Huzur’dan Övgüler

Es-salâtu ve’s-selâm ey sırr-ı âlem nûr-ı zât
Es-salâtu ve’s-selâm ey ahsen-i hulk-i sıfât

Hz. Peygamber’e olan sevginin ifade edilişi, edebiyatımızın konulan arasında başlı başına, hususi bir yer tutmaktadır. Şâirlerin, Allah Teâlâ’nın da kitâbında defalarca taltîf eylediği Habîbullah’ı övmek gâyesi İslâm edebiyatında da en yaygın tür olan NA’T türü eserlerin doğmasına sebep olmuştur.

Şems-i zâtın perteviyle zâhir oldu her vücûd
Münkir-i zâtın içindir cehl-i küfür hem memât

mihrabi_nebi

Gördü Âdem hüsn-i vechin bildi sensin sırr-ı âb
Cenneti ferdâya saldı buldu nûrunla sebât

Edîb ve şairlerin büyük ekseriyeti, nesir ve nazım olarak bu sevgiyi dile getirmişler, çeşitli vesileler ittihaz ederek onun hayatının hemen her safhasına dair eserler vermişlerdir. Bu vadide eser verenler hangi seviyede olursa olsun, şöhretler arasında zikredilmeyen bir unutulmuş bir şairden sultanlara kadar O’nun aşkını terennüm etmekten geri duramamışlardır. Ona duyulan muhabbet, ondan şefaat talep etme, onun hayatını örnek alma gibi hususlar gayet samîmî bir üslupla ifade edilmiş, eserlerini bu konuları işleyen nice şiirle süslemişler, divanlarına baştâcı eylemişlerdir.

Yoluna cân itse kurbân cedd-i pâkin çok mudur
Zemzem-i irfânı buldu kıble oldu hep cihât

Osmanlı sultanları arasında da bir çok hükümdarın divanlarında Hz. Peygamber’e na’tlar bulunmaktadır. “İlhâmî” mahlasıyla eserler veren III. Selim Han Hazretleri de (v. 1809) şiir ve musîkiye önem vermiş, şairleri ve musîkişinasları korumuş, gözetmiştir.

Olduğunçün küntü kenz’in sırr-ı rahmet âleme
Hubb-i âlin ehl- nîrân ‘ıtkına oldu berât

İlhâmî’nin şiirleri arasında na’tlar da yer almaktadır şüphesiz. Bunlardan bazıları yeni neşr edilen na’t antolojilerinde de yer almaktadır. Ancak onun Mescid-i Nebevî’deki bazı sütunlara nakş edilen na’tları ise, onun Peygamberimiz’e duyduğu muhabbetin, onun hayatını örnek almanın, devleti ayakta tutmak için himmetini beklemenin ve ahirette de şefaatine ermenin önemini ifade ettiği dön na’tı vardır ki bu vadide bir Osmanlı Sultanının dilinden dökülen pek saltanatlı sözlerdir.

Ehl-i beyt’in hubbudur lezzet veren eşyâye hep
Onlara münkâd olanlar buldu berzahtan necât

Bir zamanlar Medine’deki cami ve kütüphanelerde çokça bulunan Türkçe kitabeler daha sonra yapılan tadilatlarda yerlerinden sökülmüşlerdir. 1976 senesi haccı münasebetiyle gittiğim Medine’de, Mescid-i Nebevî, Kuba Mescidi ve Arif Hikmet Kütüphanesi’nde bu kitabelerden bazılarını görmüştüm. Daha sonraları bu kitâbeleri okuyup, neşredilmesinin uygun olacağını düşünüyordum. Ancak Medine’deki mescidlerin son yıllarda yapılan tevsî çalışmları sırasında bu yazılar yerlerinden kaldırılmıştır. Hatta bu son tevsî çalışmalarından önce de Mescid-i Nebevî’de yapılan genişletmeler esnasında güzelim yazılar sıvalarla ve duvarlarla kısmen örtülmüştür. Nitekim Bâbü’s-Selâm’ın dış cephesindeki bazı yazılar kısmen okunabilmektedir.

Bu yazılar arasında III. Selim’in olduğunu tahmin ettiğimiz ve daha önceleri Mescid’in içindeki sütunlarda bulunan yazılar da şimdi bulunmamaktadır.

III. Selim’in bu mekâna göndermiş olduğu dört adet na’t-ı şerîfinin Ali Emirî Efendi’nin Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nda neşredildiğini görüncü sevindim. Adı geçen derginin 31 Teşrin-i evvel 1335 (1919) tarihli 20. sayısında sahife 451-452’de yayınlanan bu dört manzumenin Ali Emirî’nin ilâve ettiği küçük notlarla birlikte metnini bugünkü harflerle ve sadeleştirilmişhaliyle takdim ederiz:

I.
Ravza-i Mutahhara-i Cenâb-ı Risâlet-penâhîde minber-i saâdet civarında birinci sütun-ı ulviyet-nümûnda cennet-mekân-ı saîd Üçüncü Sultan Selîm Hân-ı şehîd hazretlerinin şu kıt’a-i ubûdiyyet-kârâne ve pâdişâhâneleri menkûş u muharrerdir:

Esselâm ey mehbit-i vahy-i Emîn
Cân ile âşık sana Rûhu’l-Emîn

Âsmâna fahr ider yerden göğe
Cây-ı cism-i pâkin olmakla zemîn

Tâk-ı gerdun-ı imâd-ı şevketin
Oldu ma’nâda zehî rükn-i rekîn

Dest-gîri ol Selîm Han’ın meded
Kim kavîm ola kıyâm-ı mülk ü din

II.
Diğer sütûn-ı saâdet üstüne imla buyurdukları kıt’a-i âşikâne ve şâhâneleri:

Ey kerem mülküne Sultân-ı Kerîm
Kulluğun fahr bilir Şâh Selîm

Yapışıp kâime-i arş gibi
Şer’in erkânına eyler ta’zîm

Bende-i hâsdır ihsân eyle
Dü-cihânda bana ey lutfu ‘amîm

Ravza-i pâkine yüz bin salâvât
Her biri başına yüzbin teslîm

III.
Diğer sütûn-ı mübârek üzerine tastîr buyurdukları kıt’a-i rukiyyet-kârâne vü mülûkâneleri:

Ey gül-i Ravzâ-i dîn-i İslâm
Sana her demde hezârân selâm

Nice reşk-âver-i yâkut olmaz
Kasrına oldu sütûn-ı seng-i ruhâm

Habbezâ Şâh Selîm-i Sâlis
Kıldı rif’atle bu hizmette kıyâm

Kerem eyle ana ey ekrem-halk
Lutuftur bendelere de’b-i kiram

IV.
Diğer sütûn-ı hümâyuna nakş-tirâz-ı ubûdiyyet eyledikleri kıt’a-i nefîse-i pâdişâhâneleri:

Muallâ Ravza-i fahr-i risâlet
Anın tahtındadır gül-zâr-ı cennet

Sütûn-ı rif’atin tûbâ göreydi
Olurdu cebhe fersâ-yı darâ’et

Selîm Hân ibn-i Mustafâ’ya
Zehî devler nasîb oldu bu hizmet

Ana dünyada himmet âhirette
Şefâat yâ Rasûlallâh şefaât

ashab,_suffe

Zamâne dilinde söylenirse:

I.
Cebrail (a.s )’ın vahyi indirdiği yer olan kutsal mekan sana selam olsun! Çünkü o sana candan aşıktır. Yeryüzü, Hz. Peygamber’in mübarek vücutları kendisinde medfûn diye yerden göğe kadar övünmektedir. Ey Resûl! Senin bu dünyadaki yüce şahsiyetin aynı zamanda ma’na aleminde de ne kadar sağlam bir mevkidir. Yâ Resûlallâh! Sen Selîm Hân’ın elinden tutuver de din ve memleket sağlam bir şekilde ayakta dursun.

II.
Ey cömertlik ülkesinin en cömerdi olan Nebî! Pâdişâh Selîm senin kulun olmakla övünmektedir. Senin şerîatının esaslarına sanki arşın direğine yapışır gibi sarılıp yüceltmektedir. Selîm, senin has kulundur. Ey lutfu bol olan, her iki cihanda da bana ihsan eyleyiver. Ey Resûl senin o tertemiz ravzana yüzbinlerce salat, yüzbinlerce selâm olsun.

III.
Ey İslâm bahçesinin gülü olan Peygamberim! Sana her vesileyle binlerce selâm olsun. Senin sarayında sütun olan mermerler bile yâkut gibi kıymetli taşlara nasıl üstünlük taslamazlar ki. Pâdişâh Üçüncü Selîm, senin mescidine hizmet etmekle ne güzel bir iş yapmıştır. Ey insanların en cömerdi! Büyüklerin kölelerine ihsân etmeleri adettendir. Sen deihsanda bulunuver.

IV.
Peygamberlerin övünç kaynağı olan Hz. Muhammed’in (sav) ravzası ne de yücedir. Cennet babçeleri bile derece bakımından onun aşağısındadır. Tûbâ ağacı senin sütûnlarının yüceliğini görseydi, mahviyetinden başını secdeden kaldıramazdı. Mescid-i Nebevî’ye hizmet etmekle Sultan Mustafâ’nın oğlu Sultan Selîm’e ne yüce bir saâdet nasîb olmuştur. Sen ona dünyada himmet, âhirette de şefâat nasîb ediver Yâ Resûlallâh


Yâ Resûllâh şefâat eyle Allah aşkına…

El-hâc Hüseyin Vassâf

لنَّبِيُّ أَوْلَىٰ بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ ۖ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ

Peygamber, mü’minlere kendi öz nefislerinden, canlarından, birbirlerinden daha yakındır, daha ileridir. Eşleri mü’minlerin anneleridir. [Ahzâb:6]

Tarik-i Uşşakiyye Meşayihinden
El-Hâcc Hüseyin Vâssaf Hazretleri (v.1929)
Semt-i illiyyîne uçdu şimdi bir rûh-ı kerîm
Çıka istikbâle yârân gülşen-i adnânda
Rıhlet-i cân-sûzuna Sa’dî didim târih-i tâm
Hüseyin Vassâf bugün rahmet-i Rahmân’da

Hazretim, mah-ı Muharrem’de dünyaya geldiği için Şeyh Ahmed Zarîfî, tarafından kendisine “Hüseyin” ismi verilmiş; “İnşeallah Vassâf-ı Muhammedî olur” diye mahlası da “Vassâf” konmuştur. Eskimeyen kültürümüzle yetişmiş, Arapça, Farsça ve Fransızca’ya vâkıf, edib, şair ve mutasavvıf. Öyle ki zat-ı şahaneleri tam bir Peygamber aşığı. Her üç rüyasından birinde mutlaka peygamber efendimiz var…

Maddenin kasıp kavurduğu gönül derdimize şifa olsun, vesile-i şefaat buyrulsun niyyetiyle, Hüseyin Vassaf Hazretlerinin Kasîde-i İstişfâiyye’sini ihvan-ı bâ safa kardeşlerimize teberrüken ikram eyler, dua bekleriz…

nebilerbagi
Kasîde-i İstişfâiyye
Mefa’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün 

Vücûd-ı akdesin ‘ayn-ı beşaret yâ Resûla’llâh
Zuhûr-ı pür-sürûrun mahz-ı rahmet yâ Resûla’llâh
[akdes: en kutlu, en kudsî / ayn: aslı, kendisi / beşâret: müjde]
[pür: dolu / sürûr: mutluluk / mahz: tam ta kendisi, aslı] 

Sen ol mahbûb-ı memdûh-ı güzîn-i Hazret-i Hak’sın
Kudümün bâ’is-i âsâr-ı ni’met yâ Resûla’llâh
[memdûh: medholunmuş, övülmüş / güzîn: seçilmiş, seçkin]
[kudüm: gelme, ayak basma / bâ’is: sebep olan / âsâr: eserler, izler]

Seni idrâk için ‘akl-ı beşer izhâr-ı ‘acz eyler
‘Ukûl-i âdeme gelmekde hayret yâ Resûla’llâh
[izhâr-ı acz: acziyetini ortaya koymak] [Ukûl: zihinler, akıllar]

Senindir bunca devletler şu’ûnât hep seninçündür
Senindir her iki ‘âlemde rif’at yâ Resûla’llâh
[şu’ûnât: hâdiseler, olaylar] [rif’at: yükseklik, yücelik]

Senin mir’ât-ı hüsnünden göründü Hazret-i Allah
İle’l-âhir sana olsun tahiyyât yâ Resûla’llâh
[mir’ât-ı hüsn: güzellik aynası]
[ile’l-âhir: ebede kadar / tahiyyat: selâmlar, hayır dualar]

Hadîs-i kâ’inâtın metni hem tafsîlîdir el-hak
Sana ma’lûm bidayetle nihayet yâ Resûla’llâh
[hadîs: haber / tafsîlî: ayrıntılı] [bidâyet: başlangıç]

Ser-â-pâ pür-hakâyık bir kitâbu’llâh-ı ekbersin
Tecellî-gâh-ı esrâr-ı hüviyyet yâ Resûla’llâh
[ser-â-pâ: baştan ayağa / hakâyık: hakîkatler / ekber: en büyük]
[tecellîgâh: görünme yeri / esrâr: sırlar / hüviyet: mahiyet, hakîkat, asıl]

Güzelsin pek güzelsin tâb-ı hüsnünle cihan pür-nûr
Gelir îmânıma her demde kuvvet yâ Resûla’llâh
[tâb: ışık, parlaklık / hüsn: güzellik]

Tahassür canıma te’sîrini gösterdi bî-tâbım
Gönül göz hepsi ister Hakkı rü’yet yâ Resûla’llâh
[tahassür: (kök: hasret) hasret çekme / bî-tâb: takatsiz]
[rü’yet: görme, bakış, görüş]

Gözümde tütmede dîdâr-ı nûr enver-i tâb-nâkin
Canım cânân-ı kalbim kıl ‘inayet yâ Resûla’llâh
[dîdâr: cemâl, yüz / enver: nurlar / tâb-nâk: parlak, ışıklı]

Gözüm sende, gönül sende, ümidim cümleten sende
Veliyyü’n-ni’metim genc-i melâhat yâ Resûla’llâh
[veliyyü’n-ni’met: nimet sahibi /genc: hazîne / melâhat: güzellik]

Tulû’ et mihr-i rahşânım gönül göz rûşenâ olsun
Senin ‘aşkınladır âmâl-i vuslat yâ Resûla’llâh
[tulû: doğuş / mihr: güneş / rahşân: parlak / rûşen: aydın, parlak]
[‘âmâl: ameller / vuslat: sevdiğine kavuşma]

Tenezzül eyle lütfen dîde-i canım hayât bulsun
Buyur bu ‘âşık-ı şeydâna re’fet yâ Resûla’llâh
[dîde: göz]
[şeydâ: aşktan aklını kaybetmiş; dîvâne / re’fet: merhamet etmek]

Gezip vâdî-i hasretde arar mahbûbunu ruhum
Beni yakmakdadır nâr-ı muhabbet yâ Resûla’llâh

Tahammülsüz olan hicrin beni dîvâne etmişdir
Bana olsun visalin zevki kısmet yâ Resûla’llâh
[hicr: hasret] [visâl: kavuşmak]

Ra’ûfsun hem Rahimsin, kimseyi mahrum buyurmazsın
Hayâlinle gönül bulmakda lezzet yâ Resûla’llâh
[Râ’ûf: merhametli]

Efendimsin, cânımsın, bâ’is-i feyz ü hayâtımsın
Devâ-yı derd-i rûhumsun, sehâvet yâ Resûla’llâh
[bâ’is: sebep]  [sehâvet: cömertlik]

Kapından başka yokdur mültecâ mahbûb-ı Rahmanım
Dahîl-i bâb-ı ihsanım ‘inayet yâ Resûla’llâh
[mültecâ: ilticâ edilecek, sığınılacak yer]
[bâb: kapı / inâyet: lütuf, ihsan]

Beni dûr etme, cananım bi-hakk-ı Hazret-i Zehra
Senin Kıtmîr-i babındır himâyet yâ Resûla’llâh
[dûr: uzak] [himâyet: sahip çıkma, esirgeme]

Âmân cânân-ı zî-şânım terahhum kıl kerem-kânım
‘Ubeyd-i sâdıkındır eyle şefkat yâ Resûla’llâh
[zi-şân: şanlı / terahhum: merhâmet etme / kân: maden, kaynak]

Medâr-ı iftihârımdır kapında ‘abd-i mahz olmak
Kerem ey ma’den-i hilm ü beşaret yâ Resûla’llâh
[mahz: katkısız, sade, ta kendisi, aslı / hilm: yumuşaklık / beşâret: müjde]

Gönül titrer mu’azzam nâm-ı pâkin yâd olundukça
Safâ-bahşâ-yı erbâb-ı basiret yâ Resûla’llâh
[safâ-bahşâ-yı erbâb-ı basiret: kalp gözü açıklara safâ veren]

Gözüm giryân, gönül nâlân, esîr-i mihnet-i hicran
Yetiş imdadıma kenz-i sa’âdet yâ Resûla’llâh
[giryân: ağlayan / nâlân: inleyen / mihnet: gam, musibet / hicran: ayrılık]
[kenz-i sa’adet: mutluluk hazinesi]

Bu hasret imtidâdından tahammül kalmadı bende
Sana ma’lûm bunu ‘arza ne hacet yâ Resûla’llâh
[imtidâd: uzama, uzun sürme] 

Seherlerde yanıp yakılmada bu haste dil bi’llâh
Eder her ihtiyâcı kesb-i şiddet yâ Resûla’llâh
[haste dil: hasta gönül] [kesb-i şiddet: şiddet kazanmak]

Geceler leyle-i yeldâ ana hem-dem gam-ı ferdâ
Nevâl-i lutfuna kandır semâhât yâ Resûla’llâh
[yeldâ: uzun / hem-dem: can-ciğer sohbet arkadaşı / ferdâ: yarın, gelecek zaman]
[gam-ı ferdâ: yarın endişesi / nevâl: talih, kısmet, bağış / semâhât: cömertlik]

Misâl-i bülbül-i nâlendeyim gülzâr-ı vaslında
Marîz-i ‘aşkınım ver feyz-i sıhhat yâ Resûla’llâh
[nâlende: inleyen / gülzâr-ı vasl: vuslatın gül bahçesi] 
[marîz: hasta]

Beni dünyâyı gafletden rehâ-yâb et halaskarım
Kulunda kalmasın asla kesafet yâ Resûla’llâh
[rehâ-yâb: kurtulan, kurtulucu / halaskar: kurtaran]
[kesâfet: (nefisten kaynaklanan) bulanıklık, berrak olmama] 

Görünsün neş’e-i vahdet mübarek vech-i pâkinden
Safây-ı cân ile gelsin letafet yâ Resûla’llâh
[vech: yüz, cemâl]

Hakâyık gülşeninde sırr-ı tevhîdden haberdâr et
Bu gönlüm olmasın dûçâr-ı gaflet yâ Resûla’llâh
[hakâyık: hakîkatler / gülşen: gül bahçesi] 

Nigâh-ı iltifatınla beni dil-şâd buyur canım
Dil-i nâ-şâdıma gelsin meserret yâ Resûla’llâh
[nigâh: bakış, bakma / dil-şâd: gönlü sevinçli]
[nâ-şâd: gamlı, kederli, mahzun /meserret: sevinç, şenlik]

Âmân ey mefhar-ı ‘âlem sığındım bâb-ı ihsana
Hümûm-ı mâsivâ etmekde savlet yâ Resûla’llâh
[mefhâr: övünmeye sebep olan / bâb: kapı]
[hümûm: gamlar, kederler / savlet: hücûm]

Tulû’-ı mihr-i dîdâra dü çeşmim intizâr eyler
Kerem ey şems-i iklîm-i hidâyet yâ Resûla’llâh
[tulû’: doğma, doğuş / mihr: güneş / dü çeşm: iki göz / intizâr: bekleyiş, gözleme]
[şems: güneş] 

Cemâl-i enverin kılmak temâşâ bir sa’âdetdir
Olur mu hîç ona takdîr-i kıymet yâ Resûla’llâh
[enver: nurlu / temâşâ: bakma, seyretme]

Hitâb-ı “len terânî”de bulunma merhamet eyle
Tecellî eyle ey sâhib-risâlet yâ Resûla’llâh
[len terânî: Beni göremezsin (Arapça) bknz. A’raf:143]
[sâhib-risâlet: Resullük makamının hakîkî sahibi]

Gönül mehcûr-ı dîdâr-ı melîhin olmasın yoksa
Görünmez gözüme in’âm-ı cennet yâ Resûla’llâh
[mehcûr: perdelenmiş, terkolunmuş / melîh: çok güzel]
[in’âm: nimetler]

Açılsın gonce-i âmâl kerem bağında îmânım
Görünsün kalbime envâr-ı behcet yâ Resûla’llâh
[âmâl: ameller] [envâr: nurlar behcet: sevinç, güzellik]

Günahkârım, şerm-sârım, reh-i gufrânına düşdüm
Bi-nezd-i Hazret-i Mevlâ vesâtet yâ Resûla’llâh
[şerm-sâr: utangaç, mahçup / reh: yol]
[vesâtet: araya girme, vasıta olma]

Der-i devlet-me’âba intisabım tâ ezeldendir
Medâr-ı mefharetde, arza nisbet yâ Resûla’llâh
[devlet-meâb: devlet sahibi]
[medar-ı mefharet: iftihar duyma vesilesi]

Kemâl-i ‘aşk ile geldim der-i ihsanına canım
Dahîlek ey şeh-i mülk-i melâhat yâ Resûla’llâh
[dahîlek: sana sığındım / mülk-i melâhât: güzellik ülkesi]

Yüzüm sürsem be-tekrâr ravza-i pâk-i ‘ıtırnâke
Bu cism-i pür-‘ilel’de kalmaz ‘illet yâ Resûla’llâh
[ıtırnâk: güzel kokulu] [pür-ilel: hastalıklarla dolu]

Tehalük etmede kalbim o ‘âlî südde-i pâke
Edeb ta’zîm ile etsem ziyaret yâ Resûlallâh
[tehalük: can atma, koşma / südde: kapı, eşik]

Şeb-i mi’râc’daki esrâr-ı halvet ‘aşkına eyle
Dem-i eyyâm-ı gurbetde vikâyet yâ Resûla’llâh
[vikâyet: koruma, esirgeme]

Husûsâ son dem-i ‘ömrümde de eltâfa muhtacım
O ân-ı hevl-nâk’de ver selâmet yâ Resûlallâh
[eltâf: lütuflar] [ân-ı hevlnâk: korku veren an]

Tenezzül eyle lütfen ihtizârımda nasîb olsun
Bu yolda ‘arz-ı teslîm-i emânet yâ Resûlallâh
[ihtizâr: can çekişme]

Temâşâ-yı cemâl-i eltafınla mest olup hayran
Gidersem dâr-ı ‘ukbâya ne devlet yâ Resûla’llâh
[eltâf: lütuflar] [dâr-ı ukba: öbür dünya]

Durmuşum bağlayıp dergâh-ı ihsana yüzüm tutdum
Yegâne matlabımdır sırr-ı vuslat yâ Resûlallâh
[matlab: taleb edilen şey, meram] 

‘Umûm ahvâlimi teşrîhden maksaddır istimdâd
Dahîlek yâ nebiyya’llâh sahabet yâ Resûlallâh
[teşrîh: şerh etme, açıklama / istimdâd: yardım isteme, imdada çağırma]
[sahabet: sahip çıkma, koruma, arka olma]

Ümîdvârım ki mahrûm-ı şefâ’at eylemezsin sen
Senin şânındadır, rahmet, mürüvvet yâ Resûlallâh
[mürüvvet: mertlik, cömertlik]

Senin âzâd kabul etmez kulundur ‘âşıkın Vassâf
Bu ‘abd-i rû-siyâha kıl şefâ’at yâ Resûlallâh
[vassâf: vasıflarını, özelliklerini sayarak anlatan kimse]
[abd-i rû-siyah: kara yüzlü kul]

Kasîdem elde ‘aşkın dilde geldim bâb-ı ihsana
Dahîlek ey Habîb-i Hazret-i Hak yâ Resûlallâh

madina2
 8 Ramazân 1343 (2 Nisan 1925) Perşembe’de temam oldu.

Hicaz Hatırası

Tariki Halvetiyye’nin Uşşaki kolu meşayihinden Hüseyin Vassâf Efendi’nin (1872-1929) Harameyn ziyareti (1906) esnasındaki gözlemlerini ve yaşadığı manevi zevki anlatan bir seyahatnamesi olan “Hâtıra-ı Hicaziye” şühûdî, târihî, zevkî bir eserdir.

Hüseyin Vassâf, yıllar sonra eserini temize çekerken yolculuk sırasındaki heyecanını, hacılar arasındaki telaşı, hatta ufak tefek kavgaları, bazen kısa süreli dargınlıkları ama her şeyden önemlisi manevi hazzın zirveye çıktığı ve sonunda kendinden geçecek kadar coşup ağladığı anları anlatırken sanki o günleri bir daha yaşamakta ve bizlere de yaşatmaktadır.

Asvan Vapuru ile İstanbul, Gelibolu, Çanakkale, Kıbrıs, Beyrut, Sayda, Portsaid üzerinden Cidde’ye vâsıl olurlar.

..Portsaid Mısır’ın Süveyş kanalından Bahr-i Sefîd’e çıkılacak bir yerinde Akdeniz ile Menzile gölü arasında şehirlerden bir şehirdir. Her yolcunun Portsaid’e çıkıp gezmesi serbesttir. İş ki ya şehirde veya vapurda illet-i sâriye olmaya…

Bir müddet sonra çarşıdan pek mebzul olan portakal aldık. Satanların kısm-ı a’zamı kadınlardır. Portakal soyduk, yedik ama kabuklarını atacak yer bulamadık. Her taraf temiz idi. Bir mendile kabuklarını koyduk. Sokakta çöp kovası aradık, bulamadık. Meğer her köşede var imiş. Fakat üstleri pek süslü olduğundan farkında olamadık. Kabuklar mendilde, mendil elde dursun, biz biraz gezelim.

Rıhtıma geldik; yanımıza bir adam yaklaştı. “Üçüncü sokağı gezdin mi? Gezmediysen gezdireyim” dedi. Güzel Türkçe konuşuyordu. Orada ne var, dedim. “Arzu olunan şeyler var” deyince derhal intikâl ettim. Ayol biz Haremeyn-i Muhteremeyn’e gidiyoruz. Bizim için böyle bir teklife marûz kalmak, inkisâr-ı kalbimizi mûcib olur dedim. “Aman efendi! Burası sizin gibi nice hacıları yolundan koyan bir yerdir” dedi. Herifi yanımdan def’ ettik. Meğer üçüncü sokak hafif kadınlar mahallesi imiş. Burada üç sınıf umumhâne olup her birinin fiyatı hükümetçe tayin edilmiş. Yolcuların ihtiyacât-ı zarûriyyesine karşı düşünülmüş imiş. Böyle bir iş bizden ırak olsun dedik.

Sandala atladık. Refîkim Hacı Nûri Efendi elindeki mendil muhteviyâtı portakal kabuklarını denize attı. Aman efendim! Sandalcı kızdı bize Arapça, “Siz hiç medeniyet görmediniz mi? Kabukları hemen denizden toplayınız.” diye sandalı durdurdu. Biz korktuk. Hem de mahcub olduk. Hemen denizden kabukları topladık. Refikim, (إن الله مع الصابرين) “Allah sabredenlerle beraberdir” dedi kızdı. Arap, (إن الله يحب الطاهرين) “Allah temiz olanları sever” diye cevap verdi. Meğer liman nizamnamesinde, liman dahilinde denize süprüntü atmak memnu’ ve cezâ-yı nakdîyi müstelzim imiş. Hem bizden hem de müsamaha ettiğinden dolayı sandalcıdan alırlarmış. Hulâsa-i kelâm kabukları elimizde vapura kadar getirdik. Portsaid’te portakal yediğimize yüz bin defa pişman olduk.

Bu satırları yazarken bizim İstanbul’da Balıkpazarı yemiş iskelelerini, sahillerini göz önüne getirdim. Envâ-ı muzahrafât arasında sandalların seyr ü seferlerini düşündüm. “Ya Rab! Bize de o kabiliyeti ver de adam olalım” diye duâ ettim.

… Vapurumuz, Cidde limanına demir attığı zaman etrafımızı sunbuk denilen yelkenli mavnalar sardı. Tayfaları gayet çevik kimselerdi. Hacılar sunbuklara doluyor; dolan sunbuk gidiyordu. Cidde İstanbul’dan Galata’nın görünüşü gibi meşhud oluyordu. Senbuklar kâmilen hacı dolu idi. Araplar yolda, yani sunbuk Cidde’ye giderken yolcularından sunbuk parası topluyorlar. Çünkü karaya yanaştığı gibi para almak zor, belki gayr-ı mümkündür.

Adam başına bir Mecîdî alırlar. Hacılardan bir kısmı on kuruş vermek ister; onlar muvâfakat etmez. İhtilâf çıkar. Bu sırada sunbuku bir kayanın üstüne sevkederler. Sunbuk kayanın üstüne oturur. Hacılarda hoşafın yağı kesilir, hemen düşerler. Cümlesi halâs olmak derdiyle paraları bi-tamâmihâ verirler. Sonra gemicilerden birkaçı kayanın üstüne atlar, omuzlarıyla dayanarak sunbuku yüzdürürler. Böyle acîb bir tedbirleri vardır…

… “Biz tesbih, kokulu yağ almayacak isek, Hicaz’a niye geldik” diyen ve Kabe’nin örtüsünü yavaşça kaldırıp Allah’ın yüzünü göreyim, memlekette sorarlarsa ondan haber vereyim arzusuna düşen saf-dilân hüccâc ekseriyeti teşkil ediyordu…

… Hüseyin Vassâf Hicaz Hâtırâsı’nda, aldığı bu manevi zevk ve heyecânı tekrar yaşamayı ve herkesin yaşaması için, nişane-i ziyaret olmak üzere gözyaşlarını oralarda yadigar bırakıp niyaz üzre eserini hitam buyuruyor: “Bu saâdet-i azîmeye nâiliyetteki bahtiyarlık her kula nasîb olmaz. Bir hümâ-yı devlettir, her başa konmaz. Âh, âh!… Cenâb-ı Hak tekrârını nasib buyursun diye duâ ettim. Fakat bu yollar kapanmıştır. Kalbimde ve ihvân-ı dînimin kalbinde muhabbet-i ilâhiyye ve muhabbet-i Muhammediyye’yi ibkâ buyursun. Âmîn!