Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmiyedincisidir.
Bahr-i ehâdiyetinin celâl ve cemâl dalgalarıyla cümle mükevvenatı zâhir eyleyen, şuûnat-ı ilahiyesinin hikmetleriyle hâdisâtı terkip eyleyen, ilm-i ezelisini ve hakâyık-ı rabbaniyesini istediğine istediği şekilde tâlim edip hak ve hakikate arif eyleyen, ma’rifetullahını ve ilm-i ledünnünü ikram ettiği kullarından seyreyleyen, muhabbet üzre yarattığı âlemi ilmiyle, ilmini de rahîmiyyet ve rahmaniyetiyle setreyleyen, kullarını letâfet ve kerâmetle kendisine sırdaş ve kurbiyyetine mazhar eyleyen, Subhân, Burhan, Deyyan, Hannan, Zü’l celâl-i ve’l-ikram Mevlâ-yı müteâl, Hak celle ve âlâ hazretleri’ne tecelliyatı adedince yani nihayetsiz ve hudutsuz hamd ü senâ olsun.
Nur-i evvel, ba’si âhir, enbiyânın âzâmı, Cenâb-ı Hakk’ın yegâne abd-i hâssı, serdefter-i mahlûkat ve ekmel-i mevcudat, Hazret-i Kurân’ın mazharı ve Kur’an’ın tecessüm etmiş hazret-i insanı, efdalu’l beşer, “leamruk” hitâb-ı ilahiyesiyle ömrüne kâsem olunmuş, ayrıca yaşadığı asra ve mekana Mekke-i Mükerreme’ye kendi vesilesiyle kâsem edilmiş, “Vedduha” vahy-i ilahisiyle cahiliyet zulmetini nuruyla tenvir eden, vechine tazim edilmiş, nübüvvetine bizzat Allah Teala’nın şahit olduğu ve kendisine kâfi olduğu kelam-ı kadiminde ebediyyen ilan olunmuş Resul-i Kibriya aleyhi ekmelu’t tahiyya, Hazret-i Eba’l Kasım Muhammed Mustafa’ya Cenab-ı Hakk’ın salat ü selamları adedince salat ve selâm olsun. Âline, ezvâcına, hulefâsına, ashâbına ve etba’ına kabul olunan salat ü selamların nurundan ikram ve ihsanda bulunulsun.
Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhû,
İhsan Efendi oğlum, Cenab-ı Hakk kendi hususi tevfikini ve ilm-i ledünnünü sana refik eylesin. Bu refâkâtle sırat-ı müstakiminde sabit kadem eylesin. Âfiyette olduğunun haberini almak fakîri ziyâdesiyle memnun ediyor. Cenâb-ı Hakk sıhhat ve âfiyette dâim eylesin, kalbini dâimâ zevk-i mânevî ile mesrûr eylesin.
Evlâdım İhsan Efendi oğlum, size telkin olunan altıncı esmâ, seyr-i sülukunuzda çok mühim bir safhaya işaret etmektedir. Öncelikle Cenab-ı Hakk vird edindiğiniz ve size telkin olunan bu esma-ı ilahiyenin sırrını takdis eylesin ve bunrla zahirinizi, batınınızı tenvir eylesin. Bu niyazdan sonra bu ismi ilahiyenin esrarı ve ahvali hakkında mülahazada bulunmak zat-ı aliniz için faideli olacaktır.Allah Teala Hayy ve Kayyum’dur. O ölümsüz diridir. Zâtıyla Hayy’dır. Hayatiyyet O’ndan gelir. O’nun hayatiyyeti gelip geçici, zevâl bulan değildir. Cenab-ı Hakk Kayyûm’dur. Her şey O’na muhtaçtır. O’nunla kâimdir. Cümle mahlukat ve mevcudat kâimliğini O’ndan alır ve O zat-ı ecel-i âlâ, mevcudat ve mahlukatının kâim olması için her ne türlü ihtiyaç varsa onu dahi kâim kılan Allah’tır. Meselâ insan vücudunu düşün. İnsanın vücudu ayakta durmak için yahut vazifesini yapabilmek için nelere ihtiyaç duyar? Nefes verirsin, alamazsan nizâm, intizam bozulur. Yemek, içmek, vücudumuzda ölen a’zaların veya hücrelerin tekrar yenilenmesi hep daimi bir ihtiyacın görülmesini mecburi kılar. İşte Allah Teala sadece bizi değil cümle mahlukatı ve bizde bulunan mevcudatı dahi halkeylemekle ve kâim kılmakla kalmamış ayrıca bunun için lazım olanları kayyumiyetiyle kâim kılmıştır.
Evlâdım, bunları hemencecik şöyle bir düşünesin diye arzeyliyorum, yani demek istiyorum ki kayyumiyetin sahası maddi, manevi cümle mevcudatı içine alır. Kaim kılacak ilmin de kaim olması icâb eder. Yani kayyumiyetin sırrında ve halinde i’dam (yok etme) ve icâd (yeniden var etme) vardır. Bu makam daimi tasarruf makamıdır. Bu makamın başı ile sonu arasındaki mesafe alemler arasındaki mesafe kadar geniştir ve bu esmanın mazharı olan ayrıca esmanın müsemması ile hemhal olan zevât-ı kirâm velayet mertebesinin ve Cenab-ı Hakk’ın tasarrufat-ı ilahiyesinin en büyük pâyesine erişirler.
Güzel evladım, aklın karışmasın, bu esma’ı zikreden her kişinin hemen o hal ile hallendiğini kasdetmiyorum. Lakin bu hal ile hallenen zevat-ı kiramın muhakkak bu esma-ı ilahiyyeden nasibdar olduğunu anlatmak istiyorum. Hani Hazret-i Pir Mevlana Celaleddin-i Rûmî buyuruyor ya: “Bir şeyi müşahede etmek veya bir güzelliğe mazhar olmak onun sahibi olmak manasına gelmez. O’nun sahibi birdir. Sen sadece onu görmüşsündür Bir güzel ceylanı sen uzaktan görürsün. Ama o görüşle ona sahip olamazsın. O kendi mekanına ve sahibine aittir. Bir göz değmesiyle şahid olduğun hemencecik senin olmaz.” İşte fakirin anlatmak istediği budur.
Hak ism-i şerifinin telkini sırasında mürşid, dervişinin hangi esmadan mezun olduğunu yani olcağını ayne’l-yakin müşahede eder. Altıncı esmâ, “Mardiyye” nefs tabakasının halinden nasibdar olmak ve neşesinden haberdar olmakla salike telkin edilen bir esmadır. Küçük lakin muhteviyatı açısından çok büyük bir hatırlatmada bulunayım: Bu ism-i şerifi zikrederken bu manaları hem fehmeyle hem de kendini kayyumiyete mutasarrıf olarak değil “Kayyûm” ism-i şerifinin sende tasarruf eylediğini düşünerek zikreyle. Bu mühim bir meseledir. Zira evham, vesvese ve ücub ki bu makamda varlık olarak kendisini gösterir, yakanı bırakmaz. Böyle düşünmek sana Cenab-ı Hakk’ın seni hayırlı hizmetlerde kullandığını, seni sende tasarruf eylediğini ve tasarrufatın sana ait olmadığını farketme hayrını ve bereketini getirir. Dervişin hizmet sahası bu esmanın tesiriyle zahir olur. Cenab-ı Hakk’a tam teslimiyet ve O’ndan razı olmuş halinin semeresi gene bu makamda zahir olur. Derviş Rabbinden razı olarak, O’nun rızasına muvafık hizmette daim olur. Bu esmâ dervişte müsemma haline gelir ise kişinin yaptığı hizmetler halkın nazarında o kişinin yaptığı hizmet gibi görünmemeye başlar ve ondan hizmet taleb edildiğinde herhangi bir minnet duymaksızın talebde bulunulur. Eğer salikin hizmetleri bu şekilde netice vermiyorsa niyetinde ve itikadında düzeltilmesi gereken şeyler olduğundan hususi dikkat ile muhasebe-i nefis yapılmalıdır.
Aynı size daha evvel arzettiğim gibi ağzındaki tadıyla, dimağındaki kokusuyla ve tam bir zevk içerisinde halkın eziyetlerini hiç görmeksizin kalbi safada, daima hizmette ve sevdiğinin kokusunu ve izini daima takib etmekte, velhasılı Cenab-ı Hakka tiryakilikle kulluk etmekte karar kılar. Hele kendini aradan çıkararak halkı ve halktaki tecelliyatı seyre muvaffak olursa o kişinin safasını hiçbir şey bozamaz.
İhsan Efendi oğlum, Kur’an-ı Kerim’i okurken veyahut da senin de söylediğin gibi tesbihat ile meşgulken müşahede ettiğin şeylere artık alışman icab eder. Lakin burada bir başka önemli husus daha var. Cinni tesirlere ve insanların sadrından gelebilecek olan vesveselere karşı dikkatli olmanız icab eder. Şimdi bu mühim meseleyi biraz daha geniş bir sahada tetkik etmek lazım.
Evladım, herhangi bir insan nefsanî bazı isteklerden uzaklaşarak yahut maddenin kesâfetinden bir parça perhiz ederek, hikmetlerle ve insanda mevcut bulunan bazı letâifle meşgul olarak değişik alemleri ve farklı sahaları müşahade edebilir. Zor bir mevzu’a girdik amma inşâallah içinden çıkabiliriz. Mevzu’muza dönersek, günümüzde diyar-ı Hind’de (Hindistan) yahut Çin ve Orta Asya’da bazı faaliyetler vardır. Bunlar insan vücud ikliminde bulunan, gözle görülemediği halde bedene muttasıl (bitişik) olan bazı kuvvetleri (elektrik veya enerji gibi gözle görülemediği halde bedende tesiri gözlenen latif kuvvetleri…) farkedip bunlar üzerinden bazı müşahadelere erişiyorlar. Bu seyr ü sülukla ve velayetle verilen halin bir nev’i zahir ilmidir. Bazen buldukları veyahut müşahade ettikleri şeyler, mana ehlinin müşahadesiyle benzeşir. Bu çok tabii bir hadisedir. Zira insanda ruh denilen bir kuvve vardır. İnsanî ruhun altında heyvanî, cemâdî ve nebatî ruh makamları vardır. Bunların hepsi insanî ruhla alışveriştedir. İnsanî ruh esmâyı talime muhatabdır. Yani isimleri öğrenir, hem Hâlık’a hem halka ait ne kadar esma ve ilim varsa bunların bilgisi insanî ruhta mevcuttur. Fakat bu bilginin hale dönüşmesiyle kişideki sultanî ruh, insanî ruhun makamına oturur. Yani kişi insanî ruhtan görünse de onda sultanî ruh hükümran olur ve ruh-u insanî bu ruha vezir olur. İşte tam bu buluşmanın evvelinde cemâdî, nebâtî ve hayvanî ruhların lezzeti ve seyir dairesi, insanî ruha rağbet eder ve onda buluşur. Bu buluşmanın neticesinde kendilerini ona teslim ederlerse insanî ruhta cem olan bu ruhlarla kişi müşahadeye ve hikmete mazhar olur. Ama cüz’i aklın dairesinden kurtulamaz. Karşıdakinin halini bilmek ve cümle cemadat, nebatat ve hayvanat alemiyle alaka kurabilmek hali de görülebilir. Ruhî kuvveler arasındaki irtibatı hissetme sadece insanla değil taşla, toprakla, nebatatla, hayvanatla ve henüz sultanî makama çıkmamış insanlarla farklı bir alemde bilişme ve buluşma hali zuhur eder. Ne kadar bilirse bilsin bu, Halık’ın mahluka vermiş olduğu ve neticede gene mahluk olan, mahlukiyet çerçevesinde kalan bir ilimdir.
Seyr-i sülukta, sultanî ruhun, insanî ruh üzerinde hükümranlığı böyle değildir. Çünkü sultanî ruh, aynı adilâne bir padişah gibi vücudu işgal etmez, vücud iklimini fetheder. Bu fetihle hem zahiri hem batini mukavemet bulur. Alemler arası irtibatı kuvvetlenir. Fakat alemler arasında kaybolmaz. Bu ilim mahlukî değildir. Hâlık’ın yani rabbül alemin’in ilmi ledünnünden o kişiye mahsus verilmiş baki bir sırdır. Böyle olduğu için de bu nur, Cenab-ı Hakk’ın kabz-ı ilahisindedir. (Yani o ilmi Allah Teala muhafaza eder.) Fakat diğerinin edindiği ilim evhama ve gözle görülmeyen diğer alemlerde bulunan cinnî ve şeytanî tecavüzlere açıktır. Kişi esma-ı ilahiyenin zahiriyle meşgul olup kendi varlık perdesiyle bu manayı maddileştirirse her ne kadar meşgul olduğu saha latif olsa da bu mananın düşmanı olan veya hırsızlığını yapan sahadan emin olamaz. Seyr ü sülukta derviş kesafetini (maddi yoğunluğunu ve kalıbını) letafete (mananın inceliklerine, maddi ağırlıktan kurtuluşun hafifliği ve hürriyetine) çevirirken maddi sahasını bozmadan bunu yapar. Bundan dolayıdır ki, o letafetteki derinlik maddi sahada onu zayıflığa sevk etmez. Tam tersine mukavemetli kılar. Yani bedenen de mukavemeti artar. Böyle olduğu için içerdeki zenginliği artarken zahirindeki koruması da aynı şekilde artar. Lakin diğer sahada içteki zenginliği artırmaya çalışanlar farkında olmadan kendilerindeki zahiri emanetleri ve bedeni mukavemeti zaafa uğratırlar. Vücudun bu sahadaki düşkünlüğü, gözle göremediği başka sahalardaki tecavüzü o kişinin vücud iklimine dahil eder. Yani dışarıda bir necaset vardır. Eline bulaşsa yıkayıp atarsın. Fakat o necaseti kan damarlarına zerk etseler halin nice olur? İşte bu sebepten dolayı insanda emanet olan manayı çalan ve onunla geçinen bilhassa cinnî hırsızlar artık o insanda mesken tutarlar. Kendilerince altın yumurtlayan tavuğu kesmezler. O kişiyi vesvese ve evhamla bazen besler bazen de kanını emerler. İşlerine yaramayıncaya kadar böyledir. Ne zaman ki o kimse artık kendindeki cevheri de kaybedecek derekeye düşer işte o zaman kafir cinnîlerin ve şeytanın maskarası olur.
Mesela falanca bir Hindu’ya gidersin. Eline bakar, alnına bakar, mabadına bakar, ayaklarına bakar ve bazı şeyler söyler. Söylediklerinin kısm-i küllisi senin de bildiğin şeylerdir. Ama o senin esas vücudunla tenin arasında yansıyan perdeden bunları okur da söyler. Çünkü dedik ya, insanî ruh bir çok ilmi bilir ve bu biliş kendisine bitişik olan bedene yani cemadi, nebati, hayvani ruh alemlerine toprak, su, hava ve ateşten terkip olunmuş mizacına muhakkak yansır. Onlar mahluktan yansıyanı görürler. Mahluktan yansıyanı söyleyince sen onları ilim sahibi zannedersin. İşte tam bu esnada sana Halık’tan haber vermeye kalkarlar. Tâbi olanlar perişan olur. Sadece fani aleme bitişik olan mananın yansımlarıyla ömrünü harceder. Sonra da hilkatin bile sırrını çözemeden Halık’ın sırrına mazhar olduklarını zannederler. Gene bu devrede cinnîler bu evhamı kuvvetlendirecek ve kişiyi sanki Hak yoldaymış gibi gösterecek müşahadelerle muhatabını eğlenceye alırlar. O zavallı kişi de kendisini keşfe nâil oldum, mükaşefe ehli oldum ve ilahi sırlara mazhar oldum zanneder. Evladım mevzuu biraz uzattım amma bunlar sufilerin bile içlerine karışabilirler. Kişi bilmeden ya da hainlik ederek kendi merakını bu sahada da tatmine etmeye uğraşır. Meselâ gelir dervişe der ki; ben senin yanında pirini görmekteyim, sen görebiliyor musun? Yahut der ki; sen şu anda falanca ile filanca ile berabersin… Kendini yoklarsın, hakikaten de söylediği kişiyi düşünüyor olabilirsin, peki bu nasıl olur? İşte senin içindeki cevher, ruh-i insanîn ile bedenin arasında bulunan o sahaya bir şekilde akseder ve o perdeden gördüğünü o sahada ihtisas sahibi olduğu için sana söyleyiverir. Her ne kadar bu, mana ile görüş şeklinde olsa da aslında mananın zahiridir ve tezahür etmesidir. Çünkü onlar kendi maddi ve manevi alemlerini eriterek sadece o sahada o mecrada ihtisas eylemişlerdir. (Yani uzmanlık sahaları sadece o bölgeyle sınırlıdır.)
Hele hele yanlış manevi reçeteler dışarıdaki mukavameti azalttığından ve içerideki manevi sahaya da benzerliğinden dolayı kolaycacık kişiye nüfuz eder ve tesirini de bırakır. İşte altınca esmanın sırrı kişiyi Hak yolunda kaim kılar, bedeni mukavemetini artırır. Ve artık yedinci esmanın telkiniyle kendisine verilecek sırrını ve nurunu hem içinde ziyadeleştirmeye hem de bu cevheri ve sırrı muhafaza etmek için zahirini de korumaya alır. Bu sebepten altıncı esmanın bir tesiri de sultanî ruhun muhafazasını, tasarrufunu artırmak ve tasarrufa mani olacak tecavüzden sultanî ruhu korumaktır. Bu dairede ruhanî alışverişlere ve elemelere mazhar olduğundan sâlik, cinnî tesirlerin ve şeytanî tasallutun son hücumlarına çok dikkat etmelidir.
Hani meşhur bir tabir vardır ya “Efradını câmi, ağyarını mâni olmak” diye. Kendisiyle alakalı kuvveleri ve sırat-ı müstakime sevkedici orduları sultanın etrafında toplarken gayrisiyle kat’i alaka ve onları bertaraf etme halinde olur. Bâlâda (yukarıda) arzettiğimiz gibi insanın kâim olmasına, nefes alıp vermesi vesile teşkil eder. Zahiren nefes vermek kayıp görünse de nefesin içeri alınabilmesi için verilmesi şarttır. Derviş ism-i Hayy’da iken bu esmayı ayne’l yakin mertebesinde bilir. Altınca esmaya yükseltildiğinde ism-i Hayy sırrı kendisinde hakke’l yakin mertebesinde zuhur eder. Bu aynı zamanda daimi hayatiyyetin kayuumuiyetle buluştuğu ve dervişin Hakk’ın kendi üzerindeki tasarrufunu müşahade makamıdır. Derviş “kayyum” ism-i şerifinin tesirini aynel yakin mertebesinde yaşadıktan sonra ancak bu halin hakkel yakinini yedince esmanın sırrında müşahade eder. İnşaallah Cenab-ı Hakk sizi bu esma-ı ilahiyye’ye hayırlısıyla mülaki eyler. Esmanın müsemmasıyla zahirinizi, batınınızı mamur eyler. Eğer sâlik yukarıda zikrettiğimiz ikazlara ve işaret edilen tehlikelere kulak vermezse yedinci esmaya sakat ve arızalı doğar. Zira çocuk anne rahminde belli bir süreyi tamamladıktan sonra artık doğumuna müdahale edilmez, sakat da olsa sağlam da olsa bir şekilde vücuduyla zahir olur. İşte bu şeytanî ve gözle görülemeyen bazı vesveselerin tasallutu o doğacak çocukla beraber bu alemde kaim olmak isterler. Zamanımızda bazı meşayih şeker dağıtır gibi esma dağıtıyor. Hatta acayiptir, bazıları izinsiz ve selahşyetsiz olarak taklitle bu esmaları vird ediniyor. Cenab-ı Hakk cehaletten ve cahil cesaretinden bizleri muhafaza eylesin.
Gönlümün muhatabı ve sırdaşım İhsan Efendi Oğlum, Hazret-i Mevlana’nın Mesnevi’sini başucundan hiç ayırma. Mesnevi bir mürşid kitaptır. Hele senin durumunda olan salikler için muhtaç oldukları bir manevi penâhtır. Zira Mesnevi-i manevî, seyr ü süluk kitabıdır. İrfanla ve Hak nuruyla bu eseri okuyan salikler insaf dairesinde ve kabileyetleri nisbetince muhakkak kendi ahvalini müşahade eder. Zaten size gösterilen mananın tebşiratıyla Cenab-ı Pir size bu sahayı açmış ve bizzat çeşme-i feyzinden sizi hissedar kıldığını göstermiştir. Dervişlik görmektir vesselam. Gördüğünden şüphe etmez ve teslim olursan Hak Teala daha nice bilemediklerini ve sana lazım olan amma şu anda göremediklerini ayan ve bellü beyân kılar. Cenab-ı Hak, Pirân-ı izamın ve cümle evliyaullahın himem-i ruhaniyetlerini üzerine sayebân eylesin. Sırat-ı müstakiminde sabit kadem ve bu yolda hadim eylesin. Kalbiniz nur-i ilahiyyeye, füyuzat-ı Rabbaniyye’ye mahal olup mâsiva muhabbetinden muhafaza olunsun. Cümle ihvan-ı yârâna ve sohbetinizde bulunan karındaşlarınıza fakirden selam eyleyiniz. Güzel meclislerinde bu fakiri de yâd edip hayır duada bulununuz. Allah’ın selamı, rahmeti ve inayeti üzerinize olsun.
İhsan Efendi oğlum, bazı cinni tesirlerden vesavisi sâdırdan (içinize gelen vesveselerden) muhafaza olunmanız için şu tesbihatı ve adetlerince okunması gereken ayetleri yazıyorum, inşeallah Cenab-ı Hak bu vesile ile sizi ayrıca muhafaza eylesin. Yoluna teslim olmuş saliklere muhakkak surette inayet ve muhafaza vardır. Lakin büyüklerimiz bu reçeteleri salikleri için tertip ettiklerinden bir müddet okumak elbette faidelidir. Cenab-ı Hakk tesirini halk eylesin ve hakkınızda mahza hayr eylesin.
* Mektupta bulunan reçetelerin buraya eklenmesi ehlince münasip görülmemiştir.
28. mektupta görüşmek üzere…