Anahtarsız kilit

Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır (Allâh Esmâsı!) Muhakkak ki Allâh tüm varlığı kapsar ve ilim sahibidir [Bakara:115]

Ne yana dönersem gördüğüm nedir? Çiçek, ağaç, kuş, toprak, çocuk ve bulut ya toprak demek hepsi bir mertebeden Hak!

Nice yıldır misafirsin bu tende
Cehâlettir anı bilmez isen sende

hb

Efendi hazretlerine suâl eylerler:
– Bîat’ten sonra derviş…
Hazretim derhal müdahale eder, suâlin gerisi dökülmeden:
– Bîat’ten sonra hâlâ derviş mi var?

Aşkın ilk nefesi benim (diye bildiğimin) son nefesi olurmuş meğer…

‘O ve Ben’ hikâye, yalnız O, illâ Hû

Aşk ocağında cân olanlar iyi bilirler; azâmet-i ilâhiye, kullukta ki acz ve yokluk nisbetinde arz-ı cemâl eyler. Nokta-i acze indiğiniz anda, bütün harflerde ve rakamlarda seyr ve hareket eden siz olursunuz. Heykel-i cismâniye takılıp kalanlar aldanırlar. Hakîkate nazar edenler, hakîkate uyanlar, kesâfetten kurtulup letâfet buldular, semâvat ve arzın nûrâniyetine iltihâk ettiler.

İsrâfil’in öttürdüğü sûr; aşkın da nefhâsıdır ki, birincisinde seni senden alır, yok eder, ikincisinde de ebedî hayata bağlar. Sûr’un öldüren birinci nefhasını, yavrusunu uyutan annenin ninnisine benzetebilirsiniz. İkinci nefhayı, çocuğun hareketini görmek isteyen babadan, üstâd-ı aşktan bil! Çünkü dirilticidir.

Bir zât aşkı târif ederken: “dumansız ateş, anahtarsız kilit, konaksız yolculuk, kadehsiz şarap, sessiz ve kelimesiz konuşma, menfaâtsiz alış-veriş, tertemiz bir gönül sâhibi olmak ve nihâyet yandıktan sonra da yakmak” buyurmuştu vaktiyle.

Hz. Pir Mevlânâ’nın “Cümle ma’şûktur, âşık perdedir. Âşık hastadır, ma’şûk zindedir” demeleri de pek mânîdardır.

Eğer beşer sır saklayabilseydi, hayır ve şer, dedikodu peydâ olmazdı.

Bedenin her zerresinden gönül gözü ile bakan, gönül kulağı ile işiten, gönüllere hitâp ederek gönül sesi ile konuşan, kendini kurtarmış, aslına varmış demektir. Artık daha fazla konuşmaya tahammülüm kalmadı.

Gül yağı kazanının ateşi fazla geldi, kapak oynamaya başladı, imbik borularını darmadağın edecek. Mevzûmuza bir son verelim.

Çamurlarla oynamak ve onları tasfiye etmekle uğraşmak, âşıkın âdedi değildir. Eğer üzeri çamurlanmış bir defîne bulursa, onu yıkayıp temizlemekten çekinmez. Sevgisinin şiddetinden dolayı muhabbet sâhibine ‘âşık’ demişlerdir. Âşık yanar halde bulunan bir vücûttur, gönülden aldığı ateşle yanar ve maddi olan şeyleri de o ateşle yakar.

Ey âşık! Sana ifrât derece sevginden dolayı âşık demişlerdir. Huyundan vazgeçme sev, yan, yine sev. Gece gündüz, yaz ve kış demeden yan ve yine sev.

Yanan âşık, yakmasını da bilirse o zaman kemâle erdi ve ma’şûkluk makâmında karar kıldı demektir. Esâsen bir an âşık olanın ikinci bir idrâk ânı ma’şûkluktur.

Biz sevdik âşık olduk
Sevildik ma’şûk olduk
Her dem yeniden doğarız
Bizden kim usanası

Aşk gönüller semâsında uçarken, arz üzerindeki temiz gönüllerin da’vetine dayanmaz iner, icâbet eder, sînesine çeker.

Aşk kimin gönlünü doldurmuşsa o vücûdu âdeta elsiz, ayaksız, hareketsiz bırakır. İki kanatla göklere uçulur. O kanatlar her makâmda olduğu gibi burada da “Lâ” ve “illâ”dır.

Evet, şâyet sultân-ı aşk bir gönül kâbesinden ezan okursa, o vücûdun her mesâmesi ve her tüyü ve cevâhiri “ALLAHU EKBER” diyerek huzûru ikrâr eder ve bir anda mâsivâyı terk ederek ağaçlar gibi kıyamda, mahlûkat gibi rukûda ve secde-i insâniyede kemâle ererek, mahbûbluğu tahiyyatta idrâk eder.

Gayb âleminden, esfeli safiline aşkın te’siri ile inen insan, yine aşk ile zâhirden bâtına urûç etmesini becererek “Kâb-ı kavseyn” dâiresini tamamlayabilirse ne mutlu o insana.

Maksadım, (ALLAH cc ve MUHAMMED sav) sevgisini anlatmak, kelime-i şahâdeti tam mânâsı ile bilmek ve tasdîd etmek. Bunun için de güzel ahlâk ve aşk sâhibi olmak, benlikten kurtulmak ve bu husûstaki muvaffakiyete erişmek için de yalnız şeriatın vücût hareketinin kâfi gelmediğini anlatmak. Dünyâdaki her şeyin geçici olduğunu, bununla berâber yaşamak için, evvelâ yuva ve vatan muhabbetinin icâb ettiğini, dilimin döndüğü kadar anlatmak istedim.

İlim, dünyâda da, uhrâda da, aşkta da sonsuzdur. Çünkü, bizde gizli olan hazine de sonsuzdur. Gaib zannettiğimiz her varlık bizdedir. Biz bizim olursak, her şey bizimdir.

Aradığınızı ölmeden evvel bulun! Hakîki sevgilinizi bilin! Dost da sizdedir düşman da sizdedir. ALLAH’ın ve Peygamberin nûru da sizdedir. Vesvese, hannas, şeytânet dahi sizdedir. Dışınız kâinatın ve dünyâmızın özetidir. Gönlümüz âlem-i ervâh’ın merkezidir.

Kardeş, sen ancak o düşünceden ibâretsin. Geri kalan varlığın ise kemik ve deriden başka bir şey değildir. Düşüncen mânevî, varlığın gülse, gül bahçesisin; dikense, külhana layıksın. Koku satanların tablalarına bak. Her cinsi, kendi cinsinin yanına koyarlar. Cinsleri kendi cinsleriyle karıştırır; bu uygunluktan bir güzellik, bir süs meydana getirirler. Fakat mercimek, şeker arasına karışırsa (taneleri) birer birer ayıklarlar. Tablalar kırıldı, canlar döküldü ve iyiyi, kötüyü birbirine karıştırdılar. Allah, bu taneleri ayırıp tabağa koysunlar diye kitaplar verdi, peygamberleri gönderdi. Peygamberler gelmeden önce hepimiz birdik; iyi miyiz, kötü müyüz kimse bilmezdi. Âlemde kalp akçeyle sağlam akçe bir yürümekteydi. Çünkü ortalık tamamıyla geceydi, biz de gece yolcularına benziyorduk. Peygamberlerin güneşi doğunca “Ey, karışık olan, uzaklaş! Ey saf, beri gel! (denildi). Renkleri göz fark edebilir; lâ’li de taştan ayırt eden, gözdür.  İnciyi de göz tanır, külü gübürü (çer-çöp) de… Onun içindir ki toz toprak gözü incitir. [Hz. Pir Mevlânâ]

İşte, her husûsta büyük âlem olduğunuzu anlamalısınız!. Şâyet hedefiniz süflî ise, siz de süflîsiniz. Eğer hedefiniz âlî ise, siz de âlîsiniz.

Öyle sanırdım ayriyem
Dost gayrıdır ben gayriyem
Benden görüp işiteni
Bildim ki ol cânân imiş

Geliniz, baş üzerindeki göz nûrunuzdan bakanın, gönlünüzden bakan olduğunu bilin! Sûrette semâda bizi besleyen Hz. ALLAH, mânâdan da, gönül âleminden de bizleri beslemektedir.

Ey sevgilim! Biliyorum ki Sen, “Lâ” deyinceye kadar kendinden geçenleri sever ve tercih edersin ammâ “İllâ” diyecek kadar geçecek olan iki saniyelik zamânâ bile acıyanlara da zâtınla tecellî edersin.

Yâr, her dem sana nazâr eyler
Seni gafil görürse güzâr eyler

Onun için bizler de biraz da düşünme ve temâşâ zevkini bulalım ve onsekizbin âlemi, onsekizbin gözle seyrân etmenin neş’esinde yaşayalım.

Yâr, istemez ki âşıkı ağyâra yâr ola
Her dem dili bin dert ile bî-karâr ola

 

Bir Selâm için geldik

Bismillah yâ Fettâh, Bismillah yâ Rahmân, Bismillah yâ Rahîm, Bismillah yâ Muîn, Bismillah yâ Sabûr, Bismillah yâ SelâmBismillah yâ Şâfî, Bismillah yâ Kâfî, Bismillah yâ Hayyu’l Kayyûm. Destur Fethu’l-ebvâb-el-hayr, Destur def’i ref’i şerr ü belâ, Destur Fethu’l-Kulûbinâ, Destur yâ Feyyâz, yâ Mu’tî, yâ Kerîm.

Feyz-i irfân hakikat ilmini ihsân buyur
Öyle yazdırdın, öylece kabul buyur

selam_olsun

Selâmete giden yolda sen varsın
İyi kullarına her yerde kârsın
ES-SELÂM adınla herkese yârsın

Selâmun aleykum, selâm olsun size fakat ayrılanların verdiği selâm değil her zerresi birliği haykıran öylesine selâm ki biteviye yenilenip duran, “her an bir iş ve oluşta olanın” [Rahmân:29] nefesiyle…

Mâdem dünya bir gündür, o gün bugündür, bir kördüğümdür. Düğümlerin çözüleceği günü bugün bilip birlikte yaşamaya var mısınız?

Selamdan evvel söze başlamayın. Kim selamdan önce söze başlarsa ona cevap vermeyin. [Râvi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma) R. Ehâdis:466-6]

Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berakâtuhu

Selâm ile size yönelene, siz de daha kapsamlı, daha güzel bir selâm ile karşılık verin yahut aynısıyla karşılayın. Muhakkak Allâh, her şeyde Hasîb’dir (açığa çıkanın sonucunu yaşatandır). [Nisâ:86]

ve aleykumuss-selâm ve rahmetullâhi ve berakâtuhu

Aşkla başladı, cümle fâninin fenâda safâ sürdüğü hayat ve bütün varlığı sevgisinden yaratmıştır Allah. Hâsılı her şey sevmekten, aşktan ibarettir. Aynı şekilde ahirette ibadet yoktur amma muhabbet vardır, sevmek vardır, iman vardır ve elbette “selâm” vardır.

Kapılar açıp köprüler kuran anahtar kelimemiz şimdi de “selâm” ve işte bu anahtarın çıktığı ummân:

İmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olmazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız. [Müslim:İman-93]

Nâm-ı tû Selâm u geşte Sâlim
Ez gerden-i men figen mezâlim

Senin adın Selâm (her çeşit afet ve kederlerden emin olan) ve Sâlim (Eksiği, noksanı olmayan, hatâsız, kusursuz ) olarak geçer mâdem benim yakamdan mezalimi, zulüm ve haksızlıkları düşür.

Peki nedir selâm?

Selâm ( السلام ) Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Allah onu yeryüzüne vazetti, aranızda yayınız [Et-Tergib ve’t Terhib:III-428]

Bir kere şunu bilmiş olasın ki:
O Selâm’dır (yaratılmışlara selâmet ihsân eden, yakîn ve kurb hâlini oluşturan, mâiyet sırrını açığa çıkaran) [Haşr:23]

ES-SELÂM CELLE-CELÂLUHÛ: Kullarını, dünyevî ve uhrevî âfetlerden kurtaran, mahlûkâta (beden ve tabiat kayıtlarından; tehlikeden) selâmet ihsan eden, yakîn hâlini oluşturan; iman edenlere “İSLÂM”ın hazmını veren; Dar’üs Selâm (hakikatimize ait kuvvelerin tahakkuku) olan cennet boyutu hâlinin yaşamını meydana getiren! Rahîm ismini tahrik ile açığa çıkardığı isim – özelliktir! “Selâmün kavlen min Rabbin Rahîm = Rahîm Rab’den “Selâm” sözü ulaşır (Es-Selâm ismine yüklenen özelliği, Rableri olan Esmâ hakikatlerinden açığa çıkan yolla yaşarlar)!” [Yâsin: 58]

Mâdem O Selâm’dır, kulu olana yakışan da “Tehallaku bi-ahlâkillah, tehallaku bi ahlâki rasûlullah” yâni Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın ve Rasûlullahın ahlâkıyla ahlâklanın, rengine boyanın emrine muhabbetle tâbi olmaktır. Öyle ya O El-Kerîm olarak mutlak cömert biz de kul olduğumuz kadarıyla mukayyet cömert:

Anadolu köylerini gezen turist abla, gördüğü ilgiden ziyadesiyle memnun olduğu halde rehberlerine, Müslümanların neden bu kadar cömert ve misafirperver olduğunu sormuş.  Gönül dilinden anlayan, Müslümanlığı ve insanlığı ince bir görüşe hayatından sızan hazreti insan hemen cevap vermiş: “Çünkü Müslümanların iman ettikleri Allah da çok cömert ve misafirperver”

Ahlakı Kur’an olan Habibullah Efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklanmak ise Kur’ân’ın bütününü yaşamak, güzel ahlakı tamamlamak, rengine cümle boyanmak olsa gerektir.

Burada şâhid olduğunuz cümleler ise O’nun selâmını alanlardan, irfan meclisinde dinlediklerimizden…

“Kardeşlerime selâm olsun” buyuran Habîb-i Kibriyâ’ya duyulan sevgiyi en çok O’nun rengine boyanan mü’minlerin yüzünde görürüz zirâ Efendimiz’in selâmını almıştır onlar.

İşte o selâm can kulağına erişti ya:

Selâm itmişsin ey hûri-likâ âdemlik itmişsin
Cahîm-i firkatin şimdi bana Dârü’s-selâm oldu

– Dârü’s-selâm, selâm yurdu, ne efsûnkâr bir kelime. Kelâm-ı kadîm’de yeri var mı?

Allâh, Selâm Yurduna (bedensel sınırlamalar ötesindeki, hakikatinize bahşedilmiş kuvvelerle yaşam boyutuna; ana vatanınıza) çağırıyor. [Yunus:25]

Bu dâveti can kulağıyla işitenlerin de diline pelesenk olmuş evrad u ezkarlar biliriz:

Allâhümme ente’s-selâm  ve minke’s-selâmu ve ileyke yeûdu’s-selâm fe hayyinâ Rabbenâ bi’s-selâm ve edhilnâ dâreke dâre’s-selâm. Tebârekte Rabbenâ bi’s-selâm ve teâleyte leke’l-hamd ü yâ zelcelâli ve’l-ikrâm: Ey Allah’ım, zatı ayıptan ve sıfatı noksandan ve kötü fiillerden pâk ve sâlim olan ve kullarını korkulu şeylerden kurtarıcı sensin. Dinî ve dünyevî âfetlerden ve kahr eserlerinden iki cihanda selâmet ve kurtuluş sendendir. İki cihanda selamet, sana dönüşe ve kavuşmaya bağlıdır. Ey Rabbimiz, bizi korkunç şeylerden muhafaza buyur ve selametle ebedî hayata eriştir. Bizi fazlınla ve lütfunla ‘Darüsselam’ ismiyle isimlendirilen cennetine koy. Sen selamet, bereket ve ihsan sahibisin. Ey azamet, celâl, ikram ve cemal sahibi olan Allah’ım! Zatınla, ef’âlinle, sıfatınla herkesten ve her şeyden yücesin. Bütün hamd ve senâ ancak sana mahsustur.

Yâ Rab beni kavuşdur dârü’s-selâm-ı yâre
Rûhumda iştiyâkım çokdur o huld-zâre

asırlardır bu topraklarda, her sabah okunan Evrâd-ı Bayramîyye’de geçer:

Merhaben bi’s-sabâhi’l-cedidu ve bi’l-yevmi ‘s saidu ve bi’l-melekeynil kerimeynil katibeyniş – şâhideynil âdileynil hâfizayni : Şu gelen yeni sabaha selam olsun merhaba yeni sabah ve merhaba pek uğurlu ve güzel günümüz ve merhaba beni yalnız bırakmayan koruyucu, yazıcı, âdil melekler, size de selâm olsun.

Biz, bu selâmın âdâbını O’ndan öğrendik ki O’da Rabbinden aldı selâmı:

Cibril (a.s.) Bana geldi ve buyurdu ki: “Ya Muhammed (s.a.s.) Rabbin Sana selam ediyor ve şöyle buyuruyor: Muhakkak ki Allâh ve melekleri, Nebi’ye salât eder… Ey iman edenler, siz de O’na salât (yönelin) edin ve tam bir teslimiyet ile selâm verin! [Ahzab:56]

Emrini duyduk, işittik ve imân ettik:

“Ey Allah’ın Resûlü, sana nasıl selam vereceğimizi (tahiyyat dua­sından) öğrenmiş bulunuyoruz. Ancak sana nasıl salât (dua) edeceğiz?” dedik. Bunun üzerine:

“Şöyle deyiniz!” buyurdu: “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed Kemâ salleyte alâ Îbrahime ve alâ âl-i İbrahim. İnneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed kemâ bârekte alâ İbrahîme ve alâ âl-i İbrahime inneke hâmîdun mecîd. [Tirmizi:Vitr-20]

Böylelikle bize asırlardan öncesinden gönderdiğin selâmı da canla başla almış olalım yâ Habîballah:

Benden sonra gelen ümmetimden kıyamete kadar rast geldiklerinize selâm söyleyin. (Resulallah (s.a.s.) Meymune (r.anha)’nın evinde otuz kadar ashabına nasihat ve veda ettiğinde bu hadisi şerifi söyledi.) [Râvi: Hz. İbni Mes’ud (r.anhüma) R. Ehâdis:79-3]

Ki kendi hakikatinin gereğince sevk-i tabi ile hareket edenlerden, seni bilenlerden, sana selâm vermeyen yoktu yâ Habîballah:

Cebrail (a.s.) Bana gözükmeye başladıktan sonra hiç bir taş veya ağaç geçmezdim ki, Bana “Esselâmu Aleyke Yâ Resulallah” demiş olmasın. [Râvi: Hz. Âişe (r.anha) R. Ehâdis:352-8]

İslâmiyette birine selam verirseniz o da size ve aleykümüsselâm der, güzel sûrette mukâbelede bulunur. İşte Salavât-ı Şerîfe dahi böyledir derhal Peygamberimizin ruhu tarafından size iade edilir, şu halde Efendimize gönderilen salavat ve selâmların ehemmiyeti âşikâr oldu. Eğer “YÂ ALLAH” diye zikr ü tesbihte iseniz “Beni düşünen sevgili kulum, seninle beraberim, sen ne istersen söyle vereceğim” der ve sizi aynı sizin gibi anar. Hamam ve Câmi gibi kubbeli boş ve geniş yerler bu anışı isbat eder ki, “Yâ ALLAH” derseniz aynı sözün sizin kulağınızda da akisler yaptığını duyarsınız. Hayatta hiç bir hareketimiz, sesimiz gibi zâyî olmayıp yine bize geliyor aksediyor demektir. Şu halde dâima Rabbimizi ve Peygamberimizi anmamızın lüzumu anlaşıldı demektir.

Selâmı veren emân verir, selâmı alan selamette olur,  garîbe bir selam, bir altın yerine geçer. [Kutadgu Bilig]

– Peki insan selâmı nereden öğrenmiştir?

Hz. Adem, ilk insan olması sebebiyle başka bir insanla selamlaşması mümkün değildir. Bu bakımdan ilk selamlaşması meleklerle olmuştur. Buna işaret eden hadis şöyledir: “Cenâb-ı Hak Adem’i yarattığı zaman; git şu oturan meleklere selam ver, selamını nasıl karşılayacaklarını dinle. Zira onların karşılığı senin ve evladının selamı olacaktır.” buyurdu. Bunun üzerine, Hz. Adem, ‘es-Selamu aleykum’ dedi. Melekler de ‘es-Selamu aleyke ve rahmetullah’ diye mukabelede bulundular. [Muhyiddin Nevevî, Riyazussâlihin:II-270]

– İnce insan demek olan müslüman, selâmı kimlere verir?

Evinden çıkarken geride kalan hane halkına ve her girdiğinde boş da olsa evine selam ver:

Bir eve girdiğiniz zaman ehline selam veriniz, çıktığınız ·zaman da selam veriniz… Eve girdiğin zaman, evde kimse yoksa, ‘es-Selamu aleynâ ve ala ibadillahissalihîn’ deyin zira melekler selamı size iade eder. [Musannaf, X:359-389]

Bu selamdan sana da pay var merak etme:

Adam evine girince şöyle desin: “Allahım, ben senden hayırlı giriş ve hayırlı çıkış dilerim. Allah’ın adıyla girdik ve Allah’ın adıyla çıktık. Ve ancak Rabbımız olan Allah’a tevekkül ettik.” Sonra nefsine selam versin. [Râvi:Hz. Ebû Malik el Eş’ari (r.a.) R. Ehâdis:66-11]

Sımsıcak bir güleryüzle yolda karşılaştıklarından, müsait durumda olanlara, bir iyi dilek temennisi olarak selâm ver:

Yemek yedirmek ve tanıdığına da tanımadığına da selam vermektir. (Bir kimse Peygamberimize islamiyetin ne türlüsü iyi? diye sormuştu) [Râvi: Hz. İbni Amr (r.anhüma) R. Ehâdis:252-8]

agac_selam.jpg

Her selâm ile biraz daha kendine geleceğini, arınacağı hatırlayarak selâm ver:

Birbiriyle karşılaşan iki müslümanın misali biri diğerini yıkayan iki el gibidir. (Selam verir musahafa eder, mağfiret olunurlar.) [Râvi: Hz. Enes (r.a.) R. Ehâdis:392-1]

Hatta beraber yürüdüklerini bir süre göremesen ilk görüşte yine selam ver:

İki müslüman beraber giderken aralarına bir ağaç, toprak veya bir kaya girerse, biri diğerine selam versin ve selamı çoğaltsınlar. [Râvi: Hz. Ebud Derda (r.a.) R. Ehâdis:32-2]

Yolda bir engelli kardeşine rastlarsan, sesini ve kalbini yumuşat, sakın selâmı unutma:

Âmâya (âmâdır diye) selam vermemek, hıyanettir. [Râvi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) R. Ehâdis:250-7]

Gün içinde, yolun, Allah’ın evi olan mescitlere mutlaka uğrasın, camiye girdiğinde, iki rekat namaz kılmadan oturma, buna “camiyi selamlama” mânâsına tahiyyatül mescid derler:

Biriniz mescide girdiğinde, oturmadan önce iki rekat namaz kılsın. [Müslim:Salatü’l-Müsâfirîn-11]

Tahiyyat ile şâhid olduğun selamlaşma sahnesinden sonra namazın sonuna yaklaşırken, huzurdan ayrılmanın acısıyla önündekine ve sağ yanına, sol yanına ve arkandakine başını çevirerek ‘es-selâmu aleykum ve rahmetullah’ diyerek verdiğin selâmda ise  ikâme-i salâttan idâme-i salâta geçiş vardır erenlerim, dört yanın selâmet içinde olduğu halde…

Bu selâmın ehli indinde bir başha esrârı daha vardır: Onun için namazda selâm: “Esselâmın aleyküm ve rahmetullah Rabbi’l- maşrık”:Âmin “Esselâmu aleyküm verahmetullah Rabbi’l-mağrib”:Âmin Can kulağın açıksa, birisi ALLAH selâmıdır, biri Resûlullah’a selâmdır.

Habîb-i Kibriyâ Efendimiz selam verip (namazdan çıkınca) üç kere istiğfarda bulunup Allahümme ente’sselâm ve minke’sselâm tebârekte ve teâleyte yâ ze’lcelâli ve’l-ikrâm. (Allah’ım sen selamsın. Selâm.et de sendendir. Ey celâl ve ikrâm sâhibi sen münezzehsin, sen yücesin)” buyururlardı. [Tirmizî:Salât-224]

Hayatın en büyük gerçeği olan ölümü unutmamak için mezarlıklara uğramayı da ihmâl etme:

Yahya Kemal’in Madrit Büyükelçiliğimizi yaptığı yıllarda nüfusumuz 14- 15 milyon kadarmış. Bir vesile ile kendisine ülkemizin nüfusu sorulduğunda: “Türkiye’nin nüfusu 50 milyondur…” buyurunca  orada bulunlar bu cevaba şaşırmışlar tabi ve hayretlerini gizleyemeyerek: “Bu nasıl olur” demişler. Bunun üzerine Yahya Kemal şu izahı yapmış: ”Bunda şaşılacak ne var ki? Biz ölülerimizle birlikte yaşarız”

Ölen insanlarla, münasebetin kesilmemesinde, selamın pek büyük bir rolü vardır.

Bir adam akrabasının, yakınının kabrine gider, selam verir ve onun yanında oturursa, selamını alır ve onunla yanındaki kalkıncaya kadar ünsiyet eder. Esselamü aleyküm yâ ehlel kubûri, minel mü’minîne vel müslimin. Yağfürullahü lena ve leküm, entüm selefüna ve nahnü bil ısri. Allah bizi ve sizi affetsin, Siz önden gidicisiniz, biz de peşinizden, size kavuşacağız. Ey Allahım! Onların ecrinden bizi mahrum etme. Ve onlardan sonra bizi fitneye uğratma. Allah’a iman ederek dünyadan çıkmış olan ey fani ruhlar, çürümüş bedenler, toprak olan kemikler selam üzerinize olsun. Allahım, indi ilahinde bunlara rahmet indir ve bizden (onlara) selam ulaştır. Esselamü aleyküm ey mü’minler kavminin yurdu. Biz ve siz yarın bize vaad edilene kavuşacağız. Ey Allahım! buradakilere mağfiret et. Esselamü aleyküm ey müminler kavminin yurdu. Biz size kavuşacağız. “İnnâlillah ve innâ ileyhi râci’ûn.” Sizler büyük bir hayra nail oldunuz. Ve dünya şerrini de atlattınız. [Râvi: Hz. Beşir (r.a.) R. Ehâdis:215-2]

Mezarlıktan çıktan sonra, kalbin baharı olan çocuk sesi de eksik olmasın hayatından

Habib-i Kibriya Efendimiz çocuklarla selamlaşırdı. Bu suretle çocuklarla münasebet kurar ve onları okşar severdi. Bir gün Hz. Peygamber Ensar’ı ziyaret ediyordu, Ensarlı çocuklar Peygamber’in etrafını çevirdiler. Peygamber onların başını okşadı ve selam verdi. O, engin bir tevazu içinde çocuklarla her fırsatta ilgilenmiş, şakalaşmış, gördüğünde onlara selam vermiş, hal hatırlarını sormuş, hasta olduklarında ziyaretlerine gitmiş, onların kusurlarını da hoş karşılamıştır. Bundan dolayıdır ki, dünyanın en mutlu çocukları, onun yaşadığı dönemin çocuklarıdır diyebiliriz.

Elbette dost meclislerine de uğrar gelip geçerken yolun:

Sizden biri bir meclise gelince selam versin. Oturma gözüküyorsa otursun. Kalkıp gitmek isterse yine selam versin. Zira birinci selam ikinci selamdan evlâ değildir. (İkinci selama da ihtiyaç vardır. [Râvi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) R. Ehâdis:23-8]

Sonra o meclislerde, bize selâmı öğreten Sultânı hatırlamayı, hatırlatmayı unutma:

Meclis olmuş tıka basa
Nice vaaz nice kıssâ
Güzel adın anılmazsa
Sohbet nedir yâ Nebî
Salli ala resulinâ Ahmed,
Muhammed, Mustafâ

Meclislerinizi Bana selat ve selam getirmekle ziynetlendiriniz. Zira Bana salavat getirmeniz kıyamette size nur olur. [Râvi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma) R. Ehâdis:293-5]

Hele bir de günlerin efendisi Cuma geldiyse selâm, mahlukatın nefesiyle âleme yayılır:

Cuma günü olduğunda, kuş kuşa, vahşi hayvanlar vahşi hayvanlara, yırtıcılar da yırtıcılara “Selamün aleyküm, bugün Cuma günüdür” derler. [Râvi: Hz. Ali (r.a.) R. Ehâdis:60-11]

Cumaları ve selâmı yayan  nefesleri uc uca ekleye ekleye ekleye, selam.et içre yaşarken banttan izlediğin filmin sonu yaklaştığında:

Müslümana ölüm geldiğinde azaları birbirini selamlar. Ve şöyle derler: “Selam sana. Sen benden, ben de senden kıyamete kadar ayrılıyoruz.” [Râvi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) R. Ehâdis:235-11]

Ten kafesinden kurtulup da en yüce sevgiliye kavuşma vakti geldiğinde:

Tahıyyetühüm yevme yelkavneHÛ Selâm* ve eadde lehüm ecran kerîma; O’na kavuşacakları (ölüm, zati tecelli) gün, onlara tahiyye’si (hayat-esenlik dileği) “Selâm”dır… Onlar için kerîm (şerefli, bitmez) bir ecir hazırlamıştır. [Ahzab:44]

Ve bir berzahtan geçilir, en büyük zevk alemine varan seferde:

Mü’minlerin kıyamette sırat üzerindeki alametleri: “Ya Rabbi Sellim, Sellim” sözüdür. (Selam ismiyle tecelli edip selamete erdir.) [Râvi: Hz. Muğire İbni Şu’be (r.a.) R. Ehâdis:305-12]

Sabr edenlere, Adn cennetinde, vatanına döndüğünde selâm:

Selâmün alayküm Bima sabertüm fenı’me ukbed dar; “Selâmun aleyküm sabretmenizden dolayı… Yurdun sonu ne güzel!”, (der, melâike). [Ra’d:24]

Selâmun aleyküm (Selâm ismiyle işaret edilen kuvvesi sizde açığa çıksın) sabretmenizin sonucu… Son vatan ne güzel!” (“Vatan sevgisi imandandır” hadisinde işaret edilen “vatan” bu olsa gerektir.

Temizlenenlere, zümer cennetinde karşılama selâmı:

Ve siykalleziynet tekav Rabbehüm ilel cenneti zümera hattâ iza cauha ve fütihat ebvabüha ve kale lehüm hazenetüha Selâmün aleyküm tıbtüm fedhûluha hâlidiyn; Rablerinden ittikâ edenler (beşeriyetlerinden korunanlar) ise zümreler hâlinde Cennet’e sevkolunmuştur… Nihâyet oraya geldiklerinde ve onun kapıları fetholunduğunda (açıldığında), onun bekçileri onlara: “Selâm’un aleyküm! Tayyipsiniz, tertemiz olmuşsunuz… Ebedi kalıcılar olarak girin oraya” [Zümer:73]

ve bir cennet nimeti olarak selâm:

La yesmeune fiyhâ lağven illâ Selâma ve lehüm rizkuhüm fiyhâ bükreten ve aşiyya; (Onlar) orada lağv (faydasız boş söz) değil ancak “Selâm” işitirler… Orada kendilerinin sabah-akşam rızıklanmaları da sözkonusudur. [Meryem:62]

Ki zâten canların çektiği de ancak selâmdır, selâm!

Lehüm fiyhâ fâkihetün ve lehüm mâ yeddeûn; Onlar için orada meyvalar (amellerinin hâsılası idrâklar) vardır… Ve onlar için temennî -arzu ettikleri/canlarının çektiği şey vardır. Selâmün kavlen min Rabbin Rahîm; (Ki o temennî ettikleri/canlarının çektiği şey) “Selâm”’dır; (yani) Rahîm Rabb’den bir söz (devamlı, selâmet hükmü) [Yâ-sin:57-58]

Ehli Cennet, nimetlerine dalmış halde iken kendilerine bir nur zahir olur. Başlarını kaldırınca görürler ki, Rab, üstlerinden kendilerini şereflendiriyor. Ve “Esselamü aleyküm ya ehli Cennet” diye buyuruyor. İşte bu, Allah Tealanın Kur’andaki “Selamün kavlen mirrabbirrahim” ayetindeki buyurmasıdır. Ondan sonra Allah onlara nazar eder, onlar da Allah’a nazar ederler. Ve Rablarına nazar ettikleri müddetçe, başka hiçbir nimete iltifat etmezler. Ta ki, Allah Tealanın temâşâsı kalkıp, nuru ve bereketi kalıncaya kadar. [Râvi: Hz Cabir (r.a) R. Ehâdis:247-1]

Peki… O’nda ğâib olanlara bir de sualimiz olsa, bu cennet için zahiri kıyam.eti beklemek şart mıdır?

“Mûtû kable en temûtû” sırrına mazhar olan
Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan 

Yüzünü gölgeye (beden) değil güneşe(ruh) çevirdiğinde, kendini bulup, aslına dön.üş.düğünde selâmı kendinden kendine verirsin:
VesSelâmû aleyye yevme vülidtü ve yevme emutü ve yevme üb’asü hayya; “Doğduğum gün, öleceğim gün ve Hayy olarak ba’solacağım gün Selâm bana”. [Meryem:33’ten Ruhullâh olan Hz. İsâ aleyhisselâm’ın selâmı]

Mânâyı kelamsız anlayana sahibinden selâm olsun, geride kalanlara ise ayet açık:

Sen onlara aldırma ve: “Selâm” de! Yakında bilecekler (işin hakikatini)! [Zuhrûf:89]
Artık o halde olanlara saygılı davranarak onlardan uzak dur ve selam vererek ayrıl. Belki de yakında hakikatlerini bilirler.

Kâse-i ömür dolarken, Bir “Gel” emri ile vakit tamam olmadan evvel,
Selâm secdesine* varıp işbu fâni kelâm, sırlanmazdan evvel

Buyrun bakalım Şevkutarâb Mevlevi ayin-i şerifinin birinci selâmı’ndan cân kulağına nice bin şifa dolacak…

Sevgili: “Sizlere selâmlar olsun!” deyince bu ses bütün âlemi tuttu. Neşeden, gönül selam secdesine kapandı, can da beline gayret kemerini kuşandı…

Selâm Secdesi: İhtiram maksadıyla, şer’î ölçüler içinde yere kapanma. Bu secdeye dair kelâm-ı kadîmden misaller şunlardır:
1. Meleklerin Allah’ın emri üzerine Hz. Âdem’e secde etmesi. Meleklere: “Secde edin Âdem’e” dediğimizde secde ettiler (yoktan vâr olmuştaki Esmâ’dan meydana gelmiş varlığa – Esmâ mertebesine) ancak İblis, benliğinin yüceliğinden (enfüsünde gördüğüyle âfaktaki hakikatten perdelenerek) inkâr etti. Hakikati inkâr edenlerden (kâfir) oldu. [Bakara:34]
2. Hz. Yakub’un eşi ve on bir çocuğu ile birlikte Hz. Yusuf’a secde etmeleri. Anne babasını tahtın üzerine oturttu ve sonra da hepsi birden ona secde ettiler. [Yusuf:100]

Selâm secdesine, secde-i tahiyye de denir. Turûk-u Mevlevîyye şeyhleri ve dervişleri, yaşları ve rütbeleri ne olursa olsun baş keserek* bir.birine secde ederlerdi.
Baş Kesme: Ahîler, Halvetîler, Mevleviler,Bektâşîlerde ve daha nice ehl-i tarîk arasında, sağ ayağın baş parmağını, sol ayağının baş parmağı üstüne koymak (mühürlemek), eller düz ve parmaklar açık olarak sağ kol, sol kolun üstüne gelecek şekilde, elleri omuz başlarına çaprazvarî götürmek sonra da belini bükmemek şartıyla başını öne doğru, nazarlar kalbe olacak şekilde eğmek. Baş kesme; canlar karşılaştıklarında, şeyhin, tarikat büyüklerinden birinin huzurunda, bir velînin türbesinde yapılır.

Önce selam, sonra kelam, sonunda da ve’ s-selam

Onların ondaki Allâh’a yönelişleri: “Subhaneke Allâhümme : Subhansın sen Allâh’ım; seni tenzih ve tespih ederiz”dir. Birbirlerine yönelişleri, sağlık temennileri, iltifatları ise: “Selâm”dır (Selâm ismi mânâsı sürekli açığa çıksın bizde) Yönelişlerinin sonucunda ulaştıkları, son sözleri ise: “El Hamdu Lillâhi Rabb-ül âlemîn : Hamd Rabb-ül âlemîn Allâh’ındır”  [Yunus:10]

Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Cennette sizin için canınızın çektiği ve istediğiniz her şey vardır [Fussilet:31] Cennette, arzu edilen herşey bulunacağı için, bunlarla ilgili bir duaya ihtiyaç kalmayacak ve Cennet ehlinin duası, en saf, en yüce ve en haz verici kısmından, yani tesbih ve hamdden ibaret kalacaktır ki, bu da Cennet nimetlerinden bir büyük nimettir.

Ey mu‘tebir, kâfî sana maksûd içün bunca beyân.
Fehm-i zekî ashâbına ‘ibret gerektir her zamân

İslâm ile selâm aynı kaynaktan geliyor. Aslından sızan bir gönül selâmı her şeyi kucaklıyor. Hepimizin fıtratında bu ‘selâm’ ile ‘islâm’ var. Ve nükteye âgâh olanların gönlündeki madde âleminden mânâya açılan kapıdan (nokta-i süveydâ) bütün diğer zerredeki o noktaya dalga dalga bir akış var her selâm ile çoğalan. Bu noktanın keşfiyle, bu hikayeyi başlatan sonsuz aşkın gönülden gönüle devrederek aktığını, görebilir, hissedebilir, yaşayabilirsiniz…

Saklarım gözümde güzelliğini
Her neye bakarsam sen varsın orda
Kalbimde gizlerim muhabbetini
Koymam yabancıyı sen varsın orda

Aşkımın temeli sen bir âlemsin
Sevgi muhabbetsin dilde kelâmsın
Merhabâsın dosttan gelen selâmsın
Duyarak alırım sen varsın orda

Suyun binbir yüzü

Biz Allah’tan geldik, Allâh (Esmâ’sının açığa çıkması) içiniz ve O’na dönücüyüz (sonuçta bu gerçeği yaşayacağız) [2:156]

Bunca yıldır misafirsin bu tende

Cehâlettir ânı bilmez isen sende

Yaşıyorum sanıyorum ama gerçekte ölüyüm çünkü sonsuzdan kopmuşum. Oysa bir parçacığım ben bütüne hasret. Sense bir bardak suda okyanus gizleyensin, parça bütüne kavuşacak ki hasret dinsin. Bütünle bütünleşemediğim, birliği hissedemediğim sürece yaşamım daimi bir ölüm; Oysa âşık ölüdür, maşûk daim diri…

Kalk âşık kalk!

Acele et biraz

Bak! Su sesi geliyor,

Sense susuzsun

Ve uyuyorsun…

Bir katre iken kendimi ummâne düşürdüm

Hayfâ yolumu vâdi-i hicrâna düşürdüm


Bir katre iken… Ölümün hükümdarlığına gölge düşüren, ölümsüzlüğün habercisi bir okyanus. Parayı pul, zâlimi kul eden huzurun aktığı bir deniz. Yağmur damlasından büyüyen ve yine yağmur olan, “ben”de “biz”i “biz”de “ben”i saklayan bir göl. Gezgin, yârenler hası, yolculuk telâşında bir nehir. Gözü pek bir âşık-ı şeydâ, azalırken çoğalan bir şelale. Mütevazı, semazen akışlı, azimle davete icabet eden bir dere; suyun binbir yüzüdür bizim hikâyemiz.

buz_kar.jpg

Su, buz olarak kaldığı sürece uçamaz ama kaynatılıp buhar haline getirildiğinde gökler ağacaktır. İnsan da ruh haline gelebilirse, kolayca uçabilir hem melekler uçabilir çünkü kendilerini hafife alırlar, beden kaydındaki ağırlıkları yoktur. Ruh, zaten uçmaktadır. Uçan ruh nereye gider? Kendine uyum sağlayan yere gider ki, “fedhulu fî ibâdî” bu da aynı uyumu sağlayan kimselerdir. L. Filiz

Hak, değişmeden kaldığı halde halk o değişmeyen varlığın değişen ve sayılmayacak kadar çeşitlilik gösteren zuhur ve tecellisidir. İbn’ül Arabî hazretim, Hakk’ın çok çeşitli şekiller almasını, türlü donlar giyinmesini şu misal üzerinden izah eder: Su; buz, kar, buhar, dolu, yağmur, çeşme, dalga, ırmak, deniz gibi şekiller ve adlar alır. Görüntüler  farklı olsa da bunların aslı sudur. Su donup buz şeklinde taayyün eder. Buzun bu kendisine mahsûs taayyünü erimedikçe onda mahpûs olan su tam olarak deryâya kavuşmaz.  Bundan dolayı belki suyun buza iştiyâkı, kendi nefsine iştiyâkıdır. Çünkü Resûlulluah efendimiz (sav) Deccâl’den bâhis olan hadîs-i şerîfinde “Sizden biriniz ölmedikçe Rabb’ini müşâhede etmez” buyurdular. Şu hâlde kulun, ölüm vaktinde hâsıl olan hâs kavuşmaya iştiyâk göstermesi lâzımdır. Tâ ki Hak onun iştiyâkından daha şiddetli bir iştiyâk ile ona iştiyâk göstersin. Ve ölüm aslında tabîat perdelerinin ve kesîf beden hükümlerinin kalkmasından ibâret olan bir hâl olduğu için bu hâs kavuşma, hem irâdî ya’nî tercîhli ölümü ve hem de tabîî ya’nî kaçınılmaz olan ölümü ihâta eyler. [Ş. Ekber]

Cennet gömleği olursa çekeyim yırtayım

Kavuşma ânında perde ola gömleğim

Sadreddin Konevî, Hz. Pir-i Destgîr-i Münîr Mevlâna’yı hasta yatağında ziyaret etmiş ve kendisine acil şifalar dilemişti. Bunun üzerine Hz. Mevlâna bakın ne buyurmuşlar: “Bundan sonra Allah sizlere şifa versin. Âşıkla maşuk arasında kıl kadar gömlekten başka bir şey kalmadı. Bunu da soyup çıkarmalarını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musunuz?”

Bir ucu gösterilen mânânın, âşinâ gönüllerde doğması için, Vâridat şerhinde geçen, ilim şehrinin kapısı sultanın dilinden pek müfîd bir nazım ile devam edelim.

Hz. Ali Efendimiz’nin (kv) bir nutk-u şerîfinin izâhâtı:
في تحقيقنا غير مائيه وغيران في حكمي دعته الشرائع

İmam-ı Ali kerremallahu vechehul-âli saadetle buyurur:

Ve mâl-halku fi’t-timsâli illâ ke-selcetin
Yani: Timsalde cümle varlıkların vücûtları kara benzer. Müstakil vücutları yoktur. Karın vücudu suyun vücudu olduğu gibi. Halk da böyledir. Vücutları Hakk’ın vücududur. Müstakil vücutları yoktur.

Ve ente leha’l mau ellezi hüve nâbiu
Hâlbuki sen de kar olmuş o kaynak suyuna benzersin. Su, kar sûretiyle zâhir olduğu ve karın kıyamı su ile olduğu gibi halkın zuhuru ve kıyamı dahi Hakk’ın vücududur.

Ve mâ’s-selcu fi tahkikina gayre mâihi
Hakikatte ve işin aslında kar suyun vücudundan başka bir şey değildir. Suyun kendisidir, görünüşüdür. Ancak su havanın soğukluğu ile kar sûretinde görünür. Su adı gizlenir, kar adı zâhir olur. İşin aslında aynı şey olduğu gibi halk dahi Hakkın zuhurudur. Hak Teâla her yüzden cilve-gîrdir. O cilvelerine halk adı verildi. İşin aslında Allah’ın zâtından başka zât yoktur. Cümle halk adı ile görünen kendi cilvesi, tecellisi, zuhurudur.

Ve gayre ennehu fi hükmin dâethu’ş-şerayi
Şeriatte ve zâhir ahkâmda kar ve su birbirine aykırıdır. Zira su ile taharet olunur, kar ile taharet olunmaz. Kardan başka su bulunmazsa ve karı eritecek şey yoksa teyemmüm caizdir. Karın varlığı teyemmüme engel olmaz. Suyun varlığı engel olur. Bundan malum oldu ki, karın müstakil vücudu olmadığı halde şeriatın zâhirinde kara su demezler. İsimde ve görünüşte Hakk’ın cilvesi (latif tecellisi) olan halk, Hakkın zâtından başkadır. Halka Hak denilmez. Kar suyun mazharı ve sûreti olduğu gibi halk dahi Hakk’ın mazharı ve cilvesidir. Lakin bu halka Hak denilmez. Zira ma’duma mevcut (yok olana var) denilmez.

Ve lakin yezubu’s-selcu yurfeu hükmühu
Ve yudau hükmül-mâi ve’l-emrü vâkiu
Lakin kar eridiğinde kar adı ve taharete engellik hükmü kalkar. Su adı ve taharet hükmü konulduğu gibi insan da hakiki tevhide süluk ederek Allah’ın varlığında eriyerek yok olduğunda mevcud ve bâki olanın Hak olduğunu Hak şühudu ile müşahede eder.

Tecemmeati’l-ezdadü fi vahidi’l-baha
Ve fîhi telaşet fe hüve anhünne sâtıu
Yani: Hazret-i cem makamında ef’al ve sıfatın Hakk’ın zâtı ile kaim oldukları müşahede olunur. O mertebe tadılmadan hakiki tevhid zâhir olmaz.

İşte böyle efendim, filler türlü türlü, iz takip edilirse fiillerin neşet ettiği sıfatta çeşit daha az nitekim Zat makamına varıldığında ise kesretten vahdete erilir.

O’nun aynı da ğayrı da yoktur.  Buhârın vücûdu, lâtîf oluşunun kemâlinden dolayı görünmez. Bir mertebe yoğunlaşınca bulut ve bulut yoğunlaşınca su; ve su donarak yoğunlaşınca buz olur. Şimdi buzun esâsı buhar olmakla berâber, onun belirmesi buharın gayrıdır. Çünkü buhar, aslâ buz gibi kesîf bir belirme sâhibi değildir; o sûretsizdir. Ve aynı şekilde buz, suyun donmuş halinden ibâret olduğu halde, suyun aynı değildir. Çünkü su ile görülen işler buz ile görülemez. Su başka, buz başkadır. Velâkin gerek suyun ve gerek buzun vücûtları buharın zâtından gayrı değildir. Bu i’tibâr ile buharın aynıdırlar. Bundan dolayı bunların arasında hem aynı oluş ve hem de gayrı oluş mevcût ve gerçektir.

Buhar yoğunlaşınca su olur ve su yoğunlaşınca buz olur. Suyun ve buzun vücûdu buhârın vücûdudur. Buz eriyince su ve su buharlaşınca buhâr olur. Bundan dolayı buzun şânı helâk olmaktır. Oysa helâk olucu olan buz, buhârın indinde hem mevcût ve hem de mevcût olmayandır. Ve onun şânı, yokluk içinde varlıktır. Bununla berâber bu iniş ve çıkışta buhârın zâtı değişmiş değildir. Hakk’ın latîf olan mutlak vücûdu, her bir ismin gereklerine göre, o kesîf sûrette belirmiş ve kayıtlanmıştır. El-Latîf olan buharın yoğunlaşıp, farz edelim küp şeklinde ve diğer şekillerde dondurulması gibi. Buzun vücûdu algıda mevcût ve görülebilir ise de, latîf buharın o şekilde kayıtlanmasından ve belirmesinden oluşmuş izâfî bir vücûttur. O belirginlik ve kayıtlanma zâil olunca, mutlaklığa döner. Bundan dolayı buzun vücûdu bir hayâl olup, onda kendini göstermekte olan hakîkat latîf olan buharın mutlak vücûdudur.

İşte bu misalerle de açıkça görüldüğü şekilde bu var edilmişler âleminin hayâl olduğunu ve hakîkat yönünden Hak olduğunu zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayıp idrâk ederek anlayan kimse, yolun sırlarına hâiz ve hâlin hakîkatine vâkıf olur. Ve Allâh’ın yolunda murâdınca gitmeye muvaffak olur.

Hayır ve şer ALLAH’tandır zîra suyu buz yapan da güneştir buhar yapan da…

Hakikatte hal böyle olunca, Rabbimizin de bizden muradı O’nun büyüklüğü karşısında buz gibi olan benliğimizin erimesidir. Onun ilâhî varlığı karşısında aczimizi, mahviyetimizi anlamaklığımızdır.

Verirler “ben acizim, kudret senin” dedikçe…

Verenin şânı büyük, sen iste istedikçe…

Tevbe ile yıkayıp aslına döndürdüğümüz muhabbetimiz nefsin ve alemin dertlerine şifâ olsun niyazımızla mektubu burada sırlarken imdâd erişir feryâdımıza:
Aradığın su, düştüğün kuyudadır!


Kendi çukurunda kuruyabilir insan ummana karışamadan
Sen cansın özünü ten bilirsin

Katında su var susuz ölürsün

Tel tel iplik iplikte dikseler ağzımı, secde yerinde nabzımı yoklayanlar tek bir nefes duysa: Kendi benliğimi ifnâ, kendi varlığını icrâ eyle: “Al beni benden; kayd-ı bedenden, ayırma senden”

Hümâ-yı ‘ışk-pervâz ol gel ey cân murg-ı tenden geç

‘Alâ’ikden mücerred ol yüri kayd-ı bedenden geç