Bir Selâm için geldik

Bismillah yâ Fettâh, Bismillah yâ Rahmân, Bismillah yâ Rahîm, Bismillah yâ Muîn, Bismillah yâ Sabûr, Bismillah yâ SelâmBismillah yâ Şâfî, Bismillah yâ Kâfî, Bismillah yâ Hayyu’l Kayyûm. Destur Fethu’l-ebvâb-el-hayr, Destur def’i ref’i şerr ü belâ, Destur Fethu’l-Kulûbinâ, Destur yâ Feyyâz, yâ Mu’tî, yâ Kerîm.

Feyz-i irfân hakikat ilmini ihsân buyur
Öyle yazdırdın, öylece kabul buyur

selam_olsun

Selâmete giden yolda sen varsın
İyi kullarına her yerde kârsın
ES-SELÂM adınla herkese yârsın

Selâmun aleykum, selâm olsun size fakat ayrılanların verdiği selâm değil her zerresi birliği haykıran öylesine selâm ki biteviye yenilenip duran, “her an bir iş ve oluşta olanın” [Rahmân:29] nefesiyle…

Mâdem dünya bir gündür, o gün bugündür, bir kördüğümdür. Düğümlerin çözüleceği günü bugün bilip birlikte yaşamaya var mısınız?

Selamdan evvel söze başlamayın. Kim selamdan önce söze başlarsa ona cevap vermeyin. [Râvi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma) R. Ehâdis:466-6]

Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berakâtuhu

Selâm ile size yönelene, siz de daha kapsamlı, daha güzel bir selâm ile karşılık verin yahut aynısıyla karşılayın. Muhakkak Allâh, her şeyde Hasîb’dir (açığa çıkanın sonucunu yaşatandır). [Nisâ:86]

ve aleykumuss-selâm ve rahmetullâhi ve berakâtuhu

Aşkla başladı, cümle fâninin fenâda safâ sürdüğü hayat ve bütün varlığı sevgisinden yaratmıştır Allah. Hâsılı her şey sevmekten, aşktan ibarettir. Aynı şekilde ahirette ibadet yoktur amma muhabbet vardır, sevmek vardır, iman vardır ve elbette “selâm” vardır.

Kapılar açıp köprüler kuran anahtar kelimemiz şimdi de “selâm” ve işte bu anahtarın çıktığı ummân:

İmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olmazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız. [Müslim:İman-93]

Nâm-ı tû Selâm u geşte Sâlim
Ez gerden-i men figen mezâlim

Senin adın Selâm (her çeşit afet ve kederlerden emin olan) ve Sâlim (Eksiği, noksanı olmayan, hatâsız, kusursuz ) olarak geçer mâdem benim yakamdan mezalimi, zulüm ve haksızlıkları düşür.

Peki nedir selâm?

Selâm ( السلام ) Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Allah onu yeryüzüne vazetti, aranızda yayınız [Et-Tergib ve’t Terhib:III-428]

Bir kere şunu bilmiş olasın ki:
O Selâm’dır (yaratılmışlara selâmet ihsân eden, yakîn ve kurb hâlini oluşturan, mâiyet sırrını açığa çıkaran) [Haşr:23]

ES-SELÂM CELLE-CELÂLUHÛ: Kullarını, dünyevî ve uhrevî âfetlerden kurtaran, mahlûkâta (beden ve tabiat kayıtlarından; tehlikeden) selâmet ihsan eden, yakîn hâlini oluşturan; iman edenlere “İSLÂM”ın hazmını veren; Dar’üs Selâm (hakikatimize ait kuvvelerin tahakkuku) olan cennet boyutu hâlinin yaşamını meydana getiren! Rahîm ismini tahrik ile açığa çıkardığı isim – özelliktir! “Selâmün kavlen min Rabbin Rahîm = Rahîm Rab’den “Selâm” sözü ulaşır (Es-Selâm ismine yüklenen özelliği, Rableri olan Esmâ hakikatlerinden açığa çıkan yolla yaşarlar)!” [Yâsin: 58]

Mâdem O Selâm’dır, kulu olana yakışan da “Tehallaku bi-ahlâkillah, tehallaku bi ahlâki rasûlullah” yâni Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın ve Rasûlullahın ahlâkıyla ahlâklanın, rengine boyanın emrine muhabbetle tâbi olmaktır. Öyle ya O El-Kerîm olarak mutlak cömert biz de kul olduğumuz kadarıyla mukayyet cömert:

Anadolu köylerini gezen turist abla, gördüğü ilgiden ziyadesiyle memnun olduğu halde rehberlerine, Müslümanların neden bu kadar cömert ve misafirperver olduğunu sormuş.  Gönül dilinden anlayan, Müslümanlığı ve insanlığı ince bir görüşe hayatından sızan hazreti insan hemen cevap vermiş: “Çünkü Müslümanların iman ettikleri Allah da çok cömert ve misafirperver”

Ahlakı Kur’an olan Habibullah Efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklanmak ise Kur’ân’ın bütününü yaşamak, güzel ahlakı tamamlamak, rengine cümle boyanmak olsa gerektir.

Burada şâhid olduğunuz cümleler ise O’nun selâmını alanlardan, irfan meclisinde dinlediklerimizden…

“Kardeşlerime selâm olsun” buyuran Habîb-i Kibriyâ’ya duyulan sevgiyi en çok O’nun rengine boyanan mü’minlerin yüzünde görürüz zirâ Efendimiz’in selâmını almıştır onlar.

İşte o selâm can kulağına erişti ya:

Selâm itmişsin ey hûri-likâ âdemlik itmişsin
Cahîm-i firkatin şimdi bana Dârü’s-selâm oldu

– Dârü’s-selâm, selâm yurdu, ne efsûnkâr bir kelime. Kelâm-ı kadîm’de yeri var mı?

Allâh, Selâm Yurduna (bedensel sınırlamalar ötesindeki, hakikatinize bahşedilmiş kuvvelerle yaşam boyutuna; ana vatanınıza) çağırıyor. [Yunus:25]

Bu dâveti can kulağıyla işitenlerin de diline pelesenk olmuş evrad u ezkarlar biliriz:

Allâhümme ente’s-selâm  ve minke’s-selâmu ve ileyke yeûdu’s-selâm fe hayyinâ Rabbenâ bi’s-selâm ve edhilnâ dâreke dâre’s-selâm. Tebârekte Rabbenâ bi’s-selâm ve teâleyte leke’l-hamd ü yâ zelcelâli ve’l-ikrâm: Ey Allah’ım, zatı ayıptan ve sıfatı noksandan ve kötü fiillerden pâk ve sâlim olan ve kullarını korkulu şeylerden kurtarıcı sensin. Dinî ve dünyevî âfetlerden ve kahr eserlerinden iki cihanda selâmet ve kurtuluş sendendir. İki cihanda selamet, sana dönüşe ve kavuşmaya bağlıdır. Ey Rabbimiz, bizi korkunç şeylerden muhafaza buyur ve selametle ebedî hayata eriştir. Bizi fazlınla ve lütfunla ‘Darüsselam’ ismiyle isimlendirilen cennetine koy. Sen selamet, bereket ve ihsan sahibisin. Ey azamet, celâl, ikram ve cemal sahibi olan Allah’ım! Zatınla, ef’âlinle, sıfatınla herkesten ve her şeyden yücesin. Bütün hamd ve senâ ancak sana mahsustur.

Yâ Rab beni kavuşdur dârü’s-selâm-ı yâre
Rûhumda iştiyâkım çokdur o huld-zâre

asırlardır bu topraklarda, her sabah okunan Evrâd-ı Bayramîyye’de geçer:

Merhaben bi’s-sabâhi’l-cedidu ve bi’l-yevmi ‘s saidu ve bi’l-melekeynil kerimeynil katibeyniş – şâhideynil âdileynil hâfizayni : Şu gelen yeni sabaha selam olsun merhaba yeni sabah ve merhaba pek uğurlu ve güzel günümüz ve merhaba beni yalnız bırakmayan koruyucu, yazıcı, âdil melekler, size de selâm olsun.

Biz, bu selâmın âdâbını O’ndan öğrendik ki O’da Rabbinden aldı selâmı:

Cibril (a.s.) Bana geldi ve buyurdu ki: “Ya Muhammed (s.a.s.) Rabbin Sana selam ediyor ve şöyle buyuruyor: Muhakkak ki Allâh ve melekleri, Nebi’ye salât eder… Ey iman edenler, siz de O’na salât (yönelin) edin ve tam bir teslimiyet ile selâm verin! [Ahzab:56]

Emrini duyduk, işittik ve imân ettik:

“Ey Allah’ın Resûlü, sana nasıl selam vereceğimizi (tahiyyat dua­sından) öğrenmiş bulunuyoruz. Ancak sana nasıl salât (dua) edeceğiz?” dedik. Bunun üzerine:

“Şöyle deyiniz!” buyurdu: “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed Kemâ salleyte alâ Îbrahime ve alâ âl-i İbrahim. İnneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed kemâ bârekte alâ İbrahîme ve alâ âl-i İbrahime inneke hâmîdun mecîd. [Tirmizi:Vitr-20]

Böylelikle bize asırlardan öncesinden gönderdiğin selâmı da canla başla almış olalım yâ Habîballah:

Benden sonra gelen ümmetimden kıyamete kadar rast geldiklerinize selâm söyleyin. (Resulallah (s.a.s.) Meymune (r.anha)’nın evinde otuz kadar ashabına nasihat ve veda ettiğinde bu hadisi şerifi söyledi.) [Râvi: Hz. İbni Mes’ud (r.anhüma) R. Ehâdis:79-3]

Ki kendi hakikatinin gereğince sevk-i tabi ile hareket edenlerden, seni bilenlerden, sana selâm vermeyen yoktu yâ Habîballah:

Cebrail (a.s.) Bana gözükmeye başladıktan sonra hiç bir taş veya ağaç geçmezdim ki, Bana “Esselâmu Aleyke Yâ Resulallah” demiş olmasın. [Râvi: Hz. Âişe (r.anha) R. Ehâdis:352-8]

İslâmiyette birine selam verirseniz o da size ve aleykümüsselâm der, güzel sûrette mukâbelede bulunur. İşte Salavât-ı Şerîfe dahi böyledir derhal Peygamberimizin ruhu tarafından size iade edilir, şu halde Efendimize gönderilen salavat ve selâmların ehemmiyeti âşikâr oldu. Eğer “YÂ ALLAH” diye zikr ü tesbihte iseniz “Beni düşünen sevgili kulum, seninle beraberim, sen ne istersen söyle vereceğim” der ve sizi aynı sizin gibi anar. Hamam ve Câmi gibi kubbeli boş ve geniş yerler bu anışı isbat eder ki, “Yâ ALLAH” derseniz aynı sözün sizin kulağınızda da akisler yaptığını duyarsınız. Hayatta hiç bir hareketimiz, sesimiz gibi zâyî olmayıp yine bize geliyor aksediyor demektir. Şu halde dâima Rabbimizi ve Peygamberimizi anmamızın lüzumu anlaşıldı demektir.

Selâmı veren emân verir, selâmı alan selamette olur,  garîbe bir selam, bir altın yerine geçer. [Kutadgu Bilig]

– Peki insan selâmı nereden öğrenmiştir?

Hz. Adem, ilk insan olması sebebiyle başka bir insanla selamlaşması mümkün değildir. Bu bakımdan ilk selamlaşması meleklerle olmuştur. Buna işaret eden hadis şöyledir: “Cenâb-ı Hak Adem’i yarattığı zaman; git şu oturan meleklere selam ver, selamını nasıl karşılayacaklarını dinle. Zira onların karşılığı senin ve evladının selamı olacaktır.” buyurdu. Bunun üzerine, Hz. Adem, ‘es-Selamu aleykum’ dedi. Melekler de ‘es-Selamu aleyke ve rahmetullah’ diye mukabelede bulundular. [Muhyiddin Nevevî, Riyazussâlihin:II-270]

– İnce insan demek olan müslüman, selâmı kimlere verir?

Evinden çıkarken geride kalan hane halkına ve her girdiğinde boş da olsa evine selam ver:

Bir eve girdiğiniz zaman ehline selam veriniz, çıktığınız ·zaman da selam veriniz… Eve girdiğin zaman, evde kimse yoksa, ‘es-Selamu aleynâ ve ala ibadillahissalihîn’ deyin zira melekler selamı size iade eder. [Musannaf, X:359-389]

Bu selamdan sana da pay var merak etme:

Adam evine girince şöyle desin: “Allahım, ben senden hayırlı giriş ve hayırlı çıkış dilerim. Allah’ın adıyla girdik ve Allah’ın adıyla çıktık. Ve ancak Rabbımız olan Allah’a tevekkül ettik.” Sonra nefsine selam versin. [Râvi:Hz. Ebû Malik el Eş’ari (r.a.) R. Ehâdis:66-11]

Sımsıcak bir güleryüzle yolda karşılaştıklarından, müsait durumda olanlara, bir iyi dilek temennisi olarak selâm ver:

Yemek yedirmek ve tanıdığına da tanımadığına da selam vermektir. (Bir kimse Peygamberimize islamiyetin ne türlüsü iyi? diye sormuştu) [Râvi: Hz. İbni Amr (r.anhüma) R. Ehâdis:252-8]

agac_selam.jpg

Her selâm ile biraz daha kendine geleceğini, arınacağı hatırlayarak selâm ver:

Birbiriyle karşılaşan iki müslümanın misali biri diğerini yıkayan iki el gibidir. (Selam verir musahafa eder, mağfiret olunurlar.) [Râvi: Hz. Enes (r.a.) R. Ehâdis:392-1]

Hatta beraber yürüdüklerini bir süre göremesen ilk görüşte yine selam ver:

İki müslüman beraber giderken aralarına bir ağaç, toprak veya bir kaya girerse, biri diğerine selam versin ve selamı çoğaltsınlar. [Râvi: Hz. Ebud Derda (r.a.) R. Ehâdis:32-2]

Yolda bir engelli kardeşine rastlarsan, sesini ve kalbini yumuşat, sakın selâmı unutma:

Âmâya (âmâdır diye) selam vermemek, hıyanettir. [Râvi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) R. Ehâdis:250-7]

Gün içinde, yolun, Allah’ın evi olan mescitlere mutlaka uğrasın, camiye girdiğinde, iki rekat namaz kılmadan oturma, buna “camiyi selamlama” mânâsına tahiyyatül mescid derler:

Biriniz mescide girdiğinde, oturmadan önce iki rekat namaz kılsın. [Müslim:Salatü’l-Müsâfirîn-11]

Tahiyyat ile şâhid olduğun selamlaşma sahnesinden sonra namazın sonuna yaklaşırken, huzurdan ayrılmanın acısıyla önündekine ve sağ yanına, sol yanına ve arkandakine başını çevirerek ‘es-selâmu aleykum ve rahmetullah’ diyerek verdiğin selâmda ise  ikâme-i salâttan idâme-i salâta geçiş vardır erenlerim, dört yanın selâmet içinde olduğu halde…

Bu selâmın ehli indinde bir başha esrârı daha vardır: Onun için namazda selâm: “Esselâmın aleyküm ve rahmetullah Rabbi’l- maşrık”:Âmin “Esselâmu aleyküm verahmetullah Rabbi’l-mağrib”:Âmin Can kulağın açıksa, birisi ALLAH selâmıdır, biri Resûlullah’a selâmdır.

Habîb-i Kibriyâ Efendimiz selam verip (namazdan çıkınca) üç kere istiğfarda bulunup Allahümme ente’sselâm ve minke’sselâm tebârekte ve teâleyte yâ ze’lcelâli ve’l-ikrâm. (Allah’ım sen selamsın. Selâm.et de sendendir. Ey celâl ve ikrâm sâhibi sen münezzehsin, sen yücesin)” buyururlardı. [Tirmizî:Salât-224]

Hayatın en büyük gerçeği olan ölümü unutmamak için mezarlıklara uğramayı da ihmâl etme:

Yahya Kemal’in Madrit Büyükelçiliğimizi yaptığı yıllarda nüfusumuz 14- 15 milyon kadarmış. Bir vesile ile kendisine ülkemizin nüfusu sorulduğunda: “Türkiye’nin nüfusu 50 milyondur…” buyurunca  orada bulunlar bu cevaba şaşırmışlar tabi ve hayretlerini gizleyemeyerek: “Bu nasıl olur” demişler. Bunun üzerine Yahya Kemal şu izahı yapmış: ”Bunda şaşılacak ne var ki? Biz ölülerimizle birlikte yaşarız”

Ölen insanlarla, münasebetin kesilmemesinde, selamın pek büyük bir rolü vardır.

Bir adam akrabasının, yakınının kabrine gider, selam verir ve onun yanında oturursa, selamını alır ve onunla yanındaki kalkıncaya kadar ünsiyet eder. Esselamü aleyküm yâ ehlel kubûri, minel mü’minîne vel müslimin. Yağfürullahü lena ve leküm, entüm selefüna ve nahnü bil ısri. Allah bizi ve sizi affetsin, Siz önden gidicisiniz, biz de peşinizden, size kavuşacağız. Ey Allahım! Onların ecrinden bizi mahrum etme. Ve onlardan sonra bizi fitneye uğratma. Allah’a iman ederek dünyadan çıkmış olan ey fani ruhlar, çürümüş bedenler, toprak olan kemikler selam üzerinize olsun. Allahım, indi ilahinde bunlara rahmet indir ve bizden (onlara) selam ulaştır. Esselamü aleyküm ey mü’minler kavminin yurdu. Biz ve siz yarın bize vaad edilene kavuşacağız. Ey Allahım! buradakilere mağfiret et. Esselamü aleyküm ey müminler kavminin yurdu. Biz size kavuşacağız. “İnnâlillah ve innâ ileyhi râci’ûn.” Sizler büyük bir hayra nail oldunuz. Ve dünya şerrini de atlattınız. [Râvi: Hz. Beşir (r.a.) R. Ehâdis:215-2]

Mezarlıktan çıktan sonra, kalbin baharı olan çocuk sesi de eksik olmasın hayatından

Habib-i Kibriya Efendimiz çocuklarla selamlaşırdı. Bu suretle çocuklarla münasebet kurar ve onları okşar severdi. Bir gün Hz. Peygamber Ensar’ı ziyaret ediyordu, Ensarlı çocuklar Peygamber’in etrafını çevirdiler. Peygamber onların başını okşadı ve selam verdi. O, engin bir tevazu içinde çocuklarla her fırsatta ilgilenmiş, şakalaşmış, gördüğünde onlara selam vermiş, hal hatırlarını sormuş, hasta olduklarında ziyaretlerine gitmiş, onların kusurlarını da hoş karşılamıştır. Bundan dolayıdır ki, dünyanın en mutlu çocukları, onun yaşadığı dönemin çocuklarıdır diyebiliriz.

Elbette dost meclislerine de uğrar gelip geçerken yolun:

Sizden biri bir meclise gelince selam versin. Oturma gözüküyorsa otursun. Kalkıp gitmek isterse yine selam versin. Zira birinci selam ikinci selamdan evlâ değildir. (İkinci selama da ihtiyaç vardır. [Râvi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) R. Ehâdis:23-8]

Sonra o meclislerde, bize selâmı öğreten Sultânı hatırlamayı, hatırlatmayı unutma:

Meclis olmuş tıka basa
Nice vaaz nice kıssâ
Güzel adın anılmazsa
Sohbet nedir yâ Nebî
Salli ala resulinâ Ahmed,
Muhammed, Mustafâ

Meclislerinizi Bana selat ve selam getirmekle ziynetlendiriniz. Zira Bana salavat getirmeniz kıyamette size nur olur. [Râvi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma) R. Ehâdis:293-5]

Hele bir de günlerin efendisi Cuma geldiyse selâm, mahlukatın nefesiyle âleme yayılır:

Cuma günü olduğunda, kuş kuşa, vahşi hayvanlar vahşi hayvanlara, yırtıcılar da yırtıcılara “Selamün aleyküm, bugün Cuma günüdür” derler. [Râvi: Hz. Ali (r.a.) R. Ehâdis:60-11]

Cumaları ve selâmı yayan  nefesleri uc uca ekleye ekleye ekleye, selam.et içre yaşarken banttan izlediğin filmin sonu yaklaştığında:

Müslümana ölüm geldiğinde azaları birbirini selamlar. Ve şöyle derler: “Selam sana. Sen benden, ben de senden kıyamete kadar ayrılıyoruz.” [Râvi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) R. Ehâdis:235-11]

Ten kafesinden kurtulup da en yüce sevgiliye kavuşma vakti geldiğinde:

Tahıyyetühüm yevme yelkavneHÛ Selâm* ve eadde lehüm ecran kerîma; O’na kavuşacakları (ölüm, zati tecelli) gün, onlara tahiyye’si (hayat-esenlik dileği) “Selâm”dır… Onlar için kerîm (şerefli, bitmez) bir ecir hazırlamıştır. [Ahzab:44]

Ve bir berzahtan geçilir, en büyük zevk alemine varan seferde:

Mü’minlerin kıyamette sırat üzerindeki alametleri: “Ya Rabbi Sellim, Sellim” sözüdür. (Selam ismiyle tecelli edip selamete erdir.) [Râvi: Hz. Muğire İbni Şu’be (r.a.) R. Ehâdis:305-12]

Sabr edenlere, Adn cennetinde, vatanına döndüğünde selâm:

Selâmün alayküm Bima sabertüm fenı’me ukbed dar; “Selâmun aleyküm sabretmenizden dolayı… Yurdun sonu ne güzel!”, (der, melâike). [Ra’d:24]

Selâmun aleyküm (Selâm ismiyle işaret edilen kuvvesi sizde açığa çıksın) sabretmenizin sonucu… Son vatan ne güzel!” (“Vatan sevgisi imandandır” hadisinde işaret edilen “vatan” bu olsa gerektir.

Temizlenenlere, zümer cennetinde karşılama selâmı:

Ve siykalleziynet tekav Rabbehüm ilel cenneti zümera hattâ iza cauha ve fütihat ebvabüha ve kale lehüm hazenetüha Selâmün aleyküm tıbtüm fedhûluha hâlidiyn; Rablerinden ittikâ edenler (beşeriyetlerinden korunanlar) ise zümreler hâlinde Cennet’e sevkolunmuştur… Nihâyet oraya geldiklerinde ve onun kapıları fetholunduğunda (açıldığında), onun bekçileri onlara: “Selâm’un aleyküm! Tayyipsiniz, tertemiz olmuşsunuz… Ebedi kalıcılar olarak girin oraya” [Zümer:73]

ve bir cennet nimeti olarak selâm:

La yesmeune fiyhâ lağven illâ Selâma ve lehüm rizkuhüm fiyhâ bükreten ve aşiyya; (Onlar) orada lağv (faydasız boş söz) değil ancak “Selâm” işitirler… Orada kendilerinin sabah-akşam rızıklanmaları da sözkonusudur. [Meryem:62]

Ki zâten canların çektiği de ancak selâmdır, selâm!

Lehüm fiyhâ fâkihetün ve lehüm mâ yeddeûn; Onlar için orada meyvalar (amellerinin hâsılası idrâklar) vardır… Ve onlar için temennî -arzu ettikleri/canlarının çektiği şey vardır. Selâmün kavlen min Rabbin Rahîm; (Ki o temennî ettikleri/canlarının çektiği şey) “Selâm”’dır; (yani) Rahîm Rabb’den bir söz (devamlı, selâmet hükmü) [Yâ-sin:57-58]

Ehli Cennet, nimetlerine dalmış halde iken kendilerine bir nur zahir olur. Başlarını kaldırınca görürler ki, Rab, üstlerinden kendilerini şereflendiriyor. Ve “Esselamü aleyküm ya ehli Cennet” diye buyuruyor. İşte bu, Allah Tealanın Kur’andaki “Selamün kavlen mirrabbirrahim” ayetindeki buyurmasıdır. Ondan sonra Allah onlara nazar eder, onlar da Allah’a nazar ederler. Ve Rablarına nazar ettikleri müddetçe, başka hiçbir nimete iltifat etmezler. Ta ki, Allah Tealanın temâşâsı kalkıp, nuru ve bereketi kalıncaya kadar. [Râvi: Hz Cabir (r.a) R. Ehâdis:247-1]

Peki… O’nda ğâib olanlara bir de sualimiz olsa, bu cennet için zahiri kıyam.eti beklemek şart mıdır?

“Mûtû kable en temûtû” sırrına mazhar olan
Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan 

Yüzünü gölgeye (beden) değil güneşe(ruh) çevirdiğinde, kendini bulup, aslına dön.üş.düğünde selâmı kendinden kendine verirsin:
VesSelâmû aleyye yevme vülidtü ve yevme emutü ve yevme üb’asü hayya; “Doğduğum gün, öleceğim gün ve Hayy olarak ba’solacağım gün Selâm bana”. [Meryem:33’ten Ruhullâh olan Hz. İsâ aleyhisselâm’ın selâmı]

Mânâyı kelamsız anlayana sahibinden selâm olsun, geride kalanlara ise ayet açık:

Sen onlara aldırma ve: “Selâm” de! Yakında bilecekler (işin hakikatini)! [Zuhrûf:89]
Artık o halde olanlara saygılı davranarak onlardan uzak dur ve selam vererek ayrıl. Belki de yakında hakikatlerini bilirler.

Kâse-i ömür dolarken, Bir “Gel” emri ile vakit tamam olmadan evvel,
Selâm secdesine* varıp işbu fâni kelâm, sırlanmazdan evvel

Buyrun bakalım Şevkutarâb Mevlevi ayin-i şerifinin birinci selâmı’ndan cân kulağına nice bin şifa dolacak…

Sevgili: “Sizlere selâmlar olsun!” deyince bu ses bütün âlemi tuttu. Neşeden, gönül selam secdesine kapandı, can da beline gayret kemerini kuşandı…

Selâm Secdesi: İhtiram maksadıyla, şer’î ölçüler içinde yere kapanma. Bu secdeye dair kelâm-ı kadîmden misaller şunlardır:
1. Meleklerin Allah’ın emri üzerine Hz. Âdem’e secde etmesi. Meleklere: “Secde edin Âdem’e” dediğimizde secde ettiler (yoktan vâr olmuştaki Esmâ’dan meydana gelmiş varlığa – Esmâ mertebesine) ancak İblis, benliğinin yüceliğinden (enfüsünde gördüğüyle âfaktaki hakikatten perdelenerek) inkâr etti. Hakikati inkâr edenlerden (kâfir) oldu. [Bakara:34]
2. Hz. Yakub’un eşi ve on bir çocuğu ile birlikte Hz. Yusuf’a secde etmeleri. Anne babasını tahtın üzerine oturttu ve sonra da hepsi birden ona secde ettiler. [Yusuf:100]

Selâm secdesine, secde-i tahiyye de denir. Turûk-u Mevlevîyye şeyhleri ve dervişleri, yaşları ve rütbeleri ne olursa olsun baş keserek* bir.birine secde ederlerdi.
Baş Kesme: Ahîler, Halvetîler, Mevleviler,Bektâşîlerde ve daha nice ehl-i tarîk arasında, sağ ayağın baş parmağını, sol ayağının baş parmağı üstüne koymak (mühürlemek), eller düz ve parmaklar açık olarak sağ kol, sol kolun üstüne gelecek şekilde, elleri omuz başlarına çaprazvarî götürmek sonra da belini bükmemek şartıyla başını öne doğru, nazarlar kalbe olacak şekilde eğmek. Baş kesme; canlar karşılaştıklarında, şeyhin, tarikat büyüklerinden birinin huzurunda, bir velînin türbesinde yapılır.

Önce selam, sonra kelam, sonunda da ve’ s-selam

Onların ondaki Allâh’a yönelişleri: “Subhaneke Allâhümme : Subhansın sen Allâh’ım; seni tenzih ve tespih ederiz”dir. Birbirlerine yönelişleri, sağlık temennileri, iltifatları ise: “Selâm”dır (Selâm ismi mânâsı sürekli açığa çıksın bizde) Yönelişlerinin sonucunda ulaştıkları, son sözleri ise: “El Hamdu Lillâhi Rabb-ül âlemîn : Hamd Rabb-ül âlemîn Allâh’ındır”  [Yunus:10]

Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Cennette sizin için canınızın çektiği ve istediğiniz her şey vardır [Fussilet:31] Cennette, arzu edilen herşey bulunacağı için, bunlarla ilgili bir duaya ihtiyaç kalmayacak ve Cennet ehlinin duası, en saf, en yüce ve en haz verici kısmından, yani tesbih ve hamdden ibaret kalacaktır ki, bu da Cennet nimetlerinden bir büyük nimettir.

Ey mu‘tebir, kâfî sana maksûd içün bunca beyân.
Fehm-i zekî ashâbına ‘ibret gerektir her zamân

İslâm ile selâm aynı kaynaktan geliyor. Aslından sızan bir gönül selâmı her şeyi kucaklıyor. Hepimizin fıtratında bu ‘selâm’ ile ‘islâm’ var. Ve nükteye âgâh olanların gönlündeki madde âleminden mânâya açılan kapıdan (nokta-i süveydâ) bütün diğer zerredeki o noktaya dalga dalga bir akış var her selâm ile çoğalan. Bu noktanın keşfiyle, bu hikayeyi başlatan sonsuz aşkın gönülden gönüle devrederek aktığını, görebilir, hissedebilir, yaşayabilirsiniz…

Saklarım gözümde güzelliğini
Her neye bakarsam sen varsın orda
Kalbimde gizlerim muhabbetini
Koymam yabancıyı sen varsın orda

Aşkımın temeli sen bir âlemsin
Sevgi muhabbetsin dilde kelâmsın
Merhabâsın dosttan gelen selâmsın
Duyarak alırım sen varsın orda

Mâşuka karşı yâneler

“Yâ Musa, biz Allâh’ı dışarıda, açıkta görmedikçe iman etmeyiz” demiştiniz de bunun üzerine yıldırım çarpmıştı sizi, bakıp dururken! Sonra, şükredesiniz diye, ölüm halinizin ardından sizi yine diriltmiştik. [Bakara:55-56]

saika_umutrehberiÂrifin aşk-ı ilâhîden yeğ olmaz hemdemi
Nûş edip sahba-yı zâtı cân olur her bir demi
Mazhar ona ayni zâhir görünür gider gamı
Eylemez halvet-serây-ı sırr-ı vahdet mahremi
Âşıkı ma’şûktan ma’şûku âşıktan cüdâ

Bir “anahtar kelimenin – keyword” ipine tutunarak çekildiğimiz hakikat yolculuğunda vakti geldi diye yol gösteren güzelimiz: “sâika” ama bu da bahâne elbette, nihâyetinde O’nu görmek istediler diye başladı bütün hikaye, tıpkı O’nun da görülmek, bilinmek, sevilmek isteyişi gibi…

Arapça bir isim olan ṣā‘iḳa (ﺻﺎﻋﻘﻪ) evvelen yıldırım demek iken, ölüm, mevt, nüzûl ateşi, semadan gelen şiddetli ses,  mühlik ve azap, bulutları sevkle vazîfeli melek mânâsında da kullanıldığı vâki.

Ser-levhâmıza nakşedilen ayeti kerimemizde, Allah kelâmında geçen “Sâika” ismine tefsirlerde umumiyetle “yıldırım” manası verilmiştir. Sâika, Hakk kudretinin tecellîsi anında neye isabet ederse, onun tahammül hududunu geçtiğinde, o nesne kendini kaybeder. Biz de, beşer diliyle bu durumu tarif için “öldü” deriz. Sâika öyle bir maddedir ki  zâhiren elektrik akımı suretiyle temas ettiği maddeyi bozar, yok eder.

Haziran 1980’de Massachusettes şehrinde ABD’de vukû bulan bir hadîseyi paylaşalım zahirden bâtına yol bulma niyyetiyle: Edvin Robinson geçirdiği bir trafik kazasında işitme ve görme kabiliyetlerini kaybetmiştir. Kör ve sağır olarak yaşayan Edvin 4 Haziran 1980`de kendisine çarpan yıldırımdan sonra 20 dakika şuursuzca yerde yatmış ve kendine geldiğinde ise işitme ve görme yetilerini tekrar kazanmıştır.

Gönül Tur-i Sîna’sından tecelli etti çün Allah
Erişti sâika, sâlik hemen oldu fenâfillah

Ayete baktığımızda İsrâiloğulları’ndan seçilmiş yetmiş kişinin, Hz. Mûsâ’ya îman etmeleri için Allah’ı açıkça, kendi gözleriyle görmek istediklerini anlıyoruz. Devâmında ise bu isteklerine mukabil olarak bir yıldırımın onları yakaladığı bildirilmektedir. Müfessirlerin ekserisi sâika adı verilen ani gelen, şiddet içeren yıldırımının inanmak için Allah’ı görmek isteyen İsrailoğulları’na bir ceza olarak indiğini söylerler. Aslında bu görüşleri Sure-i Nisâ’nın dünyada Allah’ı görme isteğininin akıbetine dair 153. ayeti de desteklemektedir:

(Resûlüm) ehl-i kitab senden, kendilerine Semâ’dan bir Kitab indirmeni istiyorlar… Gerçekten (onlar) bundan daha büyüğünü Mûsâ’dan istediler… “Allah’ı cehreten = açıkça, bize göster” (erinallâhe cehreten-Bizi Allah ile yüz yüze getir) demişlerdi (ancak ölmeden önce ölmek ile, ruh boyutunda mümkün olan müşahadeyi müstakil nefsleri ile dilediler) de zulümleri yüzünden onları yıldırım yakaladı… [Nisâ:153]

Aynı ayetleri irfânî yönden değerlendirdiğimizde “Allah’ı görmek istemenin” neden cezayı gerektirecek bir istek olduğu suâli, sorgulayan her insanı düşündürmektedir. Çünkü bu vâkıanın hemen öncesinde, İsrâiloğulları’nın peygamberi olan Hz. Mûsâ da Sînâ Dağı’nda Allah ile kelâm ederken aynı şeyi isteyerek nidâ etmişti:

Ey Rabbim! Göster bana (kendini) ki (ne olur) bakayım sana… [A’râf:143]

Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti. Ey âşık! Aşk; Tûr’un cânı oldu. Tûr sarhoş, Mûsâ da düşüp bayılmış! [Mesnevi-i Manevi]

Peygamber de ümmeti de bir bakıma aynı şeyi istiyor, gelin görün ki ameller niyetlere göredir ve biri hiç niyetli olmadığı halde inanmak için Allah’ı görmek, diğeri isi zaten inandığı Allah’a yol olan Rabbü’l-hasını  (a’yan-ı sabite) bilmek için görmek istemişti (men arefe rabbehu fekad arefe rabbehu)

Hz. Mûsâ’nın bu isteğine karşın  Allah Tealâ şu cevabı vermiştir:

Beni asla göremezsin. Ama yine de şu dağa bir bak; eğer o öylece yerinde kalırsa o zaman Beni görebilirsin! Ve Rabbi şavkını dağa gösterir göstermez (nuru tecelli edince) onu toza toprağa çevirdi ve Mûsâ da bayılıp düştü, uyanıp kendine geldiğinde dedi ki: “Ne sınırsız bir yücelik Seninki! Her noksanlıktan münezzeh olduğun gibi, dünyada Seni görmemizden (ikilik, şirk hali) de münezzehsin. Bu talebimden ötürü tövbe ettim. (Ben ümmetim içinde Seni görmeden) iman edenlerin ilkiyim!” [A’râf:143]

İşte Hazret-i Mûsâ o tecellîyi dağda bile görmeye tahammül edemedi. Buradaki nükteye dikkat edin: Bana kendini göster! demek ikiliktir yâni talip ve matlûbu ayrı ayrı görmektir. Şu halde, sen kendinle oldukça beni görebilmen nasıl mümkün olur? Bu vücut gözüyle Hak görülebilir mi? O ancak kendi nuruyla görülür. Onu gören yine kendidir. Nasıl ki Hazret-i Mevlânâ: Ben sana Yâ Rab! diye hitap ediyorum,  Halbuki hitap, uzakta olan içindir. Sen ise bana şah damarımdan daha yakınsın, kendimdesin! buyuruyor.

 Hz. Musa, Yüce Allah’ın dünyada (ikilik halinde, zira görmek fiilinin sonuç vermesi için bir bakan bir de görülen gerekir meğer o gözlerden bakan Hak ola) görülemeyeceğini bildiği halde kendisindeki şiddetli iştiyak, ayrılık acısı sebebiyle Allah’a böyle bir niyazda bulundu. Çünkü o, Allah’ın sözlerini her cihetten duyunca adeta kendinin dünyada olduğunu unutmuş, şevk ve neşe içinde ahiret ve cennet hayatına kavuştuğunu zannetmişti.

Bu âyette Hz. Mûsâ’nın bayılıp düşmesini ifâde eden “sâika” kelimesi ile İsrâiloğulları’na cezâ olarak verilen ve yıldırım olarak tercüme edilen “sâika” kelimesinin aynı oluşu, insanın hayretini artırıyor, satırlardan öte bir mânâ sızdırıyor.

Sure-i Bakara’da bu “Sâika” vakıasından sonra neler olduğu şöyle anlatılmaktadır:

Sonra sizi şükredesiniz diye ba’s ba’de’l-mevte mazhar ettik [Bakara:56]

Âyete dikkat edilirse bu istekte bulunan seçilmiş yetmiş kişinin, inen “sâika” sonucunda önce öldükleri sonra diriltildikleri buyrulmaktadır. Burada mevt kelimesi üzerinde biraz duralım: Arapça’da (ﻣﻮﺕisminin ilk anlamı ölüm ise de Arap dilbilimci Râğıb’a göre hislerini kaybetme, akıl melekesinden yoksun kalma, aklen ölme, rüzgarın veya sıcaklığın şiddetini yitirmesi, nefsin arzularının körlenmesi, bastırılması hatta bazen uyuma anlamlarına da gelmektedir.

Ayette geçen “mevt” kelimesini biyolojik bir ölüme değil de Allah’ı görme talebinde bulunanların “sâika” sonrasında yaşadığı fenâfillâh haline yani gizli şirke olan kendi varlığının hiçliğini idrak etmeye bir işaret olarak da alabiliriz. O vakit “sâika” varlığı yok eden bir hakikat tecellisidir, zahiren temas ettiği yeri nuru ve narı ile yakarak yok eden yıldırım misali.

Bu kelimeyi lugatteki “nüzûl ateşi” ilahi tecellinin getirdiği yakıcı, kendinden geçirici bir mânevî sekr hali mânâsına alırsak mevt, ölümden sonra gelen diriliş, sahv, uyanıklık ise insanda oluşan bekâbillah idrakidir.

Fenâfillah bulan sâlik olur nefsine hem fâik
Bulur bir sermedî varlık görür hep ‘semme vechullah’

Başka bir ifade ile hakikatte yegâne vâr olanın ” Vâhidü’l-Kahhâr” olduğunun farkına varmaktır. Bu öylesine bir nasiptir ki ayetin sonunda bu nimetin değerlendirilerek, kıymetinin bilinmesi, şükredilmesi gerek bir nâiliyet olduğu zikredilir; toplu halde âyeti aşk ile bir daha okuyalım:

“Yâ Musa, biz Allâh’ı dışarıda, açıkta görmedikçe iman etmeyiz” demiştiniz de bunun üzerine yıldırım (varlığınızı yok eden hakikat bilgisi) çarpmıştı sizi, siz bakıp dururken! Sonra, ölümü (yokluğunuzu, gerçekte yegâne var olanın Vâhid’ül Kahhâr olduğu gerçeğini, zâtî tecellide yok olmayı, fenâfillâh) tatmanızın akabinde, yeni bir anlayışla (bekâbillâh) hayata başlatmıştık (gerçek hayatla dirilttik) sizi, belki bunu değerlendirirsiniz (tevhid nimetine şükredersiniz) diye [Bakara:55-56]

Sure-i Bakara’dan mülhem bir niyaza aminhânız efendim:

Nefs firavununun zulmünden kaçıp vâdedilen topraklara kavuşmak için çöle düşmüşsen ey tâlip! Vaktin asâsını elinde tutan rehberine güven ve O’na teslimiyette kusur etme! Zâhiren yokluğunda Sâmirî’ye aldanıp da arkasından oyalanacak, avunacak “altın buzağılar” teselli oyuncakları arama kendine! Rehberinin seni yarılan denizden nasıl geçirdiğini, susadığında düştüğün kuyudan, taşlaşmış kalbinden nasıl su çıkardığını unutma! O, seni “tevbe”ye çağırmış, hakîkate kılavuzlamış, senden nefsini öldürmeni, arzularından geçmeni istemiş ve bununda O’nun rengine boyanma yolunda en hayırlı bir iş olduğunu sana söylemişti. Ama sen “ölmeden önce ölmek” yerine ancak mânâ âleminde, ruh ülkesinde, cem hâlinde gerçekleşmesi mümkün olan bir tecrübeyi O’ndan istemiş “Allah’ı açıkça, dışarıda, kendi gözünle görme” ısrarını sürdürmüştün. Fakat bilmiyor musun ki “sende senlik” kaldıkça yâni dağ gibi benliğin yerinde durdukça gizli şirk halindeki bu niyâzın abes yere uğraştır. İşte Allah Tealâ, rahmetinin bir tecellisi olarak bunun sana yaşatmak için “sâika” vasıtasıyla sana tecelli etmiş önce fenâ, cem makamını sonra da bekâ, fark makamını sana idrak ettirmiştir. Ey tâlip! bu şükredilmesi gereken en büyük nimettir. Üstelik bununla da kalmamış seni hüviyyetinin ayrılmaz gölgesinde dinlendirmiş, hasret çektiğin nimetleri sana cömertçe sunmuştur.

Göster cemâlin şem’ini yansın oda pervâneler
Devlet değil mi âşıka şem’ine karşı yâneler
Ol hâli çok a’lâ güzel yağmaladı gönlüm evin
Pek bağla aşkın zencîrin boşanmasun dîvâneler

Zikrimiz el fakrü fahri oldu Elhamdulillah,
Haza min fadli rabbi, Allah, Eyvalah

Abdestin hakîkatine dâir

Âbdestimiz namâzımız doğruluktur tâ’atimiz
Aşk ile bağladık kâmet, safımızı kim ayıra

abdest

Alıp abdestini hem beş vaktini gel kılagör
Hâb-ı gafletten uyan yarın ulu dîvandayız

İşte böyle buyurmuş Âşık Paşam, şimdi de yârin ulu divânında değil miyiz?

O halde ibâdetlerimizi âdetten ayıran niyetlerimizi tazelemek, abdesti alıp bozmak yerine, abdesti nurdan bir zırh gibi giyinmek vakti gelmiştir.

Abdest, vehleten temizlik gayesine matuf dînî bir hareket olarak görülür böyle olmakla beraber temizliğe, ruhun söz vermesinin bir “Taahhüd Senedi” mâhiyetindedir. O hâlde abdest, temizlik üzerine temizlik değildir, pek mühîm bir bağdır, bağ. Su bulunmayan yerde toprak ile abdest yâni teyemmüm yapılır. Toprak esasında maddî temizliği yapamaz. O hâlde esas “ruhî bir disiplin” insan benliğinde teyemmüm esasına dayanmaktadır. TAAHHÜD ile verdiğimiz söz şudur:

“Yâ İlâhî! Huzuruna çıkmak, secdeye kapanmak, sana şükretmek arzusundayım, irâdem dâhilinde bulunan bütün muzır ve günah diye emir buyurduğun şeylerden kendimi tutacağıma söz veriyorum! Elimde olmayanlardan beni muhafaza et de şükrümü tamamıyla yapmış olayım!”

O hâlde her abdestle, ruhu bir müddet için bir taahhüde alıyoruz. Yellenme ile abdestin bozulması, iraden dâhilinde bulunan muzır şeylerden, kendini tutacağına dair verdiğin söz ve niyetin bozulmasındandır. Sözleşme bozulunca taahhüdü yerine getirmek için yeniden abdest almak lâzımdır.

Abdest, namazdan önce formalite îcâbı bir hazırlık değil beşeriyet tozları, dünyâ kirleri, temiz ve temizleyici olan su ile (ilm, ehl-i beyt) ve aslını buldurucu bir nûr olan İslâm ile giderilen âzâlarda, senin nûrun tezâhür eylesin diye, onsuz durulamayan sağlam bir zırh, salât-ı daîmun için pek güzel bir anahtardır.

Kulak temizlenince her sözü temiz duyar temiz anlar. Göz can suyu ile yıkandığından her gördüğü güzel olur. Durulasın!

Gazap ateştir. Öfkelendiğinizde abdest tazelemeden namaz kılmayınız. Abdest suyu ve nuru ile gazabın ateşini söndürmeden namaza durmayınız. [Hadis-i Şerif]

Abdestin namazdan önce olması, o manevi huzura abdestli olarak çıkılması, namazda kıraata öncelik tanınması pek mânidardır! Kitabımızda ve yüzekkiküm: ve sizi arıtır… [2:151] buyrulması üzerinde de durmak, bu arıtmayı maddi tabir gibi almamak, benlik dolu duygu, düşünce ve davranışları da buraya katmak gerekir.

Namazı kılmaya niyetlendiğimizde ne yapıyoruz? Önce onu düşünelim: Suyla, bulamazsak toprakla abdest alıyoruz. Peki, abdestte ne yapıyoruz? O’nun bize verdiği ve alemle irtibâtımızı sağlayacak uzuvları yıkıyoruz. Peki, niye yıkıyoruz? Tabii ki, objektif olabilmek için, Allah kavramıyla hareket etmek için, O’nun bizdeki taayyünü ile yaşayabilmek için yapıyoruz tüm bunları. Bildiğiniz gibi su, Sizi, bayağı ve azıcık bir sudan yaratmadık mı? [77:20] ayetiyle Rahmân’dan; toprak ise O’dur sizi topraktan yaratan… [40:67] ayetiyle Rahîm’den, rahmetle zuhûr etmiştir. Biz, Allah adıyla hareketlerimize yön vermek için, doğru yolu bulmak amacıyla abdest alıp namaza hazırlanıyoruz. Doğru yoldan sapmamamız için Hak Teala, Kitabında bize şöyle seslenerek îkaz buyuruyor: Bilmediğin şeyin ardına düşme (zanla karar verme): doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur [17:36]

Cümle işlerin aslını, esasını öğrendiğimiz, Risaletpenâh hazretlerinin abdest duasında ilhamla, O’nun âşıkları da  suyun akışını azalan ömrüne benzettiğinden, israf olmasına kıyamayıp incecikten açar musluğu: Suyu temiz ve temizleyici, İslam’ı insanlar ve alemler için bir nûr kılana bin şükürle tamamlar, RAHMÂN esmâsının pınarından doldurdukları abdestini.

Allahım, bakışımı temizle ve temiz kullarına nasıl gösterdiysen bana da dünyayı ve mânâyı öyle göster. Her şey nasılsa öyle: كما هى

Can suyu ile yıkanmış, senin nûrun ile işgören, sana itaat husûsunda uysal âzâlar bahşet bana. Tabiat bağlarından temizle beni. Temizlenenlerden olmam için zemm, ayıplama kanının pıhtısını benden gider. İnat karanlığını hem sıdk güneşinin ışığıyla gider hem de katından bir yardım eliyle doğruluk kapılarını aç.

Seyyid Nizamoğlu hazretleri şöyle buyuruyor: Her şeyin zahiri ve batını vardır. Abdestin zahirinde uzuvlar su ile yıkanır. Batını ise ellerini haramdan korumaktır. Abdest azalarını gayri meşru olan yerlerden çekip içini dışını temizledikten sonra kıbleye dönüp Allahuekber deyu namaza durmaktır. Onun için abdest iki türlüdür. Su ile azalarımızın yıkanarak pak etmek, kalbi zikirle gönlü temizlemek. Ancak için dışın temiz olması ile insan, cehalet ve günahlardan kurtulmuş olur.

Sür çıkar ağyârı  dilden tâ tecelli ide Hak
Pâdişah konmaz seraya hane ma’mur olmadan

Nûrun sahibi, duyuş ve niyetlerimizi, meyil ve taleplerimizi temizlesin, kardeşliğimizi takviye ile en sevdiğiyle cem eylesin.

Abdest üzerine abdest (almak), nur üzere nurdur. [Hadis-i Şerîf]

Çü beş kez secde kıldı ol alâ nûr
Pes onu kıldı Hak “nûrun alâ-nûr”

abdest_osmanli

Bir mü’min abdest alsa bir nehir neşelenir,  dolaştığı şehir neşelenir…

Tâze bir abdestle başladığı yeni gün, ömründe,
tâze abdestle karşıladığı her bir namaz vaktinde,
abdestinden şüphesi olmayanlara,
eşhedû kapısını görenlere,
besmeleyi kilide denk getirenlere
ya yolunda olanlara selâm olsun…

Ey sâlik-i hakikat! Bilmiş ol ki umum turûk-ı âliye müntesiplerine abdestsiz durmak lâyık değildir. Abdestin bozuldukça abdest al! Zira sen inâbe ettiğin vakitten itibaren namaza durmuş gibi hep huzurda sayılırsın. Kabre girmedikçe namazdan ayrılma, abdestinden de ayrılma ki ömrünün sonuna kadar bütün hayatını bir namazda geçirmiş gibi olasın. Namazda gibi olan kimsenin abdestsiz olması caiz değildir. Bu hal üzere İlâhî ömür emri taalluk edecek olsa şehid rütbesiyle ölmüş olursun. Velhasıl abdeste devam etmek hakikat sâliklerini Mevlâ’ya yakınlaştırmaya vesile olduğundan müstakil bir ibadet sayılır. Ayrıca her beş vakti eda etmeyi murad ettikçe abdestli olsan da yine abdest al ki nûrun alâ nûr olsun!

[ NEV-NİYÂZ ve DEDESİ ]

– Huzur bulasınız

– Hep öyle dersin de nerede?
– Aradığın huzur ve dinginlik, bir abdest suyu kadar yakınında!

– Nasıl?
– Elbet bir yolu var, evvela daima abdestli bulunmaya gayret edesin canım kardeşim!

– Abdestle olacak iş mi bu?!
– Gün boyu abdestle, İslâmî kişiliğine kir bulaştırmamaya özen göster, abdestini her bozduğunda senden birşeylerin eksildiğini hisset ve hemen yeniden abdest al ki bu abdest bir kalkan gibi seni kötülüklerden koruyacak, iyiliklere sevk eden itici bir güç olacaktır.

– Bunların hepsini abdest mi yapacak!
– Bilir misin abdest ayeti gelene dek Peygamber Efendimiz, abdest almadıkça ashâb-ı kirâm ile ne konuşur ne de selam alıp verirmiş. Abdestsiz bir iş yapmak şöyle dursun, bir söz dahi söylemezmiş. Mekke’nin fethi gününe kadar her namaz vaktinde mutlaka abdest tazelermiş ya…

– Seven, sevdiğini sevgisi nispetinde taklit edip haliyle hemhal olsa gerektir.
– Bu son abdestim olur da bu abdestle huzura varırım, huzur bulurum niyetiyle…

O halde tam ve tamamlayıcı bir abdesti her zaman, ter ü taze yanımda hissedebilirsem; onsuz yapamayacak derecede abdestle yakınlığım olur. Uzuvlarımı abdestle, abdestimi namazla ferahlandırmayı itiyat edinebilirsem; Rahmân’ın çağrısına icâbet eden bahtlılar kervanına katılabilirim. Ve bunu alışkanlık edinebildiğim sürece namazlarım, işlerimin arasında öylesine geçiştiriverdiğim birer yük gibi olmayacaktır. Gündüzlerin koşturmacası arasında, gecenin dinginliğinde abdest için suyun izzetine uzatacağım ellerimi. Uzuvlarım, ulvî gâyelere akan suyun serinliğinde buluşacak. Suyun arınmışlığı ve paklığı, günahlarla benim arama, uykularla aramıza mukaddes bir perde gibi gerilecek.

… Nasip kesiliyordu, visal âleminden ayrılıyordum… Gülerek Hazret-i Veysel bana nîdâ eyledi: Hadi, evlât! Abdestli gez, bir an bile abdestsiz durma!… Uykudan sakın, çok yiyen olma!… Dudakların Resûl’e müteveccih olsun!… Senin haberin olsa da olmasa da kalbin daima ALLAH’ı haykırıyor… Onu kendi hâline bırak… Son nefeste “ALLAH” demek kalbin bu haykırışının son nefesini RAHMÂN suyu ile abdest aldırmak olduğunu da unutma. Ruhun Huzûr’a abdestli giderse Melekler seni istikbâle çıkarlar… Bu söylediklerim dünya sözü değil ruhanî âlemden öğretilen sözlerdendir. Duamı oku, tasınla içir hastalarına, sevdiklerine, ben sana hibe ediyorum!

Hakîkat bahrinin ilmin ne bilsün her tahâretsiz
Ki Cibrîl-i Emîn uçmaz bu deryânın kenarından

Aşk çeşmesinden abdest alınca, dört tekbirle cümle varlığın cenaze namazını kılanlarının demine, devrânına hû efendim hû