BEN münâfık mıyım?

Andıkça yanan cana,
Münâfıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki Allah, onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Namaza kalktıkları zaman da onlar gönülsüzce üşenerek, tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az anarlar. [Nisâ, 142]

Zikrimiz esrâr-ı Hakdır, cânımız hayrân-ı hû
Fikrimiz bâzâr-ı Hakdır, bağrımız püryân-ı hû
Kalbimiz ihyâ eder ol pâdişah-ı lâ-yezâl
Gönlümüz mimar-ı Hakdır, katramız ummân-ı hû



Ayet-i kerime’de zemmedilenlerden olmayalım deyu heman girelim anın zikrine (kalbin şifası, dervişin gıdası, âşık-ı sâdıkın sefasıdır) ve Hicaz ilâhi diliyle, Seyyid Nizâmoğlu Hazretlerinin haliyle, gelin cümlemiz aşk ile diyelim: [230. mestmp3]

Evvelde illallah, âhirde illallah, bâtında illallah, zâhirde illallah
Âlasın illallah, evlâsın illallah, keremi lütfu çok Mevlâsın illallah
Sultânım illallah, sübhânım illallah, günahım affeyle gufranım illallah
Mabudum illallah, mevcudum illallah, senden gayrısı yok, maksudum illallah
Nurumsun illallah, vârımsın illallah, gariplik illerde yârimsin illallah
Öldürsen illallah, dövdürsen illallah, sinemde hem dinim, imânım illallah
Ya Allah illallah, Ya Subhan illallah, ne versen razıdır Seyfullah illallah

Cemaatle namaz, mescide şevkle devam, müminle münâfığı ayıran bir ölçüdür. Hz. Peygamber (a.s.) zamanında cemaate devam etmeyen, İslâm toplumunun üyesi sayılmazdı. Münâfıklar da ister istemez mescide devam ediyorlardı. Fakat isteksiz, üşene üşene geç gelip, namaz biter bitmez hapishaneden çıkar gibi çıkmaları onların isteksiz ibadet ettiklerini gösteriyordu.

Bursa’daki altı asırlık yadigâr Camii Kebir’in (kündekâri sanatının kainata dair derin manaları içeren seçkin bir örneği olan) minberinin kafesine, bir hadis-i şerif yazmışlar. O yazı, hatırımızda kaldığına göre şöyle olsa gerektir:

(El-mü’minü fi’l mescit ke’s semeki fi’l – ma) Mümin mescitte sudaki balık gibidir. Denizdeki balık gibi zevk içindedir, camiden çıkmayı istemez. (Ve’l münafıku fi’l mescit ka’t tayri fi’l kafes) Mesciddeki münafık da kafesin içine sıkışan kuş gibi, kaçmaya çalışır iki tarafa! O hadis-i şerifi oraya yazmışlar. Münafık, dinin tadına varamamış, imanı çürük, nefsi kuvvetli, zihniyeti bozuk, kalbi kasvetli, paslı; onun için anlayamıyor. Halbuki Peygamber Efendimiz namaz için, “Gözümün bebeği, gözümün nuru…” diyor. Namazı sevemiyor bir insan, namazı zor kılıyor; demek ki hastalık var. Hastalık var ki sevemiyor. Hani bazan insan hasta oluyor da, en güzel tatlıyı çıkartıyorsunuz, ikram ediyorsunuz; “Hiç tadını alamadım, herhalde hasta olduğumdan ağzım acı!” diyor. Hasta oldu mu bir insan, güzel ibadetlerin tadını, zevkini alamıyor, kaçmağa çalışıyor. Öyle olmamalı! Bir kere ibadetleri sevmeğe çalışmalı. Sevmeyen kim?. İnsanın içinde ikinci bir varlık. “Bir ben vardır bende benden içeru” dediği gibi Yunus’un. İnsanın içinde nefsi var. Nefsi sevmez.

Madem “benden içeridir en uzun yolumuz” ben de sözü ehline bırakayım…

Ey talib ağzımızdaki dil, gönül kapısının halkasıdır; hep konuşup durarak neden kapı halkası olup kalıyorsun? Sus, konuşma; cana kavuşmak için kapıyı kır da içeri gir! Sus; sus ki, susuşta yüzlerce dil, yüzlerce anlatış vardır! [Hz. Pir Mevlana]

[ NEV-NİYÂZ ve DEDESİ ]

Hazır söz münafığa gelmişken gelin buradan kapılar açıp köprüler kuralım…
Arapça’da dağın içine kazılıp giden yola, tünele “nafak” derler. Yâni içi başka olmak, dışı başka olmak. Dışarıdan bakıyorsun dağ ama içinde gizli bir yol var, tünel var. MÜNÂFIK; dışında hayırlı, iyi gibi görünmek ama, içinde kötülüğü gizlemek; saman altından su yürütmek, içten pazarlıklı olmak, özü sözüne uymamak mânâsına bir kelime.

Peki öyleyse BEN münâfık mıyım? Nasıl anlarım?

İnançta duyarlılık, insan için gerçekten hayati bir konudur. “İnancım tam mı?”, “Gereğini yerine getiriyor mu?”, “Coşku üretiyor mu?” diye, eğer inancını korumak istiyorsa, kuşku duymalı, tedirgin olmalı insan! Bu suali sorman, varlığından şüphe etmen bile hayra alamet aslında. Ebû Tâlib-i Mekkî’nin Kut-ül kulûb’unda geçer: Adamın biri Huzeyfe’ye (ra) ‘Münafık olmamdan korkuyorum’ demişti. O, adama şöyle dedi: Eğer münafık olsaydın, münafık olmaktan korkmazdın. Çünkü münafık, nifaktan emin olan kimsedir!

Canım erenlerim ne dersin! Kur’an-ı Kerim’in, insanları mü’min, kâfir ve münâfık olmak üzere üç grupta toplamaz mı?
Tasdik ve inkar bakımından öyledir lâkin münafıkta mümin, mümin olanda da münafık hali, alameti bulunur ki tam da buna dikkat çekmektir murâdımız. Hem cennetle müjdelenmiş Hz. Ömer (r.a.) bile Huzeyfe r.a. hazretlerine kendinden sorardı. Hz. Huzeyfe (ra), Peygamber (sav) Efendimiz tarafından bildirilen birçok sırlara sahipti, bilhassa münafıkları bellemişti. Hz. Ömer onu görünce ağlar ve: Bende nifaka ait bir şeyler var mı? diye sorardı. Halbuki en büyük derecelere sahip idi. Bununla beraber nefsinden emin olamıyordu, kendini itham ediyordu.

Peki, sahabenin korktuğu münafıklık veya nifak nedir? Müslüman’ın böyle bir tuzağa düşme ihtimali var mı?
Peygamber (sav) Efendimiz sahih bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki: Dört şey, her kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıkdan bir haslet kalmış olur. (Bunlar da) kendisine bir şey emniyet edildiği zaman hıyânet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde ahdini tutmamak, husûmet (iddiâ ve tartışma) zamanında da haksızlık yapmaktır.

Yaktın bizi cânım efendim!

“Kim daha çok uyanıksa, o daha dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa, onun, daha sarıdır benzi.” [Hz. Pir Mevlana]

Bu hadis-i şerifte söylenen kötü ameller, İslâm’a, imana, dürüstlüğe, müslümanın hâlisliğine, muhlisliğine sığmayan davranışlar, münafıkça hareketler, tabii çok büyük günahlardır. Allah-u Tealâ Hazretleri hiç birine bulaştırmasın o kötü amellerin. “Bunların hepsi bir insanda bulunursa, o insan has, halis, katıksız münâfık olur. Bir tanesi bulunursa, münâfıklıktan bir parça bulunmuş olur.” diyor. Demek ki, bir insan müslüman olduğu halde atıyor, tutuyor, yalan söylüyor, yalan yere yemin ediyorsa, işte bak bir tarafı çürük… Demek ki maya tam tutmamış münâfıklık var. Akıl, idrak ve iman aleti olan gönüllerinde hastalık var. Hak Tealâ bizi, ihlaslı mü’min olmaya muvaffak eylesin. Mü’min iken, böyle bir takım kusurlarımızdan dolayı münafık durumuna düşürmesin.

Bize başkaca alametlerini saysanız da münafıklardan bazı sıfatlar üstümüze sıçramasın, bulaşmasın diye sakınsak olmaz mı?
Allah Resulü(sav) zamanında münafıkların en önemli özelliklerinden biri de sadece kendi canlarını, makam mevkilerini, midelerini, arzularını dert edinmeleriydi. Başka dertleri yoktu. Peygamber Efendimiz’e (sav) biat etmek için bir ağacın altında toplanan sahabiler arasında bulunan münafıklardan biri, bir an ortadan kaybolmuştu. Çok geçmeden kızıl devesini kaybettiği ve onu aramaya koyulduğu anlaşılmıştı. Biat eden ashabı kiramdan bazıları; “Gel bî’at et deveni sonra ararsın” dediklerinde. “Devemi bulmam benim için bî’at etmemden dahâ iyi olur” deyivermişti. Bunun üzerine Efendimiz “Şu kızıl deve sahibinden başka hepiniz bağışlandınız” buyurdular.

İşte sana münafığa dair hadis-i şeriflerden bir güldeste:

Mü’min kardeşiyle iyi geçimlidir, güleryüzlü, tatlı sözlüdür, insanlara rahatlık verir. Münafık ise çatık kaşlı ve asık suratlıdır, insanlardan uzak durur ve kardeşine sıkıntı verir. Mümin selam vermekte atılgandır. Münafık ise, ona selâm vermek ağır gelir, büyüklük taslar, selâmı karşıdakinden bekler. Ona selâm verilmedikçe selâm vermez.”

“Mü’min affetmek için hep mazeret , münafık da kötülemek için hep ayıp arar.”

“Müminin dili gönlünün ardındadır; münafığın gönlüyse dilinin ardında.”

İnanan, bir söz söylemek istedi mi, önce gönlünden geçirir o sözü, bir düşünür, hayırsa söyler, şerse vazgeçer. Münâfıksa diline gelini söyler; hangi söz kendisine fayda verir, hangi söz zarar, düşünmez bile.

“Mü’min günahını, tepesine dikilmiş bir dağ gibi görüp üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise günahını burnuna konup beklemeden hemen uçup gidecek sinek gibi görür.”

Evet biz de Hakim Ali Tirmizî’den okumuştuk; Üç şey kalbin kötülüğünün alametidir diye; Allah’a itaatten tad almamak, günaha düşmekten korkmamak, başkasının ölümünden ibret almayıp aksine her gün dünyaya daha çok bağlanmak.

Ey nefis! Zâhidlerin söylediğini söylersin, münafıkların yaptığını yaparsın. Bu haline de Cennet ve rahmet umarsın. Heyhat! Cennet ehli öyle insanlardır ki onların yaptıkları sende yok, senin yaptığın onlarda yoktur.

Yetişir efendim, yok mu bir çâre?
Siz ey imana ermiş olanlar! Sabra ve namaza/duaya sarılarak yardım dileyin. Hiç kuşkunuz olmasın ki, Allah sabredenlerle beraberdir.
[Bakara, 153]

Bizimle münafıkların arasını ayırıcı bir alâmet, yatsı ve sabah vakti cemaatte hazır bulunmaktır. Münafıklar bu yatsı ve sabah namazlarına gelmeye üşenirler, güç yetiremezler, gelemezler!” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). O zaman bizim münafık olmadığımıza göre, müslümanın münafık olmaması gerektiğine göre, bu hadisi şerifi duyunca ne yapması lâzım? Yatsı ve sabah namazlarında mutlaka camide olmaya çalışması lâzım! Memur da gelebilir, patron da gelebilir, iş sahibi, iş adamı da gelebilir, tezgâhtar da gelebilir, öğrenci de gelebilir. Çünkü yatsı ve sabah namazlarının vakitlerinde durum müsait oluyor. Hiç olmazsa o namazları kaçırmamalı! Tabii ötekileri de kaçırmamak iyi. “Her kim, kırk gün sabah namazını ilk tekbiri kaçırmadan imam ile kılarsa, ona iki tane beraat verilir. Birisi nârdan, yani; cehennemden berâ’at, birisi de münafıklıktan berâ’attır.” Bu hadis-i şerife göre, ilk “Allahu ekber!” demeyi kaçırmamak şartıyla, bir insan kırk gün namaz kılarsa, bu namazı camide cemaatle kılmaya muvaffak olursa bir insan, iki tane şehâdetnâme alacak, iki tane berat kazanmış olacak. Birisi, cehennemden azatlık beratı; “Sen cehenemlik değilsin, cehenneme girmeyeceksin, bu senin kurtuluş belgendir.” diye kendisine bir belge, cehennemden kurtuluş belgesi… Bir tanesi de münafıklıktan kurtuluş belgesi; “Sen münafık bir kul değilsin, sen has bir müslümansın, iyi bir müslümansın, al bu senin medâr-ı iftiharındır.” diye böyle bir şehâdetnâme gibi bir şey verilir diyor Peygamber Efendimiz.

Gelin biz de cemaate devam etmeye gayret edelim de her namaz duamızdan eksik etmeyelim:

Ya Rabbi, dilimizi yalandan, kalbimizi nifaktan, amelimizi riyâdan, gözlerimizi hiyanetten koru ve temizle. Şüphesiz ki , Sen gözlerin hiyanetini ve kalplerin gizlediğini bilirsin. Yâ Rabbi! Bizleri nefsimizin zebûnu olmaktan muhâfaza eyle! Sen’in râzı ve hoşnud olduğun ahlâk-ı hamîde ile gönüllerimizi tezyîn eyle!

Ya Rabbi! Kalplerimizi her türlü nifaka, münafıklığa sürükleyen hallerden koru!

Ey bizim sahibimiz! Canların gözünü, doğru yolu görmesi için nurlandır; gönlünü işin sonunu düşünme lûtfuyla gül bahçesi gibi beze. Canların ahir ve akibetlerini, hayal kurma kuvvet ve kabiliyetini, görünüp duran küfür ve günah düşmanından ve gizli olan gösteriş, şüphe, münafıklık, hased, nefret ve kin gibi düşmanlardan muhafaza buyur…

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, Aleme bayram olan Cuma,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola,
Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler


Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim