Aşk lâzım

Aşk, ikilik değil mi?
Aşk, aşırılık değil mi?
Aşk olmadan olmaz mı?

Ben, gerçekten âşık oldum mu hiç?
Peki bunu nasıl anlayabilirim?

Aşkın zuhûru için üç mutlak şart vardır: Bakış, akış ve ayrılık

Önce göreceksin çünkü göz, cemâl ister. Aşk, insana penceresinden girer. Görmeden aşk doğmaz, mutlaka görmen lazım.

Sonra “başka bir şeyi göremeyecek” derecede seveceksin. Fakat şehvet ve şöhret sevginin asididir. Asidi alınmış bir sevgiyle tam yönelerek seveceksin, beklentisiz, hesapsız, karşılıksız, bilinmek istemeden, suyun akışı, odunun yanışı gibi…

Nihâyet ayrı düşeceksin. Aşk ayrılıktadır. Ayrı düşülmezse, firak ateşi yakmazsa aşk doğmaz. O sâdece bir tutku olarak kalır.

Diyorlar ki “Ben Allah’a âşığım, ben Muhammed’e aşığım veya Ali’ye âşığım.” Peki, gördün mü? Yok! O zaman o bir hayal, aşk değil.

Sakın efsâne söyleme, hazrete varır yolumuz…

Ali’ye âşık olman için önce Ali’yi göreceksin. Peki, nasıl göreceğim?

İnsan neye âşık oluyor? Çoğu zaman kendi zanları var, hayalinde yarattığı bir imgeye âşık. “Ben Allah’a âşığım, ben peygambere âșığım” dedik ki göreceksin, seveceksin sonra ayrı düşeceksin. Aşk ayrılıktadır.

Peki, o zaman demek ki gaybı görmedin… Şehâdet âlemine indirmeden, şimdi ve burada hazır olduğuna şâhit olmadığın, hasretini çekmediğin, bilmediğin birine âşık olman ne mümkün! Adı var kendi yok, hayal, efsâne…

Yani öyle kuru kuruya “Ben Allah’a, peygambere, Ali’ye âşığım” olmaz, ispat ister, delil ister.

Hayret veriyor sözlerinin sırrını Ali
Seyrettiriyor sûret-i eşyâda bu güzel cemâli

Aşk, kemâle olan aşktır. Bu kemâl dediğimiz insanın kendi olgunluğu, kendinin en üst versiyonudur. Ama bunu kendinde göremez.

Zâten fıtratında, tohumunda olup kendinde henüz bulamadığını, bulduğun yere kapılmandır aşk.

Nasıl bir erkeğin kadına, kadının erkeğe karşı anima, animus bütünleşme içgüdüsü varsa, insanda kâmil olma içgüdüsü, ayân-ı sâbite tohumunu, arketipini açığa çıkarma içgüdüsü vardır. Bu kendimizin semâvî hâlidir.

İşte bu yüzden semâzenler, semâya çıkarken elleriyle kendilerine sarılır, yüzüyle özünü kucaklayarak topraktan (beden) havaya (semâ) ateş (aşk) ile kalbin su toplaması ile urûc ederler.

Aşk, devâm edecek…

Burada denilebilir ki aşk, seven ve sevilen unsurları olan, ikilik gerektiren bir ateştir…

Elhak doğrudur ama uyanmak için uykuda olmak, vahdet haline geçmek için kesrette bulunmak şarttır, yemek yapmaya elde olandan başlanır.

Aşk ateşi, sessiz ve derinden yanacak, yanacak, yakacak bir şey kalmayınca sönecek; “âşık, mâşuk, aşk” bir olacak, ikiden bir bilinecek, birde iki silinecek. Aşkın battığı yerden, irfan güneşi doğacak.

Nerede kalmıştık efendim…

Aşk için fıtratında olup kendinde bulamadığını, bulduğun yere kapılmandır demiştik.

Biz, bunu şehâdet âleminde görmezsek “o mükemmel hâlden” ayrı olduğumuzu anlayıp ayrı kaldığımız o kemâlimize âşık olamayız. Neticede, semâvî aşk, insanın kendi kemâline olan aşktır. Yani içimizdeki kemâlât tohumunu, arketipi açığa çıkarma güdüsüdür.

Aşkın ikinci şartı görmekti. Kendi kemâlimizi bu şehadet âleminde görüp ona şahit olup onu sevmezsek, kendi kemâlimizle ayrı kaldığımızı idrâk ederek âşık olamayız.

Yoksa ay ne güzel kadın, ay ne güzel erkek, çok yakışıklı, ay ne güzel konuşuyor; öyle değil. Burada esas olan senin “kendi ihtiyacın” üzerinden olandır. Çünkü Allah, insana ihtiyacından görünür. Zâten hayat, sınırsız varlığımıza geri dönmemiz için bir dâvettir.

Bizim kendi kemâl hâlimize, mükemmel versiyonumuza ulaşmaya ihtiyacımız var. Herkes ihtiyacını arar. Ama ihtiyacının ne olduğunu bilmiyorsan arayamıyorsun da!

Aradığının ne olduğunu, şehadet âleminde, bu maddî âlemde görmedin ki bilesin. Mesela elimde kalem var, düştü kayboldu, şimdi ne aradığımı bildiğim için onu arayabilirim.

Peki o halde, biz kendi kemâlâtımızı, hayâlde değil ayağı yere basan, şu şehâdet âleminde nasıl göreceğiz?

Aşk, devâm edecek…

Nedir suâlin odur kemâlin ammâ cevabı görsem tanımam, soruyu ben sormadıkça…

Peki neydi suâlimiz:
Kendi kemâlâtımızı bu şehâdet âleminde nasıl göreceğiz?

Kendini gerçekleştirmiş, özünü yüzüne yansıtmış kâmil insanda yâni mürşidde “kendi kemâlimizi” görürüz ve işte onu çok severiz.

Deriz ki: “İşte ben, bu zattaki kemâlâtı arıyorum, şimdi o hâli kendimde oluşturacağım.” O zaman o mürşidle hariçte “Hak Dost” oluruz (velâyet, velî, dost demek)

Bu manâyı kendimizde bulmak için, ondan ayrı kaldığımızda, “neyi kaybettiğimizi” hatırlayıp aşk ile kendimizden kendimize, yüzümüzden özümüze doğru yürürüz… Aşk denilen bu! Yoksa buna âşık, şuna âşık, gel sen bana sarıl, ben sana sarılayım; bunlar eğlenceden öte değil. Aşk dediğin çift.leşmek değil tek.leşmektir!

Hak Lâ ilâhe illallâh
Hak Muhammed Resulullah
Hak Yâ Velîyallah

Efendim insan, bu âleme yarım elma olarak geliyor, yaşamında diğer yarısını bulamazsa vay onun hâline. Dostu bulama.yanın, ömrünün yarısı dağınık, perişan, yarısı pişman olarak geçiyor.

İnsan, bu kemâlât haline ulaşamazsa asla huzur bulamaz. Asla! Mutlaka kemâline ulaşmak zorundadır. Muhakkak, yoksa huzur bulamaz. Hiç bir şeyle tatmîn olmaz, damla tamamlanacak damlayacak ve yerini bulacak!

İnsan sâdece kendi kemâlâtına ulaşınca doyuma ulaşır. Öyle mutmain olur. Yoksa başlarsın orada burada aramaya. Şu arabanın daha iyisini alayım, acaba tatmin olacak mıyım, telefonu değiştireyim, arkadaşımı değiştireyim, evimi değiştireyim…

Değiştir, değiştir, avuntu, teselli, oyalanma, boyalanma… Başlarsın nesneler üzerinden kendini ikmal etmek için çalışmaya, özneye varamadıktan, dahası özne olamadıktan sonra gerisi neyse ne…

Yolun kendine varmadıktan sonra, zamanla ancak yorgunluğun, bıkkınlığın artar.

Ne buyurmuş aşkını “Ben ol da bil” cümlesine sığdıran:

Senin ekinindik, aşk orağıyla biçtin bizi, samandan ayırdın, ambara çekmedesin.

Aşkın mestliği sonunda, artık irfan şerâbını ister küpten iç, ister bardaktan.

Aşk olsun, irfân dolsun cânım erenlerim…

Suyun binbir yüzü

Biz Allah’tan geldik, Allâh (Esmâ’sının açığa çıkması) içiniz ve O’na dönücüyüz (sonuçta bu gerçeği yaşayacağız) [2:156]

Bunca yıldır misafirsin bu tende

Cehâlettir ânı bilmez isen sende

Yaşıyorum sanıyorum ama gerçekte ölüyüm çünkü sonsuzdan kopmuşum. Oysa bir parçacığım ben bütüne hasret. Sense bir bardak suda okyanus gizleyensin, parça bütüne kavuşacak ki hasret dinsin. Bütünle bütünleşemediğim, birliği hissedemediğim sürece yaşamım daimi bir ölüm; Oysa âşık ölüdür, maşûk daim diri…

Kalk âşık kalk!

Acele et biraz

Bak! Su sesi geliyor,

Sense susuzsun

Ve uyuyorsun…

Bir katre iken kendimi ummâne düşürdüm

Hayfâ yolumu vâdi-i hicrâna düşürdüm


Bir katre iken… Ölümün hükümdarlığına gölge düşüren, ölümsüzlüğün habercisi bir okyanus. Parayı pul, zâlimi kul eden huzurun aktığı bir deniz. Yağmur damlasından büyüyen ve yine yağmur olan, “ben”de “biz”i “biz”de “ben”i saklayan bir göl. Gezgin, yârenler hası, yolculuk telâşında bir nehir. Gözü pek bir âşık-ı şeydâ, azalırken çoğalan bir şelale. Mütevazı, semazen akışlı, azimle davete icabet eden bir dere; suyun binbir yüzüdür bizim hikâyemiz.

buz_kar.jpg

Su, buz olarak kaldığı sürece uçamaz ama kaynatılıp buhar haline getirildiğinde gökler ağacaktır. İnsan da ruh haline gelebilirse, kolayca uçabilir hem melekler uçabilir çünkü kendilerini hafife alırlar, beden kaydındaki ağırlıkları yoktur. Ruh, zaten uçmaktadır. Uçan ruh nereye gider? Kendine uyum sağlayan yere gider ki, “fedhulu fî ibâdî” bu da aynı uyumu sağlayan kimselerdir. L. Filiz

Hak, değişmeden kaldığı halde halk o değişmeyen varlığın değişen ve sayılmayacak kadar çeşitlilik gösteren zuhur ve tecellisidir. İbn’ül Arabî hazretim, Hakk’ın çok çeşitli şekiller almasını, türlü donlar giyinmesini şu misal üzerinden izah eder: Su; buz, kar, buhar, dolu, yağmur, çeşme, dalga, ırmak, deniz gibi şekiller ve adlar alır. Görüntüler  farklı olsa da bunların aslı sudur. Su donup buz şeklinde taayyün eder. Buzun bu kendisine mahsûs taayyünü erimedikçe onda mahpûs olan su tam olarak deryâya kavuşmaz.  Bundan dolayı belki suyun buza iştiyâkı, kendi nefsine iştiyâkıdır. Çünkü Resûlulluah efendimiz (sav) Deccâl’den bâhis olan hadîs-i şerîfinde “Sizden biriniz ölmedikçe Rabb’ini müşâhede etmez” buyurdular. Şu hâlde kulun, ölüm vaktinde hâsıl olan hâs kavuşmaya iştiyâk göstermesi lâzımdır. Tâ ki Hak onun iştiyâkından daha şiddetli bir iştiyâk ile ona iştiyâk göstersin. Ve ölüm aslında tabîat perdelerinin ve kesîf beden hükümlerinin kalkmasından ibâret olan bir hâl olduğu için bu hâs kavuşma, hem irâdî ya’nî tercîhli ölümü ve hem de tabîî ya’nî kaçınılmaz olan ölümü ihâta eyler. [Ş. Ekber]

Cennet gömleği olursa çekeyim yırtayım

Kavuşma ânında perde ola gömleğim

Sadreddin Konevî, Hz. Pir-i Destgîr-i Münîr Mevlâna’yı hasta yatağında ziyaret etmiş ve kendisine acil şifalar dilemişti. Bunun üzerine Hz. Mevlâna bakın ne buyurmuşlar: “Bundan sonra Allah sizlere şifa versin. Âşıkla maşuk arasında kıl kadar gömlekten başka bir şey kalmadı. Bunu da soyup çıkarmalarını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musunuz?”

Bir ucu gösterilen mânânın, âşinâ gönüllerde doğması için, Vâridat şerhinde geçen, ilim şehrinin kapısı sultanın dilinden pek müfîd bir nazım ile devam edelim.

Hz. Ali Efendimiz’nin (kv) bir nutk-u şerîfinin izâhâtı:
في تحقيقنا غير مائيه وغيران في حكمي دعته الشرائع

İmam-ı Ali kerremallahu vechehul-âli saadetle buyurur:

Ve mâl-halku fi’t-timsâli illâ ke-selcetin
Yani: Timsalde cümle varlıkların vücûtları kara benzer. Müstakil vücutları yoktur. Karın vücudu suyun vücudu olduğu gibi. Halk da böyledir. Vücutları Hakk’ın vücududur. Müstakil vücutları yoktur.

Ve ente leha’l mau ellezi hüve nâbiu
Hâlbuki sen de kar olmuş o kaynak suyuna benzersin. Su, kar sûretiyle zâhir olduğu ve karın kıyamı su ile olduğu gibi halkın zuhuru ve kıyamı dahi Hakk’ın vücududur.

Ve mâ’s-selcu fi tahkikina gayre mâihi
Hakikatte ve işin aslında kar suyun vücudundan başka bir şey değildir. Suyun kendisidir, görünüşüdür. Ancak su havanın soğukluğu ile kar sûretinde görünür. Su adı gizlenir, kar adı zâhir olur. İşin aslında aynı şey olduğu gibi halk dahi Hakkın zuhurudur. Hak Teâla her yüzden cilve-gîrdir. O cilvelerine halk adı verildi. İşin aslında Allah’ın zâtından başka zât yoktur. Cümle halk adı ile görünen kendi cilvesi, tecellisi, zuhurudur.

Ve gayre ennehu fi hükmin dâethu’ş-şerayi
Şeriatte ve zâhir ahkâmda kar ve su birbirine aykırıdır. Zira su ile taharet olunur, kar ile taharet olunmaz. Kardan başka su bulunmazsa ve karı eritecek şey yoksa teyemmüm caizdir. Karın varlığı teyemmüme engel olmaz. Suyun varlığı engel olur. Bundan malum oldu ki, karın müstakil vücudu olmadığı halde şeriatın zâhirinde kara su demezler. İsimde ve görünüşte Hakk’ın cilvesi (latif tecellisi) olan halk, Hakkın zâtından başkadır. Halka Hak denilmez. Kar suyun mazharı ve sûreti olduğu gibi halk dahi Hakk’ın mazharı ve cilvesidir. Lakin bu halka Hak denilmez. Zira ma’duma mevcut (yok olana var) denilmez.

Ve lakin yezubu’s-selcu yurfeu hükmühu
Ve yudau hükmül-mâi ve’l-emrü vâkiu
Lakin kar eridiğinde kar adı ve taharete engellik hükmü kalkar. Su adı ve taharet hükmü konulduğu gibi insan da hakiki tevhide süluk ederek Allah’ın varlığında eriyerek yok olduğunda mevcud ve bâki olanın Hak olduğunu Hak şühudu ile müşahede eder.

Tecemmeati’l-ezdadü fi vahidi’l-baha
Ve fîhi telaşet fe hüve anhünne sâtıu
Yani: Hazret-i cem makamında ef’al ve sıfatın Hakk’ın zâtı ile kaim oldukları müşahede olunur. O mertebe tadılmadan hakiki tevhid zâhir olmaz.

İşte böyle efendim, filler türlü türlü, iz takip edilirse fiillerin neşet ettiği sıfatta çeşit daha az nitekim Zat makamına varıldığında ise kesretten vahdete erilir.

O’nun aynı da ğayrı da yoktur.  Buhârın vücûdu, lâtîf oluşunun kemâlinden dolayı görünmez. Bir mertebe yoğunlaşınca bulut ve bulut yoğunlaşınca su; ve su donarak yoğunlaşınca buz olur. Şimdi buzun esâsı buhar olmakla berâber, onun belirmesi buharın gayrıdır. Çünkü buhar, aslâ buz gibi kesîf bir belirme sâhibi değildir; o sûretsizdir. Ve aynı şekilde buz, suyun donmuş halinden ibâret olduğu halde, suyun aynı değildir. Çünkü su ile görülen işler buz ile görülemez. Su başka, buz başkadır. Velâkin gerek suyun ve gerek buzun vücûtları buharın zâtından gayrı değildir. Bu i’tibâr ile buharın aynıdırlar. Bundan dolayı bunların arasında hem aynı oluş ve hem de gayrı oluş mevcût ve gerçektir.

Buhar yoğunlaşınca su olur ve su yoğunlaşınca buz olur. Suyun ve buzun vücûdu buhârın vücûdudur. Buz eriyince su ve su buharlaşınca buhâr olur. Bundan dolayı buzun şânı helâk olmaktır. Oysa helâk olucu olan buz, buhârın indinde hem mevcût ve hem de mevcût olmayandır. Ve onun şânı, yokluk içinde varlıktır. Bununla berâber bu iniş ve çıkışta buhârın zâtı değişmiş değildir. Hakk’ın latîf olan mutlak vücûdu, her bir ismin gereklerine göre, o kesîf sûrette belirmiş ve kayıtlanmıştır. El-Latîf olan buharın yoğunlaşıp, farz edelim küp şeklinde ve diğer şekillerde dondurulması gibi. Buzun vücûdu algıda mevcût ve görülebilir ise de, latîf buharın o şekilde kayıtlanmasından ve belirmesinden oluşmuş izâfî bir vücûttur. O belirginlik ve kayıtlanma zâil olunca, mutlaklığa döner. Bundan dolayı buzun vücûdu bir hayâl olup, onda kendini göstermekte olan hakîkat latîf olan buharın mutlak vücûdudur.

İşte bu misalerle de açıkça görüldüğü şekilde bu var edilmişler âleminin hayâl olduğunu ve hakîkat yönünden Hak olduğunu zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayıp idrâk ederek anlayan kimse, yolun sırlarına hâiz ve hâlin hakîkatine vâkıf olur. Ve Allâh’ın yolunda murâdınca gitmeye muvaffak olur.

Hayır ve şer ALLAH’tandır zîra suyu buz yapan da güneştir buhar yapan da…

Hakikatte hal böyle olunca, Rabbimizin de bizden muradı O’nun büyüklüğü karşısında buz gibi olan benliğimizin erimesidir. Onun ilâhî varlığı karşısında aczimizi, mahviyetimizi anlamaklığımızdır.

Verirler “ben acizim, kudret senin” dedikçe…

Verenin şânı büyük, sen iste istedikçe…

Tevbe ile yıkayıp aslına döndürdüğümüz muhabbetimiz nefsin ve alemin dertlerine şifâ olsun niyazımızla mektubu burada sırlarken imdâd erişir feryâdımıza:
Aradığın su, düştüğün kuyudadır!


Kendi çukurunda kuruyabilir insan ummana karışamadan
Sen cansın özünü ten bilirsin

Katında su var susuz ölürsün

Tel tel iplik iplikte dikseler ağzımı, secde yerinde nabzımı yoklayanlar tek bir nefes duysa: Kendi benliğimi ifnâ, kendi varlığını icrâ eyle: “Al beni benden; kayd-ı bedenden, ayırma senden”

Hümâ-yı ‘ışk-pervâz ol gel ey cân murg-ı tenden geç

‘Alâ’ikden mücerred ol yüri kayd-ı bedenden geç