Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmiikincisidir.
Cenâb-ı Hakk’ı tesbih edenler adedince, Cenâb-ı Hakk’ın fazlı, rahmeti ve ilmi adedince, Hak Teâlâ’dan gafil olanların nefisleri ve nefesleri ve günahları adedince, cümle mahlûkatın ve onlarda tecellî eden hilkat hesabınca ve miktarınca, tecellî-yi sıfat ve tecellîyat-ı ef’al adedince Rabbü’l-âlemîn Allah Teâlâ’ya, hamd ü senâ olsun.
Ve bu zikredilenlerin misli adedince rahmeten-li’l-âlemîn Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa’ya salât ve selâm olsun. Hamdele ve salvelenin ecr-i namütenahisinden başta, ashâb-ı kirâm olmak üzre cümle ümmet-i Muhammed’e alâ merâtibihim îsal olunsun. Bu duayı yapmaktan âciz kalbimizin ve ağzımızın haline bakılmaksızın niyazlarımız taraf-ı sübhâniyelerinden reddolunmasın, Erhamu’r-rahimîn, Raûfu’r-Rahîm olan Mevlâ dualarımızı kabul buyursun.
Esselâmu aleyküm Derviş İhsan Efendi,
Muhterem İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk sizleri ve bizleri tevhidin nurunda bir eylesin. Biz iki mektûb gönderdik, herhalde bunlardan sonra epeyce ses gelmez deyu düşündük amma, maşâallah mukabeleniz gecikmedi. Tabiî serde gençlik var(yaşınız başınız genç), onun için herhalde heyecanla mukabelede bulundunuz. Şikâyet değil memnuniyetimizin ifadesidir. Allah Teâlâ halini kemâl ve ihtiyar hal üzre dâim eyleyüp kalbindeki neş’eyi dâimâ genç eylesin. Sizin her mektûbunuzda kendi gençliğimin ve seyr u sülûkumun neş’esini görmekteyim. Allah feyzini artırsın. İnşâallah bize benzemekten azâd olur, Allah’ın rızasına erişen zâtların haliyle hallenir, onlara benzersin. Çok şükür sıhhat ve afiyetteyim, inşâallah sizler de sıhhat ve afiyetle dâim ve kâim olun.
Pîr yoldaşım İhsan Efendi oğlum. Zât-ı âlinize gösterilen mânâları teker teker tâbire hâcet görmüyorum. Onun yerine hepsinin tâbirine ve sence tefsirine âgâh olabileceğin bazı ma’lûmatı arzediyorum. Güzel evlâdım, yolumuz Allah ve Resûl yoludur. Daha evvel de arzettiğim gibi ehl-i sünnet ve’l-cemaat yollarının her biri kişiyi sırat-ı müstakim üzre Allah ve Resûl muhabbetine çıkarır. Turûk-ı âliyyenin birçoğu fiilen ve halen birbirine benzer. Mektûbunda anlattığın Kâdiriyye’de, Rifâiyye’de ve Halvetiyye’nin birçok kolunda şeklen benzerliklerin olması bu sebebdendir. Mürşidinin sohbetinde veyahut kıdemli dervişlerle sohbet ettiğinde belki duymuşsundur amma bendeniz bir kere daha yolumuzun özelliklerine ait mevzuları zikredeyim.
Bizler tevhîd ederken başımızı sağdan alıp kalbimizin üzerine doğru hareket ettiririz. Kâdiriyye’de, Rifâiyye’de ve birçok tarîkte aynı şekilde olmasının sebebi Efendimiz(sav)’in İmam Ali Efendimiz’e tevhidi tâlim ediş şekliyle alakalıdır. İsmi zikredilen tarikatlar da Cenâb-ı Şah-ı Velî Hazret-i Ali Efendimiz’e dayandıklarından dolayı aynı şekil ve hal üzre zikrederler. Hadîs-i şerifte bu vakıa meâlen şöyle geçer: Hazret-i Ali Efendimiz rivâyet ediyor: “Ben Resulullah(sav)’a ‘Ya Resûlallah, bana öyle bir ibadet söyle ki hem çok kolay olsun hem çok faziletli olsun hem de Allah Teâlâ’ya yakınlaşmama vesile olsun.’ dedim. Resulullah Efendimiz de buyurdu ki: ‘Ya Ali, bu, zikrullaha müdavemetle olur (Dâimâ Allah’ı zikretmekle olur).’ Böyle buyurunca ben taaccüb ettim ve dedim ki: ‘Ya Resûlallah, zikrin fazileti bu kadar yüksek midir, zîrâ cümle insanlar zikrediyorlar (Halbuki ben daha husûsî bir amel söylersiniz diye düşünmüştüm.).’ Efendimiz saadetle ‘Evet, (Zikrullah çok faziletlidir.) yeryüzünde Allah Allah diyen olduğu müddetçe kıyamet kopmayacaktır.’ buyurdular. Ben de ‘Peki yâ Resûlallah, nasıl zikredeyim?’ diye sordum. Efendimiz ‘Şimdi ben nasıl zikrediyorsam, sen de öyle zikret.’ buyurdular ve dizlerini dizlerime dayadılar, elimi musafaha yapar gibi tuttular, gözlerini yumup üç kere bana duyuracak şekilde yani yüksek sesle ‘La ilâhe illallah’ dediler ve bu tevhidi zikrederken mübarek başlarını sağ taraftan ‘La ilâhe’ diyerek kaldırdılar. ‘İllallah’ derken diğer taraflarına yani kalblerinin üzerine başlarını çevirerek tamamladılar. (Sağdan nefyettiler, kalb üzerinde ‘illallah’ diyerek isbat ettiler.) Bunu üç kere yaptıktan sonra ben de gözümü yumarak yüksek sesle başımı sağdan alıp kalbimin üzerinde tamamlayacak şekilde üç kere tevhîd ettim. Bunun üzerine Efendimiz(sav) benim kalbimin açılması ve sırrım için dua buyurdular.” Bu hadîs-i şerifin metnini ve senedini inşâallah mektûbun sonunda kitaptan bakıp yazacağım. Bendeniz burada şeyhimin hadîs sohbetinde dinlediğim tefsiriyle sana arzediyorum.
Hemen şurada önemli bir hususu açıklamam îcab ediyor. Güzel evlâdım, insanların meşrebi farklı farklıdır. Herkesin esmâ’ı tâlim ediş şekli, alış hali ve zikrullaha müdavemet seyri farklıdır. Kişiler kabiliyetine göre ve ezelden gelen feyiz taksimâtına göre bir meşrebin suyuna doğru giderler. Yani herkes böyle zikredecek diye bir kaide yoktur. Evvelce yazmış idim. Meselâ; Hz. Ebu Bekir Sıddıyk Efendimiz’e iki cihan serveri Efendimiz’in zikir tâlim ediş şekli farklıdır. Hatırlayacağın üzre Resûlullah(sav) Efendimiz, Hazret-i Sıddıyk-i Ekber’e Sevr mağarasında hafîyyen (kısık, yavaş sesle, gizli) zikrullah telkininde bulundu. Binâenaleyh, o yoldan feyz alanların zikir neş’esi bu hal üzre olur. Diğer yoldan feyz alanların neş’esi bâlâda (yukarıda) zikrettiğim gibi olur. Yani maksûd birdir. Meşrep ve zevkler farklıdır. Sâdık ve hakîkî derviş olan için hangi hak meşrepte olursa olsun zikr-i Hakk ve Hakk’a vâsıl olmak aynıdır. Burada hatalı olan bunları ayrı görmektir. Aynı, Hz. Ali’yi sevip de Ebu Bekir ve Ömer Efendilerimize dil uzatan ahmakların nasıl sırat-ı müstakimden ayaklan kayıyorsa bunları tanıyıp, muhabbet edip de meşreplerini kabul etmeyen kişiler de ehl-i tarîkin dışında kalmışlardır. Ve bu nev’î insanlar hiçbir zaman ma’rifetten nasîbdâr olamazlar. Hatta kokusunu bile alamazlar. Şimdi anlaşıldı ki hafiyyen zikredecek meşrepte olan kişi cehrî zikirle meşgul olursa kabiliyetinin dışında bir saha ile meşgul olduğundan zorlanır, sonra Allah muhafaza ehl-i tarîke sû-i zan eder. Diğer haller buna kıyas edilsin. Evliyâullah hazerâtının ictihad ettiği yollar muhakkak fi’l-i Resûlullah’a dayanır (Resûlullah Efendimizin işlediği bir fiile dayanır.), hâşâ, kendilerinden bir ilâvede bulunmazlar. Zikrullahın gerek cemaatle gerek ferdî tatbiki bizzat Allah Resûlü’nün işareti üzre ictihad olunmuştur. Bazı zikrullah şekilleri vazifeli melekler tarafından mürşidlere tâlim edilmiş olsa dahî bu bile Resûlullah(sav) Efendimizin nuruyla ve ruhuyla kurbiyyetin(yakınlığının) eseridir.
İhsan Efendi oğlum, bendeniz hem yaşım hem vazifem îcabı bir çok şeyh meclisine ve tekkeye, zikrullaha iştirak eyledim. Oralarda gördüm ki hepsinde buy-i Muhammedi var (Resülullah Efendimizin güzel kokusu var.) Aynı sana gösterilen rüyalardaki gibi fakire de o zamanlar mânâda zikrullahı tâlim ederlerdi. Övünmek için değil fakat seyr u sülûkta dervişlerin nelere mazhar olduklarını sana bildirmek için söylüyorum ki fakire zikrullah şekillerini hep mânâda tâlim ettiler. Nasıl kuud zikri yapılır, kıyam zikri nasıl olur, kalbî zikir, devrân nasıl icra edilir, fakîr bunları hep şeyhimin himmeti ve yolumun berekâtıyla tabiî ki Cenâb-ı Hakkın izn ü inayetiyle rüyada ve âlem-i mânâda müşahede ederek öğrendim. Hatta birçoğunun ismini ve hangi pirin içtihadı olduğunu şeyhime arzettiğim rüyaların cevabında öğrendim. Meselâ; Hazret-i şeyhime rüyada gördüğümü anlatırdım. O da fakire “Sana Şabânî tarîkinin kuud zikrini tâlim ettirmişler. Bu zikir şekli Şabân-ı Velî Hazretleri’nin içtihadıdır. Şöyle yapacaksın, şöyle duracaksın.” diyerek anlatır, îzah ederdi. Biz devrânîyiz lâkin sâir tarîkin zikrullah şekilleri emaneten izinle verilirse hem kıyamen zikrederiz hem kuûden zikrederiz. Efendimiz(sav) zamanında kuûden zikir vardı. Bu sebebden dolayı hangi tarîkat olursa olsun hepsi zikre kuûden (yani oturarak) başlar. İnşâallah zikrullah şekilleri hakkında zât-ı âlinize başka bir zaman geniş malûmat arzederim. Tekrar şunu arzedeyim: Biz devrânîyiz lâkin şeyhim hem devrâna hem kıyama hem semâ’a mezundu. Kendisinde sâir tarikattan emanetler vardı. Hatta fakîre kıyam reisliği için husûsî Fatihâ verdi. Yani fakîr kıyam zikrini icra ettirmeye mezun kılındı (Kıyam reisliğine Fatihâ verilmesi ayakta yürümeden yapılan zikir şekillerinden “kıyamı zikre” mezun olmak mânâsına geliyormuş. Çünkü ehl-i tarike Fatihâ’ya izin verilmesi bir mezuniyet nişânesidir. Bir nev’î salahiyettir.) Fakir kendimi anlatmak için bunları arzetmiyorum. Yolların birbiriyle olan râbıtasını ve aynı koldan gelen yolların birbirine benzerliğini işaret etmek için arzediyorum.
Şöyle bir soru vârid olabilir. Efendim, Allah Teâlâ’nın zikri için bu kadar şekle ne ihtiyaç var? Şekille meşgul olunmasa da öylece zikredilse olmaz mı? Fakire de bazen sorulan bu suâle şu şekilde cevap verilebilir: Usûlü ve zâhiri olmayan her şey muhakkak bozulmaya yüz tutar. Usûl ve kalıp özün yerine geçerse yani merasim ve zahiri nizam özdeki mânânın yerine geçer, sadece kabukta kalınırsa o şey de ölür. Mühim olan ikisini dengede tutmaktır. Ayrıca mademki Efendimiz (sav) veya büyüklerimiz bu şekil üzre zikretmişler, kendi kafalarına ve akıllarına uyarak bu nev’î halleri îcad etmemişler, bize yakışan hal de onları taklid etmek ve bu taklidlerimizi tahkîke erdirmektir. Üçüncü olarak da cevaben şunu deriz: Şekil önemli değil diyerek şekli iptal etmeye çalışmak da şekilde kalmaktır. Bu düşünce de zâhirle meşgul olmaktır. İlla şekli uyacak demek sadece kabukla meşgul olmaksa, hayır şekil olmayacak demek de kabukla meşgul olmaktır. Bir zât meydanda icra eylediği zikrullahı şöyle anlatıyor: “Halvetteydim, zikirle meşgul idim, o esnada Efendimiz (sav) ve pîrim ile haberleşmeme vesile olan melâike-i kirâm hazerâtı geldiler ve bu zikri icra ederek sen de böyle yapacaksın, dediler. Biz de onlardan gördüğümüz gibi sizlere tâlim eyledik.” Bundan sonra siz de böyle yapınız diyerek yakın dervişlerini irşad eylemişler. Demek ki kendilerinden ictihad etmiyorlar. Ortada bir ictihad varsa Cenâb- Hakk’ın ilhamının şevkiyle oluyor. Seven kişi sevdiğinin virdiyle virdlenir, onun zikriyle dilşâd olur. Bizler meşrebimiz îcabı muhabbet ettiğimiz zâtların zikriyle, haliyle ve fiiliyle benzeşmeye gayret ediyoruz. Ve Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun ki bu gayretimizden de zevk-i mânevî alıyoruz. Seyyid Seyfullah Hazretleri ne güzel söylemiş:
Dahledenler devrânına
Girmediler seyranına
Kıydığım tatlı canıma
Muhammed’in aşkındandır
Bu günlerde bu Hazret’in dîvânıyla meşgul oluyorum. Bir başka nutkunda da buyuruyor ki:
Bu aşk bir bahr-i ummandır
Buna hadd ü kenar olmaz,
Delilim sırr-ı Kur’ân’dır,
Bunu bilende ar olmaz.
“Bu aşk bir bahr-i ummandır.” derken bu, hem büyük bir denizdir mânâsına hem de bir ummandır, yani bir denizdir, ikilik yoktur mânâsınadır. “Delilim sırr-ı Kur’ân’dır.” derken de “Kur’ân-ı Kerîm’in birazcık meâliyle, tefsiriyle meşgul olanlar bizim yaptığımız fiilleri Kur’ân’a ters zannederler. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’in hakikatinden nasîbdâr olsalar fiilimizin ve yolumuzun sırat-ı müstakim olduğunu anlarlar mânâsına, ayrıca “Delilim sırr-ı Kur’ân” diyerek Hazret-i Ali Efendimiz’e işaret etmektedirler. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in tecessüm etmiş şekli Hazret-i Muhammed Mustafa’dır ve nübüvvetin mazharıdır. Hazret-i Ali Efendimiz ise o ilim şehrinin kapısı ve nübüvvetin sırrı olan velâyet babının şâhıdır. “İşte biz bu yol üzre gideriz. Etraftan gelen kınamalara da hiç aldırış etmeyiz.” diyerek koca pîr, nutk-ı şerifinde ilân ediyor. Uzatmayayım, bu nutkun sonunda “Seyfullah sözünde mesttir, şeyhinden aldığı desttir, dîvâne ra kalem nisttir, ne söylesen kınar olmaz.” diyerek bu anlattıklarımızı özetleyiveriyor. İnşâallah hem bu nutku hem de evliyâullahın diğer nutuklarını bu ferâsetle okur idrâk edersin.
Tarîkat, görmek demektir. İnşâallah bu anlattığım ahvâli dahî göreceksin hatta sondan evvelki anlattığın rüyada buna işaret vardır. O sana gösterilen esmâ-ı ilâhîyenin ve zikrullahın icrâı esnasında hazır bulunan meleklerdir. Sana acayip gelebilir amma şöyle bir izahatta bulunayım. Meselâ; lâ ilâhe illallah derken sağdan başını almayıp da solundan diğer tarafa çekmek istesen vücûdunun sağ ve sol tarafındaki melekler farklı memuriyet makamında olduklarından sende arıza meydana gelir. Hatta taaccüb edeceksin, kalbinde kasavet, Allah muhafaza, bir müddet feyiz kesilmesi ve mühürlenmesi gibi hallere düçâr olursun.
Erenlerin kılıcı
Arş’a direk bir ucu
Ne de güzel kesici
Lâ ilâhe illallah
Pek kıymetli İhsan Efendi oğlum. En son gönderdiğin mektûbun sonundaki o işaretler vefk-i Ali’dir. Bu emaneti sana veriyorum. Bunu is mürekkebiyle biraz da içine zaferan karıştırarak Cuma günü salâ ile ezan arası yazıp üzerinizde taşıyabilir veyahut size müracaat eden bazı kişilerin maddî ve mânevî muhafazası için onlara da taşımaları için verebilirsiniz. Bazı tarikatlarda bu vefk, kıyafetlerinin üzerinde veya tâc-ı şeriflerinin içerisinde yazılı mevcuttur. Hz. Ali Efendimiz’den gelmektedir. Oradan müteselsilen bize intikal etti. Biz de size bu emaneti veriyoruz. Hatırlatmada bulunayım: “Mollanın olmamışı kelâm ilmiyle, dervişin olmamışı havasla meşgul olurmuş.” Lâkin yazarak size gönderdiğim bu emanet, yolumuzun husûsî emanetlerindendir ve umûmîdir. Derviş çeyizi kabilindendir. Yarın bir gün bize emr-i Hakk vaki’ olursa bu emanet bizde kalmasın, ehli olan birinde bulunsun deyu zuhûratla size vermeyi uygun gördük. Cenâb- Hakk te’sirini halkeylesin. Vakitler hayrolsun, şerler defolsun, mü’mînler azîz olsun, münkirler ıslah olsun, ıslahı mümkün olmayanların şerrinden Cenâb-ı Hakk bizleri muhafaza buyursun. Korktuklarından emin, umduklarına nâil kılınasın. Cenâb-ı Hakk dâimâ muhabbetiyle ve muhabbet-i Resûlullah ile kalbini ve cümle ecza-yı vücûdunu tenvir ve tezyin buyursun. Murâdlar husûlüne, dualar ve niyâzlar kabulüne, âşıkların vuslatına, el-Fatihâ meassalâvat. Fî emânillah…
Esselâmu aleykum ve rahmetullah…
23. mektupta görüşmek üzere…