27. Mektup

27. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmiyedincisidir.

1mursidinmektuplari

Bahr-i ehâdiyetinin celâl ve cemâl dalgalarıyla cümle mükevvenatı zâhir eyleyen, şuûnat-ı ilahiyesinin hikmetleriyle hâdisâtı terkip eyleyen, ilm-i ezelisini ve hakâyık-ı rabbaniyesini istediğine istediği şekilde tâlim edip hak ve hakikate arif eyleyen, ma’rifetullahını ve ilm-i ledünnünü ikram ettiği kullarından seyreyleyen, muhabbet üzre yarattığı âlemi ilmiyle, ilmini de rahîmiyyet ve rahmaniyetiyle setreyleyen, kullarını letâfet ve kerâmetle kendisine sırdaş ve kurbiyyetine mazhar eyleyen, Subhân, Burhan, Deyyan, Hannan, Zü’l celâl-i ve’l-ikram Mevlâ-yı müteâl, Hak celle ve âlâ hazretleri’ne tecelliyatı adedince yani nihayetsiz ve hudutsuz hamd ü senâ olsun.

Nur-i evvel, ba’si âhir, enbiyânın âzâmı, Cenâb-ı Hakk’ın yegâne abd-i hâssı, serdefter-i mahlûkat ve ekmel-i mevcudat, Hazret-i Kurân’ın mazharı ve Kur’an’ın tecessüm etmiş hazret-i insanı, efdalu’l beşer, “leamruk” hitâb-ı ilahiyesiyle ömrüne kâsem olunmuş, ayrıca yaşadığı asra ve mekana Mekke-i Mükerreme’ye kendi vesilesiyle kâsem edilmiş, “Vedduha” vahy-i ilahisiyle cahiliyet zulmetini nuruyla tenvir eden, vechine tazim edilmiş, nübüvvetine bizzat Allah Teala’nın şahit olduğu ve kendisine kâfi olduğu kelam-ı kadiminde ebediyyen ilan olunmuş Resul-i Kibriya aleyhi ekmelu’t tahiyya, Hazret-i Eba’l Kasım Muhammed Mustafa’ya Cenab-ı Hakk’ın salat ü selamları adedince salat ve selâm olsun. Âline, ezvâcına, hulefâsına, ashâbına ve etba’ına kabul olunan salat ü selamların nurundan ikram ve ihsanda bulunulsun.

Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhû,

İhsan Efendi oğlum, Cenab-ı Hakk kendi hususi tevfikini ve ilm-i ledünnünü sana refik eylesin. Bu refâkâtle sırat-ı müstakiminde sabit kadem eylesin. Âfiyette olduğunun haberini almak fakîri ziyâdesiyle memnun ediyor. Cenâb-ı Hakk sıhhat ve âfiyette dâim eylesin, kalbini dâimâ zevk-i mânevî ile mesrûr eylesin.

Evlâdım İhsan Efendi oğlum, size telkin olunan altıncı esmâ, seyr-i sülukunuzda çok mühim bir safhaya işaret etmektedir. Öncelikle Cenab-ı Hakk vird edindiğiniz ve size telkin olunan bu esma-ı ilahiyenin sırrını takdis eylesin ve bunrla zahirinizi, batınınızı tenvir eylesin. Bu niyazdan sonra bu ismi ilahiyenin esrarı ve ahvali hakkında mülahazada bulunmak zat-ı aliniz için faideli olacaktır.Allah Teala Hayy ve Kayyum’dur. O ölümsüz diridir. Zâtıyla Hayy’dır. Hayatiyyet O’ndan gelir. O’nun hayatiyyeti gelip geçici, zevâl bulan değildir. Cenab-ı Hakk Kayyûm’dur. Her şey O’na muhtaçtır. O’nunla kâimdir. Cümle mahlukat ve mevcudat kâimliğini O’ndan alır ve O zat-ı ecel-i âlâ, mevcudat ve mahlukatının kâim olması için her ne türlü ihtiyaç varsa onu dahi kâim kılan Allah’tır. Meselâ insan vücudunu düşün. İnsanın vücudu ayakta durmak için yahut vazifesini yapabilmek için nelere ihtiyaç duyar? Nefes verirsin, alamazsan nizâm, intizam bozulur. Yemek, içmek, vücudumuzda ölen a’zaların veya hücrelerin tekrar yenilenmesi hep daimi bir ihtiyacın görülmesini mecburi kılar. İşte Allah Teala sadece bizi değil cümle mahlukatı ve bizde bulunan mevcudatı dahi halkeylemekle ve kâim kılmakla kalmamış ayrıca bunun için lazım olanları kayyumiyetiyle kâim kılmıştır.

Evlâdım, bunları hemencecik şöyle bir düşünesin diye arzeyliyorum, yani demek istiyorum ki kayyumiyetin sahası maddi, manevi cümle mevcudatı içine alır. Kaim kılacak ilmin de kaim olması icâb eder. Yani kayyumiyetin sırrında ve halinde i’dam (yok etme) ve icâd (yeniden var etme) vardır. Bu makam daimi tasarruf makamıdır. Bu makamın başı ile sonu arasındaki mesafe alemler arasındaki mesafe kadar geniştir ve bu esmanın mazharı olan ayrıca esmanın müsemması ile hemhal olan zevât-ı kirâm velayet mertebesinin ve Cenab-ı Hakk’ın tasarrufat-ı ilahiyesinin en büyük pâyesine erişirler.

Güzel evladım, aklın karışmasın, bu esma’ı zikreden her kişinin hemen o hal ile hallendiğini kasdetmiyorum. Lakin bu hal ile hallenen zevat-ı kiramın muhakkak bu esma-ı ilahiyyeden nasibdar olduğunu anlatmak istiyorum. Hani Hazret-i Pir Mevlana Celaleddin-i Rûmî buyuruyor ya: “Bir şeyi müşahede etmek veya bir güzelliğe mazhar olmak onun sahibi olmak manasına gelmez. O’nun sahibi birdir. Sen sadece onu görmüşsündür Bir güzel ceylanı sen uzaktan görürsün. Ama o görüşle ona sahip olamazsın. O kendi mekanına ve sahibine aittir. Bir göz değmesiyle şahid olduğun hemencecik senin olmaz.” İşte fakirin anlatmak istediği budur.

Hak ism-i şerifinin telkini sırasında mürşid, dervişinin hangi esmadan mezun olduğunu yani olcağını ayne’l-yakin müşahede eder. Altıncı esmâ, “Mardiyye” nefs tabakasının halinden nasibdar olmak ve neşesinden haberdar olmakla salike telkin edilen bir esmadır. Küçük lakin muhteviyatı açısından çok büyük bir hatırlatmada bulunayım: Bu ism-i şerifi zikrederken bu manaları hem fehmeyle hem de kendini kayyumiyete mutasarrıf olarak değil “Kayyûm” ism-i şerifinin sende tasarruf eylediğini düşünerek zikreyle. Bu mühim bir meseledir. Zira evham, vesvese ve ücub ki bu makamda varlık olarak kendisini gösterir, yakanı bırakmaz. Böyle düşünmek sana Cenab-ı Hakk’ın seni hayırlı hizmetlerde kullandığını, seni sende tasarruf eylediğini ve tasarrufatın sana ait olmadığını farketme hayrını ve bereketini getirir. Dervişin hizmet sahası bu esmanın tesiriyle zahir olur. Cenab-ı Hakk’a tam teslimiyet ve O’ndan razı olmuş halinin semeresi gene bu makamda zahir olur. Derviş Rabbinden razı olarak, O’nun rızasına muvafık hizmette daim olur. Bu esmâ dervişte müsemma haline gelir ise kişinin yaptığı hizmetler halkın nazarında o kişinin yaptığı hizmet gibi görünmemeye başlar ve ondan hizmet taleb edildiğinde herhangi bir minnet duymaksızın talebde bulunulur. Eğer salikin hizmetleri bu şekilde netice vermiyorsa niyetinde ve itikadında düzeltilmesi gereken şeyler olduğundan hususi dikkat ile muhasebe-i nefis yapılmalıdır.

Aynı size daha evvel arzettiğim gibi ağzındaki tadıyla, dimağındaki kokusuyla ve tam bir zevk içerisinde halkın eziyetlerini hiç görmeksizin kalbi safada, daima hizmette ve sevdiğinin kokusunu ve izini daima takib etmekte, velhasılı Cenab-ı Hakka tiryakilikle kulluk etmekte karar kılar. Hele kendini aradan çıkararak halkı ve halktaki tecelliyatı seyre muvaffak olursa o kişinin safasını hiçbir şey bozamaz.

İhsan Efendi oğlum, Kur’an-ı Kerim’i okurken veyahut da senin de söylediğin gibi tesbihat ile meşgulken müşahede ettiğin şeylere artık alışman icab eder. Lakin burada bir başka önemli husus daha var. Cinni tesirlere ve insanların sadrından gelebilecek olan vesveselere karşı dikkatli olmanız icab eder. Şimdi bu mühim meseleyi biraz daha geniş bir sahada tetkik etmek lazım.

Evladım, herhangi bir insan nefsanî bazı isteklerden uzaklaşarak yahut maddenin kesâfetinden bir parça perhiz ederek, hikmetlerle ve insanda mevcut bulunan bazı letâifle meşgul olarak değişik alemleri ve farklı sahaları müşahade edebilir. Zor bir mevzu’a girdik amma inşâallah içinden çıkabiliriz. Mevzu’muza dönersek, günümüzde diyar-ı Hind’de (Hindistan) yahut Çin ve Orta Asya’da bazı faaliyetler vardır. Bunlar insan vücud ikliminde bulunan, gözle görülemediği halde bedene muttasıl (bitişik) olan bazı kuvvetleri (elektrik veya enerji gibi gözle görülemediği halde bedende tesiri gözlenen latif kuvvetleri…) farkedip bunlar üzerinden bazı müşahadelere erişiyorlar. Bu seyr ü sülukla ve velayetle verilen halin bir nev’i zahir ilmidir. Bazen buldukları veyahut müşahade ettikleri şeyler, mana ehlinin müşahadesiyle benzeşir. Bu çok tabii bir hadisedir. Zira insanda ruh denilen bir kuvve vardır. İnsanî ruhun altında heyvanî, cemâdî ve nebatî ruh makamları vardır. Bunların hepsi insanî ruhla alışveriştedir. İnsanî ruh esmâyı talime muhatabdır. Yani isimleri öğrenir, hem Hâlık’a hem halka ait ne kadar esma ve ilim varsa bunların bilgisi insanî ruhta mevcuttur. Fakat bu bilginin hale dönüşmesiyle kişideki sultanî ruh, insanî ruhun makamına oturur. Yani kişi insanî ruhtan görünse de onda sultanî ruh hükümran olur ve ruh-u insanî bu ruha vezir olur. İşte tam bu buluşmanın evvelinde cemâdî, nebâtî ve hayvanî ruhların lezzeti ve seyir dairesi, insanî ruha rağbet eder ve onda buluşur. Bu buluşmanın neticesinde kendilerini ona teslim ederlerse insanî ruhta cem olan bu ruhlarla kişi müşahadeye ve hikmete mazhar olur. Ama cüz’i aklın dairesinden kurtulamaz. Karşıdakinin halini bilmek ve cümle cemadat, nebatat ve hayvanat alemiyle alaka kurabilmek hali de görülebilir. Ruhî kuvveler arasındaki irtibatı hissetme sadece insanla değil taşla, toprakla, nebatatla, hayvanatla ve henüz sultanî makama çıkmamış insanlarla farklı bir alemde bilişme ve buluşma hali zuhur eder. Ne kadar bilirse bilsin bu, Halık’ın mahluka vermiş olduğu ve neticede gene mahluk olan, mahlukiyet çerçevesinde kalan bir ilimdir.

Seyr-i sülukta, sultanî ruhun, insanî ruh üzerinde hükümranlığı böyle değildir. Çünkü sultanî ruh, aynı adilâne bir padişah gibi vücudu işgal etmez, vücud iklimini fetheder. Bu fetihle hem zahiri hem batini mukavemet bulur. Alemler arası irtibatı kuvvetlenir. Fakat alemler arasında kaybolmaz. Bu ilim mahlukî değildir. Hâlık’ın yani rabbül alemin’in ilmi ledünnünden o kişiye mahsus verilmiş baki bir sırdır. Böyle olduğu için de bu nur, Cenab-ı Hakk’ın kabz-ı ilahisindedir. (Yani o ilmi Allah Teala muhafaza eder.) Fakat diğerinin edindiği ilim evhama ve gözle görülmeyen diğer alemlerde bulunan cinnî ve şeytanî tecavüzlere açıktır. Kişi esma-ı ilahiyenin zahiriyle meşgul olup kendi varlık perdesiyle bu manayı maddileştirirse her ne kadar meşgul olduğu saha latif olsa da bu mananın düşmanı olan veya hırsızlığını yapan sahadan emin olamaz. Seyr ü sülukta derviş kesafetini (maddi yoğunluğunu ve kalıbını) letafete (mananın inceliklerine, maddi ağırlıktan kurtuluşun hafifliği ve hürriyetine) çevirirken maddi sahasını bozmadan bunu yapar. Bundan dolayıdır ki, o letafetteki derinlik maddi sahada onu zayıflığa sevk etmez. Tam tersine mukavemetli kılar. Yani bedenen de mukavemeti artar. Böyle olduğu için içerdeki zenginliği artarken zahirindeki koruması da aynı şekilde artar. Lakin diğer sahada içteki zenginliği artırmaya çalışanlar farkında olmadan kendilerindeki zahiri emanetleri ve bedeni mukavemeti zaafa uğratırlar. Vücudun bu sahadaki düşkünlüğü, gözle göremediği başka sahalardaki tecavüzü o kişinin vücud iklimine dahil eder. Yani dışarıda bir necaset vardır. Eline bulaşsa yıkayıp atarsın. Fakat o necaseti kan damarlarına zerk etseler halin nice olur? İşte bu sebepten dolayı insanda emanet olan manayı çalan ve onunla geçinen bilhassa cinnî hırsızlar artık o insanda mesken tutarlar. Kendilerince altın yumurtlayan tavuğu kesmezler. O kişiyi vesvese ve evhamla bazen besler bazen de kanını emerler. İşlerine yaramayıncaya kadar böyledir. Ne zaman ki o kimse artık kendindeki cevheri de kaybedecek derekeye düşer işte o zaman kafir cinnîlerin ve şeytanın maskarası olur.

Mesela falanca bir Hindu’ya gidersin. Eline bakar, alnına bakar, mabadına bakar, ayaklarına bakar ve bazı şeyler söyler. Söylediklerinin kısm-i küllisi senin de bildiğin şeylerdir. Ama o senin esas vücudunla tenin arasında yansıyan perdeden bunları okur da söyler. Çünkü dedik ya, insanî ruh bir çok ilmi bilir ve bu biliş kendisine bitişik olan bedene yani cemadi, nebati, hayvani ruh alemlerine toprak, su, hava ve ateşten terkip olunmuş mizacına muhakkak yansır. Onlar mahluktan yansıyanı görürler. Mahluktan yansıyanı söyleyince sen onları ilim sahibi zannedersin. İşte tam bu esnada sana Halık’tan haber vermeye kalkarlar. Tâbi olanlar perişan olur. Sadece fani aleme bitişik olan mananın yansımlarıyla ömrünü harceder. Sonra da hilkatin bile sırrını çözemeden Halık’ın sırrına mazhar olduklarını zannederler. Gene bu devrede cinnîler bu evhamı kuvvetlendirecek ve kişiyi sanki Hak yoldaymış gibi gösterecek müşahadelerle muhatabını eğlenceye alırlar. O zavallı kişi de kendisini keşfe nâil oldum, mükaşefe ehli oldum ve ilahi sırlara mazhar oldum zanneder. Evladım mevzuu biraz uzattım amma bunlar sufilerin bile içlerine karışabilirler. Kişi bilmeden ya da hainlik ederek kendi merakını bu sahada da tatmine etmeye uğraşır. Meselâ gelir dervişe der ki; ben senin yanında pirini görmekteyim, sen görebiliyor musun? Yahut der ki; sen şu anda falanca ile filanca ile berabersin… Kendini yoklarsın, hakikaten de söylediği kişiyi düşünüyor olabilirsin, peki bu nasıl olur? İşte senin içindeki cevher, ruh-i insanîn ile bedenin arasında bulunan o sahaya bir şekilde akseder ve o perdeden gördüğünü o sahada ihtisas sahibi olduğu için sana söyleyiverir. Her ne kadar bu, mana ile görüş şeklinde olsa da aslında mananın zahiridir ve tezahür etmesidir. Çünkü onlar kendi maddi ve manevi alemlerini eriterek sadece o sahada o mecrada ihtisas eylemişlerdir. (Yani uzmanlık sahaları sadece o bölgeyle sınırlıdır.)

Hele hele yanlış manevi reçeteler dışarıdaki mukavameti azalttığından ve içerideki manevi sahaya da benzerliğinden dolayı kolaycacık kişiye nüfuz eder ve tesirini de bırakır. İşte altınca esmanın sırrı kişiyi Hak yolunda kaim kılar, bedeni mukavemetini artırır. Ve artık yedinci esmanın telkiniyle kendisine verilecek sırrını ve nurunu hem içinde ziyadeleştirmeye hem de bu cevheri ve sırrı muhafaza etmek için zahirini de korumaya alır. Bu sebepten altıncı esmanın bir tesiri de sultanî ruhun muhafazasını, tasarrufunu artırmak ve tasarrufa mani olacak tecavüzden sultanî ruhu korumaktır. Bu dairede ruhanî alışverişlere ve elemelere mazhar olduğundan sâlik, cinnî tesirlerin ve şeytanî tasallutun son hücumlarına çok dikkat etmelidir.

Hani meşhur bir tabir vardır ya “Efradını câmi, ağyarını mâni olmak” diye. Kendisiyle alakalı kuvveleri ve sırat-ı müstakime sevkedici orduları sultanın etrafında toplarken gayrisiyle kat’i alaka ve onları bertaraf etme halinde olur. Bâlâda (yukarıda) arzettiğimiz gibi insanın kâim olmasına, nefes alıp vermesi vesile teşkil eder. Zahiren nefes vermek kayıp görünse de nefesin içeri alınabilmesi için verilmesi şarttır. Derviş ism-i Hayy’da iken bu esmayı ayne’l yakin mertebesinde bilir. Altınca esmaya yükseltildiğinde ism-i Hayy sırrı kendisinde hakke’l yakin mertebesinde zuhur eder. Bu aynı zamanda daimi hayatiyyetin kayuumuiyetle buluştuğu ve dervişin Hakk’ın kendi üzerindeki tasarrufunu müşahade makamıdır. Derviş “kayyum” ism-i şerifinin tesirini aynel yakin mertebesinde yaşadıktan sonra ancak bu halin hakkel yakinini yedince esmanın sırrında müşahade eder. İnşaallah Cenab-ı Hakk sizi bu esma-ı ilahiyye’ye hayırlısıyla mülaki eyler. Esmanın müsemmasıyla zahirinizi, batınınızı mamur eyler. Eğer sâlik yukarıda zikrettiğimiz ikazlara ve işaret edilen tehlikelere kulak vermezse yedinci esmaya sakat ve arızalı doğar. Zira çocuk anne rahminde belli bir süreyi tamamladıktan sonra artık doğumuna müdahale edilmez, sakat da olsa sağlam da olsa bir şekilde vücuduyla zahir olur. İşte bu şeytanî ve gözle görülemeyen bazı vesveselerin tasallutu o doğacak çocukla beraber bu alemde kaim olmak isterler. Zamanımızda bazı meşayih şeker dağıtır gibi esma dağıtıyor. Hatta acayiptir, bazıları izinsiz ve selahşyetsiz olarak taklitle bu esmaları vird ediniyor. Cenab-ı Hakk cehaletten ve cahil cesaretinden bizleri muhafaza eylesin.

Gönlümün muhatabı ve sırdaşım İhsan Efendi Oğlum, Hazret-i Mevlana’nın Mesnevi’sini başucundan hiç ayırma. Mesnevi bir mürşid kitaptır. Hele senin durumunda olan salikler için muhtaç oldukları bir manevi penâhtır. Zira Mesnevi-i manevî, seyr ü süluk kitabıdır. İrfanla ve Hak nuruyla bu eseri okuyan salikler insaf dairesinde ve kabileyetleri nisbetince muhakkak kendi ahvalini müşahade eder. Zaten size gösterilen mananın tebşiratıyla Cenab-ı Pir size bu sahayı açmış ve bizzat çeşme-i feyzinden sizi hissedar kıldığını göstermiştir. Dervişlik görmektir vesselam. Gördüğünden şüphe etmez ve teslim olursan Hak Teala daha nice bilemediklerini ve sana lazım olan amma şu anda göremediklerini ayan ve bellü beyân kılar. Cenab-ı Hak, Pirân-ı izamın ve cümle evliyaullahın himem-i ruhaniyetlerini üzerine sayebân eylesin. Sırat-ı müstakiminde sabit kadem ve bu yolda hadim eylesin. Kalbiniz nur-i ilahiyyeye, füyuzat-ı Rabbaniyye’ye mahal olup mâsiva muhabbetinden muhafaza olunsun. Cümle ihvan-ı yârâna ve sohbetinizde bulunan karındaşlarınıza fakirden selam eyleyiniz. Güzel meclislerinde bu fakiri de yâd edip hayır duada bulununuz. Allah’ın selamı, rahmeti ve inayeti üzerinize olsun.

İhsan Efendi oğlum, bazı cinni tesirlerden vesavisi sâdırdan (içinize gelen vesveselerden) muhafaza olunmanız için şu tesbihatı ve adetlerince okunması gereken ayetleri yazıyorum, inşeallah Cenab-ı Hak bu vesile ile sizi ayrıca muhafaza eylesin. Yoluna teslim olmuş saliklere muhakkak surette inayet ve muhafaza vardır. Lakin büyüklerimiz bu reçeteleri salikleri için tertip ettiklerinden bir müddet okumak elbette faidelidir. Cenab-ı Hakk tesirini halk eylesin ve hakkınızda mahza hayr eylesin.

* Mektupta bulunan reçetelerin buraya eklenmesi ehlince münasip görülmemiştir.

28. mektupta görüşmek üzere…

23. Mektup

23. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmi üçüncüsüdür.

1mursidinmektuplari

Kâinatı murâd-ı ilâhîyesiyle halkeden, halkı henüz kendisini taleb etmeye müdrik ve muktedir olmazken onlara esmâ’ını, sıfatını, ef’alini ve Zâtını bilebilme kuvvesini bahşeden, her şeyin kendisini zikre mecbur ve mahkûm olduğu ve varoluşun ancak O’nun zikriyle dâim olduğu, zikrinin ve fikrinin insanlığı zulmetten nura ve sırat-ı müstakime hidayet eylediği, esmâ’ı güzel, sıfatı ve ef’ali güzel, zü’l-Celâl ve’l-Kemâl Hazret-i Mevlâ- yı Müteâl, Kuddûs, Kadir, Kavî, Raûfu’r-rahîm ve Erhamu’r-rahîmîn ve Rabbü’l-âlemin, Sultan, Sübhân, Deyyan, Burhan, Kâdir-i mutlak, Hâlık-ı mutlak, Allah Teâlâ’ya adetsiz ve hesapsız namütenahi hamd ü sena olsun.

Sebeb-i hilkat-i âlem ve mefhar-i benî Âdem, ekmel-i mahlûkat, eşref-i mevcudat, enbiyânın şevkinden murâd, abdiyyetin şahekası, abd-i hâs-ı Mustafa’sı, insanların hem mükemmeli hem mükemmili, şemsü’d-duhâ, bedru’d-düca, Ahmed, Ahyed, Hamîd, Sadullah, Sıratullah, Minnetullah, Nimetullah, Hazret-i Resûlullah Efendimiz(sav)’e mahlûkat-1 ilâhîyenin adedince ve ilmullah-ı Teâlâ’nın mânâsınca salât ve selâm olsun. Salâvât-ı şerîfenin esrar-ı ve envar-ı ilâhîyesinden âline, evlâdına, ezvâcına, ashabına ve etba’ına dahî îsal olunsun.

Allah’ın rahmeti, selâmı ve saadeti üzerine olsun İhsan Efendi oğlum,

Evlâdım, Cenâb-ı Hakk sıhhat ve afiyette dâim eylesin, sırat-ı müstakiminde sabit kadem eylesin. Hayırlı hizmetlerinde muvaffak, maddî ve mânevî rızıklarıyla merzûk eylesin. İhsan Efendi oğlum, bazı rüyalar seneler geçse de henüz yeni görülmüş gibi unutulmaz. Bilhassa seyr u sülûktaki dervişler husûsî tecellîyatı ve kendilerine verilen mânevî emanetlere vesile olan rüyaları hiç unutmazlar. Hak Teâlâ’nın izniyle ileride mürşid olacak ve mürebbi-i hakîki ve seyr u sülûkta dervişlerine yolun remzini tâlim edecek, şeyh olma hali kendilerinde bulunan zevât bu rüyaları ve o rüyaların kendilerindeki ahvâlini unutmazlar. İşte size bundan evvel gerek biatınızda gerekse ders değişikliklerinde gösterilen rüyaları berrak şekilde hatırlamanız bundandır. İnşâallah sabreyler ve hizmetinde mukîm olmaya gayret edersen ileride bu dersleri verebilecek kemâle vâsıl olursun. Evlâdım, zât-ı âlinize şeyhiniz tarafından beşinci esmâ telkin edilmesi seyr u sülûkun ikmali açısından ve bu esmâ’ın dervişteki tecellîsi açısından fevkalâde mühim bir hâdisedir. Biat, kişinin dünyadan âhirete doğmasıdır. Üçüncü esmâ’ın telkiniyle âhirete doğan bu çocuk âdetâ bulûğa erer. Bu sebebden esmâ’ın hakikatinden ve müsemmasından feyz alan derviş bu makamda dervişliği fehmeder ve müşahede eder. Dördüncü esmâda âlem-i lahût ile nikâh vuku’ bulur. Bu nikâhtan zuhûr eden ma’rifetin meyvesi beşinci esmâda vücûd bulur. “Nâsût” denilen âlem ve veled-i kalbin sahası bu âlemde dervişe açılır. “Hayy” ism-i şerîfi, âhirete doğup dervişliği idrak ettikten sonraki cemâle doğuş gibidir. Biat bu âlemde kişiyi derviş olarak bildirir. Üçüncü esmâ dervişliğin âhiretteki kabulüdür. Beşinci esmâ “Hû” ism-i şerifinin bâtındaki zuhûru Allah âşıklarının Cenâb-ı Hakk’la hayat bulması halidir. Galiba burada biraz hurda-i tarîkten ve seyr u sülûkla alakalı bâtına işaret eden zâhir ilimden haber vermek îcab edecek.

Evlâdım İhsan Efendi, şu satırları biz göçtükten sonra da bir kenarda duracak şekilde muhafaza et. Zîrâ insan seyr u sülûkunda müşahede etmekle öğrenir amma bazı müşahede ettiklerini idrak yine ilme’l-yakîn ile olur. Derviş yani mürîd bu yolun mânevî zevkiyle meşgul olmalı amma irşada kabiliyetli olan bazı zevâtm mürşidlerinin işaretiyle müşahede ettikleri haller hakkında ma’lûmâtı da olmalıdır. Mühim mes’ele, dikkat et ki Hak Teâlâ bu âlemi muhabbetiyle varetti. Yani bu âlemi yaratmayı murâd etti. Mecburiyetten değil muhabbetten hasıl oldu. Kün emrinden evvel ve bu iradesini ilanından evvel muhabbeti vardı yani. Muhabbetiyle halkettiği cümle âlemi yani kevniyyatı ilmiyle kuşattı. İlmini; merhameti, rahmaniyeti ve rahîmiyetiyle örttü. Cümle âlemler Erhamu’r-rahîmînin merhametiyle kaplanmıştır amma hepsini ihâta eden (kaplayan, kuşatan) ilm-i ilâhî yani ilm-i ezelî ve ebedîdir. Suâl vâki’ olsa, denilse ki; merhametin ilimle ne alakası var? Herkes suâl eder. Câhili de sorar, âlimi de sorar. İnsan hatırı ve hafsalası hiç boşalmaz. İşte böyle bir soruya şöyle cevap verilir: İlimsiz merhamet felakete götürebilir. Bir anne düşün, çocuğuna merhameti var lâkin çocuğun hayatiyetinin bekâsı ve kemâle erebilmesi içün hiçbir ilim kendisinde yok. O anne çocuğuna sadece merhametiyle ne yapabilir? Hayvanda bile çocuğu büyütmek için bir ilim vardır. Amma onlardaki ilim fıtratlarından ve Allah Teâlâ’nın sevk-i ilâhîyesindendir. İnsan, ilmini, iradesini kullanarak kesbetmek zorundadır. İşte cümle kâinata nazar ettiğinden Allah Teâlâ’nın merhametini görmen Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle onları kuşattığına işarettir. Bu sebebden Cenâb-ı Hakk’ın merhametini anlamayanlar merhametsiz olarak vasıflandırılmaz, câhil olarak tavsif edilir. Zîrâ onlar, esasında Allah’ın ilminden mahrum kişilerdir.

Şimdi burada söz çok uzar, biz seyr u sülûkun bazı tafsilatından ve zâhir ilminden bahsetmeye dönelim. Nefis mertebelerinin Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Râdıyye, Mardiyye ve Sâfiyye olduğu hem sohbetlerimizden hem de okumaya gayret ettiğin eserlerde ma’lûmun olmuştur. Daha evvel zât-ı âlinize gönderdiğim mektûblarda Emmâre’nin îmân, Levvâme’nin İslâm, Mülhime nefis derecesinin de velâyete işaret ettiğini yazmış idim. Mülhime makamı, “ism-i Hû” ile ceberût âlemine sevkolunmaktır. Ruh mertebesinde hakikati müşahede makamıdır. Aşk bu makamda zâhir olur. O sebebden ism-i Hû’nun cezbesinde kalanlara yani Hû zevki ile zevkiyab olanlara âşık denir. Size mânâda gösterilen şekliyle dördüncü esmâ’ın nuru ma’lûm, beyazdır. Burada müşahede son haddindedir. Yani kişinin dervişliğe kabul olduğu vücûdu son zerresine kadar müşahede zevkiyle nurlanır, saflaşır. O sebebden Şühedâ makamı burada zâhir olur. Aşk-ı ilâhî güneşin en tepedeki hali gibi gölge bırakmayacak ve her yeri aydınlatacak bir hal alır. “Hak” ism-i şerifinin zikriyle bu zikre hizmet eden melâike-yi kirâm ordusu dervişin tüm a’zâlarını nur-i ilâhî ile münevver kılar. Sâlikin bu mertebede Şemseddîn isimli müekkil meleğin idaresinde hâdimleri bulunur. Derviş bu nuru müşahede ettiği şeylerle meşgul olur. Müşahedesine mâni olacak şeylerden dûr olur. Sükûnet ve sekînet makamıdır Mutmainne makamı zîrâ sâlik lahûtî âlemde Allah’da ifnâ olma yani “fillah” makamındadır. Kalb gözü cilalanır. Kalbinde fısk u fücûra mahal bulunmaması îcab eder. Zîrâ kalb gözden ibaret bir hal alır. Hakîkat bu dördüncü makamda ma’rifet meyvesini verir ve vuslat zevki işte bu makamda evvelki müşahede ettiği zevklerin ötesinde zâhir olur. Ruhen yakınlaşmış olduğu Hazret-i Fahr-i âlem cismanî ve ruhanî nüfûzuyla dervişte kâim olur. Hatta Efendimiz (sav)’i hariçte değil içinde müşahede eder. Bu mertebede sâlikin daha evvelden kendisinde bulunan yanma halinden yanışın şiddetini hissedemeyecek ve aldığı zevkin vuslattan mı yoksa yanıştan mı olduğunu farkedemeyecek bir hali vardır. Onun için derviş dördüncü mertebede esmâ’ın müsemmasına ve nuruna mazhar olur ise de ifadeye sığmayan zevkler onu kuşattığından söz söylemesi, meramını anlatması halk tarafından sû-i zanna sebeb olur. Ateşe sürülmüş demir gibi kor halini almış, ne demir olduğunu farkeder ne ateş olduğunu ikrar eder vaziyettedir. Öylece bekler ma’lûm olan vakte kadar. Kabiliyete göre zamanı gelince bir mahalle sevkolunur.

Beşinci esmâ dervişin seyr u sülûkundan sonraki hizmet sahasını, istidadını ve derecesini tefrik(farketme) makamıdır. Mürşidler bu sırrı bilir, amma bazen mürîdlere de ma’lûm olur. Yani mürşidi tarafından bildirilir. “Hayy” ism-i şerifinin nuru sarıdır. Derviş Allah ile bakî olma makamına, sırat-ı müstakimin hidayetine nâil olduğu gibi o yolun nuruyla aydınlatmaya ve Efendimiz’in nurunun içinden dışarıya doğru taşmasına da nâil olmuştur. Bu esmâ’ın melâike-yi kirâm hizmetlilerinin kumandanı, Nureddîn ismindedir. Peygamberân-ı izâm ve rütbeli evliyâullah ile perdesiz görüşme makamıdır. Allah Teâlâ’nm Kur’ân-ı Kerîm’ini okurken nurunu müşahede veyahut kâinatı seyrederken Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinin müşahedesi makamındadır. Kur’ân’ın enfüsî tefsirine âşinâ olmak veyahut seyrettiği hâdisatın tefsirini Allah’ın kelâmıyla müşahede edebilmek makamıdır. Yani rüya tâbir eder gibi yaşadıklarını tâbir eder ve bu tâbiri Cenâb-ı Hakk’ın âyetleriyle ve ilhâmıyla tefrik eder. İş böyle olunca her şeyin yerli yerinde ve ilâhî kudretin şevkiyle olduğunu görür, ellerini açıp hâcet ve niyâz edecek cüz’î iradenin talebi kendisinden alınır. Neye dua etmesi, kime hizmet etmesi, nerede bulunması îcab ediyorsa Allah Teâlâ’nın şevkiyle ve zevkiyle yapar. Sevabından bîhaber olarak dâimâ taat ve ibadet üzredir. Fenafillah zevki öyle nüfûz eder ki ibadetinden ve hizmetinden hâsıl olan sevabı mâledecek bir vücûd bulamaz. Kendisini himmete mazhar olmamış, henüz ma’rifete ulaşamamış, Allah Teâlâ’nın kulları içerisinde de en günahkâr kulu, cennete liyakati olmayan, kurbiyyete de asla haddi bulunmayan kişinin halinde görür. Biçare halinden şikâyet etmeden emrolunan hizmetlere hapishanedeki kişiler gibi mahkûm yaşar ve cümle kulları kendisinden âli görüp onlara şefkat nazarıyla bakar. Halbuki o, sıdk mertebesindedir. Her ne görürse görsün Allah’ı tasdik eder. Cenâb-ı Hakk’tan tek niyazı kulların tasdikine mâni olmamak, Allah Teâlâ’nın kulluğunu idrak etmekten uzaklaşanların afv ü setr olması ve kendi değersiz vücûdunun onlara bir siper olmasını niyâz makamıdır.

Onun için bu mahâlle Sıddıykiyet makamı denir. Sıddıyklar enbiyânın arkadaşıdır. Sıddıyk dâimâ enbiyâyı tasdik eder. Allah Teâlâ peygamberinden, peygamberler de sıddıykândan kendisini gösterir. Sâdıklar ve sıddıyklar olmasa insanlık helâk olur. Görmez misin Efendimiz(sav)’in yanından Hazret-i Ebu Bekir hiç eksik olmaz. Sebeb sadece çok iyi arkadaş olmaları mıdır zannedersin? Hazret-i Ebu Bekir cümle ümmet-i Muhammed için bir siperdir. Peygamber konuştuğunda veyahut bir emir buyurduğunda hiçbir kimse onu dinlemeyecek olsa ya kavim helâk olur yahut nebî âlem değiştirir. Ol sebebden Hz. Sıddıyk hep yanındaydı, dâimâ Allah Resûlü’nü tasdik ederek hem ümmet-i Muhammed’e siper oldu hem de Fahr-i âlem Efendimiz’in sıfatlarının kemâl derecesinde zuhûruna vesile kılındı. Sıddıyklar ezelden seçilir. Sıddıykiyet mertebesine seyr u sülûkda yol bulan sâlik, enbiyânın hizmetinde ve ezelden seçilen sıddıyklerin ruhaniyetiyle alışveriştedir. Sâlik, ism-i Hayy’la âb-ı hayattan yani Kevser şarabından kabiliyetine göre muhakkak surette içer. Bu feyizle artık havf u recâdan geçer. Cüz’î iradenin küllî iradeye tebdili(dönüşümü) vücûd ikliminde zâhir olur. Kudretini farkeder, lâkin o kudretini mahlûkatın hizmetine sevkeder. Mahviyet makamıdır. Mahviyet tevâzu’dan farklıdır. Tevazu’, kendi varlığından haberdâr olarak başkasına karşı tekebbür etmemektir. Lâkin mahviyet kendi varlığından ve muktedir olduğundan bile haberdâr olmamaktır. Çünkü fakir derviş, Allah’ın ganî sıfatıyla her şeyin ganîsi olur. Sâlik bu mahâllin zevkinde uzun bir müddet kalsa hatta mürşidinin sözünü teslim etmeyip bu zevk ile meşgul olsa cazibesiyle etrafındakileri kendisine çeker. İnsanların altına hücum etmesi gibi. Yani derviş beşinci esmâ’ın dairesinde bulunduğu vakit belki Mülhime’deki gibi ayağı kaymaz amma halkın meşgul etmesi neticede onu Hak taatından alıkoyabilir. Bu hususa çok dikkat edesin. Halini saklamak ve temkin üzre olmak seyr u sülûkunun ikmali için pek ziyâde ehemmiyetlidir. Deryaları içsen bir kâse içmemiş gibi duracaksın. Çemende ötmek olmaz. Bülbüle gülistanda nâme eylemek yakışır.


İhsan Efendi oğlum, Hz. Yusuf(as)’un hal-i sabâvetinde gördüğü rüya gibi kişi bazen seneler sonra gelebileceği makamın hallerini müşahede edebilir. Bizim de burada size arzettiğimiz ahvâl belki şu an müşahede edemediğiniz fakat bir şekilde ve kabiliyetiniz miktarınca ileride sizde zuhûr edecek ahvâldir. Hem söylüyoruz ya tarîkat müşahededir. Elbet mürşidiniz haktır. Kendisi bu menzilleri nasıl gördüyse size de bu hal üzre esmâ telkininde bulunmuş. Bunların zuhûru muhakkaktır. Şunu da arzedeyim; hatırlarsanız bazı kokuların zuhûru hakkında konuşmuştuk. İşte bu beşinci esmâ’ın bir husûsiyeti de koku hassasının bâriz bir şekilde artmasıdır. Teninizin de kokusu değişecektir. Size mahsus bir koku ihsan edilecektir ve bu hal tiryakilik yapacak derecede sizi kuşatacaktır. Yaptığın işleri, konuştuğun kişileri kokusundan tefrik edeceksin ve vücûdunun kokusundan bulunduğun durumu farkedeceksin.

Sâdık refikim İhsan Efendi oğlum, gözüne görünen o yağmur danesi gibi inen ışıklar yahut arada bir zuhûr eden renkli nur topları melâike-yi kirâm hazerâtınm hizmetleri esnamda vücûda gelen şeylerdir. Size rüyada gösterilen o nuru takip etmeniz ve o nuru müşahede ettiğiniz makamlarda temkinli olmanız ve pirinizle râbıta eylemeniz yerinde olacaktır. Ayrıca bahsettiğiniz; karşınızdaki konuşurken sizden konuşanın, o sözler hakkındaki ikazlarına kulak verin lâkin etrafınızdaki insanlar bu halinize muttali olmasın. Yani içinizdeki konuşanı dinlerken dışarıdan konuşulanları ve konuşanı birbirine karıştırmayınız, halinizi de belli etmeyiniz. Size birisi bir şey sorduğunda henüz sırrınızdan bir cevap gelmediyse susup bekleyiniz. Fakat bu sükût haliniz başkalarının nazar-ı dikkatini çekmesin. Alelâde bir meşguliyetle bu halinizi perdeleyiniz. Anlamış olsanız da tecahül yapınız.(Bilmiyormuş gibi durunuz.)

İhsan Efendi oğlum, bu kâğıt parçası hafif, satırlar da birkaç satır. Lâkin bu mektubun muhteviyatı ve satırlar arasındaki mânâsı pek ağır. Ne kendime ne sana daha fazla külfet olmasın inşâallah. Bu mânâları fehmetmeyi Cenâb-ı Hakk sana ihsan eylesin. Hak Teâlâ seni iki cihanda aziz eylesin. İlminle âmil, ilm-i ledünle kâmil olasın. İsm-i Hayy sırrıyla hayat bulup envar-ı ilâhîyeyle münevver olasın. Cenâb-ı Hakk, rızası için konuştuğun kavlini te’sirli eylesin. En büyük düşmanın olan nefsinin şerrinden seni muhafaza eylesin. Erenlerin himmeti dâimâ sizlerin ve bizlerin üzerlerine olsun. Gelişi sıdk, gidişi sıdk, sözü sıdk ve makamı sıdk olan kullar zümresine dâhil buyursun.

Allah’ın rahmeti, inayeti ve saadeti dâimâ üzerinize olsun. Fi emanillah.

24. mektupta görüşmek üzere…