Beş Âlem Aynası

Biz, sâf aynalarda sırroluruz öyle gâibiz…
ayna_umutrehberi

Bu âlemde görünen her şey o âlem güneşinin yansıması gibidir. Burada duyulan sözler, duygularımızla duyup bildiğimiz şeylere delâlet eder. O yüzden evvela duyup bildiğimiz şeyleri göstermek üzere söylenmişlerdir. Mânâ âleminin sonu yoktur. Söz, onun sonunu nereden görecek, nasıl ifade edecek? Zevkten meydana gelen mânâyı söz nereden anlatacak? Gönül ehli olanlar, mânâyı anlatırken bir benzeriyle, misal yollu remizle söylerler. [Mahmûd-ı Şebüsterî]

Ey kendine tâlip, evveline yolcu!

Yaradılışın bu âlemdeki gayesi “Hakikat Hazreti”nde olmaktır. Aslında bütün şeyler hakikatin bir yansımasıdır. İsimler ve resimler O’na aittir. Bu mazharların bir sınırı olmamakla birlikte şeylerin içi bir tek hazrettir. Ancak göründüğü yere göre isim alır. O içteki hakikatin bilinmesi için mazhardan yola çıkmak ama mazhara takılmamak gerekir.

Denize bak, dalgaya düşme! Deniz O’nun zâtî ve kadîmî varlığı, şeyler ise dalgalarıdır. Şüphesiz her güzellik ondandır, onun eseridir. O’nun eserini, O’ndan dolayı sevmek O’nu sevmek demektir. Bu sebeple âlemdeki bir nesneyi seven O’nu sevmiş olur. Yolcunun görevi (sülûk etmek), yoldaki engel ve sınırları kaldırmaktır. Bu sebeple o, “Bir ben vardır bende benden içeri” diyerek adım adım ileri benden içeri “ben”e kanat vurmalıdır.

Geçeceği yollar aslında geldiği âlemlerdir. Şehâdet âleminden misâle (rüyâ âlemine) ve oradan da lâhûta ve gayba doğru inmelidir. Bu iniş sırasında varlığın düğümlerini, ilâhî hazretteki konumlarını çöze çöze gitmelidir. “Düğümleri çöze çöze, birgün ulaşılır öze” demeli nâsûtta kalmamalıdır. Bu âlem-i misâli, ilâhî temessülâtı, güzelin binbir şekil ve sûrete girdiği oyunu çözmelidir.

 

Beş âlem aynasına bir nazar

İmdi, erenler demişlerdir ki, Cenâb-ı Hakk’ın isim, fiil, sıfat ve tecellîleri sonsuz olduğu gibi bunların açığa çıktığı varlık (kevn) da sonsuzdur.

O, her ân başka bir şe’n, iş, oluş, görünüş, yaratış, eserdedir [Rahman:29]

Bu tecellîde tekrar yoktur. İşte bu ilâhî tecellîleri Kur’ân gayb, şehâdet (dünya, nâsût) ve misâl âlemleri şeklinde bildirmektedir. Erenler de insandaki bu oluş ve idrâk seviyelerini açıklarken “hazarâtü’l-hams:beş hazretler” ifadesini kullanmıştır. Bu âlemleri “gayb, misâl ve şehâdet” şeklinde açıklayanlar da vardır. Bir kısım ehlullah âlemlerimizi dörde tasnif etmiş; gayb, lâhût, misâl, dünya, beşinci âlemi hepsini içine alan insan-ı kâmil demişlerdir.

İmdi, yolcu bilmelidir ki hazretten maksat hakikattir. Hakikat tek, nokta tecellîsi çok, görüntüdür. Tecellîleleri anlayabilmek için zâhirden bâtına, geldiğimiz âleme bir iç yolculuk yapmamız gerekir. Nihayetinde ancak sülûk ile algılanabilecek olan bu âlemler bir sefer tası gibi beş mertebede toplanmıştır.

Biz, şu tende ve canda iken bedenler (nâsût) âlemindeyizdir ki, et, kemik, sinir ve kandan oluşan sıfatlarımızla yaşadığımız bu âlemde bedene hayat ve şekil veren cândan ve onun sahibinden haberimiz yoktur. Öyleyse tenden cana bir yolculuk yaparak O’na dönmemiz şarttır. Hak’tan halka, halktan tekrar Hakk’a yapılan bu yolculuktaki menziller değişik isimlerle anılmışsa da umumiyetle “Gayb-ı mutlak, âlem-i lâhût, âlem-i misâl, âlem-i dünyâ” şeklinde isimler verilmiştir.

Bu beş âlemin tafsilatı çoktur. Aslına bakarsak ilk üç mertebe gaybın yani zât âleminin açılımıdır. Bütün bu âlemler insan-ı kâmilin nefsinde ve nefesinde toplanmış olup onun hakikatidir. Eşya tabiî ki nefsimizden ayrı olmadığı için bütün şeylerin hakikati de bu âlemler içinde dürülüp bükülmüştür.

Cenâb-ı Hak “gayb-ı mutlak” hâlde iken henüz tecellîden (oluştan) eser yoktur. Buna “lâ-taayyün, ahadiyet, zuhursuzluk” mertebesi demişlerdir. Yani burada henüz bir belirtiden, bir işaretten alâmet yoktur. Bu durum ağacın çekirdeğinden önceki hâli gibidir. Henüz ne çekirdek ne de toprağın tohumla buluşması söz konusudur burada. Cenâb-ı zât, zâtında gizli olup zâtı yine zât bilir. Burada zaman yok, ân vardır. O’nunla beraber bir şey yoktur. Bu sebepledir ki gayb-ı mutlak hazretine “ayân-ı sâbite, hazret-i zât, âlem-i lâ taayyün, amâ-yı mutlak, vücûd-ı mahz, vücûd-ı mutlak, gaybü’l-gayb” da denilmiştir. Bu mertebede “Allah muhakkak ki âlemlerden ganîdir.” Cenâb-ı Hak bu âlemde “küntü kenz, yani gizli bir hazîne”dir. Oluşun sebebi, bilinme sevgisinin takazasıdır. “Allah vardı ve O’nunla beraber bir şey yoktu.” Arif-i billah katında her an öyledir. Nitekim Şâh-ı Velâyet Hazret-i Ali “Allah vardı ve O’nunla beraber bir şey yoktu” hadîsini duyduğunda, “Şimdi de öyledir!” buyurmuştur. Bu sözleri âdeta hadisteki nükteyi bütün kemâliyle şerhetmektedir.

Bundan sonra ceberût yani lâhût âlemleri gelir. Bunlar ilk taayyün, ilk tecellîlerdir. Taayyün bir şeyin çıktığı, belirdiği, ayan olduğu kaynak, su gözü yani pınar demektir. Bu mertebe, sıfatların belirginleştiği kaynaktır. İzâfet burada başladığı için bu ilk tecellîye “gayb-ı izâfet” veya “taayyün-i evvel” de denilir. “Hazret-i ukûl, hazret-i ervâh, âlem-i ceberût, taayyün-i evvel, akl-ı evvel, hakîkat-ı Muhammediyye, rûh-ı izâfî, âlem-i ahadiyyet, kitâbü’l-mübîn” gibi isimler hep taayyün için söylenir.

Bu iki âlemin umumi olarak “hakîkat-i Muhammediyye” veya nûr-ı Muhammedî” diye anıldığını belirtelim. Varlığın yani oluşun çekirdeği budur. Eşyâ, kabiliyetine göre bu çekirdeğin açılımından ibarettir. Gâye, gaybî hakikate ayna olacak olan insanın bu nûrun içinden çıkmasıdır. Burası rûhlar âlemidir.

Bizim burada ele aldığımız konu açısından dikkatimizi iyice yoğunlaştırmamız gereken beş hakikatten en önemlisi “misâl âlemi”dir. Dünyada gaybımızdan bir bilgimiz yok, gaybda da sıfatlar âleminden bir bahis söz konusu değilse, varlığın düğümü misâl âlemiyle ilgilidir. Misâl âlemi için “âlem-i melekût, âlem-i hayâl, âlem-i berzah, sidretü’l-müntehâ, âlem-i emr” gibi isimler de verilmiştir. İsimlendirmenin çokluğu bizim gönlümüzü bulandırmamalıdır.

İmdi misâl, mesel, aslının benzeri yani numûnesi demektir. Biz buna mesela gerçeğin uykuda görünen bedensiz sûreti de diyebiliriz. Bu sebeple hikâye anlatıcılar, verdikleri örneğin kelâmı olup da sureti olmayınca o anlattıkları hikayeyi de “mesel, misâl” demişlerdir. “Darb-ı mesel” bir gerçeğin bir benzeriyle en kestirmeden ve en vurucu şekilde anlatılması olayıdır. Bu sebeple darbe kelimesiyle anlatılmıştır ki beynimizde ve gönlümüzde dank etsin diye…

Evet misâl, aslının benzeridir ve remizler de hakikatin mecâzı yani aslının benzeridir. Bir şeyin aslına gitmek için misâl âlemindeki benzerini çözmek zorundayızdır. Melekût, yani misâl âlemi, rûhlar âlemiyle cesetler âlemi arasında bulunan ve bütün varlıkların zuhûra gelmeden önceki asıllarının, maddeye bürünmemiş şekillerinin mevcut olduğu âlemdir ki rüyâ veya hayâl âlemi denmesinin sebebi de budur. Melekût âlemi için “emir alemi” de denilir. Zira şeyler buradan dünyaya tenezzül eder. “Kün!” hitabı bu âlemedir. Vücûdun “vardan var olması” bu demektir.

Varlığımızdaki beş hazretten beşinci âlem ise şehâdet (mülk) âlemidir. Beş duyu ile algılanan mülk âlemi için şehâdet âlemi, nâsût âlemi, halk âlemi, his âlemi, unsurlar âlemi, felekler ve yıldızlar âlemi, mevâlid-i selâse (maden, bitki ve hayvanlar) âlemi de denilir. İnsan-ı kâmilin vücûdundan ibâret olan yüce Arş da bu âlemdendir. İnsan bütün unsurların toplamı ve zirvesidir.

Eşyâ, suyun buz gibi göründüğü sıfatların adıdır. Ehlullah buraya kadar anlatılan hazretleri başı ve sonu olmayan dört denize benzetmişlerdir. Bütün âlemler gayb denizinin dalgalanmasından açığa çıkmış ve çıkmaktadır. Bu dalgalanma kesintisizdir ve zâtın sıfatlara olan aşkıdır. “Ey Habîbim sana âşık olmuşam!” dediği ondandır.

 

Gaybın hakikati bir tek nûrdur. Nasıl ki unsurlar da birbirlerinin hâllerini alırlar. Meselâ: hava, su; su, toprak olur. Bu sebeple bütün bunların hepsi bir nûrdur ama hâl değiştirme dolayısıyla bu nûr türlü türlü donlarda görünür. Fakat âriflere göre bütün değişikliklerde zât yine de zâtlığından ayrılıp başkalaşmış değildir, hep olduğu gibidir.

Şehâdet âleminin en mükemmel varlığı insan-ı kâmildir. Kâinâtta bulunan her şeyin insanda bir örneği vardır. Kâinât Allah’ın isim ve sıfatlarının toplamı olduğu gibi kâinâtın küçük bir örneği olan insan da Allah’ın isim ve sıfatlarının toplamı olduğundan Hazret-i Peygamber, “Allah Âdem’i kendi sûretinde yarattı” demiştir. Bu mânâda aslına en çok benzeyen varlık insan-ı kâmildir. Hakk’ın insandaki tecellîsine “teşbîh”, hiçbir şeye benzemeyen zatî idrâkine de “tenzîh” denmiştir. İşte İnsan-ı kâmil bir yönüyle teşbîhe bir yönüyle tenzîhe bakan ikisinin tam ortasındaki varlıktır. Onun bedeni âlem-i şehâdette, mânâsı ise âlem-i gaybtadır. Bu sebepledir ki Hazret-i İnsana “Câmi-i Kübrâ: En büyük toplayan” denmiştir. O, ilk dört hazreti kendinde cem‘ etmiştir. Nitekim bir kudsî hadiste “Yere göğe sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım.” buyurmuştur.

İmdi onu misâlde algılayan kendi makamı üzere algılar. Zira onun sureti gaybın aynasıdır. O, halk içinde bir ayna olup kim bakarsa -güzel veya çirkin- kendi sûretini görür. Son merhalede şeyler insana, insan da “âdem-i manâ” yoluyla “O”na dönmektedir. İnsan eşyanın âhireti, “Âdem-i mânâ” da insanın âhiretidir.

Niyâzî-i Mısrî bir nutkunda gaybdan şuhûda bütün bu oluşumları yol tecrübelerinden hareketle “bî-misâl-i vâhid (gayb); hayâl, hüsn, cünbüş ve misâl (melekût); şekil ve heyâkil, ceng ü cidâl (şehâdet) kavramlarıyla şöyle anlatır:

Ey bî-misâl-i vâhid hüsnün misâl içinde
Ayînenin göründü bir hûb cemâl içinde

Düşdü kamu heyâkil kâmetine mukâbil
Cünbüşü gösterensin şekl ü hayâl içinde

Bu san‘atı kim bilir bu kudreti kim görür
Bu vuslatı kim bulur ceng ü cidâl içinde

Kande bulur isteyen lutfunu ey dost senin
Çün kim anı gizledin kahr u celâl içinde

Hâsılı İnsan-ı kâmil, varlığın beyni, gaybın ve mülkün toplamıdır. Görünen ve görünmeyen onun kuşatmadığı ve zâtî âyetlerin sırrıyla hükmetmediği bir şey yoktur. Hatta belki o şeyin aynısıdır. Hazret-i Alî insana hitaben “Kendini küçük bir bedenden ibaret mi zannedersin. Oysa bütün âlemler sende gizlidir.” der. Nitekim erenler “On sekiz bin âlemin bir havan içinde dövülüp macun haline getirildiğini ve ondan bir şey yapıldığını farzetsek, o nesne kâmil insan olurdu” diye misâl vermişlerdir.

Anlaşılacağı gibi bütün âlemler aslında bir tek âlemdir. O bir tek âlemin açılımıdır. Şöyle de denebilir: İnsan âlemlerin hakikatidir. Onun görevi dünya (beden) âleminden kendi sâbit aynının gizli olduğu gaybına doğru yükselmek ve aslına dönmektir. Bu iç yolculukta kendisine düşen görev, bir üst (rüyâ, misâl, hayâl) âleminden haberler getirmektir. Sonuçta melekût âlemi, kendi gaybının elbiseye bürünmüş misâllerini yansıtır bize. Bu sebepledir ki insan olarak düşüncelerimiz, hayâllerimiz ve rüyâlarımız bizim aynalarımızdır.

Âyette “O gaybı da şehâdeti de bilendir.” [Ra‘d:9 Nahl:77, Cum‘a:8] buyrulmuştur. Dolayısıyla biz maddemizden manâmıza yükseldikçe misâl âlemi de çözülecektir. Seyr ü sülûk bir mânâda da budur. Çokluktan birliğe giderken aradaki hayâllerin şifrelerini çözmek! Sonuçta alttaki âlem üstteki âlemin aynası gibidir. Alt âlemlerde bulunan her şeyin aslı üstteki âlemlerde mevcuttur.

Gaybî Sunullah der ki: “Rûh her gece berzahta yani misâl ve hayâl âleminde kendisinin hayır ve şer neyse, yaptıklarının sûretlerini seyreder. Uyanıp sonra tekrar beden hisârına girer.”

Rüyâ âlemi, yolcunun nefsine aynadır. Bütün âlemleri kendi vücûdunda topladığını ulvî veya süflî her ne ise gördüklerini anladıkça, tâbir edip kendine dönüştürdükçe dışın içe, için dışa yansıdığını anlayacaktır. Böylece ilmi ve keşfi artan yolcuya vahdet sırları en yüksek makamdan yüz göstermeye başlayacaktır. Vahdet makamındaki kişi için misâldeki remizlerin kıymeti kalmamıştır. Onlar artık yürürken rüyâ görür hâle gelmişlerdir.

alemler_tekke_umutrehberi

Hakerenler için her şey zâhir olmuştur. Zira o, yokluk zevkiyle zatın hakikatini anlamış misâl âleminin aynasından yansıyanlara ihtiyacı kalmamıştır. Fakat kendisi konuşup yazarken hakikati remiz ve mecâzlara döker. Burada bilinmesi gereken bir diğer husus daha vardır. Anlaşılmıştır ki hayâl ve tasavvur da misâl âlemindendir. Dolayısıyla Hak yolcusu (veya herhangi bir kişi) hayâl, hatıra ve tasavvur kabiliyetinden uzak olsa, o zat, kendi hâlinin gerçeğini misâl aynasına bakarak öğrenemez. Gören, (yani râî) zâhir hayatında her ne hayâl ederse hıfz kuvvesi onu kendi haznesinde saklar.

Mânâdaki suretler, hayâl âlemine yansıyan suretlerdir. Bu hayâl ve tasavvurlarımız nefsimizin derecesine göre suret bağlar. Yolcunun dünyevî olması suretleri emmâre (hayvan) nefs mertebesinden gösterecektir. Nefs-i emmâre rûha ve sırra yöneldikçe görüntü ve algı (hâl) değişecektir. Burada son olarak rü’yeti sadece gözü kapalı iken görülen sûret ve hayâller gibi algılamamak, gözü açıkken görüp durduklarımızın kendi gerçeğimiz olduğunu bilmek gerekir. Zâtiyyunun bu görüntülerle yani Mûsâ’nın Tûr’da algıladığı âteşle, İbrahim’in yıldızları, ayı ve güneşi görme şeklindeki rüyetleriyle hâllenmesi sözkonusu değildir artık.

İmdi bütün bunlar idrâk olunduysa, senin her türlü vehimden, kaygıdan, endîşeden ve yanılsamadan arınıp aşkla tevhîdle zâta yükselmen gerekir. İşin özü şudur ki, vücûd birdir. Ehlullah vücûd deyince Hakk’ı kasdeder. Bunun dışında algıladığımız veya farkedemediğimiz bütün şeyler o vücûdun hayâli ve içindekilerin yansımasıdır.

Anadolu’da bedenen görmediği halde görmüş gibi olmak bilinci için “hayalledim!” (ve hatta ağız özelliğiyle “şöyle olacağını hayâlladım!” denilir. İşte insan ete kemiğe bürününce hayâlleri hakikate dönüştürmek zorunda kalacaktır. Âlemler, mutlak vücûdun içindeki (saf) hakikatin dalgalarıdır. Aslında bu hayâl dalgaları da kendisidir. Fakat bizim bilgi seviyemiz o saf hakikati hayâllerin içinden çıkarmakta zorlanmaktadır. Şekille (sıfatla) Cenâb-ı Zât arasında kalan bu manevî suretler, gerek uykuda ve gerekse uyanıkken gördüğümüz bedenli ve bedensiz tasvirler (resme bürünmüş görüntüler), biz hiss-i müştereklerimizi terbiye ettikçe anlam kazanacaktır.

Öyleyse elbiseye bürünen bu manevî gerçekler biz kapıları araladıkça çözülecek ve oradan da bir üst seviyeye geçilecektir. Âlem-i misâl hayâllerin ve rüyâların surete büründüğü yerdir demiştik. Hayâl kelimesi aynı kaynaktan doğduğum kitapta: “Kâle bel elkûs fe-izâ hibâluhum ve ‘isiyyuhum yuhayyelu ileyhi min sihrihim ennehâ tes‘â. Dedi ki: “Hayır siz atınız. Hemen onların ipleri ve sopaları sihirlerinden dolayı koşuyormuş gibi ona tahayyül olunur oldu.” [Tâhâ:66] işâretiyle zikredilir.

Bu âyette Hazret-i Mûsâ (a.s.) Firavun’un sihirbazlarına nezâketle mukâbelede bulunarak, ellerindeki ip ve değnekleri önce onların atmasını istedi. Onlar da iplerini ve değneklerini yere bırakıverdiler. İp ve değnekler yerde birer yılan gibi hareket etmeye başladı. Hazret-i Mûsâ bunların gerçek yılan olduklarını ve hareket ettiklerini tahayyül etti. Bu tahayyül duyularına ait değil, aklına aitti. Aklının yanılsadığını anlamayıp içine bir korku geldi. Cenâb-ı Hak ona, korkmamasını, çünkü kesinlikle kendisinin üstün geleceğini bildirdi. Bunun içinse, sağ elinde bulunan asasını atmasını istedi. Asâ kocaman bir ejderhâya dönüşüp sihirbâzların kıpırdıyor gibi gözüken tüm iplerini ve değneklerini yalayıp yuttu.” İşte bu hadisede görüldüğü gibi yolcu, zanlardan ve emmâreden neş’et eden vehimlerinden kurtuldukça hayâlleri hakikate dönüşecektir. Ne var ki önce hayâl âlemleri kendisine açılmalıdır. Bu açılım, hayâlin özü (mutlak olanı) kavrama noktasına kadar devam etmelidir.

Misâlî hakikatlerin billurlaşması, benliğin arınması nefsin kalb düzeyine getirilmesiyle mümkündür. Ehlullah burada gönlü çocuğa, onu besleyen ledün ilmini de süte benzetmiştir. Süt, misâl âleminde ilmin suretidir. Yûnus’un bahsettiği “hikmet beşiğinde” içtim dediği “kudret sütü” bundan başka bir şey değildir.

Misâl (hayâl ve rüyâ) âleminin en yüksek tecellîsi, insanın Hakk’ı yani ayân-ı sâbitesini insan-ı kâmil yüzünden kendi nefsinde (cem‘) ve daha ötesinde Hak’ta seyrettiği kendi nefsini yine insan-ı kâmil yüzünden halkta (cem‘ü’l-cem‘ bilincinde) seyretmesidir. Hazret-i Peygamber’in “Beni gören O’nu görmüştür!” ve” “Şeytan benim kılığıma giremez.” Hadîsleri işte bize burada lâzımdır. Buradaki misâlî (aklî değil! terbiye edilmiş duyulara ait) algı, Nûr-ı Muhammedî yüzünden olacaktır. Unutmayalım ki Allah âdem-i mânâyı, kendi sureti üzere yaratmıştır. Hazret-i misâlde bunu yaşamaktır gaye. Bütün bunlar müşâhede hâlinin zirveleridir. Ve zât müşâhadesi hislerin bir bütün olarak terbiyesidir.

Evet, vakti geldikçe insana delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki O’nun gerçeğin ta kendisi olduğu onlar için iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? [Fussilet:53]

Cenâb-ı Hak her sâlike kendi kabiliyetini enfüste ve afâkta göstereceği misâllerle idrâk ettirir tâ ki kendi gerçeğiyle apaçık karşılaşıncaya, yüzyüze gelinceye kadar vesselâm

Bu yolda acâip çok, sen acâip anlama
Acâip anda ola, dost yüzünü göresin

Mahşernâme

Mâlum-u ihsânınız cânım erenlerim, Nuh’un gemisinde her hayvandan bir çift varmış. Her insanda da bütün hayvanların ahlâkı mevcuttur. İnsanlar vücut gemilerinde o bed ahlâkları taşıyıp duruyorlar; temizlenmeyince nefis firavunlaşıyor işte!

bahce_umutrehberi

Her insan, kendi nefsine kendi Mûsâ’sıyla kendi firavununa şu teklifi yapmalıdır:
Git Firavun’a! Muhakkak ki o azgınlaştı! De ki: Arınıp saflaşmaya ne dersin?
[Nâzi’ât:18-19 Meâli]

Görenler saymışlar erenlerim; insan bu dünyaya yetmiş iki ahlâk-ı rezîle-i hayvâniye yâni kötü ahlakla geliyor, kandan-nutfeden taşıdığımız bir malzeme de bu!

Hiç öyle şey olur mu demeyin! Hayvan huyundan iz yoksa insanda, neden kendi cinsini köpek gibi ısırmaktadır. Sûrette insandır, sîrette maymun değilse neden bu kadar şehvete tâbi olmaktadır söyler misiniz?

Anlayalım artık; bütün bu hayvanlarla, tabîat hapishânesinde mahbûs ve esir kalmışız işte!

Gerçekten nefsi arındıran kurtulmuştur. Onu gömüp gizleyerek (bilinçsizce – dürtüleriyle tabiatına uyarak) yaşayan kaybetmiştir.
[Şems:9-10 Meâli]

Beşer kabuğundaki her can, huyu kendisine benzer bir hayvanın ifadesidir ve insan olan âhiri görür, hayvan kalan ahırı…

Mâdem söz bu noktaya geldi Halvetî Şeyhi Akkirmanlı Nakşî Hazretleri’nin (v. 1655) dîvanında kasîde şeklinde yazdığı MAHŞER-NÂME’sinde anlattığı sûreti insan, sîreti hayvan olan ve sırf kendi nefsini gören kişilerin hallerinden de bahsetmekte yarar vardır.

Akkirmânî Hazretleri insan bu hayatta kin, şehvet, buğz, cimrilik, kıskançlık ve kibir gibi sıfatlardan hangisiyle bilinir olursa mahşerde içi dışuna çıktığında o sıfatın sûretine bürüneceğini şöyle anlatır:

Açılcak kabr-i ten, kaldıra dil baş ü cân
Göre ki mahşer olmuş hayret içinde insân

Her ne sıfatla bunda mevsûf olursun âhir
Ol şekli cân bürünür eyle sözüm gel iz´ân

Nakş-ı hicâbı dilden pâk eyledinse ger sen
Dîdâr-ı Hazret-i Hak, çeşminde ola seyrân

Fi’lin eyâ Hazretin uydu ise kavline
Ola enîsin dilâ anda Habîbü’r-Rahmân

Nefsin ile geceler eyle cihâd-ı ekber
Ola o gün destgîr lütf u keremle Sübhân

Nûş eyle her ne gelse zehr ise de bal bil Hudâ’dan
Vire şerâb-ı kevser mahşerde Şâh-ı Merdân

Zikr-i Hudâ’yı dilden koma ölünce sen kim
Ola sana hem-nişîn anda o gün ‘âşıkan

Sakın harâma el sunma hınzır olur derûnun
Hased iyi değildir şeklin olur soğulcan
HARAMA EL UZATMAK:DOMUZ HASED: SOLUCAN

İki yüzlü olanlar maymun olur yüzleri
Bulunmaz rahmet anlar oda yanar o her an
İKİ YÜZLÜLÜK: MAYMUN

Dünyâyı terk etmeyen kelbe döner ey dedem
Halkı eden rencîde ola peleng ü arslan
DÜNYA SEVGİSİ: KÖPEK
MAHLUKATA ZARAR: ARSLAN KAPLAN

Yiyüp yedirmeyenler eylediği cem’-i mâl
Onlar olur karınca yâhud olur tonuzlan
MAL TOPLAYAN: B*K BÖCEĞİ KARINCA: CİMRİ

Halkı sokan diliylen yılan çıyan olur bil
Ayı olur kend’özün büyük gören müselmân
KİBİR: AYI LAF SOKMA: YILAN

Yiyüp içüp yatanlar tonbay olur şöyle bil
Katır olur ki sakın kizbi iden ferâvân
TEMBEL: MANDA YALANCI: KATIR

Zînet içün câmeler giyse eğer bir kişi
Tavûs olur şekli kim ide tamuda cevlân
TAVÛS: SÜS DÜŞKÜNÜ

Kaplumbağa olurmuş baksa bir er gayriye
Filler olup lûtîler ola cehennem vatan
HOVARDALIK: KAPLUMBAĞA LÛTİLİK: FİL

Mü’min isen mü’mine tutma sakın girü kin
Deve olup yürürsün mahşer içinde sekrân
KİN: DEVE

Ol sorudup gezenler zenbûr olur ekseri
Hırsı olan kişiler kurda döner ya sırtlan
KURUNTU: EŞEK ARISI HIRS: KURT SIRTLAN

Hakk’ı ferâmûş idüp oynayuban gülenler
Şekli döner hırreye dâim ider ol efgân
GERÇEĞİ UNUTUP OYUNA DALANLAR: KEDİ

Ol kim ider zagallık keçi olur bilmiş ol
İşin olursa hîle tilki olur bî-gümân
HUYSUZLUK: KEÇİ HÎLE: TİLKİ

Gâlib olan şehveti bir hâr olur yularsız
Ol kim ider bahîllik zinhâr olur o şeytân
ŞEHVET: EŞEK CİMRİ: ŞEYTÂN

Eyleyüben mesâvî âdem etin yiyenler
Kartal  hem mâr olur o günden ‘ıyân
KÖTÜLÜK: KARTAL GIYBET: YILAN

‘İlm okıyup ‘amelsiz gitsen eğer şöyle kim
Meyvesiz ağaç gibi durma cehennemde yan

Halka nasîhat verüp kendi sözün tutmayan
Üstü kalıplı çörek koz gibi için yalan

Hırsız olup geceler evler açıp dâm delen
Sansar olur sûreti ölse eğer ol hemân
HIRSIZLIK: SANSAR

Olsa münâfık kişi keklik olur kıl hazer
Kim tarîki inkâr iden olur gürûh-ı küfrân
MÜNÂFIK: KEKLİK

Tevbe vü telkîn alıp sonra ferâgat iden
Yüzü dönüp ardına ola bir ulu nişân

Hâli dahi olmadan ma’nâ uğurlayanlar
Gelincik ola geze eyleme gergîz gümân
HALSİZ KÂL İDEN: GELİNCİK

Ma’rifetim var deyu kuru lakırdı çalan
Alaca karga olur yâhud öter saksağân
UCÛB: KARGA UKELA:SAKSAĞAN

Sâzını sâzendeler ırlasalar çalsalar
Kanadın urur öter horûs olur ey civân
İŞRET DÜŞKÜNÜ: HOROZ

Fâidesiz endîşeden pire olur bit olur
Çakal olurmuş sakın evveli için uluyan
ENDİŞELİ: PİRE DÜNE AĞLAYAN: ÇAKAL

İki cihân fahrinin nesline kim buğz ider
Anun ile haşrolur kim almaya mahal divan

Yerin göğün ilmini dünyâ içün okursan
Bir elif öğrenmedin maksadın otluk saman

Böyle giyinip kuşanma aldar seni inanma
Beg paşa dedikleri bir kuruca ad u sân

Mağrûr olup mâlına mansıb alanlar bu gün
Devlete batdım sanır bir kuruca âd u sân

Menzil uzak sen yayan zâd u zahîren de yok
Kaddini lâm eylemiş hırs ile bâr-ı girân

Bu sözlerim derd-mend sanma sakın söz değil
Mevt irişüp göresin her ne kim itdim beyân

Çün kim irer mahşere her ne ki vâr râfizî
Har oluben bilineler Kavm-i Yehûd bî-lisân

Ger olursa şeyh mürâî baykuş olur şöyle bil
Ana uyan sôfîler kuzgun olur ol hemân
RİYÂKÂR ŞEYH: BAYKUŞ DERVİŞLERİ: KUZGUN

Ger sana bu sözler kâr itmediyse kardaş
Taş u demirden özün, durman hemân oda yan

Ger bu sıfatlar dilâ ister isen gitmesin
Tevhîd ile rûz u şeb göz yaşını et revân

Fehm idegör sözlerim mahşer içredir bular
Sanma sakın zâhirî dînini itme vîrân

Gerçi demiş niceler iş bu cihân içredir
Çek elini oradan itme anı sen îmân

Bir mürşîd-i kâmile teslîm-i cân u dil kıl
Seyyîd Nizâmoğlu olmak dilersen insân

Nakşî Nizâmoğlu’nun ta’bîrini tayy idüp
Âb-ı hayât eyledi tertîb idüp kâmurân

Âh efendim, can bu ilden göçmeden cânânı bulmazsa ne güç, sûreti insan içi hayvan olursa kişinin, taşlar ile döğünüp insanı bulmazsa ne güç…

Sûreti insan, yürüyen hayvan derekesinden azâd olarak, gemiden sağ sâlim kurtulana, halkını firavundan selâmete çıkarana selâm olsun

Çık dışarı

Kendi özümüzdeki hakîkatin üzerinden kaldırılan perdeler nisbetinde, bir süredir buralardan “İlâhî meşrebim, vahdetperestim, şerâb-ı cilve-i hayret ile mestim” makâmından “birlik çağrısı” yapılır durur, yakînen tanıyanlar iyi bilir!

cik_disari_akdemir

Ruhumu aldı da eyledi pâk
Nikâbım açtı da gördüm Hak

Ne var ki can kulağına okunan ezanın farkında olmaksızın, kendisini “başka bir müstakil varlık” zanneden insan, aslına öyle yabancılaşmıştır ki biri hiç doğmamış, zâten bir olan, “iki ayrı şey” zannını cümlelerle birleştirmek ne mümkün!

Mâdem koca bir ömürdür misafirsin bu bedende artık bilesin ki en büyük küfrün kendine âit zannettiğin vücûdun, varlığındır! Sen yoksun; o benliklerin hep vehm ü gümânındır! Çünkü Hakk’ı örten en büyük perde bu vücûttur ki varlığın küfür olması senin onu var zannetmen, kendine ait sanman, kendi kendine zulmetmendir. Halbuki sen, hakkıyla Hakk’a âitsin; “kendi.m” zannından kurtulunca Hakk ile Hakk olduğunu bilecek, Hakk’a lâyık, insanlığa yarar iş göreceksin; “beklenen doğum müjdesi” işte budur erenlerim!

Bunu bir de misâl yollu anlatalım, Mevlâ görelim neyler: Hastalığı hayvanlık olan bir hastayı yakalayıp bir akıl hastanesine götürmüşler ki hasta kendini kuş zannediyor.

Aradan yıllar geçiyor, bir güzel tedâvi ediyorlar sonra konsültasyon yaparken sormuşlar “Hâlâ kendini kuş zannediyor musun?” diye “Yok efendim” demiş “Siz bana öğrettiniz ben kuş değilmişim, insanmışım meğerse hata olarak öyle zannedermişim kendimi”

Doktorlar taburcu etmeye karar vermişler amma hasta çıktıktan hemen sonra, telaşla dönüp kapılara vurmaya başlamış, doktorların yanına gelmiş nefes nefese: “Ben insan olduğumu, kuş olmadığımı anladım ama dışarıdaki kediler bunu biliyor mu? Onu anlamadım!” O zaman demişler ki “Gel, sen hâlâ zan altındasın, senden bu zannı kaldıralım”

Hakîkatte de bunun gibi, insanın kendi özünü bilmesi açısından, kendi kemal derecelerini bilmesi, kadrini anlaması açısından vâkıa buna benzer.

Kuş kafeste doğarsa uçmanın bir hastalık olduğunu düşünür.

Kafeste doğduğu için, bir ömür kendini kendini “bedenden ibâretim” uykusunda tıngır mıngır sallayan insan, O UZUN GECENİN SONUNDA KADRini anladığında, yeni bir hayata doğacak ve sonsuza dek gerçekte.n olduğu gibi yaşayacaktır!

İşte bu gerçek hayata vesîle bir gazel ile sükût edelim:

[TAHMÎS-İ GAZEL-İ KEMÂLÎ]
Ârif kişinin gör, bizâtillâh kâim olduğun
Kendözünden gayriye her ne var, sâim olduğun
Bilesin kim deryâ-yı vahdet’de dâim olduğun
Âkil olmaz bilmeyen âdemliğin dem olduğun
Zât-ı Hakk’ı her nefes sırrında hemdem olduğun
Âdemliğin dem, nefes, kan ve ân olduğunu her nefes alıp verdiğinde sırrında Hakk’ın zâtıyla hemdem, yoldaş, birlikte aynı havayı soluyan bir fert olduğunu, O’ndan ayrı olmadığını bilmeyen kişi, bütün ilimleri yutmuş görünse de akıllı değildir. Ayıran kendini ayırır, böylesi ancak kendini aldatır.

Kendözüne nazar kıl, gör şûle-yi aşk olduğun
Mâşûk’un cemâline, sırrın içre ayn olduğun
Geç illâ ya, âlem-i lâ’nın sormadan n’olduğun
Âkil olmaz bahr-i lâ’da etmeyen mahv-i vücûd
Ârif olmaz bilmeyen İllâ’ya mahrem olduğun
Lâ, yokluk denizinde vücûdunu yok etmeyenin aklı yoktur. İllâ’ya, Hakk’ın varlığı ve birliğine mahrem olduğunu yâni Hakk sırrını kendinde taşıdığını bilmeyen ârif olamaz. Lâ ve illâ yani nefy ü isbât, yokluk ve varlık; fenâ ve bekâ sırrıdır. Yunus Emre Sultânımız: “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” buyurur. Nefsimizi müstakil bir varlıkmış gibi vehmettikçe nefs-i küll’ü yâni Hak sırrını anlamamız mümkün değildir. Sanal varlıkları terk ede, terk ede hakîkat gönülde tecelli edecektir: “Varlığını say yoğa; Dostun içinden doğa” Öyleyse gönüldeki tozları “L” ile silip yerine “İLL” yı ikâme etmelidir ki mahremiyet tamamlanıp kemâle ulaşılsın: “Çıkılmaz benlikle arş‐ı didâre, varını yoğunu yak da gel derviş!”

Seyreyle her cihetten zâhir, vech-i Hakk olduğun
Cemâl-i Âdem’den garaz, Cemâl-i Hakk olduğun
Ârifsen idrâk eyle bî-şekk, Âdem’in nolduğun
Hakk’ı zâhir, Hakk’ı bâtın, Hakk’ı kâim görmeyen
Ol ne bilsin âdemin Hakk, Hakk’ın âdem olduğun
Cenâb-ı Hakk’ı zâhir, bâtın ve vücûdda mevcûd, dâimî görmeyen kişi Âdem-i manânın Hak, Hakk’ın âdem-i manâ olduğunu nereden bilsin?

Mâlûmdur ki Cenâb-ı Hak, meleklere âdeme secde etmelerini emretti. İblis ondaki rûh-ı azamı göremediği için buna yanaşmadı. İblis meşrebinin anlayamadığı şu idi ki Allah hassü’l-hâs olan yani kemâlini tamamlamış olan kulunu Rahmâni nefhası ile diriltmişti. İnsanın ikiz kardeşi olan kitapta: “Onu düzenlediğim insân şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zamân siz hemen onun için secdeye kapanın” [Hicr:29] buyurduğu bu rûha işârettir. Yoksa varlık âleminde her şey kâbiliyetince Hakk’ın rûhunu kabı mikdârınca sergilemektedir. Bu rûh, külli vahiyle insanın Hakk’ta oluşumunu, tamamlanmasını ifâde eder ki elân kemâl sahiplerinde olupduran budur. Bu cihetle kâmillerin sadık âşıklara nefyettikleri Muhammedî, küllî maya yani rûh da işte bu rûhtur. Efsâne ile uğraşan zâhir ehlinin anlayamadığı işte bu ince noktadır. İslâm, insana, âdeme secde yoluyla Hakk’ı isbat ettiren yegâne Hak yoldur. Hâsılı kelâm âdeme secde Hakk’a secdedir. Ademe secde ondaki külli olana, kâmil ve mükemmil olana secdedir. Makâm-ı âdeme gelen kişinin sûreti de sireti de Hakkın nûruna boyanmıştır. Bu sebeple Hz. Kemâli’nin “Nefsi ile kâim olup kim secde etmez Âdem’e, Ey Kemâlî bil onu, şeytân gelir şeytân gider” buyurduğu yerden Hz. Niyâzi’den şöyle bir aks ü sadâ duyulur:

Secde eyle Âdem’e tâ kim Hakk’a kul olasın
Eden Âdem’den ibâ’ Hakk’dan dahi oldu cüdâ

Kanda bulur Hakk’ı inkâr eyleyen bu Mısrî’yi
Zâhir olmuşken yüzünde nûr-i Zât-ı Kibriyâ

ali_inancer

Görmez misin her ne vâr, nefes-i Rahmân olduğun
Bilmez misin gönlünün, mahzen-i Sübhân olduğun
Bu sırra ermeyenin dü âlemde rüsvâ olduğun
Men aref sırrın duyan “kâim binefsillâh”dır
Nefsini fehmeylemeyen bilmez ham u kem olduğun
Men aref: nefsini bilen rabbini de bilir sırrını vicdanında yaşayan kişi “Allah’ın nef(e)siyle kâim yâni bekâ bulmuş ve kendi kendine yeten, varlığı bir ikinciye muhtâç olmayacak bekâbillâh makâmına gelir. Buna mukabil nefsini bilmeyen, kendinden haberi olmayan kişi, bu hâliyle ham ve noksan olduğunun da farkında değildir. Hâsılı “Men ‘aref” sırrını duyup Mevlâ’sına vârını veren, hâdim-i insân olan (secde hakîkati); insân gelir, insân gider.

Kemâl bilir Kemâli, aşkına hemdem olduğun
Cân-ı teslim etmenin, sırrına tek yol olduğun
Hâk-i pâyinde kurulu, bazâr-ı cân olduğun
Vâriyetten geçmeden varlıkta bir vâr olmadan
Anlamaz sırrın Kemâli, sırr-ı mübhem olduğun

Kemâlî, insan varlıktan, benlikten geçmeden, varlığın tek bir varlık (ehadiyet) Hak olduğunu bilmeden yâni vahdeti kendi vicdânında yaşamadan bu sırrın gizli bir sır olduğunu da anlayamaz.

Söz uzadı… Bu denizden, bâzı “manâ incilerini” açmak bizim haddimize değil meğer bir taraftan üstü açıldıysa nîdelim zuhûrattandır hem zâten okuyanlar bu zevk-i ilâhîden zaten kapları kadar alabilirler. Fazlası taşar, taşan da denize karışmıştır vesselâm.