Sorarlarsa niçin mestsin

Ve şüphesiz ki sen (insanlığa örnek olacak) pek büyük bir ahlak üzerindesin [68:4]

ayet_naat

“Ve sen elbette yüce bir ahlaka sahipsin” çünkü sen, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmışsın, kutsî destekle pekiştirilmiş, bir ile bir hoş olmuşsun.

Bize emanet buyrulan destûr belli: “Tahallâku bi-ahlâkıllâh ve tahallâku bi-ahlâkı Rasûlüllah” Yani: Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanın ve Rasûlüllah’ın ahlâkı ile ahlâklanın” Bu minvâl üzre: Allah’ın ahlâkı, celâl ve cemâl sıfatlarıyla her mertebede o mertebenin gereği olan adaleti yerine getirmektir. Buradan bakılınca öyle bir ayna olmalı ki, Hakka muhabbet, halka insâf, düşmana hilm, dosta vefâ, nefse inzibat, dervişe sehâ, âlime tevâzû, câhile sükût gösterebilsin.

Hz. Peygamber’in ahlâkı ise daha ziyade muhabbet ve merhamet üzeredir. Bu tarife hakkıyla uyanların hali de belli: “Hakka muhabbetle ubûdiyet, mahlûkâta şefkatle hizmet”

Dünya gözüyle “yaratılmışların en hayırlısını” göremeyenler için, Habibeti Habibullah olan O’nu tarif için: “O’nun ahlakı, hayat tarzı Kur’an idi” buyurmuştu hani… hem belki işte bu hoş hali tefsir için indi yere Kur’an!

Mirâcını keşfetmeye çıktı göğe İsa
Evsâfını neşretmeye indi yere Kur’an

Kur’ân-ı nâtıkın ﷺ  tefsîri içün
Kur’ân-ı sâmiti inzâl eyledi Subhân

Hakk’ın zatından zuhura gelmek itibariyle ikiz kardeş olan “Kur’an” ve “insan”dan; Kur’an-ı Kerîme ALLAH’ın kelamı “Kelâmullâh” denmesine karşılık; hakiki insan, mutlak kul olana da “Habîbullâh”, ALLAH’ın habîbi ve “Kur’an-ı natık” yani “konuşan Kur’an” makamı takdir edilmektedir.

Sen O’na korkma de Kur’an‐ı natık, 
Gönül ka’besine gir ol mutâbık,  
Devreyle ol Ka’benin etrâfını,  
Devrederler bir gün gelir şems‐i zâtını

hulusi_1

Habîb-i Kibriyâ efendimiz, sözü süzerek, mânâyı inci gibi dizerek O’nu tasvir eden şairine, şahsına ve sanatına o derece kıymet verirmiş ki şiirlerini okuması için ona Mescid-i Nebevî’de hususî bir minber dahî tahsis etmişti.

Peygamber şairi Hassân bin Sâbit hazretlerinin aşkına Hulusi Yazgan Efendi’nin (v. 1940) mâil kıt’a formundaki şehâdetiyle başlayalım, yazının ve sözün güzeliyle olan seyr ü seferimize:

Akla sen gelirsin güzel deyince
Senden daha şirin doğmadı bence
Bütün kusurlardan arıtılmışsın
Sanki yaratıldın kendi gönlünce

وأَحسنُ منكَ لم ترَ قطُّ عيني
وَأجْمَلُ مِنْكَ لَمْ تَلِدِ النّسَاءُ

خلقتَ مبرءاً منْ كلّ عيبٍ
كأنكَ قدْ خلقتَ كما تشاءُ

Görmedi senden güzel bir cism-i âlî gözlerim
Etmedi senden güzel tevlid, evlât bir ana
Ayb u noksandan berîsin yâ Rasûlallah sen
Sanki arzu ettiğin surette halketmiş Hudâ

O’nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse: “Ben, gerek O’ndan önce ve gerekse O’ndan sonra, Resûlullah gibi birisini görmedim…” demek sûretiyle O’ndan bahsetmek hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi. Allah’ın salât ve selâmı O’nun üzerine olsun…

Salavat-ı şerifeden yayılan letâfete tutunarak, O nurdan derin bir nefes alıp etrafımızı ibret gözüyle seyredelim hele…

Baharla birlikte mahlukatta bir hareket başlar, içi içine sığamaz olur, tomurcuklanır değil mi? İşte âlemde şâhit olduğumuz bu hareket, bu devran hep tekâmül içindir, kemale doğru. Her nokta cevvâl, her zerre râksan, uçup giderler visale doğru. Kemâl kimin, visal kime?… Sana kavuşmaya, karışmaya can atarlar hepsi, nerede bir sevilen varsa ancak Sen. O’nun alem-i imkan içre sevgilisi ancak Sensin, hep Sen!

Her zerrede şevk-i sermediyyet görünür
Mahz-ı ezeliyyet ebediyyet görünür
Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte
Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür

Tabiî, ezelde aşk vardı. “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l-eflâk” de kâinatın aşk için halk edildiği, bu kitabın aşk ile yazıldığı meydanda Eşrefoğlu Sultanım aşk ile buyuruyor:

Yoğ idi levh u kalem aşk var idi
Âşık u maşuk u aşk bir yâr idi
Aşk u âşık u maşuk bir iken
Cebrâil ol arada ağyar idi

Sen buyurmasaydın: “Sevdiklerinize sevginizi izhâr ediniz” nasıl cür’et ederdik huzura çıkmaya, yolundan evvel giderek erenlerden duymasaydık: “Sevdiğimi söylemezsem, sevmek derdi beni boğar” itirâfını nasıl cesâret bulurduk söz dizmeye…

mustafa_rakim_1

Basmasa mübârek kademin rû-yi zemîne
Pâk etmez idi kimseyi hâk ile teyemmüm

İşte size Mustafa Râkım Efendi (v. 1826) marifetiyle süslenmiş bir güzel beyit: Âşıklarının nazarında “toprak” onun mübârek kademiyle “su” gibi azîz ve teyemmüm edilebilir olmuştur.

mustafa_izzet_1

Kazasker Mustafa İzzet Efendi (v. 1876) sülüsüyle taçlanan bir kıtada ise toprak, O’nun mübârek bedenini muhafaza ediyor olmakla, feleklere, göklere karşı iftihâr etmektedir. Cebrâil (a.s.), O’nun ravzâsını ziyâret edip “Burası Adn Cenneti’dir, ebedî kalmak üzere oraya girin [20:76]” buyurmaktadır:

Ol Resulü müctebâ hem rahmeten lil âlemin
Bende medfûndur deyu eflâke fahreyler zemin
Ravzâsın ziyaret edipte Cibril-i Emîn
Hazihi Cennet-ü Adnin, fedhuliha halidîn

sami_efendi_talik_1

Gelin şimdi de O güzelin, güzelliğiyle güzelleşelim de Şâir Ali Rûhi Bey dilinden (v. 1890) Sami Efendi elinden (1912) ta’lik levhaya aşk edilen naat-ı şerifi birlikte okuyalım:

Çıktın şeb-i mi’rac’dâ eflâke ey reşk-i melek
Yûnus’la fark-ı rif’atin beyne’s-semâû ve’s-semek
Envâr-ı subh-i vuslatın vecd-âver-i ehl-i yakîn
Deycûr-ı şâm-ı firkatin zulmet res-i erbâb-ı şek
Zâil olur mû dîdeden eşkimle nakş-ı ârızın
Kâbil değildir eylemek, âyîneden timsâl-i hâk
Makbûl olursâ eyleyem îsâr, cism û cânımı
Bir çâker-i memlûk içün çok mû fedâ-yi mâmelek
Rûhî, hayâl-i Mustafâ olmuş sanâ ni’me’r-refîk
Her kande azm eyler isen, azm eyle, Allâh ma’ek

Mealen buyuruyor ki Hazretim: Ey melekleri kıskandıran! Mi’rac gecesi göklere çıktığında, Yûnus Peygamber’le aranızdaki mânevî yükseklik farkı, arş ile ferş arası (gökyüzüyü nerde balık nerde) kadardı. Senin Allâh’a varışının sabahındaki ışıklar, Mi’racından şüphe etmeyen inananlarını, vecde getirdi; ayrılık akşamının karanlığı da şüphe edenlerin karanlığını götürdü. Gözdeki tasavvurun gözyaşlarımla geçip gider mi? Aynada görünenleri kazımak ne mümkün… Eğer makbûl olursa, rûhumu ve bedenimi uğrunda saçıp dağıtayım; bir köle için efendisine her şeyini fedâ etmek çok mu? Rûhî, Habibin Mustafâ’nın hayâli sana ne de güzel yoldaş olmuş artık her nereye gitme kararındaysan, durma; Allah beraberindedir, sevdiğin yanındadır.

yesarizade2

Ey mahrem-i bî-müşterek-i kurb-i Hudâ!
Dilden eserin itmesün Allah cüdâ
Her zerre-i hâk-i kadem-i hazretine,
Cânım da fedâ, ben de fedâ, ten de fedâ

Söyleyeninin rengine boyandığı bir başka na’t kıtası da, gene hat san’atının kutuplarından biri olan Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi’nin (v. 1849)  hüneriyle gönül tellerimizi titretiyor, gözlerimizi aslına ülfet ettiriyor: “Ey Allah’a yakınlıkta, mahremiyette ortaksız, benzersiz olan! Senin tesîrini Allah gönülden uzak etmesin. Ayağının tozunun her zerresine rûhum da, bedenim de, benliğim de fedâ olsun!”

Çırçırlı Ali Efendi’nin (v. 1902) gönlüne düşen celî sülüs levhasından ise hitamuhu misk olacak inciler saçılıyor:

fahri_alem_1

Fahr-ı âlem enbiyânın zât-ı müstesnâsıdır
Sırr-ı âyât-ı nübüvvet lafzının ma’nâsıdır
Oldular bir hüccet-i pâkize cümle enbiyâ
Hatm ile zât-ı Muhammed Mustafa imzâsıdır

Huzurlarınızdan ayrılmadan evvel Müderris Ömer Ferîd Kam (v. 1944) merhumun o harikulâde rubaisi içre inşâ edilen Hamid Aytaç’ın (v. 1982) ta’lîk levhâsına bakarak, sahibimizin kerem kapısında, safa nazarlarını bekleyip şefaat dilenelim:

Bir mislini getirmiş olsaydı kilk-i kudret,
Beytü’l-kasîd olurdun manzûme-i cihanda!
Mısra’ısın ki sun’un berceste tâ ezelden,
Ferdiyetinle kaldın divân-ı “kün-fekân”da!

h_aytac_1

Kudret kalemi senin bir mislini getirmiş olsaydı, sen yine cihan manzûmesinin “beytü’l-kasîd” (en güzel beyti) olurdun. Sen sun’un “berceste bir mısra’ısın” (En yüksek ma’nayı ihtiva edensin) Bu yüzden “Kün-fekân” aleminde (mahlûkat aleminde) ferdiyetinle, biricik olduğun halinle kaldın!

Aşk olsun efendim, sahibin.d.e…

Ummandan inciler

Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resûlünde güzel bir örnek vardır. [Ahzâb:21]

Akla sen gelirsin güzel denince
Senden daha şirin doğmadı bence
Bütün kusurlardan arıtılmışsın
Sanki yaratıldın kendi gönlünce

Altı asırdır dillerden düşmeyen bir şiirden, Kaside-i Bürde’den gönlümüze düşenleri, gönlümüzden çıkmayanlarla paylaşmak muradındayız. Çün Bûsîrî hazretleri bu kasîdesinde Hz. Peygamber’in aşkıyla coştukça coşmuş ve bir bakıma İslam’ın destanını yazmıştır. Öyleyse gönül konuşunca dile susmak düşer…

Dünya dedikleri nedir ki? Mayası yokluk, mutlak gerçeğe göre sadece bir hayal, gerçek saadetten uzak, envai çeşit elem ve kederle ağzına kadar dolu küçücük bir cisim. Bundan ortaya çıkan ihtiyaçların, zaruretlerin, hatrına dünyânın yaratıldığı O Sultân’ın meylini çekmesine imkan ve ihtimal var mıdır? Değil dünyanın zaruretleri, dünyanın kendisi hatta dünyanın içinde bulunduğu kainat bile varlığını O’na borçludur. O olmasa bu varlık hayat bulamazdı.

kaside_burde

Ya şefia’l müznibîn, yâ rahmeten li’l-alemîn
Katre-i nurundan olmuş halk-ı eflâk u zemîn

♥ Ve keyfe ted’û ile’d-dünyâ zarûretü men
♥ Levlâhü lem tahruci’d-dünyâ mine’l-‘ademi
Kendisi olmasaydı, dünyanın yokluktan varlık alanına çıkamayacağı bir zat-ı şâhanenin çektiği sıkıntı, görünüşteki yoksulluğu, O’nu dünyaya nasıl bağlayabilir ki…

Dünya ne oluyor ki, O ona muhtaç olsun
Dünya O’na muhtaç ki, O’nun için değil midir varoluşu, yokluktan çıkışı?
***
Vahdet sarayına mahrem olanın,
İlhamını dâim Arş’dan alanın,
Hatrına dünya yaratılanın
Hak’dan başkasına meyli mi olur?!
O en büyük hazzı kullukta bulur
***
Muhammed batında hem de zuhurunda güzeldi,
Az bir kuvvetten başka dünyada meyli olmadı,
Duruşuyla, gönüllerin en zengini ve en kanaatkârıydı.
Bazen gizli bazen açıktan, âlemin süslerini reddetti,
Ne bir an ne de bir zaman dünyaya el açmadı,
Nasıl çağırır dünya O’na muhtaç,
Zira, O olmasaydı dünya yokluktan kurtulamazdı

Fahr-i Cihân Efendimizin cihana gelmesi mukarrer olmamış olsaydı, dünya yokluk deryası içinde madum ve ebedi yokluk mühriyle mahtum ve mektum olurdu. Hadisi Kudside levlake levlak lema halaktul eflak (Habibim Muhammed, sen olmasaydın ben alemleri yaratmazdım buyrulmuştur)

İsrâ gecesinde Cenab-ı Mevla, Resulü Ekrem’e şöyle ferman eylemişti:
– Halaktehu li-eclik  خلقته لاجلك
(Bu gördüğün kevn ü cihânı senin için halk ettim)
Resul Ekrem Efendimiz cevaben şu cümleyi arz etti:
– Terektehu li-eclik  تركته لأجلك
(Ey Rabbim! Ben de senin için terk ettim)
“Bilâ harf u savt” duyanlar duydu…
Deprenmeden dil dudak, sözü işiten gelsin…

♥ Muhammmedün seyyidü’l-kevneyni ve’s-sekaleyn
♥ Ve’l-ferikayni min urubin ve min acemi
Hz. Peygamber iki dünyanın övüncü, insanların ve cinlerin, Arap ve Arap olmayan her iki kesimin de efendisidir.

O ism-i pâkin muhatabı olan ferman-ı levlake’nin bastığı toprağın her zerresi göklere gıpta ettirecek bir iftihar olanın, O Cenab-ı Girdigâr’ın mahbubu, O alemlerin Rabbinin Habibi, O iki cihandaki sırların kâşifi, O kainatın karanlıklarını aydınlatan nurların nâşiri, O mahşerin dehşet veren gününde her günahkarın şefaat umudu, Muhammed Mustafa Ahmed-i Muhtar(sav) ki ezeli ve ebedi bütün selamlar, sonsuz salat ve dualar, sığınma yerimiz olan risaletinin üzerine olsun.

O’nun adı anıldığında hikmet ummanı coşar dalgalanır, O şefaat sahibinin cömertliği müminlerin ve sadıkların kalplerine rahmet yağmurları gibi yağar. Zemin ve eflak devre başladığı günden beri hiçbir insan O’nun gibi Vahdaniyet’i (Birlik Sırrı) neşir ve ilân edemedi. Hiçbir insan O’nun sonsuz ve sınırsız kemâline erişemedi. Hiçbir insan bu cihanda O’nun gibi takdis olunmadı.

Kadın ve erkeklerden niceleri şu köhne dünyada bir dakika dahi boş kalmaksızın her an her saniye O’nun adını zikrederek O’na salat ü selam getirir. Böylece kalplerini saadet nuruyla tenvîr ederler. Cihânın manevi halini tecdid ve ihya ederler.

Zâtıma mir’at edindim zâtını
Bîle yazdım âdım ile âdını
buyrulmuşken O’nu olduğu gibi anlatmak hiçbir ağzın, hiçbir kalemin haddi değildir. O’nu tarif ve tavsif etmeye hangi kalem kâfi, O’nu tezekküre hangi akıl ve deha kadir olabilir? Bu babda aczini izhâr da bir fazilettir.

Bu dünyanın ve öte dünyanın, göze görünür- görünmez yaratıkların,
Acemin, Arabın, bölük bölük bütün insanlığın Hz. Muhammed’dir başı
***
Hz. Muhammed (sav) Hakk’ın sesidir,
Her iki dünyanın efendisidir.
Arap-Acem O’nun bir bendesidir.
Zaman o gül gibi gül görmüş değil
Sen de o güzelin önünde eğil!
***
Muhammed kurtardı bizleri kaydırıcı sapkınlıktan,
O’dur bize cömertçe ikram eden cömert kişi,
Kalbin ölüşü can bulur hidayetinin nuruyla,
Farz olan övüncümdür, onu sevmeyi seviyorum
Yarın kıyamet gününde “bana yaklaş” der belki,
Muhammed âlemlerin, insanların ve cinlerin Efendisidir,
Arap’ın ve Arap olmayan bütün fırkaların da Efendisidir,

♥ Hüve’l-habîbü’l-lezî türcâ şefâatühü
♥ Li külli hevlin mine’l-ehvâli muktehımi
En şiddetli korkuların sığınma yeri Fahr-i Âlem, Nebi-i Zîşân, Habib-i Yezdân (sav) efendimizin şefaatini umut etmektir. O korkular insana öyle hücum eder, öyle saldırır ki küçük düşürür.

İnsanın aklı ne kadar parlak ve büyük ise dünyada ve hatta ukbada onu bekleyen tehlike de o kadar büyük olur. Bu tehlikenin farkında olmayan gafiller için sonuç vahimdir. Dünya hayatında insanın asla peşini bırakmayan üç azılı düşmanın; nefis, şeytan ve şeytanlaşmış insanların hileleri müslümanın attığı her adımda binlerce pusu gibidir. Bu tuzak ve tehlikelerle yaşamak durumunda olan insan, karanlıkları aydınlatacak tek meşalenin zekâsı olduğunu zanneder. Oysa zekâ istikbâlin karanlığını, geleceğin belirsizliğini keşfetmekte acizdir. Hangi kararın müteselsilen hangi sonuçlara yol açacağına dair ince sınırları anlamakta naçizdir.  İşte bundan dolayı günah vartasına düşmemek, hatalardan korumak, iki cihan saadetine erişmek için tek çare şeriat-ı garra’nın yüce hükümlerinin kabul ve icrası, vesile-i şefaat-i Ahmedî umududur. Merhamete, vicdana, mantığa dayalı adaleti olan her insaf sahibi Kur’an-ı Azim’in herhangi bir sayfasını açıp okusa oradaki emir ve hikmete göre hayatını düzenlese musibetleri def etmeye saadetlere nâil olmaya muktedir olur, bi iznillah…

O öyle sevgili bir peygamberdir ki (kıyamet günü) dehşetli korkulardan herhangi biri hücum ettiği zaman O’nun şefaati umulur.

Her yönden hücum eden korkunun türlüsünden
Ancak O Sevgili kurtarabilir bizi, O’nun merhameti, O’nun şefaati
***
Hakk’ın Habibi’dir dertlere derman,
Şefaat yetkisi elinde ferman,
İmdada yetişir dilediği an!
Mahşeri andıkça sarar bir sızı,
Kurbanın olayım unutma bizi.
***
Muhammed’in şeriatı duruşuyla yücedir.
O emindir ve Ona uymak, kulun emniyetidir,
O bir kahramandır ki ululuğu yayılmıştır,
O şecaatte kahramanlıkları aşmıştır,
Topluluğu çağırdığında icabet edilendir,
Muhammet şefaati arzulanan Hakk’ın sevgilisidir,
Bütün korku ve sıkıntılar Onunla yok edilir.

♥ Ve küllühüm min Resûlillahi mültemisün
♥ Gürfen mine’l-bâhri ev reşfen mine’d-diyemi

Enbiyânın hepsi de Allah Resulünün irfan ummanından bir avuç veya kerem yağmurundan bir yudum su talep ederler.

Fahr-i Kâinat efendimize verilmiş en büyük mucize Kur’an-ı Kerim’dir. O Allah’ın kelâmıdır. İçindeki anlam derinliği okyanuslar gibidir. Hakikat ve batınını idrak; insan algısının ötesindedir. Bahşettiği saadet, feyizler saçan yağmurlar gibidir. İşte bu yüzden kendileri de vahye mazhar olmalarına rağmen enbiyayı kiram, göklerin ve yerin sultanı olan Efendimiz hazretlerinden kerem ve hikmet ister, O’nun sonsuz ve sınırsız nurundan bir parça beklerler. Gerçi bir avuçluk beklenti az gibi görünüyorsa da o bir avuç eğer Kur’an’ın irfanından, hikmetinden, kereminden saçılıyorsa bir deryâ olacaktır.

Ve hepsi umar ve bekler, Allah’ın Resûlundan;
Denizinden bir avuç su;
yağmurundan bir damla su yollamasını..
***
Bütün nebilerin sensin ulusu,
İrfan denizinden avuç dolusu
Kerem sağanağından bir tek yudum su
İstiyorlar senden yâ Resûlallah!
Sunuver kansınlar, elhamdülillah.
***
Muhammed’den nur ehli nurlarını alır,
O’nun ilminde bütün insanların ilmi kaybolmuştur,
O’nun yeri kutsanmıştır, hazret olmak ona uygundur,
O’nun ulvî mertebesine ulaşmaktan ümitleri kestiler,
Miraç’ta imamlık yaptı onlara arkadaş oldu
Bütün Allah resülleri hepsi ricada bulundular,
Denizinden bir avuç ve yağmurundan bir yudum içmek için

pbuh
Ey müminler! Ey istikamet sahibi olan güzel bahtlılar!

O Fahr-i Kâinat baştan başa güzellikle kaplanmış, tebessümle nişanlanmıştır. Şimdi sen O sultanın hatrına, Halık’a kulluğa mâni, mahlukata hizmeti kesintiye uğratan lezzetlerden kesil de O irfan okyanusuna, arzu ettiği kadar salat ve selam getir, dilediğin kadar medhet, böylece kendini ihya etmiş, aslına yaklaşmış olursun.