Usûlî dilinden Münâcat

Tarîk-i Gülşenî içre, melâmet neş’esinde bir gül-i rânâ
Vardar Yeniceli Abdullah USÛLÎ أصولى (v. 1538)

Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm
Bir meş’aledir devr edilir elden ele

usuli_1

Taşrada, o dönemin Selânik vilâyetine bağlı bu küçük kaza merkezinde, bir kültür havzası inşa edecek Anadolu irfanının nerelerden mayalandığına dair mühim ipuçları olsa gerek Aşık Çelebi’nin işâretinde: “Rivâyet ederler ki Prizren’de oğlan doğsa, adından akdem mahlas koyarlar. Yenice’de doğan oğlan, baba diyecek vakit Farisî söyler. Priştine’de oğlan doğsa, dividi belinde doğar.”

İşte bu tasavvufî cereyân ile yetişen Usûlî’nin üslûbu âlem-i tekliften bile âzâde, rindmeşreb bir tavır sergiler, samîmî ve derinliği olan ruhunu, Mısır’da Dede Ömer Rûşenî halifesi İbrahim Gülşenî (v. 1533)  hazretlerinin hizmetinde geçen yıllarından alır. Biz dahi “Vâh kim gitdi Usûlî dermend” dimezden önce Fatihalar ihsân eyleyelim bende-i âl-i âbâ hazretimin aziz ruhaniyetlerine.

Buradan ikram edeceğimiz Mi’râciyesinden beyitlerle feth-i kelâm eyleyelim:

Bir avuç topraktan insân eyledi
Hem hilâfet verdi sultân eyledi

Kendi esrârından âgâh eyledi
Vâsıl-ı makbûl-i dergâh eyledi

Hâk-i nâçîzi tüvânâ eyledi
İlm verdi anı dânâ eyledi

Âfitâb-ı ruhu tâbân eyledi
Âdemin hâkinde pinhân eyledi

Gelelim münâcâtlara… lugatte “fısıldamak” anlamındaki necv kökünden türeyen münâcât “fısıldamak, sözü gizlice söylemek ve bir sırrı paylaşmak” demekse de biz burada.n tarif için aleni fısıldayacağız. Kulun her türlü sanat endişesini bir tarafa bırakarak doğrudan ve samimiyetle Allah’a yönelmesinin bir gereği olarak münâcâtlarda duygulu ve rikkatli bir üslûp ortaya çıkmıştır.

Görelim bu üslûb Usûli’den nice devr ider gönülden gönüle…

usuli_2

MÜNÂCÂT

Yâ ilâh’el-âlemin dil-hasteyem
Bu kuyûd-ı nefs ile pâ-besteyem

Bende-i gam-gînini şâd eylegil
Kayd-ı nefsâniden âzâd eylegil

Nûr-ı Ahmed hürmetiyçün ey Ehad
Habs-i zulmânîde koyma tâ ebed

Ayırıcak bu tenimi cândan
Cânımı ayırmagıl imândan

Çünki bu hâkî tenim hâk edesin
Umaram kim şirkden pâk edesin

Çün bizi hâk iken insan eyledin
Bî-nihâyet bize ihsân eyledin

Çünki ihsânını gördük bu kadar
Eyleme âhir behâyimden beter

Yolumu urdu benim nefs-i leîm
Bu belâdan beni kurtar ey Kerîm

Bir garîbem rehgüzerde kalmışam
Asîyem havf ü hatarda kalmışam

Hâb-ı gafletden beni bîdâr kıl
Rahmetin bâğında berhûr-dâr kıl

Ver bekânı et beni benden fenâ
Rabbenâ fağfirlenâ verhamlenâ

Aç dilimiz rahmetinle ey Gafûr
Tâ olalım biz dahi abden şekûr

Zâhirimi meskenetle hâk kıl
Bâtınımı lîk nûr-ı pâk kıl

Yâ ilâhî eylegil bir feth-i bâb
Gitsin ortadan bu yetmişbin hicâb

Gündüzün zerrin kabasın çâk kıl
Gecenin zülf-i siyâhın hâk kıl

Bu anâsırdan vücûdum eyle pâk
Yele versin kalmasın bir zerre hâk

Hâke sür yüzün hevâ-yı serkeşin
Koy ocağına sevâb u ateşin

Yolum üzre koma yâ Rab hiç pîç
Tâ ki senden gayri görünmeye hîç

Âline evlâdına eshâbına
Cümle-i ezvâcına ahbâbına
 ﷺ
Bin du’a vü bin selâm ü bin senâ
Bin gedâdan olsun anlardan yana

Buraya kadar olan manayı incitmeden, bir mertebeden sözü dizmek icâb iderse: Ey âlemlerin Rabbi olan Allah’ım peşinen itiraf ederim ki gönlü yaralı bir aşığınım, böyle iken dahi arzu ve heves bağıyla, nefsimin türlü kötü huyları ile kımıldayamaz olmuş, esir düşmüşüm. Bağlandığı bu dertlerden kederli esirini nefsani bağlarından, ağırlıklarından âzâd eyleyip sevindiriver.

Beden, ruhun bağıdır. Ruh, bedenden kurtulmak, o bağı çözmek ister. Fakat biz, kafeste yaşamaya alıştığımız için ölümden korkuyoruz. İnsanın alıştığı ortamdan kopması zordur. İnsan bedeni, ten sureti bir cam şişe gibidir. Kimse onu kırmadan içinde ne olduğunu bilip göremez. O camın içindeki kendi özü renksizdir. Biz o nurun gölgesinin gölgesiyiz. İçimizdeki de aynı gölgedir. O gölgenin beden camına vurması, cama bir renk vermektedir. Can, Allah’ın nuru, beden ise o nurun gölgesidir.

Uğruna alemlerin yaratıldığı Ahmed’in nuru, Ehad olan zâtının mim nuru hürmetine bu karanlık hapiste tutma, ten kafesinde bırakma, nefs alışkanlıklarında koyma sonsuza dek bırakma cehennemde.

Ehad Ahmed.. celle celaluhu sallallahu aleyhi ve sellem. Birbirini sımsıkı kucaklamış iki kelime. Ehad, birlerin içine girmeyen bir tek! Ahmed, beşer şahsiyetinin övülmesinde kullanılabilecek en zirve kelime! İki kelime arasında mim farkı… Ehad tecellisine; mim harfini ekleyince Ahmed’i görürüz. Mim henüz daha yazılışında bile boynu bükük bir harftir; secdeyi, kulun rabbine en yakın olduğu makamı sembolize eder… Ehad’e ulaşmanın yegane yolu; Rabb ile abd arasına Ahmed’e kurdurulan mim köprüsüdür. “Bir nefestir mim-i Ahmed, vâlid-i mevlüd o mim” Eski Türkçe’de Ehad ile Ahmed kelimelerinin yazılışları arasında bir “mim” farkı vardır. Mim de م‎ yuvarlak bir harftir. Hz. Mevlâna o mimi gözbebeğine benzeterek “Ahmed, Ehad’in gözbebeğidir” demiştir. “mim-i Ahmed” Ehad’den Ahmed’i ayıran mim’dir, o bütün doğumların -burada insan doğumundan bahsedilmiyor, arş, sema, kürsi, kalem ne varsa- hakiki sebebi işte o mim’dir, Ahmed’in mim’idir, yani Ahmed’dir. Ehad ile Ahmed arasında bir mim- i imkan farkı var. “Ayn-ı Ehad idi Ahmed ey cân olmaya idi arada mim-i imkân” Mîm-i Ahmed’den zuhûr-ı kâ’inât, Mîm-i Ahmed mazhar-ı sırr-ı sıfât!

Ey iman edenler… Allâh’tan (size yaptıklarınızın sonuçlarını kesinlikle yaşatacağı için) hakkıyla sakının ve ancak teslim olmuşluğunu yaşayanlar olarak, ancak müslüman olarak can verin [3:102]

Bir “Gel” nidâsı ile Emr-i Hak vâki olup bu tenim candan ayrıldığında, cânımı imandan ayırma ne olur, vereyim tâ bu iman ile cânım. İnsanı kendi ruhundan üflediğin ruh ve bir avuç toptaktan yarattığın bedenden terkip ettin, ten yeniden toprağa verildiğinde, ruhumu da şirk, iki görme hastalığından temizlendiği halde aslına döndüresin. Bir avuç toprak iken kendi ruhundan üfleyip insan etmekle sonsuz bir armağan vermiş oldun. Madem başlangıçtan beri, bu kadar lütuf ve bağışta bulundun, işin sonunu da güzel eyle, hayvandan aşağı saydıklarından beter eyleme.

Andolsun ki cin ve insten çoğunu cehennem yaşamı için yaratıp, çoğalttık! Ki onların kalpleri (şuurları) var, (hakikati) kavrayamazlar; gözleri var bunların, onlarla baktıklarını değerlendiremezler; kulakları var, onlarla duyduklarını kavrayamazlar!.. İşte bunlar hayvanlar gibidirler; belki daha aşağıda daha da şaşkın! Onlar gâfillerin (gılaf içinde – kozalarında yaşayanların) ta kendileridir! [7:179]

Kötü huyları nedeniyle kınanan, aşağılık nefsim sana varan yolumu kesti. Nefsin belâsından kurtar beni ey Kerim Allahım. Sen öylesine cömertsin ki, seni inkar ile açığa çıkanlara dahi sayısız nimetler bağışlar durursun, vuslat yolunu kesen nefsimin bağlarını da çözüver. Sana varan yol üstünde kalmış garibanın biriyim. Senin emirlerine uymayan nefsimden sebep korku ve güvensizlik içindeyim. Bu gaflet uykusundan, açık gerçeği görememe halinden uyandır. Rahmetin bağında, merhametinle muamele eyle, acıyıver de tuttuğum işten semere göreyim, netice bulayım, güzel sona ereyim.

Gerçek şu ki kullarımdan bir kısmı: ‘Rabbimiz, iman ettik… Bizi mağfiret et ve bize rahmet et… Sen Rahîm olanların en hayırlısısın’ derlerdi… [23:109]

Al beni benden, kayd-ı bedenden, ayırma senden… Beni bende öldürüp sende yaşat, bizim günahlarımızı bağışla ve bize acı Rabbimiz. Fenâ, yok olmak, geçici olmak anlamına gelen bekâ ise kalıcı olmak, ölümsüz olmak anlamına gelen Arapça kelimelerdir. Kulun benliğinin Allah’ın varlığında yok olması, eşyânın nazarından silinmesi, kendi fiilini göremez olması, kesret âleminin kayıtlarından sıyrılıp Hakk’ın tasarrufu altına girmesi hâli, fenâfillâh. Sonrasında hemen bekâbillah, ebedî ve ezelî olan Allah’ın bekâsı ile bâkî olma hâli. Olanların “Benden benliğim gitti, hep mülkünü dost tuttu” buyurduğu makam.

(Ey) Nuh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızın torunları… Muhakkak ki O, çok şükreden bir kul, abden şekûr idi. [17:3]

Dünyada da günahlarımızı örtüver Ey Gafûr olan Rabbimiz, bu tecelli denizinden bir rahmet ile gönlümüzü aç, dilimizin bağlarını çözüver ki biz de şükreden bir kul olalım.

Dünyaya bakan dış yüzümü, aczimi, fakirliğimi, yokluğu bilmekle mütevazı eyle, her türlü külfete dayanıklı toprak gibi eyle. Lâkin iç yüzümü, sırrımı nurunla tertemiz eyle, hâlis bir kulun olayım.

Ref olup ol Şah’a yetmişbin hicâb,
Nûr-i tevhid açtı vechinden nikâb

Habibi Kibriya efendimize açtığın gibi bize de kapıları öyle bir aç ki Allahım,  aramızdaki kavuşmaya engel yetmiş bin kilit açılıversin.

Muhakkak Allah için (mahlukat ile kendi arasında) nurdan ve zulmetten yetmişbin hicap (perde) vardır. Eğer açılacak olsa, O (Mevlâ Tealâ) nın Cemalinin nuru, görmesinin ulaştığı yere kadar olan şeyleri elbette yakar (yok eder) di. Ancak fenâ ve bekâ mertebelerine erişmiş olan Arif-i billah’a manevi kuvvet verilir, keyfiyetsiz bir hâle gelir, işte bu durumda olan Zat-ı Pak-i Sübhaniyeye yaklaşabilir.

Gündüzün alem-i kesret içindeki altın renkli örtüsünü yırt aç. Gecenin, alem-i vahdetteki siyah zülfünü toz toprak eyle. Yani beni iyi, kötü kaydından, ikilikten kurtar, vahdette kesreti, kesrette vahdeti bulan tevhid ehlinden eyle. Tam da olanların “Geç ak ile karadan, halkı çıkar aradan” buyurduğu yerdir burası.

Toprak, su, hava, ateş unsurlarına bağlı kalmaktan, ten mezbelesinde yaşamaktan kurtar, kirlerimden arındır beni. Bu ağırlıklarımdan zerre kalmayacak şekilde savurup havaya atıver. Söz dinlemeyen, gem vuramadığım isyankar arzularımı yerle bir et. Sevap ve günah kaydının ocağına koy yakıver gitsin.

Sana varan bu yolum üzre hiç piç kalmasın. Piç, farsçada labirent, açmaz, içinden çıkılmadık dolaşık mesele manasına gelir. Yozlaşıp, eksik kalıp aslına ve nesline benzemeyene de piç derler. Hem iç yüzümde vuslata mani hal kalmasın, hem yolumdan nesli bozuklar gelmesin. Bu hale erdiğimde gözüme senden gayrısı görünmez olur.

Hep görünen Dost yüzü
Andan ayırmam gözü
Gitmez dilimden sözü
Çağırıram; Dost, Dost…

Görem Hu, İşidirem, Hu, Diyem Hu

Rüyâ Defteri-7

ruya_mektuplari_7

Bir kaç defa vâki olmışdur ki “İsmullâha” müdâvemet iderken, gaflet müstevlî olur gibi, ‘azîz hazretlerini kalbüm göziyle müşâhede idüp biz “İsm-i evveli” sürerken, anlar mukâbilde “İsm-i sânî”, ki “Allâh” dur, müdâvemet iderler. Bunlara hâtıradur diyü mukayyed olmadum.  •••  Yine bir defa “İsmullâha müdâvemet iderken gaflet havâle olur gibi oldı. Ke-enne sag cânibümden bir kimesne bir murassa’ hançer virdi. Kabzası beyâz, gâlibâ yâ incü yâ cevher elmâsdur. Kını dahi murassa’. Kendümi cem’ idüp gözüm açdum, nesne yok.  •••  Yine gaflet müstevlî oldı. Yine gördüm ki bir kimesne. Bir altun tabak içinde bir murassa’ bıçak ve bir murassa’ hançer ve bir murassa kılıç öñümde kodılar. ‘Acâ’ib tuhfe ki gözler görmiş degül. Bundan bir mehâbet gelüp kendümi cem’ itdüm, hiçbir nesne yok.  •••  Ba’dehû yine bir defa “İsmullâha” müdâvemet iderken gaflet olur gibi oldum. Efendi hazretleri karşumda zâhir olur gibi hayâli musavver aldı. “İsm-i evveli” fakîre müdâvemet iderken anlar “ism-i sânîye” müdâvemet iderler. Hatta “lafz-ı Allâhı” tamâm eyledükde mübârek agızlarından güneş mesâbesinde bir nûr çıkar, yukaru gider. Ba’zı üzerlerine dökülür gibi, üzerlerine altun saçılur gibi gelür. Her bâr “ism-i şerifi” tamam itdükde, böyle fakîre “ism-i evveli” tamâm itdükde, anlar “ism-i sânîyi” tamam iderler. Bu halde iken uyanur gibi oldum. Bir iki defa Hazret-i Habibullahı ‘alem-i rû’yâda gördüm. Efendi hazretleri ile bir yirde otururlar. Çak diz-be-diz olup otururlar, Ke-enne hazret buyurur ki: “Hâ-ene Muhammed, hâtemü’n-nebiyyîn. Hâza Muslihüddin, mahbûb-i Hüdâ, mâ’şûk-i enbiyâ.” Temme.

ruya_defteri_ayrac

Başka bir rüya: Bir kaç defa öyle oldu ki İsmullah’ı zikre devam ederken gaflet geldi gibi oldu. Aziz hazretlerini kalp gözüyle gördüm. Ben birinci ismi sürerken onlar karşılarında ikinci isme —ki Allah’tır— devam ederler. Bunları zihin oyunudur diye fazla ciddiye almadım.
***
Yine bir defa İsmullah’ı zikre devam ederken kendimi kaybeder gibi oldum. Güya sağ tarafımdan birisi bir mücevherli hançer verdi. Kabzası beyaz, galiba ya inci ya elmas cevherinden. Kını da mücevherli. Kendimi toparladım, gözümü açtım. Hiçbir şey yok.
***
Yine gaflet geldi, yine gördüm, birisi var. Bir altın tabak içinde bir mücevherli bıçak ve bir mücevherli hançer ve bir mücevherli kılıç koydular önüme. Acayip nadide bir şey ki gözler görmüş değil. Bundan bir huşu gelip kendimi toparladım, hiçbir şey yoktu.
***
Sonra yine bir defa İsmullahı zikre devam ederken gaflet gelir gibi oldu. Efendi hazretleri karşımda belirir gibi hayali biçimlendi. Fakîre birinci ismi sürerken o ikinciyi sürüyor, hatta Allah sözünü tamamladığında mübarek ağızlarından güneş gibi bir nur çıkar yükselir. Bazen de üzerlerine dökülür gibi, üzerlerine altın saçılır gibi iner. Her defa ism-i şerifi tamamladıkça, böyle fakîre birinci ismi tamamladıkça o ikinci ismi tamamlıyor. Bu halde iken uyanır gibi oldum. Bir-iki defa hazret-i peygamberi rüya aleminde gördüm. Efendi hazretleri ile bir yerde oturuyorlar. Böyle diz dize oturuyorlar. Güya hazret buyurdu ki: “işte ben Muhammed, peygamberlerin sonuncusu. Bu da Muslihüddin, Allah’ın sevdiği, nebilerin âşık olduğu.” Bitti.


* Bir diğer rüyâ mektubunda görüşmek üzere hoşça bakın zatınıza efendim…

Bütüne hasret parçacıklarız

Musikişinâs dostlara,
Canan’a gönül vereli ben candan usandım.
Hem düşeliden derdime dermandan usandım

 

Dil eksik, ifade eksik, aşk û şevk eksik yürekte heyecan eksik… Affına sığınarak bir söz edelim bir mektup yazalım dedik, onda mâna hepsinden eksik! Bir şey var eksik olmayan, şu kainat dergahında kapısında kul olduğumuz, nuruna muhtac olduğumuz, rahmetini umarak, vuslat ümidiyle yandığımız demler…

 

Sen idin esas olan, varlık bahane idi arada. Ve aynalar bize biz olmadığımızı söyleyiverdiler bir gün. Cennet ile cinnetin, zahmet ile rahmetin arasatında aşkımızı söyleyemedik ama yandık efendim, yokluğunda hakikat yandık ve beyhude sevgilere, beyhude cesetlere kandık. Güneşinle gel artık uyandır bizi, uyandır bahtını üftadelerinin, gafil uykularımızdan gel de kaldır! Vaslına erdir ve kapından girdir bizi efendim…

 

Meyledemem ki başkasına tevbeler olsun Canan

Hem yüzleri dost özleri düşmandan usandım…

 

zakiran

 

Ve işte aşıklar vuslatı, gönüller vuslatına vesile o nağmeler duyulmaya başladı. Aziz Mahmud Hüdayi (k.s) Hazretlerinin bir nutku şerifinin Acemaşiran bestesi; 184. Mestmp3

 

Neyleyeyim dünyayı, bana Allahım gerek

Gerekmez mâsivayı bana Allahım gerek

Ehli dünya dünyada, ehli ukba ukbada

Her biri bir sevdada, bana Allahım gerek
Beyhude hevâyı ko, Hakkı bulagör ya Hu
Hüdayi’nin sözü bu: bana Allahım gerek

 

Bu satırların sadırlara varan bir canı varmışçasına sanki kendine çekiyor dinleyeni:

Bir parçacığım ben, bütüne hasret;

Zaman döne dursun, o güne hasret;

Ruhumsa zamanın ötesine hasret;

Ebediyet boyu bir an… Olmaz mı?

 

Evet, tasavvuf musikisindeki eserlerin bir canı vardır. Her ne kadar arınmamış olsa dahi canların, ilahi nefesi taşımaklığı itibariyle o cevhere, söze, nağmeye, ritimsel yapıya bir akışı bir meyli vardır. Kendi de bir isim veremez ona. Bir Laz kardeşimizi götürmüşler tekkeye, başlamışlar “Allah Allah!” diye kaynatmaya, bizim lazoğlu bakmış kaptırıyor kendini “Ne oliyruk Ya Rabbi!” demiş. Yani hiç farkında olmadan “Ne oluyorum Ya Rabbi?” oluruz. Çünkü insan, bir esma terkibinden müteşekkildir. Sen dediğin şey sen değilsin, öyle bir şey yok ki! Onun için “O” yegane var olan, kendi esmasını derhal çekim alanına, cazibe merkezine doğru dahil ediyor. Karşılıklı bir anlayış ve birlikte olma arzusu zuhur ediyor. Sevk-i tâbiiyle ona tâbi olur. Tercih eder etmez o başka bir şey ama doğal olarak O’na akar kesinlikle. Onun için tasavvuf musikisindeki akış, gönlümüzde bizi biz yapan terkib-i esmânın, kendinin çağrılışını duyduğunda onunla iletişim kurma yaptırımıdır. Kendi oluşturan parçaların, bütünden gelen çağrıyı duyması, onda kendini bulmasıdır bu musiki! 

Esrar-ı Hu ile pürnur olan demlerde hayırla görüşene dek
Hoş kalın, hoş olun efendim..

Vakt-i şerif, Cuma, ömür ve şahsiyetlerimiz,
ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola,
 
Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola
Şefaat û nebi cümlemize nasib ola efendim