Yüz Söz’den II

İşitecek kulağı olanlar İnsanlığın Târifi’nden işitti:
Ben kimin mevlâsı isem Alî’de onun mevlâsıdır; Alî’yi zikretmek ibâdettir.

Evliyâ zikri Allah’ın rahmetine vesiledir
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Ola her kanda evliyâ zikri
Yağa baran-misal rahmet-i Hak
Dâimâ bî-gâm ü elemlerdir
Ferrûh ol meclîs ehline el-hak

Her nerde erenler anılsa
Rahmet yağar oraya yağmur misali
Elem ve gam hiç uğramaz oraya
Huzur içinde o meclis Hak orada

Marifetin çok azı bile çokça amelden hayırlıdır.
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Şemme-i ma’rifet be Hazret-i Hak
Yegdür andan k’ola kesîr-i ‘amel
Eyle ma’bûduna ‘ilim hâsıl
Kimedür bil ‘ibâdetin evvel

Üzerinde marifetten bir koku taşımak, pek çok amele hamallık etmekten iyidir.

Böyle buyurdu Şâh-ı Risâlet:
Hikmet, müminin yitiğidir, nerde bulsa alır.

Hikmeti bulmaktır, mümine ganîmet
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Kalb-i müminde ne hoş ganîmet var
Ki ola vicdân-ı zevk-ı hikmet eğer
Ne çıkar onu başkasına etmezse izhâr
Taş ses etmedi de oldu cevher

Hak sözü kabûl etmek dindendir, inâd etmek yâ nedendir?
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Kâmil müslüman ona derler
Hak sözü duyunca kabul eder
Müslüman o değildir inat eder
Kendi zannınca başka yere çeker

Hak armağanıdır; inat câhilin, sükût ârifindir, seyrân kâmilin…

Sözün kusuru uzunluğundan, güzelliği kısalığındandır
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Sözü uzatıp ayıbını çok eyleme
Sözde hüner az ve öz olana derler
Kısa olan anlaşılır uzun eyleme
Ne gerek var uzadıkça uzadı derler

Sûret ehline, kısa sözler uzatılarak söylenir, manâ ehline uzun sözler kısaltılarak…

Ülfetin şartı, külfeti terktedir.
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Şart-ı ülfet çün terk-i külfettir
Gel tekellüfsüz olalım cânâ
Can fedâ yoluna tekellüf yok
Tek hemân ‘aşk-ıla ülfet ola

Kalbin kasveti tokluktandır
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Kalbin katılığı tokluktan gelir
Bunca boğaz hevesi nerden gelir
Gönül ki kararıp daralır ne görür
Ayna tozlanınca insan ne görür

Açlık ölüyü diriltir, tokluk diriyi öldürür, tok gezdiğin günü seyrine dâhil sayma, açlığı gurbet, tokluğu vatan sanma!

Kişinin mizâcındaki hiddet felâketi olur
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Tabiatındaki ateşten hiddetten sakın
Sebeptir helâkine içine düşenin sakın
Muhafaza et öfkeyi derununda sakın
Kılıç için en uygun yer oldu: kın

Öfkeye tutunmak, zehri kendin içip ötekinin ölmesini beklemek gibidir.

Korkudan emin olmak, güzel bir döşekte uyumak gibidir.
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Güzel döşek üzerinde rahat uyursa
İkinciden ve korkudan emin oldun-ısa
Şâhid-i rûh ile birlikte yaşa
Kayd-ı tenden halâs buldın-ısa

Erenler için ne bir korku ne bir hüzün vardır.
[Yunus:62’den]

Âlem sahnesinde “ben-benim” diyene defter açılıyor, hesap başlıyor. Yegâne varlığın üzerine giydiğimiz zehirli ve ölümcül beden-zihin kimliğinden soyunmak ikilikten kurtulmak demek:

Kim ki kendi varlığından geçti Hakk’ı var bilüp
Şüphesiz geçti sıratı bî-suâl ü bî-cevâp
[Mirâtî]

Ayrılık ateşi, cehennem ateşinden harlıdır
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Hurkâ-ı âteş-i firâk-ı yâr
Nâr-ı zûzâhdan âh ber-terdür
Sâkin iden harâretin anun
Ki meger âb-ı dîde-i terdür

Sevgiliden ayrılık ateşinin hârı
Cehennem ateşinden beterdir
Onun hararetini söndüren
Meğer gözlerden akan terdir

Çocuğun velîsi rızıklandırılmıştır
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Herkesin rızkını verir rezzâk-ı âlem
Aczimizin serzenişidir bu elem
Çocuk gayb memesinden emer
Annesi onun için niye gam çeker

Takdîr olunan ne ise seni bulur
[Sad Kelâm-ı Şâh-ı Velâyet]

Bir iki gün cihanda hoşça didin
Yok yere canına azâb etme
Hak her neyi mukadder etmişse
O sana erişir acele etme

Kader gayrete âşıksa da
El-mukadder lâ-yugayyer vesselâm

Diğer sözler için
https://umutrehberi.com/2021/01/07/yuz-sozden/

Usûlî dilinden Münâcat

Tarîk-i Gülşenî içre, melâmet neş’esinde bir gül-i rânâ
Vardar Yeniceli Abdullah USÛLÎ أصولى (v. 1538)

Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm
Bir meş’aledir devr edilir elden ele

usuli_1

Taşrada, o dönemin Selânik vilâyetine bağlı bu küçük kaza merkezinde, bir kültür havzası inşa edecek Anadolu irfanının nerelerden mayalandığına dair mühim ipuçları olsa gerek Aşık Çelebi’nin işâretinde: “Rivâyet ederler ki Prizren’de oğlan doğsa, adından akdem mahlas koyarlar. Yenice’de doğan oğlan, baba diyecek vakit Farisî söyler. Priştine’de oğlan doğsa, dividi belinde doğar.”

İşte bu tasavvufî cereyân ile yetişen Usûlî’nin üslûbu âlem-i tekliften bile âzâde, rindmeşreb bir tavır sergiler, samîmî ve derinliği olan ruhunu, Mısır’da Dede Ömer Rûşenî halifesi İbrahim Gülşenî (v. 1533)  hazretlerinin hizmetinde geçen yıllarından alır. Biz dahi “Vâh kim gitdi Usûlî dermend” dimezden önce Fatihalar ihsân eyleyelim bende-i âl-i âbâ hazretimin aziz ruhaniyetlerine.

Buradan ikram edeceğimiz Mi’râciyesinden beyitlerle feth-i kelâm eyleyelim:

Bir avuç topraktan insân eyledi
Hem hilâfet verdi sultân eyledi

Kendi esrârından âgâh eyledi
Vâsıl-ı makbûl-i dergâh eyledi

Hâk-i nâçîzi tüvânâ eyledi
İlm verdi anı dânâ eyledi

Âfitâb-ı ruhu tâbân eyledi
Âdemin hâkinde pinhân eyledi

Gelelim münâcâtlara… lugatte “fısıldamak” anlamındaki necv kökünden türeyen münâcât “fısıldamak, sözü gizlice söylemek ve bir sırrı paylaşmak” demekse de biz burada.n tarif için aleni fısıldayacağız. Kulun her türlü sanat endişesini bir tarafa bırakarak doğrudan ve samimiyetle Allah’a yönelmesinin bir gereği olarak münâcâtlarda duygulu ve rikkatli bir üslûp ortaya çıkmıştır.

Görelim bu üslûb Usûli’den nice devr ider gönülden gönüle…

usuli_2

MÜNÂCÂT

Yâ ilâh’el-âlemin dil-hasteyem
Bu kuyûd-ı nefs ile pâ-besteyem

Bende-i gam-gînini şâd eylegil
Kayd-ı nefsâniden âzâd eylegil

Nûr-ı Ahmed hürmetiyçün ey Ehad
Habs-i zulmânîde koyma tâ ebed

Ayırıcak bu tenimi cândan
Cânımı ayırmagıl imândan

Çünki bu hâkî tenim hâk edesin
Umaram kim şirkden pâk edesin

Çün bizi hâk iken insan eyledin
Bî-nihâyet bize ihsân eyledin

Çünki ihsânını gördük bu kadar
Eyleme âhir behâyimden beter

Yolumu urdu benim nefs-i leîm
Bu belâdan beni kurtar ey Kerîm

Bir garîbem rehgüzerde kalmışam
Asîyem havf ü hatarda kalmışam

Hâb-ı gafletden beni bîdâr kıl
Rahmetin bâğında berhûr-dâr kıl

Ver bekânı et beni benden fenâ
Rabbenâ fağfirlenâ verhamlenâ

Aç dilimiz rahmetinle ey Gafûr
Tâ olalım biz dahi abden şekûr

Zâhirimi meskenetle hâk kıl
Bâtınımı lîk nûr-ı pâk kıl

Yâ ilâhî eylegil bir feth-i bâb
Gitsin ortadan bu yetmişbin hicâb

Gündüzün zerrin kabasın çâk kıl
Gecenin zülf-i siyâhın hâk kıl

Bu anâsırdan vücûdum eyle pâk
Yele versin kalmasın bir zerre hâk

Hâke sür yüzün hevâ-yı serkeşin
Koy ocağına sevâb u ateşin

Yolum üzre koma yâ Rab hiç pîç
Tâ ki senden gayri görünmeye hîç

Âline evlâdına eshâbına
Cümle-i ezvâcına ahbâbına
 ﷺ
Bin du’a vü bin selâm ü bin senâ
Bin gedâdan olsun anlardan yana

Buraya kadar olan manayı incitmeden, bir mertebeden sözü dizmek icâb iderse: Ey âlemlerin Rabbi olan Allah’ım peşinen itiraf ederim ki gönlü yaralı bir aşığınım, böyle iken dahi arzu ve heves bağıyla, nefsimin türlü kötü huyları ile kımıldayamaz olmuş, esir düşmüşüm. Bağlandığı bu dertlerden kederli esirini nefsani bağlarından, ağırlıklarından âzâd eyleyip sevindiriver.

Beden, ruhun bağıdır. Ruh, bedenden kurtulmak, o bağı çözmek ister. Fakat biz, kafeste yaşamaya alıştığımız için ölümden korkuyoruz. İnsanın alıştığı ortamdan kopması zordur. İnsan bedeni, ten sureti bir cam şişe gibidir. Kimse onu kırmadan içinde ne olduğunu bilip göremez. O camın içindeki kendi özü renksizdir. Biz o nurun gölgesinin gölgesiyiz. İçimizdeki de aynı gölgedir. O gölgenin beden camına vurması, cama bir renk vermektedir. Can, Allah’ın nuru, beden ise o nurun gölgesidir.

Uğruna alemlerin yaratıldığı Ahmed’in nuru, Ehad olan zâtının mim nuru hürmetine bu karanlık hapiste tutma, ten kafesinde bırakma, nefs alışkanlıklarında koyma sonsuza dek bırakma cehennemde.

Ehad Ahmed.. celle celaluhu sallallahu aleyhi ve sellem. Birbirini sımsıkı kucaklamış iki kelime. Ehad, birlerin içine girmeyen bir tek! Ahmed, beşer şahsiyetinin övülmesinde kullanılabilecek en zirve kelime! İki kelime arasında mim farkı… Ehad tecellisine; mim harfini ekleyince Ahmed’i görürüz. Mim henüz daha yazılışında bile boynu bükük bir harftir; secdeyi, kulun rabbine en yakın olduğu makamı sembolize eder… Ehad’e ulaşmanın yegane yolu; Rabb ile abd arasına Ahmed’e kurdurulan mim köprüsüdür. “Bir nefestir mim-i Ahmed, vâlid-i mevlüd o mim” Eski Türkçe’de Ehad ile Ahmed kelimelerinin yazılışları arasında bir “mim” farkı vardır. Mim de م‎ yuvarlak bir harftir. Hz. Mevlâna o mimi gözbebeğine benzeterek “Ahmed, Ehad’in gözbebeğidir” demiştir. “mim-i Ahmed” Ehad’den Ahmed’i ayıran mim’dir, o bütün doğumların -burada insan doğumundan bahsedilmiyor, arş, sema, kürsi, kalem ne varsa- hakiki sebebi işte o mim’dir, Ahmed’in mim’idir, yani Ahmed’dir. Ehad ile Ahmed arasında bir mim- i imkan farkı var. “Ayn-ı Ehad idi Ahmed ey cân olmaya idi arada mim-i imkân” Mîm-i Ahmed’den zuhûr-ı kâ’inât, Mîm-i Ahmed mazhar-ı sırr-ı sıfât!

Ey iman edenler… Allâh’tan (size yaptıklarınızın sonuçlarını kesinlikle yaşatacağı için) hakkıyla sakının ve ancak teslim olmuşluğunu yaşayanlar olarak, ancak müslüman olarak can verin [3:102]

Bir “Gel” nidâsı ile Emr-i Hak vâki olup bu tenim candan ayrıldığında, cânımı imandan ayırma ne olur, vereyim tâ bu iman ile cânım. İnsanı kendi ruhundan üflediğin ruh ve bir avuç toptaktan yarattığın bedenden terkip ettin, ten yeniden toprağa verildiğinde, ruhumu da şirk, iki görme hastalığından temizlendiği halde aslına döndüresin. Bir avuç toprak iken kendi ruhundan üfleyip insan etmekle sonsuz bir armağan vermiş oldun. Madem başlangıçtan beri, bu kadar lütuf ve bağışta bulundun, işin sonunu da güzel eyle, hayvandan aşağı saydıklarından beter eyleme.

Andolsun ki cin ve insten çoğunu cehennem yaşamı için yaratıp, çoğalttık! Ki onların kalpleri (şuurları) var, (hakikati) kavrayamazlar; gözleri var bunların, onlarla baktıklarını değerlendiremezler; kulakları var, onlarla duyduklarını kavrayamazlar!.. İşte bunlar hayvanlar gibidirler; belki daha aşağıda daha da şaşkın! Onlar gâfillerin (gılaf içinde – kozalarında yaşayanların) ta kendileridir! [7:179]

Kötü huyları nedeniyle kınanan, aşağılık nefsim sana varan yolumu kesti. Nefsin belâsından kurtar beni ey Kerim Allahım. Sen öylesine cömertsin ki, seni inkar ile açığa çıkanlara dahi sayısız nimetler bağışlar durursun, vuslat yolunu kesen nefsimin bağlarını da çözüver. Sana varan yol üstünde kalmış garibanın biriyim. Senin emirlerine uymayan nefsimden sebep korku ve güvensizlik içindeyim. Bu gaflet uykusundan, açık gerçeği görememe halinden uyandır. Rahmetin bağında, merhametinle muamele eyle, acıyıver de tuttuğum işten semere göreyim, netice bulayım, güzel sona ereyim.

Gerçek şu ki kullarımdan bir kısmı: ‘Rabbimiz, iman ettik… Bizi mağfiret et ve bize rahmet et… Sen Rahîm olanların en hayırlısısın’ derlerdi… [23:109]

Al beni benden, kayd-ı bedenden, ayırma senden… Beni bende öldürüp sende yaşat, bizim günahlarımızı bağışla ve bize acı Rabbimiz. Fenâ, yok olmak, geçici olmak anlamına gelen bekâ ise kalıcı olmak, ölümsüz olmak anlamına gelen Arapça kelimelerdir. Kulun benliğinin Allah’ın varlığında yok olması, eşyânın nazarından silinmesi, kendi fiilini göremez olması, kesret âleminin kayıtlarından sıyrılıp Hakk’ın tasarrufu altına girmesi hâli, fenâfillâh. Sonrasında hemen bekâbillah, ebedî ve ezelî olan Allah’ın bekâsı ile bâkî olma hâli. Olanların “Benden benliğim gitti, hep mülkünü dost tuttu” buyurduğu makam.

(Ey) Nuh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızın torunları… Muhakkak ki O, çok şükreden bir kul, abden şekûr idi. [17:3]

Dünyada da günahlarımızı örtüver Ey Gafûr olan Rabbimiz, bu tecelli denizinden bir rahmet ile gönlümüzü aç, dilimizin bağlarını çözüver ki biz de şükreden bir kul olalım.

Dünyaya bakan dış yüzümü, aczimi, fakirliğimi, yokluğu bilmekle mütevazı eyle, her türlü külfete dayanıklı toprak gibi eyle. Lâkin iç yüzümü, sırrımı nurunla tertemiz eyle, hâlis bir kulun olayım.

Ref olup ol Şah’a yetmişbin hicâb,
Nûr-i tevhid açtı vechinden nikâb

Habibi Kibriya efendimize açtığın gibi bize de kapıları öyle bir aç ki Allahım,  aramızdaki kavuşmaya engel yetmiş bin kilit açılıversin.

Muhakkak Allah için (mahlukat ile kendi arasında) nurdan ve zulmetten yetmişbin hicap (perde) vardır. Eğer açılacak olsa, O (Mevlâ Tealâ) nın Cemalinin nuru, görmesinin ulaştığı yere kadar olan şeyleri elbette yakar (yok eder) di. Ancak fenâ ve bekâ mertebelerine erişmiş olan Arif-i billah’a manevi kuvvet verilir, keyfiyetsiz bir hâle gelir, işte bu durumda olan Zat-ı Pak-i Sübhaniyeye yaklaşabilir.

Gündüzün alem-i kesret içindeki altın renkli örtüsünü yırt aç. Gecenin, alem-i vahdetteki siyah zülfünü toz toprak eyle. Yani beni iyi, kötü kaydından, ikilikten kurtar, vahdette kesreti, kesrette vahdeti bulan tevhid ehlinden eyle. Tam da olanların “Geç ak ile karadan, halkı çıkar aradan” buyurduğu yerdir burası.

Toprak, su, hava, ateş unsurlarına bağlı kalmaktan, ten mezbelesinde yaşamaktan kurtar, kirlerimden arındır beni. Bu ağırlıklarımdan zerre kalmayacak şekilde savurup havaya atıver. Söz dinlemeyen, gem vuramadığım isyankar arzularımı yerle bir et. Sevap ve günah kaydının ocağına koy yakıver gitsin.

Sana varan bu yolum üzre hiç piç kalmasın. Piç, farsçada labirent, açmaz, içinden çıkılmadık dolaşık mesele manasına gelir. Yozlaşıp, eksik kalıp aslına ve nesline benzemeyene de piç derler. Hem iç yüzümde vuslata mani hal kalmasın, hem yolumdan nesli bozuklar gelmesin. Bu hale erdiğimde gözüme senden gayrısı görünmez olur.

Hep görünen Dost yüzü
Andan ayırmam gözü
Gitmez dilimden sözü
Çağırıram; Dost, Dost…

Görem Hu, İşidirem, Hu, Diyem Hu

Bezgin imamın sesinden yoruldum

Ezbere bildiğimiz ama olamadığımız nice kelime ile irtibatımızı tazelemek için yazdırıldı bu yazı, o niyetle okunsun, mânâyı aslına mayalasın isteriz

camide_cocuk

Kitâb-ı aşkını baştan okudum ser-te-ser ezber
Dahi öğrenmeden varıp muallimden elif-bâyı

Vaktiniz varsa buyrun bir kelimeyi didikleyelim bereber (ﺍﺯﺑﺮ)
Lisân-ı Fârisî’de ez- “-den” ve ber “göğüs veya üst” ile ez-ber “göğüsten” yâhut “üstten”; bir sözü, bir metni kitaba bakmadan aynen tekrar edebilecek şekilde zihinde tutma, hıfzetme mânâsında kullanılıyor. Biz de isteriz ki, sözler içimizden gelerek söylensin. Farsçası ile söyleyecek olursak “ezber” den.. yani göğüsten…

Ne kötü ki, ezber demek artık içtenliksizlik anlamına gelir olmuş.

Sözün inanılarak, içten söylenilenini sevdim şimdiye dek. Şüphesiz şimdiden sonra da böyle olacak.

Vaktiyle bir Şeyhülislam’a dahi
Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyâyı
Meyhâneye gel kim ne riyâ var ne mürâyî
dedirten zihniyet yine saflarda dolaşıyor…

Maksadım şikayet değil ama yalan yok, camideki zorâki vaazdan, bıkkın, bezgin imamın sesinden de yoruldum. Sadece hutbenin sonunda para toplanacağını duyuracağı zaman içtenlikle, önemseyerek, kelimelerini yankı bulabilecek tarzda ağzından döken imamlardan bıktım.

Ah Ya Rabbim emanete ne yaptık; “bu nasıl dünya hikayesi zor, mekanı bir satıh!”

Maksadım şikayet değil.

Sadece demek istiyorum ki; insan sahici olanı özlüyor böylesi anlarda. Aslı ile yapmacık olanın karıştığı; iyi ile kötü olanın ayırd edilmesinin zorlaştığı bir dönemde insan daha çok özlüyor ‹asli› bir sesi. Asli bir duruşu.

Gördü mü teslim olası geliyor. Görmedi mi özlüyor.

“Güzel olan hiç bir şey hülasa edilemez” demiş Valéry. Güzel’in kaynağı el-cemîl bildiğimiz “Güzel”dir de onun için mi acaba hülasa edilemez.

Gözümüz güzel olanı görmek ister. Sadece hissetmek yetmiyor mu acaba. Yani güzellikleri fiiliyata da geçirmemiz gerektiği anlamına mı geliyor bu? Ve zor mudur güzel olan bir hissi, bir hali eylemlerimize, işlerimize aksettirebilmek. Tam da eyleme geçiriyorum derken niyeti bozulabilir mi mesela insanın? Bu bozulmadan kurtarabilmesi insanın kendisini kolay mıdır?

Sahici, içtenlikli sözler duymak, okumak istiyorum.

Bazı güzel görünümlü kelimeler ürkütüyor beni. Tedirgin ediyor. Kelimelerin sıradanlaşması ne kötü şey!

Yapay gülümsemeler, resmi saygı göstermeler… Birbirlerini hissetmeyen, fark etmeyen insanlar. Hal hatır sormanın sadece sormakla kalacağını, sorulan hatırın kimi sorumluluklar doğurabileceğini sanki hiç bilmezcesine hal hatır soran insanlar. Bu yüzden midir bilmem eski güzel insanların âdâbında hal hatır sormak büyüğün haddineymiş, “şöyle bir sıkıntım var” dese, bir yarasına merhem olacak, işini görebilecek olan başlarmış hal hatır faslına…

Binlerce, on binlerce insanlar. Ne tebessümü, ne ağlamayı keşfedemeyenler..

Kahkaha ile tebessümün farkından bihaber yaşayıp tebessümün açtığı güzellikleri göremeyenler, zırlama ile ağlamanın farkından habersiz ağlamanın güzelliklerini kaçırıverenler…

“Birisi bana bir şey söylesin. Güzel bir şey söylesin. İçinde kendisi olan bir şey. İnandığı ve yaşadığı bir şey…” dedi meczûb

Duyduk: Cenab-ı Hak senin dilini talep ve dua için çözdüğünde, istediğini sana vermeyi murad ediyor demekmiş, işittik ve uyduk, hazret-i azizimin durduğu duaya:
“Rabbim söylerken güzel söyleyebilmeyi, güzel söylemeye alışmamayı, alışıp sıradanlaşmamayı, tekdüzeleşmemeyi, muhatap olduğumuz her nesne ile Efendimiz gibi muhatap olabilmeyi nasip eylesin. Efendimizin yağmur damlasına ‘‘Bu Rabbimden yeni geliyor’’ deyip tazeliğe göğsünü açması gibi hep bir tazeliğe göğüs açabilmeyi, diriliği dileyebilmeyi, diri olabilmeyi, uykuyu bile “alimin uykusu” eyleyebilmeyi, güzel söylemekten güzel eylemeye geçebilmeyi nasip etsin…”

Bize ve “Ahir zaman güzelleri” kardeşlerime de…

Ben firakı kazıdım gönlümün ezberine,
Sen de adımı kaydet muhibler defterine