Akkirmânî’de Zikr

Ey gönül cümle sivâdan pâk olup dergâha gel
Başla sağdan “Lâ ilâhe” solda “illâllah”a gel
zikr_tevhid

Nîce mecrûh eylediyse rûhunu emmâre nefs,
Sen de gürz-i zikr ile döğ başına eyle kısâs

… Şeyh efendi, dervişine tevhid’i telkîn ederek bir vehim olan vücudun yokluğunu ve bütün varlıkta Hakk’ın var olduğunu bildirir ve ona zikr-i kalbi’yi ta’lim eder. Yani kalbin daima Allah-u Tealayı anmasını emreder. Tenbihde dervişe şunu bildirmeden olmaz: Kalben zikrullah ile bir müddet meşgul olduktan sonra zikri unutmuş olsa, hatırına geldikte yine devam etmelidir. Bu unutuş bir günde yüz kere vâkî olmuşsa, yarın biri, öbür gün biri eksile eksile bir gün gelir ki, kalp evvelce Hakk-ı unuttuğu gibi, şimdi de mâsivâyı unutur. Evvelce masiva yerleşen kalbe şimdi zikrullah yerleşir. Kalb zikrullah ile aşina olunca, zikr-i gayr kalmaz. Gide gide göz başka görür, kulağı başka işitir. Velhasıl zikir değiştikce fikir değişir. Gide gide derviş kendinde bir vücud göremez ki o vücud ile bir şey yapabilsin. Mesela elinde kılıç olan bir asi, elinde kılıç bulunurken ettiği isyanı, kılıç elinden alındıktan sonra yapamaz. Kezalik kendi vücudu ile kaim olduğunu zanneden bir gafil, terk-i vücud edince tabii bir şey yapamaz…

Dervişler arasında zikir; Allah’ı anmak, hatırdan çıkarmamak ve unutmamak şeklinde ifade edilir. Riyâzetin en önemli esâsı, kulun Rabb’ine yaklaşmasını sağlayan en büyük ibadet olarak bilinir. Zikir; belli kelime ve ibareleri çeşitli miktar ve yerlerde edebli bir şekilde ferdî ya da toplu olarak söylenmesidir. Zikrin hakikati zikreden kişinin kendinden geçip Allah’ın dışında her şeyi unutmasıdır. Zikir, müşahede ve keşfi sağlayan huzur halidir. Zikir bir nurdur ki kalbi kapladığı ve hakimiyeti altına aldığı zaman kalbi de kalp gözlerini de nurlandırır. Böylece kişi daha önce görmesine engel olan karanlık yerlerde bile eşyayı bu kalp gözü ile görebilir. Nitekim ölüm döşeğinde olan bir kimse de yanında hazır olanların göremediklerini görebilir. Bu konuda Hak Teala “İşte senden perdeyi kaldırdık. Bugün gözün ne kadar keskindir.” [Kaf:22] buyurmuştur.

Zikrin kısımlarını şu şekilde sıralayabiliriz:
Lisanın zikri: Kişinin diliyle sürekli olarak Allah’ı anmasıdır. Lisan zikretmek suretiyle kalbe unuttuğu Allah’ın zikrini hatırlatır.
Kalbin zikri: Sevilenin hakikatinin kalpte tasavvuru ve bu tasavvurda yoğunlaşmaktır. Kalble zikir havassın zikridir. Kul kalbin daimi zikrine lisanın zikri ile ulaşır. Kalbin zikri kendi derinliğindeki celâl ve cemâli temaşa etmesidir.
Sırrın zikri: Zikredenin topyekün zikredilende erimesi ve sonunda da izinin kaybolması şeklinde tecelli eder. Bu durumda zikreden kaybolur, zikredilen zikreden olur.

Kur’an-ı Kerim’de “Ey inananlar Allah’ı çokça zikredin” [Ahzab:41] buyrularak zikrin önemine işaret edilmiştir. Kur’anda zikrin önemi ve âdâbına dâir pek çok âyet bulunmaktadır. Zikir, Hakk’a giden yolda kuvvetli bir esastır. Hatta, Kuşeyrî’ye göre, bu yolda temel şart, zikirdir. Devamlı zikir müstesna, başka bir şekilde hiçbir kimse Allah’a ulaşamaz. Zikrin özelliklerinden biri de belli bir vaktinin olmayışıdır. Namaz, bütün ibadetlerin içinde en çok vurgu yapılanı olduğu hâlde bazı vakitlerde kılınması caiz değildir. Halbuki kalp ile zikre her halükârda devam edilebilir.

Gönlümüze düşürülen Halvetiyye, Ramazaniyye ulularından Şeyh Nakşî Ali Akkirmânî Hazretleri’ne (v. 1655) göre zikir hakikate ulaşma yolunda en önemli vasıtalardan biridir. Hakikate ulaşmak isteyen kişi nefsini idrak ederek sürekli Hakk’ı zikretmelidir.
Bilmek istersen hakîkat iş bu Nakşî’n remzini
Fehm idüp öz kendi nefsin Hakk’ı zikr it dâimâ

Akkirmânî’ye göre Hakk’ı zikretmek öyle bir cevherdir ki onun sürekli olarak zikredilmesiyle en basit şeyler en kıymetli şeylere dönüşür. Kişinin her gördüğü şey Allah’ı çağrıştırır, zikri Allah olduğu için fikri de Allah olur. O, bu düşüncelerini şöyle nazma döker:
Kâl olup altun ola çün ey hümâ
Hakkı tâ zikr etmek ile dâ’ima
Kande baksa gördigi Allah ola
Fikri zikri dâ’ima ol şâh ola

Devamlı zikir, Allah’tan başka her şeyi unutarak sadece onu zikretmek, her dâim Allah’ın zikri ile hemhâl olmak demektir. Mutasavvıfımız bâtın ehlini anlatırken onların gece gündüz Hakk’ı zikrettiklerini, onun zikrinden başka bir şeyle meşgul olmadıklarını şöyle dile getirmektedir:
Gice gündüz hakkı anmak işleri
Andan özge dahı yok teşvişleri

Akkirmânî’ye göre Hak yoluna giren kişinin yapması gereken temel şeylerden biri de zikru’llahtır. Kişi ömür sermayesini boşa geçirmemeli, her dâim zikrullah ile meşgul olmalıdır.
Tâlib-i Hak olsa bir kes kârı zikru’llâh olur
Zâyi’ itmez ğayre ‘ömrin her işi Allâh olur

En faziletli zikir “la ilahe illallah” cümlesidir. Çünkü bu ifade nefy ve isbattan oluşmaktadır. Nefy’ -lâ ilahe- de nefse muhalefet etme, heva ve heveslere karşı çıkma vardır. Nefy bölümü, kalp ve gönül hastalıklarına sebep olan, ruhu çeşitli meşgalelerle bağlayan, nefsi kuvvetlendirip güçlendiren zararlı heves ve arzuları yok eder. Bunlar da kötü ahlâk ile bedenî isteklerdir. İsbat –illallah – ta ise Allah’ı, peygamberi, Kur’an ve sünneti kabul etme vardır. İsbat bölümü kalbin sıhhat ve selâmetini temin ederek kötü huylardan kurtarır, aslî hüviyetinden sapmasını önler. Allah’ın nuru ile kişinin huy ve hayatının düzenlenmesini sağlar.

Nefy u İsbat zikri, Abdülhâlık Gücdevânî’ye dayandırılmıştır. Nefy u isbat zikrinde nefes tutularak vücudun sağ ve sol tarafına vurdurulmasıyla sâlikin Hakk’a vasıl olmasının önünde birer engel olan yetmiş perde ortadan kalkar, kalpten mâsivâ kalkınca kalp Hakk’ı isbatta huzurun kaynağı olur. Fenâ makamına ulaşan sâlik varlığın birliğine şâhid olur.

Lâ perdesinden geçmeyenler yani nefsine muhalefet etmeyip onun arzu ve isteklerinin esiri olanlar, yaratılışındaki ilâhî özü bilmeyenler karanlıklar içinde kalmaya mahkûmdurlar ve bu kimseler illâ’ya yani Hakk’a kavuşamayacaklardır. Akkirmânî, bu düşüncesini şöyle dile getirmiştir:
Geçmeyüp lâ perdesinden bilmeyenler nefsini
Çahı zulmet içre kaldı bilmedi illa’sını.

Sâlik’in sırrı ‘la ilahe illallah’ zikrinin -yukarıda zikrettiğimiz- mânâsını idrak ettiğinde zikredenin izafî benliği zikredilenin ezelî benliğinde yok olur, kaybolur. Bu durumda zikir maddî kayıtlardan sıyrılarak harf ve ses kalıbını terk eder. Böylece zikir, zâkir ve mezkûr bir olur.

Akkirmânî’nin bu sözlerinin temelinde fenâ makamı vardır. Fenâ makamında kul fâiliyet şuurunu kaybeder kişinin yerine fâil olarak Allah geçer. Böylece kul adına iş yapan Allah olur. Bu kişinin makamına da fenâ fi’l-mezkûr denir. Nefy u İsbat zikrini lâyıkı vechiyle bilip, onu hayat felsefesi yapanlar mutasavvıfların “şehir” olarak isimlendirdiği gönle Allah’tan başkasının sevgisini koymazlar. Nitekim zikrin, insanı kemale erdirmesi, Hakk’a vuslata bir vesile olması da buna dayanmaktadır. Şeyhimiz bu düşüncelerini şöyle ifade eder:
Bilenler la vü illanun nedür nefy ile isbatı
Çıkarlar aradan anlar komazlar şehre ağyarı

Mutasavvıfımız aşağıdaki beytinde Rabb’inden lâ ile tüm bağları kesip illâ’ya ulaşmayı büyük bir tazarru ve yakarış ile niyaz etmektedir.
Geçür la perdesinden gel beni lutf eyle sultânım
Halas it gayriden cânı meded ayırma illâ’dan

Hülasa-i kelâm, Allah’ı hatırdan çıkarmamayı, onu sürekli hatırlamayı ifade eden zikir, mutasavvıflar tarafından Hakk’a vuslatın temel şartı olarak görülmüş hatta devamlı zikir müstesna, başka hiçbir şekilde Allah’a ulaşılamaz denilmiştir.Mutasavvıfımıza göre zikir Hakikate ulaşma yolunda en önemli vasıtalardandır. Ona göre hakikate ulaşmak isteyen kişi nefsini tanıyarak sürekli Hakk’ı zikretmelidir. Akkirmânî zikrin kısımlarından olan sırrın zikrini nefy u ispat paralelinde değerlendirerek fenâ makamı ile temellendirmiştir. Sırrın zikrinde kişi maddi kayıtlardan kurtularak fenâ fi’l-mezkûr olur, fâiliyet şuurunu kaybeder ve kul adına iş yapan Allah olur.

Bâlâda mezkur cümle erenlerin ervâhı şeriflerinin şâd u handân, biz kârîlerinden razı vü hoşnud olmaklıkları için bi sırrı Pîr el-fâtihâ