuk okunduktan sonra “Efendi hazretleri, efendi hazretleri! Bu gibi hastalıklar için zamanımızda tabâbet bir çok ilaçlar yapmıştır. Siz mürşitler bu zavallı milleti irşâd edeceğinize hâlâ okumakla hastalığı geçireceğinizi zannediyorsunuz” diye hakârette bulunur. Efendi hazretleri pür-celâl, Sıhhiye Nâzırı Paşa’ya dönerek “Bre hayvan herif, kalıbına bakılırsa adama benziyorsun, sen ne eşekmişsin” deyince, Sıhhiye Nâzırı Paşa’nın beti benzi uçar. Asabı bozularak titremeye başlar. Şeyh Efendi hazretleri “oğlum size ilacımı içirttim, bakınız bir kötü sözümle nasıl hasta oldunuz, kötü sözlerimin sizi hasta ettiği gibi kâinâtta en güzel söz Allah kelâmıdır, o güzel kelâm de o çocuğu elbette tesir edecektir” buyururlar. Paşa yerinden kalkarak şeyh efendinin elini dizini öper, özür diler ve “siz beni irşâd ettiniz, teşekkür ederim” der.

İnsan zayıf bir canlıdır. En kuvvetli, en sıhhatli zamanında bile bütün ihtiyaçlarım tek başına kendisi yapabilecek durumda değildir. Dolayısıyla ictimâî bir varlıktır, yani sosyal bir canlıdır. İnsanın dört beş sene süren bir çocukluk dönemi vardır. Sonra ikinci bir çocukluk dönemi ve öğrenim çağı, delikanlılık, orta yaş ve ihtiyarlık… Seksen yaşında felçli bir insan düşünün. Bu insanın Allah’tan başka sığınacağı, güç kuvvet kazanacağı hiçbir şey yoktur. Annesini, babasını, ablasını, bacısını tüm akrabalarım kaybetmiş, tek başına kalmış felçli hastalar vardır. Bunlar tek başlarına suyunu bile içemezler. Böyle bir canlının Yaradana ihtiyacı, duâya ihtiyacı vardır.

İnsan hem doğduğunda hem de ihtiyarladığında daha âciz ve yardıma muhtaç. Duâ ederken Yaradan karşısındaki konumumuz biraz da böyle mi olmalı?
Bu hususta büyükler şöyle diyorlar: Eğer Allah’a duâ edecekseniz duâyı fakr-ı mutlak ve acz-i mutlak halinde yapın. Fakr-ı mutlak, Allah’a olan ihtiyacımızın sonsuzluğudur. Acz-i mutlak, bizim gücümüzün yokluğudur. “Ya Rabbi! Benim kul olarak Sana hakkıyla ibâdet edecek gücüm yoktur. Ben bir hiçim.” Burada Yaradan’a karşı yaratılanın durumu söz konusudur. Eğer duâ bizim Yaradan’a olan borcumuz ise biz O’ndan isteyeceğiz. Varlığımız O’na bağlı olduğuna göre ihtiyaçlarımızın sağlanması da O’na bağlıdır. Tabiî O ekmeğimizi, sütümüzü elimize verecek değildir. Allah sebepler halkeder. Dünyaya gelmemiz için anne baba sebeptir. Başkalarının bize yardımı bir sebeptir. Allah başkalarının kalbine şefkât, merhamet düşürür, iyilik duygusunu düşürür; o iyilik duygusuyla kişi ihtiyaç sahiplerine Allah’ın lûtfu sayesinde yardım eder.

Vaktiyle Tesbihçi Asım Baba’dan dinlemiştik: “Hz. Numan Hacı Bayram-ı Veli Sultan(ks) türbesi etrafını mekan tutan muczuplardan Ali Baba, kapının kenarına oturmuş, önünde cebinden çıkardığı mendili bir tarafta, kendisi mendile sırtını dönmüş elini kaldırmış niyaz halinde, biraz yaklaştık “Ver de ki, versin, ver de ki versin…” makamında nimetin sahibine yalvarıyor…”

“Min külli şeyin sebebâ.” “Ya Rabbi! Bizim doğru yolda olmamız, ihtiyaçlarımızın karşılanması için bize hayırlı sebepler ihsan eyle.” diye duâ ederiz. “Yâ Müsebbibe’l-esbâb, ey sebepleri yaratan, ilk sebep! Bize hayırlı, uğurlu sebeplerle ihtiyaçlarımızı karşılamayı ihsan eyle!” deriz. “Yâ Mukallibe’l-kulûb, ey kalplere hükmeden Allah! Bizim kalbimizi imânda sabit kıl ve birbirimize olan muhabbetimizi, sevgimizi artır ki birbirimize yardım edebilelim.” Sevenler birbirlerine yardım edebilirler. Sevginin olmadığı yerde her şey birbirine düşmandır. “İnnemâ’l-mü’minûne ihvatün” âyeti boşuna gönderilmiş değildir. “Ey mü’minler! Siz birbirinizin kardeşisiniz. Kardeşlerin birbirini sevdiği gibi birbirinizi sevmeniz lâzımdır.” deniyor. Allah da bütün sevgilerin başına koyulmalıdır. Çünkü yaratan, yaşatan; besleyen, büyüten O’dur.

Amipten, karıncadan, file kadar hepsi Allah’ın yarattığı rızıkla besleniyorlar. Biz de koyunu, keçiyi keserek onlardan besleniyor, protein alıyoruz yahut ağaçların verdiği meyveler, ekinlerin verdiği tohumlar… Hepsi Allah’ın verdiği nimetlerdir. Bakıldığında biz Allah’ın lûtfu ve keremiyle yaşıyoruz. Her nimet şükrü gerektirir. “Aldığımız her nefeste iki tane şükür borcumuz vardır.” diyor Sadî. Onun için kâinâta, her şey bizimdir, her şey bize yardım etmelidir diye bakmamak gerekiyor.

minfadli_ozcay

Hz. Süleymân’a verilene bakılmalıdır. Bütün dünya nimetleri emrine âmâde kılınmıştır. Hatta rüzgâr bile. Bütün bunlara rağmen “Hazâ min fadlı Rabbî” demiştir. “Ya Rabbi! Bütün bu verilen nimet, devlet, servet, sultanlık, peygamberlik her şey Senin fazladan ihsanındır, keremindir.” “Ey Allah’ım! Ben de senin ihsanının, lûtfunun eseriyim. Beni ayakta tutan her şey de Senin verdiğin nimetlerdir.” Bunlar için şükretmek gerek. İslâm’ı kısa yoldan yahut da dindarlığı kısa yoldan tarif edecek olursak üç şey söylenir.

1-Fikir (geniş düşünce, tefekkür), 2-Zikir (Allah’ı zikretmek), 3-Şükür.

Şükürle tamam olur. Bütün dünyanın nimeti emrine verilse dahi Allah’a göre senin durumun sıfırdır. İster üç olsun ister milyarlar, trilyonlar, sayıyı sonsuza böldüğünüz zaman sonuç sıfır çıkar. Allah sonsuzdur. Biz mahdûd bir dünyada yaşıyoruz. Yani bizim her şeyimiz sınırlıdır. Gücümüz, ömrümüz, bilgimiz… Kaç kap kuru fasülye yiyebilirsin? Bir porsiyon yiyebilirsin, çok açsan bir porsiyon daha isteyebilirsin. Çok güzelmiş dersin üç porsiyon yiyebilirsin. Otuz porsiyon yiyemezsin. O fasulye senin midenden daha fazladır.

Her şeyimiz sınırlıdır. Midemiz, beynimiz, aklımız, ilmimiz, tecrübelerimiz, hayatımız, ömrümüz… Halbuki Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bütün imkânlar esmâıyla, gücüyle, ilmiyle, rahmetiyle, merhametiyle… Yani her yönüyle sonsuz bir kuvvet, kudretle karşı karşıyasın. O zaman sadece biz değil, bütün dünyayı, kâinâtı koysan O’na göre durumu sıfırdır. Öyleyse Hz. Ali (r.a.)’nin dediği doğrudur. Efendimiz (s.a.s.); “Hiçbir şey yokken Allah vardı, her şeyi Allah yarattı.” buyurdu. Efendimiz (s.a.s.) bunu buyurduğunda Hz. Ali (r.a.) o mecliste yoktu. “Ya Ali! Efendimiz bugün böyle buyurdu.” dediler. Hz. Ali (r.a.) de “El-ân kemâ kân – Şimdi de öyle.” dedi, öyleyse insan aczini, değerinin sıfır olduğunu bilmelidir. Eğer Allah’a duâ edeceksek karşısına geçtiğimiz anda biz sıfırız. İşte Buda’nın anlatmak istediği ‘nirvana’ budur. Yaradan karşısında kulun kendisinin sıfır olduğunu bilmesine acz-i mutlak, fakr-i mutlak diyoruz. Burası nasıl duâ edeceğimize aittir. Allah’tan istediğimiz zaman diyor ki; “Fakr-ı mutlak elbisesine bürünüp de Allah’ın karşısına geçin.” Çünkü Cenâb-ı Allah zenginlere zekâtı emrederken; ‘İnnemâ’s-sadâkatü lilfukarâi ve’l-mesâkinı diyor. (Tevbe:60) Fakirleri zekât verilecek sekiz sınıfın en başına alın, diyor. Sen de fakir olarak Allah’ın karşısına çıkarsan Allah’ın mânevi nimetlerinden, lûtfundan istifade etme hakkını elde edersin ve birinci sıraya geçersin.

Fakr-ı mutlak yüreğinde olacak ve “Ya Rabbi! Sana karşı sıfırım, hiçim! Hiç olarak huzuruna geldim, fakirim. Ben senden lütuf, merhamet, afv istiyorum.” şeklinde duâ edeceksin. Böylece Allah’tan gelecek mağfirete, rahmete, inâyete, nimete ilk nâil olacak sen olursun. Fakirler, sekiz smıfm en başında zikredilmiştir. Anladığımız zaman bu çok önemli bir noktadır. Bu, Kur’ân’ın gösterdiği yoldur, Kur’ân’ın ifadesinden ehlullahın çıkardığı mânâdır.

Atâullah el-İskenderî ve Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.) fakr-ı mutlakı böyle anlatıyor. Hz. Mevlânâ da böyle anlatıyor Mesnevî-i Şerifte. Biraz da, biz anlayalım diye uzun uzun anlatıyorlar. Allah ‘ ulu’l-elbâb’ diyor. “înnefî zâlike le zikrâ li ulîl elbâb- Bütün bunlar üstün akıllılar için ibret alınacak şeylerdir” Yani aptallar bundan mânâ çıkaramaz.

Efendimiz (s.a.s.) Taif’e girince kendisini taşa tutmuşlardı, hatta Mekkeliler ile aralarına kan dâvası girmesinden korktukları için çocuklara, taşlan Efendimiz’in bacaklarına atmalarını tenbih etmişlerdi. Neticede Efendimiz (s.a.s.), bacaklarından kan sızarak çıktı Taif dışına. Orada Cebrail (a.s.) geldi ve dedi ki; “Yâ Muhammed! Allah’tan emir aldım, ne istersen onu yapacağım. İstersen şu dağları başlarına geçirip helâk edeyim hepsini!” Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ellerini açtı ve şöyle duâ etti: Ya Rabbi! Kavmim peygamber olduğumu bilmiyorlar, onları affet. Belki soylarından dînine hizmet edecek nesiller gelecektir”

Hz. Mevlânâ şöyle diyor: Sen zannediyor musun ki bu duâ sadece Taif’te kendisine işkence yapanlara ait kılınmıştır. Peygamber (s.a.s.)’in bu duâsı, kıyamete kadar gelecek bütün ümmet-i Muhammed için geçerlidir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Taif’te kendisini taşlayan müşrikler için böyle diyorsa günahkâr da olsalar ümmet-i Muhammed olan insanları nasıl terk eder? Bu duâ ta kıyamete kadar bütün ümmet için geçerlidir. “Câhiliyye dönemi insanları mı daha azgındı yoksa 21. asrın insanları mı?” diye düşünebilirsiniz. Eğer câhiliyet ise aynı câhiliyet fazlasıyla devam ediyor. Zulümse, haksızlıksa aynısı kat be kat var. Taifliler için geçerli olan bu duâ, bu çağ için daha geçerlidir. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm, ezelî ve ebedî, dünya durdukça hükmü bâkî kalacak olan bir kitaptır, kelâm-ı kadîmdir. Başka kitap gelmeyecektir. Dolayısıyla her devir, Peygamber devridir.

Diğer ibâdetler arasında duâ, kişinin üzerindeki tesiri ve kul-Allah ilişkisi bakımından nasıl bir yer ihtiva eder?
Bütün ibâdetler zaten duâdır. Duâ bütün ibâdetlerin başıdır. İlk ibâdet duâdır ve bütün dînlerde vardır. Kulun ihtiyacı bitmez. Bir genç kızın hayali iyi bir yuva kurmaktır. Yuva kurduğunda da ihtiyaçlar bitmez. “Ya Rabbi! Hayırlı bir evlâd ver.” denir. Evlâd verilince bu sefer de onu yetiştirme ile ilgili problemler başlar. Onun nasıl okuyacağı, meslek sahibi olacağı vs. düşünülür. Dolayısıyla insanın dünyayla olan bağlan bir türlü bitmez. Hep ihtiyaç ihtiyaç… Ve yaşadıkça ihtiyaçlarımız artar. İhtiyaçlarımız tedarik edildikçe de problemlerimiz artar. Bütün ihtiyaçlara para yetmiyor. Çünkü arzularımız, isteklerimiz çoktur.

Misal olarak anlatalım. Sakızağacı Şehitliği’ndeydik. Bir ağabeyimiz dedi ki; “Bir de Âşiyan Mezarlığından mezar yeri almak lâzım.” Başka bir ağabeyimiz; “Ya olur mu, bir insan iki defa ölmeyecek kil” dedi. “Olsun!” dedi. “Birisi yazlık, birisi kışlık olur.”

İhtiyaçlar sonsuzdur, imkânlar sınırlıdır. Bitmez tükenmez arzularımız vardır fakat bunları karşılayacak gücümüz yoktur. Ekonomik imkânlarımız da, ömrümüzün imkânları da, zamanımız da hepsini karşılamaya yetmez. O zaman bunların lüzumsuz olanlarından kurtulmak lâzımdır.  Mutlu olmak, lüzumsuz arzuları terk etmektir. Hz. Mevlânâ diyor ki; “İnsan zihnini en çok meşgul eden şey, ulaşılamayacak arzularının beyninde yer etmesidir.” Biz hep olmayacak, başaramayacağımız hayallerin peşindeyiz. En zoru da kalbin, zihnin bu olmayacak hayallerden kurtulmasıdır.

İşte biz şeytanı bunun için taşlamaktayız. O bir sembolik ifâdedir. Evvela büyük şeytanı büyük günahlardan kurtulmak için taşlıyoruz. Sonra ortanca şeytanı, daha sonra da küçük şeytanı küçük günahlardan kurtulmak için taşlıyoruz. Günlük ihtiyaçların en azından sevgisinden kurtulmalıyız ki gönlümüzde Allah sevgisine yer kalabilsin.

Peki bu dünyaperestliğimizle nasıl başa çıkacağız?
Terk edeceğiz. Sigara içenlerin sigarayı terk etmesi gibi. Terziye sipariş vermişsin yeni elbiselerin dikilmesi için. Eskileri ise tutuyorsun. Sana lâzım olmayan, ihtiyacım karşılamayan ve kullanmayacağın ne varsa verip kurtulmalısın. Aynen içindeki duygulara da bunu yapacaksın. Sigarayı terk eder, eski elbiseleri bağışlar gibi. Kaç senedir kalbinde tutuyorsun bir yazlık evin hayalini? Olmayacağını kabul et, olduğu zaman şükredersin. Dünyadan ne kadar çok şey beklersen o kadar mutsuz olursun. Çünkü en yakın kardeşin, güvendiğin adamlar bile isteklerini karşılayamazlar. O bakımdan Allah’a sığınmalıyız, Ondan istemeliyiz. Ne isteyeceksek O’ndan isteyeceğiz. O sebepleri halkeder, ayağına kadar getirir. İmkân doğar sen ona ulaşırsın.

Kavli duâ ve fiili duâ ne demektir? Mü’mine yakışan dua etme şekli ne olmalıdır?
Cebinde para var, bütün ihtiyaçların karşılanmış ve keyfin de yerinde. Kur’ân-ı Kerlm’den pek çok duâ okuyorsun ama akim fikrin başka yerde. Sadece dilin duâ yapıyor. İşte buna dil ucuyla yapılan duâ denir. Bunlar hiç işleme girmez. Dil ucuyla yapılan duâ kulak ucuyla geçilir gider. Hâşâ, Allah’ın kulağı yoktur ama Allah “Ben müminin kalbindeyim.” diyor, öyleyse duâyı yerinden yapmalısın.

Allah’ın iki tane evi vardır. Biri sembolik olarak Ka’be’dir. Allah’ın birliğine inananların kıbleye dönüp ibâdet ettikleri yerdir. Ka’be-i Muazzama denilen mübarek yere, kıbleye dönün yani İslâm ümmetlerinin birliğini sağlamak için keyfinizin istediği tarafa değil, bütün ümmetlerin döndüğü yere dönün. Bütün kuvvetler tek bir tarafa yönelirse o kuvvetler artarak çoğalır. Ama kuvveder yön birliğinden mahrum olursa birbirlerini yok etmeye uğraşırlar. Şimdi Ka’be’nin mânâsı kalmadığı için ümmet-i Muhammed birbirini yok etmeye çalışıyor. Bu bizim, kıblenin mânâsını kaybettiğimizi gösterir.

kabe_merkezinde

Bugün dünyada Müslümanların zulüm altında inim inim inleyişi kıblenin mânâsını kaybedişimizden mi?
Kuvvet katlanarak gider. Meselâ sen iki kiloluk bir kuvveti ikinci bir iki kilo ile aynı istikamete verirsen dört kiloluk bir kuvvet kazanmış olursun. Ama bunu ters tarafa verirsen sıfırlamış olursun. Halat çekme yarışlarında öyledir. Halatın her iki tarafında da sekizer kişi var diyelim. Ortada kuvvet sıfırdır. Çünkü iki taraf da halatı tam zıt yöne doğru çekmektedir. Halbuki bu kişiler aynı tarafa gelip halatı çekseler çam ağacını yerinden sökerler. Kıble de Müslümanlar kuvvet birliği, hedef birliği yapsınlar; ilimde, ibâdette, mâneviyatta yardımlaşsınlar, birlik olsunlar diyedir.

Yani fiziki olarak kıbleye dönmek yetmiyor değil mi?
Fizik kuralları ile mâneviyatın kuralları tıpatıp aynıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) buyuruyor; “Ed-dünya mezraatü’l- âhirah” Bu dünyada ne ekiyorsan orada onu biçeceksin. İyilik ekiyorsan iyilik biçeceksin. Fasülye ektiğinde nohut çıkmaması gibi. Yani fizik kuralları ile öbür dünyanın kuralları aynı şekilde çalışır. Hiç cehennem tohumu ekerek cennet ekini biçen var mıdır? Kötülük ekiyorsan kötülüğün getirdiği yere gideceksin. Bu gayet açıktır, formüller aynıdır. Biz bu dünyada kötülük yapan adamı nasıl ki hapse atıyorsak öbür dünyanın hapishanesi de cehennemdir.

Allah Teâlâ’nın birinci evi Ka’be’dir, buyurmuştunuz, ikinci evi…
Allah’ın ikinci evi, mü’minlerin kalbidir. Kalp ile yapılan duâ kabul olur. Yürekten yapılanı Allah kabul eder. Bir de fiilî duâ, fiilî şükür vardır. “Allah’ın sana verdiği maldan infak ediyorsun yahut Allah’ın verdiği ilimle hizmet ediyorsun. Allah sana güç kuvvet vermiş, sen de hiçbir karşılık beklemeden fakir fukaranın hizmetine koşuyorsun. Meselâ elinde file taşıyan yaşlı bir adam gördüğünde onun elinden o yükü almak, sırf Allah rızası için o yaşlı kimseye yardım etmek bedenen duâ, bedenen şükürdür. Böylece bedenin zekâtını vermiş oluyorsun. Zekât da, sadaka da, bir yere emek harcamak da bir nev’î fiilî duâdır. Şükrün en makbul olanı da fiilî olanıdır. Bir bayramda sen bana bir mendil hediye ediyorsun, ikinci bayramda ben sana bir seccade hediye ediyorum bu, fiilî bir şükür, fiilî bir yardımlaşmadır, amel-i sâlihtir. “İllellezine âmenû ve amilûs sâlihâti” denilerek amelle, fiille Müslümanlık tarif ediliyor. Namaz bir duâdır ama fiilen yapılan bir duâdır. Fiilî duâya en güzel misal de namazın kendisidir. Bir misafir geldiği zaman ayağa kalkmak, ona hürmet etmek, saygı göstermektir. Rükû dediğimiz şey de bir saygı ifadesidir. Peki secdeye kapanmak? O da bir saygı ifadesidir. Sonunda hiç oluyorsun.

Duânın hemen kabul edildiği yerler, zamanlar var mıdır?
Duâ üç yerde kabul olur deniyor: Birincisi; namazda iken secdede, sondur çünkü artık ondan sonrası yoktur. Hürmetin, Allah’a olan saygının son rüknü secdedir. Secdede de fiilen sıfırlanıyorsun, yerle bir oluyorsun. İkincisi; oruçta, iftara yakın saatlerde, ki orucun son rüknü de iftardan yarım saat öncedir. O, duâ saatidir. Üçüncüsü; hacda ihramda iken yani bütün dünya elbiselerinden soyunduğunda; “Geldiğim yerde bütün dünya elbiselerini çıkardım, Senin ihramına, Senin mahremiyetine girdim.” demiş oluyorsun. Mekke’de şehvet, hased, kıskançlık, öfke yoktur. Orada kızamazsın, kavga edemezsin. Orası ibâdet yeridir, dalaşma yeri değildir. Nasıl ki bir baba yemek sofrasmda çocuklarının birbiriyle kavga etmesini istemezse, bundan rahatsız olursa Allah da hacda bunlardan rahatsız oluyor. “Fe lâ refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fxl-hacc” buyuruyor Allah Teâlâ. İşte bu üç yerdeki fiil seni hiçliğe mahkum ediyor. Bir de bunu yüreğinde hissedersen bundan daha âlâsı olmaz.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde yer alan duâlar bize neler söylüyor?
Kur’ân-ı Kerîm’de ne varsa hepsi Müslümanlar içindir. Yani Hz. İbrahim’in duâsı, Hz. Yûnus’un, Hz. Âdem’in, Hz. İsâ’nın ve diğer peygamberlerin yaptıkları duâlar olarak aşağı yukarı Kur’ân-ı Kerîm’de yüzden fazla duâ, dilek vardır. Bunların hemen hepsi peygamberlere ait duâlardır. Hadîs-i şeriflerde bizzat Peygamber Efendimiz’in yaptığı duâlar vardır. Bunlar bize kopya verilmiştir. Yani siz de İbrahim (a.s.) gibi, Yûnus (a.s.) gibi duâ edin. Yunus (a.s.) balığın karnındayken; “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn. – Ey kendinden başka ilah olmayan! Seni teşbih ederim. Ben nefsine zulmedenlerden oldum.” Balığın karnında insanlardan veya dünya varlıklarından kimin ona yardım etmeye gücü yeter? Hz. Mevlânâ diyor ki; “îşte bu dünya balıktır. Biz de onun karnındaki Yûnus gibiyiz.” Stres dediğimiz şey dünyanın, ihtiyaçların üzerimize çökmesidir. “Allah’ım, beni bu dünya âfetlerinden, sıkıntısından, stresinden koru, hâlâs et!” diye duâ edelim. O dünya ile ilgili arzuları, istekleri terk etmedikçe dünya stresi seni terk etmez. Biraz önce anlattığımız şekilde içini evvela o isteklerden koruyacaksın. Kurtulayım derken acaba dil ile mi istiyorsun yoksa gerçekten mi istiyorsun. Gemiyi kurtarmak istiyorsan fazla yükleri atacaksın.

Bugün herkes ekonomik ve sosyal şartları ne olursa olsun aynı şeylere sahip olmak istiyor…
Dünya o kadar cazip hale getirilmiş ve ihtiyaçlar o kadar arttırılmış ki… Bir de bu ihtiyaçlar televizyon gibi başka yollarla sürekli reklam ediliyor. Bütün bunları sana en cazip renklerle, en güzel müziklerle, seslerle sunuyorlar. Hayat zorlaşmıştır ve önümüze çok büyük engeller çıkmıştır. Bütün bunlardan kurtulmak her babayiğidin kârı değildir. Eskiden bunlar yoktu. Biraz adam kendini toparlayınca bu ihtiyaçlardan silkiniyordu. Hele bir de tekkeye gittiği zaman orada mürşid varsa, ona yardım edecek ehil insanlar varsa… “Gel evlâdım, bırak dünyayı, sen şu kuyudan su çek!” deniyordu. İnsanlar, kendilerine verilen iki üç tane görevle mutlu oluyorlardı. Bugün medeniyet bizi esir almıştır. Hayat dediğimiz şey üzerimize düşman gibi yükleniyor. İnsan bugünkü ihtiyaçların altında eziliyor. Aslında biz zavallı insanlarız. Çok kötü şartlarda yaşıyoruz ve çok ihtiyaçlar var. Meselâ cep telefonu çok büyük kolaylık, hatta çoğu yerde onun için büyük nimet diyoruz. Televizyon ile bütün dünyadan haberdâr oluyoruz. Haberdâr oluşumuz bize ne veriyor? Bunun bir hesabını yapmalıdır. Amerika’da sel olmuş, 150 kişi ölmüş. Güney İngiltere’yi fırtına vurmuş vs. Bunların sana üzüntüden başka verdiği nedir? Yani bunlar senin durumunu değiştiriyor mu? Yok. Ama televizyon sürekli satıyor.

Kanıksadığımız için artık yeterince üzülemiyoruz bile…
Bu medeniyet ihtiyaçlarımızı çoğaltıyor, ruhumuzu törpülüyor, acılarımızı değiştiriyor, bizi başkalaştırıyor. Aslında bununla savaşmamız lâzım. Bu düzenle savaşmamız, buna karşı tedbir almamız lâzımdır. Bu da kendimizi çekmekle ve Allah’a sığınmakla mümkündür. Allah’a sığınacağız, başka çaremiz yoktur. Allah’a sığınmanın, yalvarmanın şartlan eski insanlarınkinden daha fazladır. Eskiler az istiyorlar, çok şükrediyorlardı. Şimdiki insanlar çok istiyorlar, az şükrediyorlar. O zaman da olmuyor.

‘Peygamberler ve velîlerin her hali duadır.’ diyor kıymetli mütefekkirimiz Nurettin Topçu. Peki duânın hal olması ne demektir?
Biz duâyı Allah’a yakınlaşmak için yapıyoruz. Onlar zaten ruhen Allah’a yakınlar. Onların her halleri duâdır derken onu kastediyor. Namaz için Peygamber Efendimiz (s.a.s.) buyuruyor ki; “Allah’ı görüyormuş gibi ibâdet edin” Şayet sen O’nu görmüyorsan Allah’ın seni gördüğünü bil. İşte peygamberler ve ârifler Allah’ın her an kendilerini gördüğü bilinci içinde yaşarlar. Allah bizi her zaman her yerde görüyor. Bunu bildiğimiz zaman her halimiz duâdır. Attığımız adım da, yaptığımız her iş de duâdır. Mesele o imâna, o bilince erebilmektir. Söylendiği zaman anlıyoruz, ama yaşarken unutuyoruz. Meşhurdur; Hazret-i Ömer, bir gece vakti mutad olduğu üzere Medine sokaklarım dolaşırken önünden geçmekte olduğu evde bir ana kızın tartışmasına muttali oldu. Ana, kızma; “Kızım, süte biraz su karıştır!” diyordu. Kız ise; “Anacığım, halife süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” diye karşı çıkıyordu. Ana, kızının sözlerine sert çıkarak; “Kızım, gecenin bu saatinde halife süte su kattığımızı nereden bilecek?” Kız anasının bu sözlerine karşılık şöyle dedi: “Anacığım! Halîfe görmese de Allah görüyor.” Bu kız, daha sonra Emîru’l-mü’minîn’in gelini oluyor.

“Vallâhu basîrun bil ıbâd – Allah kullarını görendir”; “Vallâhu bimâ ta’melûne habîr – Ne yaparsanız haberdârdır.“Vallâhu bimâ ta’melûne basîr – Yaptıklarınızın hepsini görmektedir. Bütün bu âyetler bize bir bilinç kazandırsın diyedir. Kur’ân’a inanıyorsan, beyânlarına, ifadelerine inanıyorsan, Allah’ın sıfatlarına ve kudretlerine de inanacaksın. Allah bizi görüyor. Bitti Her yerde ve her zaman görüyor. Hatta derler ki karanlık gecede kara karıncanın kara kaya üzerinde yürüdüğünü bile görür. Allah için gece, gündüz, karanlık, aydınlık diye bir şey yoktur. “İnnellâhe latîfun habîr – Allah ince işleri görür, bilir; her şeyden haberdârdır. Biz havayı görmüyoruz ama nefes alıp verirken onu hissediyoruz, yaşıyoruz. Allah Teâlâ da hava gibi her yerdedir. Yarattıklarını başıboş bırakmamıştır. Bu bilinçle yaşadığm zaman her halin ister istemez duâ olur.

Tarikat geleneğinde virdler nasıl tertip edilmiştir, isteyen herkes vird okuyabilir mi?
Evrâd, Esmâü’l-Hüsnâ’dır. Cenâb-ı Hakkın Kur’ân-ı Kerîmdeki bütün isimlerini zikrediyoruz, söylüyoruz. Cenâb-ı Hakk; “Vezkurullâhe zikran kesîran – Allah’ı çok zikredin.” buyuruyor, ister Allah diye duâ edin, ister Rahman diye duâ edin; hangi güzel ismiyle Allah’ı anarsanız o duâdır, Allah’ı zikirdir. Kur’ân bize bu yolu açmıştır. Biz Allah’ın bütün isimlerini birlikte zikrediyoruz. Bu isimler Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilmiştir; Latif, Habîr, Alîm, Hakîm, Azîz, Gafur, Settâr’dır. Evradda isimleri kompozisyon halinde bir araya getirmişlerdir. Sevgiliyi bütün güzellikleri ile vasfediyorsan, her şeyi yaratan Allah’ı neden bütün güzel isimleri ile anmanın bir mahzuru olsun? Allah’ı hangi ismi ile anarsan güzeldir, bütün isimleri ile anarsan daha güzeldir.

Tarikat düşmanlığı yapıyorlar şimdi. Tarikat ehlinin yaptığı farklı bir şey yoktur. Belki senden biraz daha fazla namaz kılıyor, duâ ediyorlar. Sen de onlara duâ et. Ama tarikatı kullanıp da yanlış yapanlar vardır. Fakat onlardan bize ne! Biz doğrunun müdafaasını yapıyoruz. Birisi “Mehdiyim” diyor. Toplamış başına câhil adamları, dünya saltanatı kurmuşlar. Sen onun yanlışını neden Hz. Mevlânâ’ya, Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri’ne fatura ediyorsun. O bu işin hakikîsidir, öteki de istismarcısıdır. Zaten altının sahtesi olur, tenekenin olmaz ki! Hz. Mevlânâ buyuruyor ki; “Ehlullah size fazla bir şey söylemez.” Bir adam sırlardan çok parlak konuşuyorsa o adam sahtekârdır. Evrâd-ı Mevleviyye ile evrâd-ı Nakşbendiyye birbirinden farklı değildir. Sadece miktarlarda ve tertip sırasında birtakım değişiklikler vardır. En ağır evrâd da hakîkî Bektaşîliktedir. Çok büyük tesbihâtları vardır. Melamîlikte de vardır. Nakşîsi, Kâdirîsi, Halvetisi aynıdır. Kılık kıyafet, destar sarmak, tac giymek, şekil önemli değildir. Evrâd, zikir müşterektir. Mevleviyye’de her gün sabah namazından sonra okunacak duâlar vardır. Çekilecek tesbih vardır. Meselâ 166 tane Allah lafzı verilir. O sürekli artar. 266 olur, 1066 olur. İstediğin kadar Allah diyebilirsin fakat bu, ilaç almak gibidir, doktor tavsiyesi ile alırsan daha fazla faydasını görürsün. Kendi bildiğin gibi ilaç alırsan bazen yan tesirleri ile çarpılırsın. Başın ağrıdığında ağrı kesici alıyorsun. Bunun için doktora gitmiyorsun. Ama ciddi bir şey olduğu zaman gidip doktora görünüyorsun. O bakımdan evrâd ilaç almak gibidir. Bir bilene danışacaksın.

Mürşid, doktor ise çekilecek ya da okunacak miktarı hastasının durumuna, hastalık derecesine göre mi belirler?
Sen lisede, üniversitede okuyan bir çocuğa “Günde on bin kelime-i tevhîd çekeceksin.” dersen o çocuk dersi bırakıp teşbihi çekmeye koyulur. Ona vereceğin günlük miktar çekebileceği kadardır. Adamına göre, ihtiyaca göre vereceksin. Meselâ süt emen çocuğa bir somun ekmeği yedirebilir misin? Çok çok bir lokma ya da bir bisküvi verirsin. Gerçek mürşid bunları bilir. Adama hangi evrâdı vereceğini bilir. Bakar ki müsrif, elinde avucunda bir şey bırakmıyor, çok para harcamayı seviyorsa ona tutumlu olmayı tavsiye eder. Cimri adama da tutumlu olmayı tavsiye ederse bu adam ne olacaktır? Kendisi için bile para harcayamaz hale gelecektir. Onu para harcamaya teşvik edeceksin. “Allah sana vermiş sen de vereceksin.” diyeceksin.

Pek değerli vaktinize kıydık, affola…

… Çok döndün dolaştın, yeter artık; duaya başla; bundan böyle âmin sözüyle kulağını beze. Hele sustum ben; sen selâmımı götür, saygılarımı söyle… Elinde duadan başka bir şey olmayan ne yapabilir ki?  [Hz. Pir-i Destgir-i Münîr]

Ey Garip Bülbül

Ey garip bülbül diyârın kandedir
Bir haber ver gülizârın kandedir
Sen bu ilde kimseye yâr olmadın
Var senin elbette yârin kandedir

Bu satırlar okunurken elimdeki çay tepsisiyle zaten odaya girmiş bulunmaktaydım. Edebiyat hocam anlaşılan bugün koyu bir sohbet açmaya hazırdı. Ben odaya dâhil olunca kitaptan bakışlarını alarak gözlüklerinin üzerinden bana öylece nazar etti. Ben de hafifçe başımla işaret vererek bigâne olmadığımı gösterdim. Sohbeti bölmüş gibi olmaktan çekinmedim de değil aslında. Lâkin mecburdum, çay servisi bana düşmüştü. Satırları okuyan hocama hafif yaklaşır gibi yaparak ilk çayı meclisin en büyüğü olan muhterem dedemin önündeki sehpaya bıraktım.

Ellerini göğsünün biraz altında, karın hizasına doğru sanki oturarak namaz kılarmış gibi bağlamış, o nur veçhesiyle kalbinin üzerine doğru eğilmiş gibi bir vaziyet almıştı. Onu tanımayan birisi dışarıdan baktığında kendisini bu meclisle hiç alâkası olmayan, köşesinde şekerleme yapan biri zannedebilirdi. Bıraktığım çaya hafif göz ucuyla baktı. Başını öne eğdi, onu gördüğümü ve takip ettiğimi yakînen bildiğini hissettirerek tebessüm etti. O an fark ettim ki, bu meclislerde dedemin ses tonunun rengini hatırlayan yok gibidir. En son konuşmasına, ve ne hikmetse en dikkat çekici ve en müşkül çözücü fikirleri serdetmesine, sohbetler yapıp sohbetlerin akışını tamamen değiştirmesine rağmen dedem çok az bilinir ve tanınırdı. Bu birkaç saniye içerisinde zihnimde bunlar düşünülüp ölçülüp tartılmış ve hatta sırlanmıştı. Asker arkadaşı olan Molla Efendi dedemin hemen yanında oturuyordu. Diğer çayı ona verdim. Elindeki otuzüçlük tesbih, çayı uzatmamla beraber hızlı bir hamle ile bileğine aktarıldı ve içeriden gelen bir sesle; “Eyvallah, teşekkür ederiz” diyerek âdeta çaya hasret bir edâ ile daha sehpaya koyamadan bardağı elimden alıverdi. Ben, edebiyat hocamın önüne çayı bırakmak için döndüğümde Molla Efendi çayı hüpletiyordu bile. Edebiyat hocam Zeki Bey teşekkür ederek uzatılan çayı aldı. Sonra dizine bıraktığı açık duran Mısrî Dîvânı’nı tekrar sağ eline alıp fakire uzattı. “Evladım, otur da sen oku, bugün nasibimize bu nutuk düştü.” dedi. Molla Efendinin her zamanki sataşmalarından birini eşikte bekletiyor olduğu besbelli idi ki hemen hocama; “Mübarek, bir şiir şerh edeceksin, illâ merasim istiyorsun. İbareyi çırağına okutturup kendin de illâ hoca edâsı göstereceksin.” dedi. Gülüştüler. Tabiî bendeniz üzerimden yapılan bu espriye içimden gülmek istesem de pek renk vermeden durumu idare etmek zorunda kaldım.

“Hadi ya Hû! Tamam bu mühim bir nutuk, hazır siz burada iken, dede efendi hazretleri de istirahate çekilmeden bir sebeplenelim, feyizlenelim dedik işte. Sen onlara bakma evlâdım. Hadi şöyle veznine uygun okuyuver.” dedi sonra da. Molla Efendi hiç geri adım atmadan bilmiyormuş gibi hocama; “Fesübhânallah, vezni ne ola ki? Lûtfetseniz de öğrensek.” diye sordu. Hocam; “Fâilâtun fâilâtun fâilun, tamam mı, muradın oldu mu? Ya Hû mübarek, böyle bizimle eğleneceksen hiç ağzımı açmayayım. Zaten şu âlemde laflayacak kimsemiz de kalmadı. Şu halimize baksana, bir avuç bile denmez. Latife bir yana, hem vallahi hem billahi şu nutukları, şu evliyaullah sohbetini, bu güzel edebî metinleri okuyup mütalaa edeceğimiz, hem-meclis olabileceğimiz insan kalmadı. Çocuğuna okursun anlamaz, gencine okursun istihza eder. Dedem gücenmesin ama ihtiyarına okuyorsun, onlar zaten her şeye ağlıyor. Ee akranlarımızın derdi başından aşkın. Senin anlayacağın Molla, cevr ü cefa etsen bile sana muhtacız. Hadi niyaz edelim. Üç îhlas, bir Fatiha okuyalım, Efendimiz (s.a.v) başta olmak üzere cümle âshâbın, cümle evliyaullahın ve bu nutkun sahibi Hazret-i Muhammed Niyâzî Mısrî Efendimiz’in ve göçmüş büyüklerimizin ruhuna gönderelim. Dedem de bize bir nazar etsin, okuyalım, sohbet edelim. Bakalım ne zuhûr edecek.” diye buyurdu. Dedem yarım kalmış bir mevzuu tamam etmek ister gibi söze girdi: “Şiirin vezninden, kelimelerin şerhinden o kadar bahsettiniz amma Hz, Pîr’in isti’mâl ettiği (kullandığı) veznin kalıbındaki özelliği zikretmediniz. Fâilâtün fâilâtun fâilün kalıbını boşuna kullanmamış Hazret-i Pir. Bu nutkunda bilhassa bu kalıbı kullanarak “Lâ fâile illallah” makamını müşâhede ile kendi fiilinin bile kendisine yabancı, daha doğrusu kendisine ait olmadığını ilân eylemiştir. Kendi fiillerini o derece görmemiş, her fiilinde sadece Cenâb-ı Hakk’ı görmüş ki kendisini o menzile çıkartan bülbüle, gönle, ruha bile yabancı olmuş artık. Çünkü tek fâil-i muhtar Allah’tır. Hazret-i Pîr Allah’ın ef’alinde öyle bir ifna olmuştur ki bunu işaret için fâilâtün fâilâtün fâilun veznini kullanmıştır.

Bu sözün akabinde, tam fakirin seyredebileceği sahne olan o beklediğim güzellik gelmek üzereydi. Molla Efendi’nin en sevdiğim tarafı baştan gayr-ı ciddî gibi görünüp en önce bir yoklaması sonra işe ehemmiyet verildiği âşikâr olunca yüzünün şeklinin ve halinin anında değişmesiydi. Biraz evvel arkadaşına latife yapan Molla hemen derlenip toparlandı, parmaklarıyla İhlas ve Fatihanın adedini ta’dad ederken her besmele çekişinde yüzünün rengi farklı bir hal alıverdi.

Zeki Hocam bir yandan hem okuyor, hem mimikleriyle ve bakışlarıyla benim nereye oturacağımı ve kendisinin işaretiyle ne zaman okumaya başlayacağımı söylüyor, bir yandan da üç İhlas bir Fatihasını okurken dudaklarım kıpırdatıyordu. Göz ucuyla dedeme baktım. Her zamanki gibi okuyor mu okumuyor mu anlamadım ama bizi dinlediği besbelliydi. Önündeki çay bardağından hatırı sayılır bir yudum alındığını fark edince bunu hangi aralık yaptı, ne zaman içti diye düşünmekten kendimi alamadım. Dedem sırdır vesselam. Neyse, eller yüze sürüldü, hocam işaret etti ve okumaya başladım.

Ey garip bülbül diyârın kandedir
Bir haber ver gülizârın kandedir
Sen bu ilde kimseye yâr olmadın
Var senin elbet yârin kandedir

Başımı kaldırmamla hocamın “Tamam burada dur.” ikazı saniyesi saniyesine tutmuştu. Evet, Zeki Hocam bugün çok neşeliydi ve şiirin şerhine de çok niyetliydi. Söze başladı: “Efendim, müsaadenizle en az bilen olarak, cahil cesurdur fehvasınca fakır söz hakkını alayım. Malûm, edebiyatımızda bülbül hep ruha remiz olmuştur. Bazen kalp olarak da telâkki etmek icâb eder. Bülbül güle âşıktır. Gülden murâd Efendimiz (s.a.v) yahut Cemâlullah’ın tam tecellileridir. “Kande” kelimesi de malûm “nerede” mânâsına gelen eski devir Türkçesine ait bir kelimedir.”

Bu sözleri sarfederken hocam başını odada başkaları varmış gibi çeviriyor fakat ne muhterem dedeme ne de Molla Efendiye birebir nazar ediyordu. Cümlesini tamamlarken bakışlarını bende topluyor ve bana anlatıyormuş edasıyla konuşuyordu. Tabî fakir de hocamı muhabbetle dinliyor ve onun tâlim gayretini ihtiyaç duyan bakışlarla karşılamaya çalışıyordum. Hocam şöyle devam etti: “Ey garip bülbül” ifadesiyle asıl vatanından uzaklaşmış, gurbet ellere düşmüş, gurbette ve hasrette olduğu her halinden belli olan ruha bir sual var. Sen burada mutmain olamıyor, bu diyarda gönlünce zevk, safâ süremiyor ve hep muzdarip bir vaziyette bulunuyorsun. Peki, sen aslen nerelisin, senin vatanın neresidir? Sen hangi gülistanın bülbülüsün ki, bize haber versen biz de senin o yurdundan haberdâr olsak. Gurbetteki insana dertleşmek iyi gelir, sen de bizimle dertleşip vatanından bahsetsen hasretin birazcık olsun hafiflemez mi? Bir başka tâbirle, sen çok nadide bir bülbülsün ama biz senin kendine Bu sözün akabinde, tam fakirin seyredebileceği sahne olan mahsus şakımanı işitemedik. Belli ki gülü bulamadığın ve gülistanında olamadığın için böyle sus pus olmuşsun. Haber ver, gülistanın nerede? Belki bunu konuşmak, bunu bize anlatmak seni ferahlatır da o demleri yâd ederek güzel güzel şakır, o güzel ötüşünden bizleri nasibdâr edersin. bilir, belki senin vatanına bizler de yol buluruz, biz de seninle geliriz. Sen buralarda hiç kimseye yâr, yoldaş olmadık Seni bilenler, fark edenler oldu ama ya burası senin vatan olmadığından veyahut onlar sana vefâ gösteremediğinden arkadaşlık yapamadılar, yoldaş olamadılar. Sen bu arkadaşlıkta yüksek ve nitelikli vasıflar aradığına göre o halde senıfl yârin ve sevgilin var. Senin yâr ve yoldaşın olmasa dost ve yoldaşlık ahkâmını ve ahlâkını nereden bilebilirdin? Hiç şüphesiz senin sevgilin var ama nerededir?”

Hocam bu sözleri söylerken kendinden geçiyordu. Hele benim gözümde bu izahtan sonra âdeta fotoğraf gibi sahneler canlanmıştı. Kendimce bülbülün yüzünü insan yüzünün mahzunluğuyla birleştirip hayal meyal suretler görüyordum. Tepki bile vermekten âcizdim. Hiç aklıma gelmeyen izahlardı bunlar.

Böylece dalıp giderken Molla Efendi elindeki tesbihi yine kıvrak bir hareketle bileğine doğru attı ve öne doğru eğilirken derin bir nefes aldı. Belli ki ilavesi olacaktı. “Evet hocam, hakikaten bu kelimelerin birbiri peşi sıra gelişinde böyle bir hissiyata kapılmak mümkün ama doğrusu şu bir kaç şeyi de ilave etmek lazım gibi geliyor bana. Burada bülbül hem ruha, hem kalbe işaret etmektedir. Bülbül kelimesi ruha ama kandedir kelimesi de kalbe işaret etmektedir. Çünkü müellif kande kelimesiyle cinas yapmış, damarda akan kana da işaret etmiştir. Bu aynı zamanda bir tenasüp sanatıdır. Bülbül, gülizâr, haber vermek ve kan. Zira bülbül güle kavuştuğunda kan rengini alır. Gülün dibindeki dikenler göğsüne batınca kan revân içinde kalır. Bu motiflerle alâkalı kelimeler kullandığı için harika bir tenasüp sanatı vardır. Bendeniz ilk mısrayı üç mânâda alabiliyorum. Birincisi; “Ey gurbette olan bülbül! Senin garip olduğun âşikâr. Bülbül olduğun besbelli fakat bülbül ötüşünü duymuyoruz. O halde senin diyarın nerededir?’ İkinci mânâ; ‘Ey garip bülbül! Sen bülbülsün amma vücud diyârında, göğüs kafesinde saklanmış ve pır pır sesi duyulduğu halde esas feryadı duyulmayan kan içinde kalmış bir kalpsin. Ama belli ki bundan ibaret değilsin. Bu sine içerisinde çırpınışın hangi diyâra varmak içindir? Garip bülbül yani ey garip kalp, senin diyârın kan içinde olmuştur.’ Üçüncü mânâ ise; ‘Ey böyle serbest serbest dolaşıp gülistânından uzak kalmış bülbül! Senin yerin burası değildir ki. Senin şu zamana kadar çoktan gülün dibine erişip, o müştak olduğun sevgiliye ulaşıp kan revân içinde kalman lâzımdı. Canını verip orada esas yârinin vuslatında hâmuş olman lâzımdı. Sen o güzelden bu güzele, o diyârdan bu diyâra hep varlığını göstermektesin. Halbuki yerin burası değildir. Senin yerin kesretten kurtuluşuna ve vahdete erişine işaret olan kande’dir. Bu kanı akıtmadan, canı canâna teslim etmeden ne vakte kadar dolaşacaksın? Fakîr böyle anladım.”

Ben kitabı elimden düşürecek haldeydim. Ağzım açık kalmış öylece Molla Efendiye bakıyordum. Zeki Hocama bu Molla Efendi ne diyor dercesine hayret dolu çehremle baktım. Baktım ama hocamın durumu benden beterdi. Mübarek zât dedem gibi olmuş, başını öne eğmiş, gözlerinden yaşlar süzülmekteydi. O halde hiç başını kaldırmadan yan tarafa Molla Efendiye uzandı, âdetâ bırakmak istemez gibi bir kaç saniye elini sıktı. Sonra da birkaç kere eski arkadaşının ayağına “Ha yaşa!” der gibi vurdu. Sonra da başını çevirerek; “Ya mübarek kardeşim, latîfe falan ediyordun amma sen de gördün ya bu nutuk ateş gibi bir şey ya Hû, düştüğü yeri yakıyor. Zât-ı âlinizin anlatımından şu anda bendenizde onlarca mesele çıktı. Bu gece bize uyku yok, Allah razı olsun.” buyurdu. Molla Efendi; “Estağfirullah, cümlemizden. Âmim, âmin, âmin. Hele evladım, oku oğlum şu ikinci kıtayı Hadi yavrum.” dedi.

Oku demesi kolay. Bendeniz serseme dönmüştüm. Fakat çare yok, satırları dikkatlice okumaya başladım ve içimden kim bilir bu nutukta daha nice güzellikler açılacak diye heyecan duymaktaydım.

Arttı günden güne feryadın senin
Ah ü efgan oldu mutadın senin
Aşk içinde kimdir üstadın senin
Bu senin sabr ü kararın kandedir

Okumaya ara verecektim ki hocam başıyla devam et manasına gelen bir hareket yapınca diğer kıt’ayı da okudum.

Bir enisin yok acep hasrettesin
Rahatı terkeyledin mihnettesin
Gece gündüz bilmeyip hayrettesin
Ya senin leyl ü neharın kandedir

Hocam, kâfi mânâsına yine elini kaldırdı ve söze başladı: “Aynı usûlde devam edelim isterseniz. Fakîr cehaletimi ortaya dökeyim” Molla Efendiyi işaret ederek; “Zât-ı âliniz de döktüklerimizi toparlayıp tesbih tanesi gibi tekmil edin inşâallah.” diye ekledi. Molla Efendi parmaklarıyla sakalını düzelttikten sonra avucunun içersinde tutup; “Estağfirullah, buyurun hocam.” diyerek mukabelede bulundu.

Zeki Hocam kaşlarını kaldırarak; “Günler uzadıkça yâre olan iştiyak artmakta ve firkatte iken tabiatıyla ses yükselmekte, bu ayrılık âh ve efgânı ziyadeleştirmektedir. Çünkü vuslatta ses yoktur. Vuslata giderkenki çırpınışlarla vuslattan sonraki çırpmışlar farklıdır. Yârinin vuslatını hiç yaşamayan sevgiliyle, hiç hem-dem olmamış kişinin yâr peşinde koşuşu ayrıdır. Sevgilisiyle hem-dem olduktan sonra ondan ayrı kalanın o izi sürmesi, o demi yâd etmesi çok ayrıdır. Bülbül gül için yaratılmıştır. Gülü gören bülbülle, gülü görmeyen bülbül arasındaki ötüş erbabınca fark edilir. Herhangi bir nimet için bile düşünsek biliriz ki nimete eriştikten sonra mahrum kalanın feryadı o nimeti hiç tatmamış kişinin söylenmesiyle ve mızmızlığıyla kıyas kabul etmez. Ey bülbül, sana böyle âşık olmayı kim öğretti? Sana bu aşkı öğreten sende bulunması gereken sabrı ve bu tâlimin neticesindeki kemâl mertebesini sana göstermedi mi? Hani nerede sabrın ve nerede kararın? Sen hiçbir kimse ile ünsiyet edemiyor ve bu muhabbetin yerine başka bir yâr muhabbeti koyamıyorsun. Müştak olduğun sevgili gibi bir yâr olmadığı için şaşılacak bir hasret çekiyor ve rahat edebileceğin başka başka güzellikler, türlü türlü lezzetler varken mihnet içerisinde yaşıyorsun. Geceyi gündüzü fark edemeyecek derecede hayrete düşmüş, âdetâ ne yaptığını bilmez, hesap kitap yapamaz haldesin. Peki, sen ne zaman dinlenir, ne zaman çalışır, ne zaman uyur, ne zaman yaşarsın? Senin istirahatin hiç yok mu? Senin rahat edeceğin bir yerin hiç mi kalmadı? Acaba bizim bilmediğimiz bir gece gündüzün var da bizler mi habersiziz? Sen bu daimî hareketi ve daimî hayreti nasıl yaşıyor, buna nasıl tâkat getiriyor, buna nasıl hâlâ güç bulabiliyorsun? Aslında sen bizimle görünüyorsun amma senin gece ve gündüzün, senin âlemin nerededir?”

Söz uzamıştı herhalde ki Molla Efendi oturuşunu hiç değiştirmeden ve hemen hocamın nefes aldığı, durakladığı anda söz aldı: “Âlâ âlâ, lâkin mollalık yine bize düşüyor. Malûm, biz illâ bir eksik, gedik buluruz. İnsan ve insan ruhu yaradılışta zaten en sondur. Kulluğunu idrak etmesi için bu âleme gelir. Kendisinde bi’l-kuvve mevcut olan güzellikleri bu şuhûd sahnesinde müşâhede eder. Müşâhede ettikçe özlemi ve iştiyakı artar. Günlerin geçmesi ve insanın günlerinin aslını bularak iştiyakının artması, en son yaratılarak aslına en uzak noktada kalmış bulunan insanı âh u figân ettirir. Artık onun için gün âh u efgân etmek için vardır bir ııev’î. Şimdi bir mânâsı bu. Diğer mânâsı; sen bu âleme ubûdiyet, taat ve niyâz için geldin. Bunların hepsi yârine vâsıl olmak için tamamlanması gereken adımlar yahut ömür kâsesinin doluşu için lâzım olan damlalar gibiydi. îşte ey gönül yahut insanın Cemâle müştak olan ruhu, senin durumun budur, mânâsına geliyor. Bir başka mânâsı da; gurbette olduğunu fark edemeyen ama aslında Cemâl’e alışık olan ruha sesleniştir. O açıdan bakarsak; ey ruh ve ey gönül, senin ömür diye yaşadığın gün artışı ve günlerin birbirine eklenmesi aslında senin bir nevî feryadındır. Duymaz mısın sen bu mihnet diyârında hep âh u efgân etmektesin ama bu âlemde iş yaparım sanırsın. Tüm yaptığın işler âh vâh etmektir. Bu aşkı tahsil etmen gereken dünya dershânesinde senin üstâdın kim olmuştur? Sen bu dersi kimden okudun ki idrak edememişsin? Bu senin sabr u kararın kandedir? Yani bu mihnetleri, bu acılıkları bal etmeyi, ne zaman karar kılacağını öğrenemedin mi? Nerededir hiç bunu araştırmaz mısın? Bir başka veçheden; bu aşkı meşk etmek istersen bunu hariçte arama. Bu senin özündeki kanda, içinde mevcuttur. Sen bu nâkıslığınla kemâle ereceksin. Kendindeki kemâli ve cevheri ortaya çıkartacaksın. Çünkü müellif burada; ‘Aşk içinde kimdir üstâdın senin?’ diyerek aşk içinde diye ikaz edip sabr u kararın da yine içimizde olduğuna dikkat çekmektedir. İçindeki aşk hocası senin derûnundaki gevheri ve kemâli ortaya çıkartacaktır, bunu bilmez misin, mânâsına da gelebilir.” Zekî Hocam pes dercesine ellerini havaya kaldırdı. “Yani hocam, teslim! Ama şuna söyleyeyim ki ikimiz beraberken böyle konuşmuyorsun. Ya bu çocuk öğrensin diye böyle sayıp döküyorsun ya da dede efendinin yanında coşuyorsun. Bunun sırrını çözemedik.” “İlâhî hoca, illa bir kulp takacaksın bize. Konuşmasak sitem ediyorsun, konuşsak da bir türlü yaranamıyoruz. Sanki zât-ı âliniz her zaman böyle konuşuyor, sizin de durumunuz aynı.,..”

Bendeniz meclisin havasının değiştiğini fark edince hemen boş bardakları aldım, çayları tazelemek için içeriye geçtim. Meyve tabağıyla börek hazırlamışlar, tik önce onları daha sonra da çayları ikram için hizmet ettim. Bu arada kitap el değiştirmiş, Molla Efendi ile Zeki Hocam kafa kafaya vermişler, aralarında bir şey konuşuyorlardı. Fakîr odaya girince hocam kitabı aynen açık vaziyette uzattı; “Haydi haydi» bu bir celsede olmayacak, inşâallah tekrar konuşuruz. Şu son kıtayı oku da dede efendi hazretleri istirahate çekilmeden mevzuu sırlayalım.” dedi. Fakîr dedeme baktım, sağ avucunun içiyle başının üstünü ve alnını kavramış, diğer elini de başına koyduğu koluna destek yapmış vaziyette duruyordu. Yüzünde yorgunluk emâresi yoktu, bilâkis çok dinç ve düşünceli görünüyordu. Sanki birazdan hiç susmamacasına konuşacak gibi bir hisse kapıldım. Bu düşüncelerim Zeki Hocanım; “Hadi okusana evlâdım.” demesiyle dağıldı.

Gökte uçarken seni indirdiler
Çar unsur bendlerine urdular
Nur iken adın Niyazi verdiler
Şol ezel ki itibaren kandedir 

“Hele bir daha oku” Okudum. Gerçekten de ilk okuyuşumda dalmıştım, ikincisini daha bir dikkatli okudum. Zeki Hocam; “Ya Hû mübarek kardeşim, zaten şu son kıta hem hâdiseyi özetliyor hem de adama ciltlerle kitap okutturuyor. Gökte uçarken seni indirdiler; sen ruhlar âleminde idin, ruhların cem olduğu mekânda serbestçe dolaşmaktaydın. Seni ruh haline getiren kudret ansızın seni yere indirdi. Yere inerken de dört unsur bağlarıyla bağladı. Toprak, su, hava, ateş unsurlarıyla seni hapsettiler. Sen nurdun, ete kemiğe büründüğünde Niyâzî ismini koyarak seni kayd altına almışlar. Ama sen bundan ibaret değilsin. Ezeldeki itibarın nerededir? İşte azîzim, kişinin hâlet-i rûhiyesini, kâinata gelişini ve gidişini hâsılı insan olmayı dört satırda özetlemiş. Çok şeyler anlatacaktım ama mübarek kardeşim sen nutlun başında öyle tâbirler ve şerhler yaptın ki bendeniz hala oraya takıldım kaldım. Çözdüm zannettiğim kısımlara bir dahi bakıp sonra gelip zât-i âlinizle bu nutku mütalaa etmek isterim. Binâenaleyh fakîri daha fazla konuşturma da sen izah buyur. Buyurun meydan sizin”

Molla Efendi kaşlarını kaldırarak hem bilmiş bir edâ ile hem de mahcubiyetle söze başladı: “Bu son kıtada ruhun kendi haline bırakıldığı takdirde hep geldiği yere gitmek arzusunda olduğuna işaret vardır. Çünkü çâr unsur yani dört unsur kalıplarına koydular demiyor, bendlerine hapsettiler, bağladılar, diyor. Neyi bağlarlar? Tabiî ki kaçanı. Demek ki ruh eğer vatan-ı aslîsine gitmek istemiyorsa kendisine bağlarla ya ülfet etmiş demektir ya da ruh nefsin kesâfeti altında sesi sedası çıkmayacak derekede gömülmüş demektir. Malûm, rulı ve imân cevherini örten kişiye kâfir derler. Ceııâb-ı Hakk üzerimize bir kara toprak serpmiştir amma bu, topraktan hasat elde etmek içindir. Yoksa köstebek gibi altında yaşamak için değildir. Ayrıca seni indirdiler sözünden de anlaşılıyor ki; ruhu kendi haline bıraksalar hiç inmeyecek ve yine ruh bu dört unsurdan birazcık sıyrılabilecek olsa hiç ele geçmeyecek ve hemen ilk menziline uçacak. Lâkin üçüncü mısrada Hz. Pîr, hem sözüyle hem de ismiyle Cenâb-ı Hakk’ı hamd ediyor. Zira ‘Nur iken adın Niyâzî kodular.’ buyuruyor. Şöylece mânâ verebiliriz: Sen ruhlar âleminden, hiç sorulmadan, dünya denilen sahneye gelmek ister misin diye fikrin alınmadan indirildin. Ve seni tutan bendlere vuruldun. Bendler sana vuruldu ama şükür ki sen bendlere vurulmadın. Onun vurgununu yemedin, kesâfette kalmadın. Cenâb-ı Hakk sana lütfetti, sen nurdan müştak olduğundan sana merhamet etti, adını Niyâzî koydular. Yani daima Hakk’ın ‘Bana dön!’ hitâbına mazhar olmak için o eşikte niyaz vaziyetinde bekledin. Cenâb-ı Hakk sana bu imânı ve aslî vatanını özleme niyetini ikram eyledi. Kullar arasında niyâz eden kimseler rolünü Allah sana biçti ve senin ihtiyarın ve tercihin’ olrîıadan sana lütfetti. Şimdi sen böyle bir nimete ermiş iken kaybolup giden bu nimetlerden biri için niyâz eder misin? Tabiî ki etmezsin. Senin niyâzın ezelde itibar ettiğin Hakk’ın cemâlinden başka bir şey değildir. Yine kande kelimesiyle başlarsak; sen ezelde sana gösterilen itibarı bu hayatta yani bu kanla canla bulacak, bu hicâbın altında kendi özünde keşfedeceksin. Onun için artık dışarıda arama, kendinde bul, zira sen ezelden bu vuslat için yaratılmışsın… Fakir bu kadar anladım.” diyerek Molla, bileğindeki teşbihi yine sağ eline çıkarttı, hızlı bir şekilde çekmeye başladı.

Zeki Hocam; “Molla Efendi, Allah Teâlâ mübarek eylesin, daha ne olacak! Hazret-i Mısrî gibi söyleyecek, anlayacak halimiz yok yal Bizden bu kadar.” diyerek Molla Efendiyi takdir etti. İkisini de çocuksu bir neşe kaplamıştı. Sanki omuzlarından bir yük inmiş gibi rahatlamışlardı. Doğrusu ben de biraz gerilmiştim. Konuşmanın bu şekilde tatlıya bağlanması, pek izah anlamasam da fakirin de hoşuna gitmişti. Tekrar boş bardakları ve etrafı toparlayarak odadan dışarı çıktım. Herhalde birazdan kalkarlar diye bir istekleri olup olmadığını sormak, lokumla hurma kâsesini de içeri götürmek için odaya doğru yaklaştım. Fakat içeriden hiç ses çıkmıyordu. O an donakaldım. Çünkü Molla Efendi dedeme doğru eğilmiş, Zeki Hocam da oturduğu yerden kalkmış dedemin dizi dibine, hemen sedirin yanına ilişmiş, üçü kafa kafaya vermişti. Dedem başını .sallayarak şahin bakışlı gözleriyle onlara âdetâ bir telkin yapıyordu. İçeri girdiğim anda bu esrarengiz havanın dağılacağı muhakkaktı. Dedem kapıda ayakta durmuş vaziyetteki halimi fark etti ve bakışlarıyla konuşulanları dinlememe müsaade ettiğini anlatıverdi. Sözsüz ve sessiz olarak.

Şöyle diyordu: “Efendiler, “Ey garip bülbül” derken malûm tecrit sanatı yapılıyor, şairin kendisine; “Ey Niyâzî, ey Mısrî” demesi tecrit sanatıdır. Ama bu büyük velînin kendi ruhuna ve gönlüne; “Ey garip bülbül” demesi acayibâttandır. Ruhen ne kadar derinlere indiğini ve nice yüksek makamlara eriştiğini Hazret-i Niyâzî Mısrî bir çırpıda anlatıvermiştir. Yani ey vatan-ı aslîsine müştak olan bülbül, ey ruhum, ey gönlüm, ben seni bulduğumda vatanımı da bulacağımı zannediyordum amma sen o vatan olarak bildiğimizden öte bir varlıksın. Sana eriştikçe yakınlığım artacak zannediyordum amma meğer sen hayallerin, varlık âlemlerinin ötesinde bir varlığa müştak imişsin. Ben gönlümün sırrına öyle bir erdim, öyle bir cevherle hemhal oldum ki eriştiğim menzile en yakın zannedilen gönül bile uzak kaldı. Yâr olarak gece gündüz hasretle yandığım yâr bile bana ağyar durumuna düştü. Böyle iken aşk içinde sen nasıl bir üstâd buldun ki hâlâ sabr u karar peşindesin? Böyle bir cemâle erişen, böyle bir yâre kavuşan artık sabır ve karar gösterebilir mi?

Gökte uçarken seni yere indirdiler. Sen ezelde zaten Ona âşık olarak yaşamışsın. Onun aşkıyla dopdolu olduğun vakit daha ruh bile yaratılmamıştı. Şol ezel ki itibarm kandedir, orada senin hangi cemâle itibarın vardı mânâsına değil, sen istemezden evvel o sana itibar ediyordu. Allah Teâlâ ezelin ezelini yarattığında ve ilk hilkatte Hakk’ın nur-i Muhammediyye’ye muhabbeti var ve o nurla sen bugün Niyâzî olabildin. Cenâb-ı Hakk’ın, gizli bir hazine iken bilinmekliği murâd ettiğindeki Muhammedi nura irtibatı nerededir? Bunu düşündüğünde garibin de garibi oluyorsun. Şunu da biliyorsunuz ya, yine de söyleyeyim; refref denilen nedir?” Hoca efendilerin ikisi birden cevap verdi: “Mi’râc’ta Efendimizin buraktan bindiği, süvar olduğu binektir.” Dedem güldü, ikisinin kafasına yumruk yaptığı elini vurdu. “Ah ben size bir şey öğretemedim. Refref Arapça’da kuşun kanat çırpması mânâsına gelir. Kanat çırpma sesinin ismidir Mi’râc’taki refref. Bakın ne diyorum refref refref… Efendimiz (s.a.s.)’in Allah aşkıyla çarpan kalbinin sesidir bu. Efendimiz o aşk kanatlarıyla Mi’râc-ı güzîni tamam eyledi. Şimdi bunları düşünerek; “Ey garip bülbül diyarın kandedir” mânâsını bir daha tefekkür edin. Unutmayın refref, bülbül ve nur. Dedem bunu söyledikten sonra; “Tamam mı anlatabildim mi?” sözünü müteakiben yine aynı derinlikte ve anlatabildim mi sözünü gözleriyle de işaret ederek bana baktı. Baktı ve ben yandım. Derhâl uyandım. 

Ey tertemiz kalpli Hak aşıkları! Ey dostlar! Buyurun sofraya, buyurun! Ömür vefasız; durmadan geçip gitmede. Gerçi sen de bir ömürsün. Ancak bizi bırakıp giden vefasız ömür değilsin. Sen vefalı ömürsün, pek vefalı bir ömürsün! Sen bu dünyada pek garipsin, pek garipsin, pek bir garip! Söyle sen nerelisin nereli… Sen kiminle berabersin? En yakın dostun kimdir? Anladım, anladım. Sen Allah’la berabersin, Allah’la beraber! Ey büyük ve eşsiz ressamın yaptığı resimlerin en güzeli, ey seçilmiş resim! Sen, seni yapandan nasıl ayrı kalırsın, nasıl! Anladım, anladım. Herkese yabancısın. Hiç kimse ile dost olamıyorsun. Yalnız onun verdiği dertle arkadaşsın, O’nun verdiği gamla dostsun! O’nun derdi ile dost olana aşk olsun! [Hz. Pir Mevlana]

Kırk Mektup

40 MEKTUP
Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektuplar

seyhefendi

Mektuplarda sözü edilen genç, Makedonya Kumonava’da yaşar. Şeyh ise Köstendil’dedir. (Şimdiki Bulgaristan sınırlarında) Şeyh sebebini bilmediğimiz çalkantılı bir dönemden sonra yaşadığı hâdiselerden dolayı kendi muhitinden uzaklaşmak ister. Bu sebepten Köstendil’de yaşamını uzlet üzere sürdürür. Şeyh, uzlet gereğince kimseyle ilgilenmez, dışarı çıkmaz, ruhunu ve bedenini uzletin lezzet ve hazzında gezdirir durur.

Genç adam, bu sıralar Kumonova’ya gelen Halvetî şeyhiyle tanışır. Böylelikle tasavvuf neşesiyle buluşur, arayışa girer, sorar soruşturur. Aklına seneler evvel uzlete çekilen, yüzünü bile hatırlamadığı babasının amcası olan Şeyh Efendi gelir. Gencin gönlü, menkıbeleriyle büyüdüğü bu zata yönelmeye başlar. İsmini ve yaşadığı yeri hatırlamıştır. Kısmetini denemek ister, bir mektup yazarak şeyhin yaşadığı yere gönderir. Gencin şansı yaver gitmiş ve mektup şeyhe ulaşmıştır.

İlk mektuplaşmada genç adam, Kumonova’ya, kendisine yaşlı bir Halvetî şeyhi geldiğinden bahisle, tasavvuf yolundaki arayışının iyice pekiştiğini hatta bu zata intisab etmek istediğini, fakat sadece ilmihâl bilgilerine sahip ve ticaretle uğraşan birisi olması hasebiyle derinlemesine bir mâlumat sahibi olmadığını beyan ederek, intisab, tarîkat hatta Halvetî yolu hakkında kendisinden mâlumat istediğini, bu hususta yardımcı olursa minnettar kalacağını yazar.

Şeyh, genç adama yazdığı mektupla suskunluğunu bozar. Zirâ kendisine mektup yazan genç, seneler evvel doğumunda bir takım müjdelere şahit olduğu yeğeninin oğludur. Bu sebeple genç adamın, şeyh efendinin yanında özel bir yeri ve değeri vardır. Şeyh efendinin mektubuna yazdığı cevapla gencin iştiyâkı bir kat daha artar. Ve mektuplar genç adamla, şeyh efendi arasında aralıksız devam eder. Genç adam, bir mektupla başladığı tasavvuf yolculuğunda, tasavvufî hayatın inceliklerini öğrenir ve mektuplaştığı şeyh efendinin himmetiyle, önce derviş, sonra halîfe ve nihayetinde şeyh efendi, Tûti İhsan Efendi Kumonova olur.

Mektuplardak sözü edilen Kumonova’lı genci, Tûti İhsan Efendi Kumonova yapan bu mektupları, çok özel ve orijinal kılan sebep Kumonova’ya gelen yaşlı Halvetî şeyhi ile mektuplaştığı babasının amcası olan şeyh efendinin, aynı kişi olduğunu öğrenmesidir.

Ankazâde Halil Efendi Köstendil ile Tûti İhsan Efendi Kumonova arasında cereyan eden mektuplaşma İbrahim Mehmedoğlu tarafından KEŞKÜL DERGİSİ için yayına hazırlanmıştır.

Bu mektupların UMUTREHBERİ’nde yayınına hususi izinler lûtfeden Keşkül Dergisi Mes’ullerinden Pek muhterem M. Fatih ÇITLAK Beyefendi’ye böylesi bir hayra vesile oldukları için hayır dualar niyaz ederiz