Bir ümit yolu

Kolayından yol sorana,
Bizlerden gam ve telaşı gideren Allah’a şükürler olsun, şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayan, şükrün karşılığını ziyadesiyle verendir. [Fâtır, 34]

Gelmeye misli cihana bir dahi her-giz anun
Bağrımız deldi bizim bu nâr-ı hasret merhaba

Ağlasın daim anun vaslın uman aşıkları
Seng-i mihnetle döğünsün şah-ı cennet merhaba

Gönülleri envar-ı muhabbetin sağanakları ile bî-karar ettikten sonra gene lutf edip dilleri sahib-i temkinde tutan Hakka hamd ü senalar olsun…

Âlemlerin Rabbi’nin rahmet ve bereketi, Âlemlere rahmet olan Habibinin yolunca gidenlerin, neyi kaybettiğini hatırlayamamanın sızısıyla, sahte avuntuların acısıyla vuslat günü bekleyenlerin üzerine olsun.

Bir ümitle cüret edip başladığımız bu mektubun nihavend nağmelerini ikram edip sözü ehline bırakalım
Bu şiirde sevda sevda üstüne
Senelerdir veda veda üstüne
Yareli yüreğimde dağ dağ üstüne
Vakit nisan ortasında bir akşam…

[NEV-NİYAZ ve DEDESİ]

Dedem, daha mektubun başında şükrederken Hak dini Kuran Dili’nden bir ayet seçmişsin amma şöyle biraz tefsir karıştırdık da bu sözler yolun sonunda, işin nihayetinden alınmış… Yani, “Dünyada her türlü perişanlık ve sıkıntı ile karşı karşıya iken onlardan kurtularak, ahiret hakkındaki korkularımız sona erdi. Artık rahatız ve herhangi bir sorunumuz kalmadı. Mevlam günahlarımızı affetti ve bize yaptığımız küçük işler dolayısıyla, büyük lütuflar bağışladı.” düşüncesindeki cennet ehlinin kelamı imiş…

Vallahi erenlerim, biz yolun başını sonunu bilmeyiz, yolda durmaya gayret ederiz ve “Ben, kulumun bana olan güzel zannı üzereyim” hakikatından haberdarız. Hem madem o kadar kitap karıştırıyorsun Sure-i Yusuf’un 87. ayetine bakıver, gör ne buyurur!?

“…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” buyruluyor…

Ha şunu bileydin. Ancak kafirler ümitsiz olurmuş… Yani ümitsizlik haramdır erenlerim…

Yine de cennet peşinde koşmak makbulse de matlub olmasa gerek? Hani şiiri de var ya

Her rengi silici aşk ötesi renk;
O rengin kavuran beyzasındalar.
Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sadece Allah’ın rızasındalar.

…Cennet hakdır. Mevlam bizleri nice bir ayet ile çağırıp dururken nasıl kulak asmayız

…Allah ise, izni (ve yardımı) ile cennete ve mağfirete çağırır… [Bakara, 221]

Zâhirin amel-i şer’i yüzünden cenneti gözlesin. Ve bâtının ihlâs-ı niyet cihetinden Hakk-ı mutlak özlesin. Şimdi bir hazret-i insan olmaksızın satırlara başvurunca işte hal böyle oluyor. İnsan kitabının sayfalarını okumadan maksuda erilmiyor…

Geçen gün ahsen-i mevcudat, aleyhi ekmeluttahiyyat Efendimizin şemaili şeriflerinden bahseden Hilye-i Hakanî geçti elimize… O’nu tarif eden satırlarda: “Bir tarafa baktığında, vücuduyla da o tarafa dönerdi” buyruluyor

Yukardan aşağı heybetle iniş
Yürüyüşünde var hep bu görünüş
Adetin baktığın tarafa dönüş
Bize nasip olsun hayırlı bir düş
Kerem et ne olur yüzünü göster
Kim böyle bir düşten uyanmak ister   

Ne anladık Habibi Kibriya Efendimizin bu vasf-ı şahanesinden?

Demekki biz de Hak Dost’un güzelliğiyle güzelleşmek adına bir kimseyle konuşurken, ona baktığımıza muhatabımızın yüzüne bakacağız, sadece başımızı çevirerek değil bütün vücudumuzla ona yöneleceğiz…

Elbette ilk akla gelen budur. Vaktiyele “Nefy-i havâtır” bahsinde Efendi Hazretlerinden dinlemiştik:

“Sâlike hayır olsun şer olsun bütün havâtırı kovmasını tavsiye ederiz. Çünkü kalbine ilâhî feyz taleb edenin kalbini ağyârdan ve her türlü düşünceden boşaltması ve gerçek amacına tamamen yoğunlaşması (teveccüh-i küllî) lazımdır. Nitekim Yuşâ b. Nûn gâzâ etmeyi murâd ettiğinde evlenecek olanlar, ev yapıp bitirmemiş olanlar ve hayvanları
olup doğumlarını bekleyenler gibi geriye çekinceleri olan kimseleri götürmezdi. Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) de geriye dönmek istediğinde tüm vücuduyla dönüp bakardı. İşte bunlar teveccüh-i küllî (amaca yoğunlaşma)nin gerekliliğini göstermektedir.”

Nereden, nereye… bu kadarını da bilemezdik, bu manaya eremezdik tabi…

Kolayından bir yolu var; Gidelim denizin kenarında bir ev tutalım.

Sizin gene tatiliniz gelmiş dedem, sıkıldınız mı?

Yok be erenlerim. Gidelim deniz kenarında bir ev tutalım çünkü deniz cömert huyludur. İnsanlara yüz yıllardan beri inciler dağıtır durur. Birisi ile sohbet etmek canı onun rengine boyar. Yani insan konuştuğu, arkadaş edindigi kisinin huyunu benimser. Yıldızlar, gökyüzü ile konuşup görüştükleri için güzelleştiler; pek nurlu, pek güzel bir yüze sahip oldular… Bedende canla düşüp kalktığı, konuşup görüştüğü için güzel yüzlü, hoş huylu değil mi? Zavalı beden, candan ayrı düşünce ne hale gelir; konuşamaz, yiyemez içemez olur, fena halde kokmaya başlar… El de bedende bulundukça hünerlidir. Bedenden ayrılınca sade bir et parçasıdır, hiçbir şey yapamaz olur. Ey el, hünerlerin nerede? Sen hünerli işler yapan, yazan, çizen, tutan kaldıran el değil misin? El senin soruna cevap verir de der ki: “Hayır, bu zaman ayrılık zamanı, ayrılık zamanında ben bir hiçim, ama buluşma zamanında her şeyim.”

Sen, ayrılık nedir, görmedin. Allah sana ayrılığı göstermesin.

Bu bir duaydı ama, bundan daha iyi dua da olamaz.

Hey Kerim Allahım, darda kalanlara, belalara uğrayanlara acıyanların en çok acıyanısın. Bu sebepledir ki, ayrılık belasına uğramış, bedenden kopmuş elin bir damarı oynuyorsa, o, tekrar kavuşma ve buluşma ümidiyle oynar. Çün, netice binlerce kesik el, tekrar kavuşma ve buluşma saadetine ermişlerdir.

En güzel vuslatı tattırmak için cennette
Bize gündüz, gece zehir ettiği hicrana şükür

Birbirinden ayrı düşmüş parçaları hoş bir şekilde birleştirmek, o padişahlar padişahı için zor değildir. Bu nasıl olur deme, bu işe şaşma! Çünkü, baksana parça parça dumanlar onun eli ile birleşmiş nasıl da gökyüzü haline gelmiş!

Ey aşk padişahına yenilen, ona mat olup kalan! Bu hale üzülme! Ona karşılık verme! Yokluk bağına gel de, kendi ölümsüz canında cennetleri seyret! Eğer sen kendi varlığından, benliğinden birazcık olsun ileri gidersen bunların ötesinde bu mana göklerini seyredersin. Ayrılığa fazla dayanamadığı için dağlardan köpürerek, ağlayarak, feryat ederek, başını taştan taşa çarparak aslına doğru koşan sel, denize kavuşunca ne olur? Heyhat artık onun varlığı kalır mı? [Hz. Pir Mevlana]

Ya Rabbi lisânımda ezkârımı aşk eyle
Gencîne-i sinemde efkârımı aşk eyle

Niyazlarımızın ulu dergâha kolayca ulaşması için bizlere açılan bu kolay yolu, AŞK YOLUNU biz niçin kullanmayalım… Umarız ki, sözlerin en güzeliyle dua ede ede gönüllerimiz güzeli tanıyıp öğrenir; güzel şeyler karşısında duygulanmayı ve böylece Güzeller Güzeli’ne kanat çırpıp uçmayı başarır.

Mevlam şu dâr-ı dünyâda Hak Dostlarının gölgesine sığınarak cennet hayatı yaşamayı ve feyizli aşk silsilesinin devamını nasîb eylesin!

Bi ismi zâtike, Ya Allah huu

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân, Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma, bir büyük tevbe ayı Cemaziyelevvel, ömür ve şahsiyetlerimiz, âhir ve âkibet, zâhir ve bâtınlarımız hayrola,

Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim

Mazeretim yok!

Ey yolcu,
… Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler… [Mâide, 54]

Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım,
Elemim bir yüreğin karı değil paylaşalım.

Ey o akıl almaz, eşsiz varlığı anlamaya çalışan, sezmeye uğraşan! Ey göklere âşık olan kişi! Merdivenden bahsedip duran arifle dost ol, onunla iyi geçin! Herkes evden bahseder durur. Fakat “O evde bulunan güzel nerede? O nasıl bulunabilir?” diyen yok. Bir yaz günü sıcakta bir ağacın gölgesine sığınan herkes gölgeden, gölgeyi düşüren ağaçtan bahseder ama o gölgeyi düşürten güneşten, güneşin nurundan kimse bahsetmez. Bütün bu zorlukları bilmekle beraber, dilin ona dair, onun hakkında söylediği birkaç sözle bütün kulaklar da mest oldu, akıllar da… Zavallı dil bir iki kırıntı buldu da ona daldı. Asıl kaynağı, madeni bıraktı. Hâlbuki aşığın canı o kırıntılardan utandı da, pazarı da bıraktı, dükkânı da bıraktı gitti… [Hz. Pir Mevlana]

Ey cânıma cânânım, ey derdime dermânım.
Âlemlere sultanım, Medet Allah’ım medet.
Bu derdim onmaz gibi, Azrail gülmez gibi.
Umduğum olmaz gibi, Medet Allah’ım medet.
Dünyayı bâki sandım, gaflet içinde kaldım.
Ölüm var imiş bildim, Medet Allah’ım medet.
[245. Mestmp3]

Mektubun başından sızan ayet var ya sözün özü, dinin özü dervişliğin özü bu olsa gerektir… Her yol bu hana çıkar, her kapı bu meydana açılır. Bu devlete ulaşabilmek için yola düşmek, yola girmek gerekir. Böylesi bir yolculuğa çıkmadan kurtuluşa ermek de mümkün değildir. Evet, yola girmek, sabır ve teslimiyetle yolun bütün sıkıntılarına katlanmak gerekir. Yolun adı bellidir. Sırat-ı mustakim: Dosdoğru yol. Çünkü iki nokta arasındaki en kısa yol “dosdoğru” yoldur. Bu yolun bir adı da “tarîk” dir. Bu yol üzerindeki canın adı “sâlik” yolculuğun bir adı ise “seyr u sülûk” dur. Yoldaki cümle işlerimizin makbul olma şartlarından biri de: mazeret, bahane, itiraz çukuruna düşüp kirlenmemiş olmasıdır.

Yine yola düşmek gerek, hasretin yaman efendim
Köz oldu sinede yürek, Aah, duman duman efendim…

Hep ağlamak olmaz ya, sizleri biraz da güldürelim; askerlik günlerimizin iskele-sancak sırasıyla gelen çarşı izinlerine dair bir fıkra kalmış hatırımızda:

Vâkıa, bizim Temel’in askerlik zamanlarından. Bölükteki 40 erin çarşı izninden tam vaktinde dönmeleri emredilmiş. Geç kalanlara çadır hapsi verilecek diye sıkı sıkıya tembih etmiş komutanları. Ancak iyi bir mazeretleri olursa affedilecekler. Ne var ki 40 kişiden 39 u da geç kalmış, mazeretleri ise hep aynı:
– Atla istasyona celeydum. Koşmaktan at çatladı, tren kaçtı, geç kaldum.
Derken sıra bizim Temel’e gelmiş. Komutan,
– Senin de mi atın çatladı, diye sorunca.
– Hayır, demiş. Yoldaki 39 at leşini geçemedum.

İşte böyle efendim, mazeret böylesi bir illet. Dünya ile olan hallerimizde bir işin, herhangi bir geçerli sebep yüzünden yapılamadığı durumlarda mazeret; bilinçli olarak yapılmayıp bu yapılmayışın gizlendiği durumlarda da bahaneye sığınırız… Peki Hak ile olan münasebetimizde mazeretin yer nedir? Ne bizi kulluğumuzda ne mazur gösterebilir? Hangi bahane bizi kurtarabilir?

Şu dünyada gördüğümüz her şey, hepsi bahanelerdir. Ne varsa aşktan ibarettir. Aşk, Allah evidir. Ey Hakk aşığı, sen de o evde oturmaktasın. [Hz. Pir Mevlana]

Bu mazeret tarihi insanlık tarihi kadar eskidir erenler… Hak Teala, Hz. Adem’e secde emrinden sonra mazhar-ı kelam olsun diye şeytan’a sual eyler. – Neden secde etmedin? ilk kıyası yapıp (Beni ateşten onu çamurdan yarattın, ben ondan üstünüm) üstünlük arz ettikten sonra diyor ki: Sen beni nasıl azdırdıysan ben de insanları öyle azdıracağım… [bknz. A’râf, 12-16]

Şeytan, aklın tesiriyle kendi mazeretini öne sürerek azgınlığını Allah’a nispet ediyor. İşte varlık aleminin ilk bahanesi, mazerete bak… Aşk ehli olan bunu söyleyebilir mi efendim? Ne söyler peki;

… Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz… [A’râf, 23]

Onlar, “Ben nefsime, kendime zulm ettim, haksızlık ettim, yazık ettim deyip acziyeti beyan ederler. İşte günahlardaki payını nefsine yükleyip sevdiğine zerre kusur kondurmamayı atamız Hz. Adem’den alırız. Tecelliler ve olaylar karşısında mazeretleri öne sürmeden sahibini hatırlayıp O’na teslim olan insanlar Hz. Adem evladı Hz. İnsan’dır.

Fakat her yaptığı hadisede, başarılara benlikle sarılıp “ben yaptım” diye sarılanlar, bozuk hadiseleri, başarısızlıkları Allah’a mazeret şeklinde beyan edenler ise tevbeden uzak kaldıkları sürece, henüz Adem(as) evladı olamamış canlardır..

Mazeret terazisinin tartamayacağı günah yoktur…

İnsan ile ezelden kavgalı şeytanın önemli hilelerinden biri de, insana hatalarını kabul ettirmemesi, onu hata ve kusurlarına bahane aramaya itmesi ve meseleye bir mazeret bulma yoluna sevk etmesidir yani kendi kusurunu insana satmasıdır. Eğer bir insan, yaptığı hataların kendi hatası olduğunu kabul etmiyor, onlara dışarıdan sebepler arıyor, “şundan dolayı yaptım, bundan dolayı yaptım” diyerek mazeretler arkasına sığınmaya çalışıyorsa, o hiçbir zaman hatalarını telafi edemez. Hatalarını telafi edemediği gibi, günahtan uzaklaşıp “tevbe” ile temizlenemez de…

Dünyevi sıkıntılar, ekonomik krizler, çoluk çocuk, hastalık, geçim derdi,okul, imtihan, iş-güç… mazaret, bahanelerin ardı arkası da hiç kesilmez; Mazeret, “özür dilerim” ifadesindeki duruluğu kirletendir yahu bu mazereti bırakıp acziyetini kabul et! Hem Mevlam “Sen bana varlığını emanet ettin de bizim elimizden mi çıktı?!” buyurursa ne cevap verirsin. Âgah olalım, sığındığımız her mazeret aleyhimize şahit olacak!

Hatta, mazeretlerini ortaya koysa da, o gün insan kendi aleyhine şahittir. [Kıyâmet, 14-15]

Kıyamet günü, artık iş işten geçmiş olacak, ileri sürülecek mazeretler bir fayda sağlamayacağı gibi, yapılanlardan pişmanlık duyma, tevbe etme yoluyla Allah’ı hoşnut etmeye çalışmamız da bizden istenmeyecektir.

Bir gündür o gün ki kendilerine zulmedenlerin mazeretleri de kabul edilmeyecek o gün, tövbe edip yaptıklarından vazgeçmeleri de istenmeyecek artık. [Rum, 57]

Say ki, mühlet verilenlerdensin ve bugün geriye kalan ömrünün, sana tanınan ek sürenin ilk günü… Acziyet ve teslimiyet üzere bir anlaşmaya var mısın?

Ey nefsim! Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince bütün sermâyem gider ve artık kâr ve kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allâh Teâlâ bugün de bana ömrümü bağışlayarak ikramda bulundu. Eğer benim ölmemi takdîr etmiş olsaydı, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki bu günün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen ve geri gelmeyen bir nîmettir.

Bir görseydin o günaha batmış olanları: Rab’lerinin huzurunda, mahcupluktan başları önlerine eğilmiş şöyle derken:”Gördük, işittik ya Rabbenâ! Ne olur bizi dünyaya bir kere daha gönder! Öyle güzel, makbul işler yaparız ki! Çünkü gerçeği kesin olarak biliyoruz artık!” [Secde, 12]

Ey nefsim! Seninle huzur-ı ilâhide ahd ü misâk edelim ki; bundan sonra kendimizden ednâ (aşağı mertebede) bir mahlûk görmeyelim. Günahlarımıza gözlerimizi dikelim, aczimizi elimize alalım, aman kapısından aman dileyelim, “rahmet-i ilâhiye”yi bekleyelim, Allah rızâsını elde edelim ve bu ahd ü mîsak üzerine sebat edelim. Ve bir de nefsim! Şayet bizi bir yerde methederlerse sakın bu methi üzerimize almayalım; “Nakış methi, nakkaşa râcidir” diyelim. Zemmederlerse “Elbet bizde bu hal mevcut olmayaydı söylemezlerdi” diyelim; “Allah onlardan razı olsun ki, bizim kulağımıza bunları duyurdular” diyelim.

Evet azizler, Bu cuma ile Receb-i şerifin gölgesi düştü üzerimize… Ziyadesiyle ihtirama layık dört haram ayın ve mübarek üç ayların kesişiminde müstesna bir yeri olan Receb’ül Ferd, rahmetin sağanak halde yağmasına nisbetle “Receb’ül Esabb” diye de bilinir. Durun kalabalıklar bu yol çıkmaz sokak!” nidasına kulak verip “yola girmek” için ne eşsiz bir fırsat, ne münasip bir vakit…

Cenâb-ı Hak lutf u keremiyle cümlemizi son nefesinde yüzünü güldürdüklerinden eylesin. Rabbimiz, bu hikmet ve ibretlerle nefislerimizi muhâsebe edip hâlimize çeki-düzen verebilmemizi, son nefesimizde ebedî vuslatı tadarak kıyâmet gününe bir bayram sabahının huzur ve saâdetiyle, korku ve hüzünden âzâde bir şekilde varabilmemizi nasip ve müyesser eylesin!

Ya Rabbi mazeretim yok, öyle bir günahkârım ki hiç tutar yanım yok, ama sen, sana layık olan halinle muamele eyleyip mahşerde “Bu da benim asi kulumdur” buyurmaz mısın?

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim

Bir dem gelir

Diri gönül sahiplerine,
Her bir nefs ve onu (yaratılış) amacına uygun şekillendiren; Ona hem kötülük, hem de ondan sakınma yolu ilham eden hakkı için ki: Nefsini maddî ve manevî kirlerden arındıran, felaha erer. [Şems, 7-9]

Izdırabın sonu yok sanma, bu alem de geçer,
Ömr-i fani gibidir; gün de geçer, dem de geçer…

Vaktiyle bir hat levhası asılırdı tekkelerin baş köşelerine. Her dem geçer; canlara sık sık uğrayan hasret, korku, pişmanlık, neşe, sevinç, keder, ıstırap, saadet gibi türlü türlü ruh halleri de gelip geçer efendim… Ehlullah hazerâtı, hallerin geçiciliğine işâretle “Bu da geçer yâ hû” diyerek gönüllerinde tecelli eden bu vâridâta, hikmet ve ibret gözüyle nazar eder hiçbir hâle bağlanıp kalmazlar. “Elhamdülillâhi alâ külli hâl=Bize lutfettiği her hâle karşı her türlü hamd Allah’a aittir” duygusuyla, mânen gönül kıblegâhlarının Mevlâ olduğunu unutmamaya büyük gayret sarfederler. Rabbin rızâsı olan hallerde sebat ve istikrârı (temkin) yakalamaya ve bu hallerini makama dönüştürmeye çalışırlar ki makam, bu güzel hâlin istikrar bulmasıdır.

[221. mestmp3 Segâh ilâhi]

Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur
Bir dem gelir şâdan(sevinçli) olur bir dem gelir giryân(ağlayan) olur
Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmuş gibi
Bir dem beşaretten doğar hoş bağ ile bostan olur
Bir dem gelir söyleyemez bir sözü şerh eyleyemez
Bir dem dilinden dürr (inci) döker dertlilere derman olur
Bir dem çıkar arş üzere bir dem iner Tahte’s-sera (toprağın altı)
Bir dem sanasın katredir bir dem taşar umman olur
Bir dem varır mescidlere yüz sürür anda yerlere
Bir dem varır deyre(manastır) girer İncil okur ruhban olur
Bir dem döner Cebrail’e rahmet saçar her mahfile(toplanma mekanı)
Bir dem gelir gümrah(yolunu şaşırmış) olur miskin Yunus hayran olur

Tasavvufun en girift hakikatlerini büyük bir maharet ve rahat bir ifâdeyle dile getirmiş Kutb’ul Aşıkin Yunus Emre hazretleri. İşte böyle gelip geçen haller insanın sadece davranışlarına değil, düşünce dünyasına ve duygu âlemine de tesir eder. Hak’dan gelen şevk ve aşk kıvılcımı kimini kendinden geçirir, âdetâ sorhoş eder. Gönlüne gelen vâridâta göre kimine ibâdet sevdirilir, kimine muhabbet verilir, kimine zühd ikram edilir, kimine de hikmet pencereleri açılır. Bu haller neticesinde kimi bülbül kesilir, kimileri ise gördüğü hayret karşısında dipsiz bir sükûta bürünür. Kimi beşâretten uçar, kimi de haşyetullahtan tir tir titrer durur. Kimine hüzün libası ve gözyaşı, kimine ise ümit neşesi ve irfân elbisesi lutfedilir.

Cenâb-ı Hak, imtihan maksadıyla yarattığı dünya hayatını zıtlar üzerine tesis etmiştir. Bu sebeple güzel de bulunacaktır, çirkin de; hayır da bulunacaktır, şer de… Bu dünyanın bir parçası olarak yaratılan ve bu tezatlar arasında kalan insanoğlu da, kendi nefsine yerleştirilen takvâ ve fücur, hayır ve şer duyguları arasında her an imtihandan geçmektedir. Bu sayede kimileri gönül âlemini güzelleştirmekte ve hayra meyletmekte; kimileri de iç dünyasını çirkinleştirerek şerrin, yani kötülüğün bendesi hâline gelmektedir.

Hz. Pîr Mevlânâ (ks.)’da, her insanın içinde mevcut olan bu farklı halleri şu şekilde tasvir etmektedir:

“İnsanın iç dünyası bir ormana benzer. Orada hayır ve şerrin her çeşidi bulunur. Allâh’ın sana lütfu olan «Ona, Rûhumdan (kudretimden bir sır) üfledim» [Hicr, 29] âyetinden haberin varsa, bu ilâhî nefesten feyz alıyorsan, insan; yani ondaki bu karışık, acâyip duygu ve hissiyât karşısında uyanık ol!..

İnsanın hissiyat dünyasında kurtluk, domuzluk gibi nice hayvanın şahsiyet ve temâyülü ile temiz-pis, güzel-çirkin binlerce huy vardır. Bunların hangisi gâlip gelirse, insanoğlu, ona göre yönlenir şekillenir. İnsan varlığında hangi huy hâkimse hüküm, buyruk onundur. Bir mâden karışımında da altın, bakırdan fazla ise o karışım altın sayılır. İnsanda an olur kurtluk gibi yırtıcılık zuhûr eder. Bir an olur, insan, ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel hâline dönüşür. İyilikler de, kinler de gizli bir yoldan gönüllerden gönüllere gider. Hatta anlayış, bilgi, hüner; insandan, emri altında bulunan hayvanlara bile geçer. Azgın, serkeş at, sahibinin hissiyâtına râm olarak rahvan yürümeye başlar. Ayı mutî olur. İnsanlardan köpeğe bir heves, bir arzu geçer de köpek, hizmetkâr olur; ya av avlar, yahut çoban olur koyun güder, ya da bekçilik eder.

Ashâb-ı Kehf’e sadâkat gösteren köpeğe onlardan bir hâl geçti ki, sonunda Kur’ânî bir ifâde kazandı. Lût ve Nûh -aleyhimesselâm- hanımlarına ise fâsıklardan hisler aktı, iç dünyaları karardı, zindana döndü ve cehennemlik oldular.

Lâkin hiçbir hal, hiçbir kimseyi farz olan ibadetlerden muaf tutamaz. Farzların dışındaki nâfilelerde ise her kul, gönlündeki hâl ve marifete göre, Kur’an ve sünnet ölçüleri içerisinde, Rabbiyle özel bir bağ oluşturabilir. Bu gibi halleri sebebiyle hiçbir kul ayıplanıp yadırganamaz. Kimilerine gece ibâdeti sevdirilir; kimilerine açlık, az yemek ve oruç sevdirilir; kimilerine gece gündüz Kur’an okumak sevdirilir; kimilerine Müslümanların hizmetine gece gündüz koşmak sevdirilir; kimilerine de tefekkür ve irfân sofrası ikram edilir. Hulâsa geçmiş güzel insanların buyurduğu gibi:

“Allah’a giden yollar, mahlukâtın nefesleri sayısıncadır”.

Herkesi bir yola sevketmek, sünnetullâhtan gâfil olmak demektir. Kimin gönlüne ne sevdirildi ise o ona kolaylaştırılacaktır. Kendi amelini ve halini üstün görüp, Allah’ın kullarını hor ve hakîr görmeye yönelmek, irfân yoksulu olmanın nişânıdır.


“Ey îman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne mâlum? Belki alay edilenler, edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki alay edilenler, edenlerden daha hayırlıdır. Birbirinizi yaralayıp karalamayın. Birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fâsık damgası yemesi, ne fenâ bir şeydir! Kim böyle yapar da bu yaptığından tevbe edip dönmezse, işte onlar tam zâlim kimselerdir.”
[Hucurât, 11]

“Sahih niyet, selîm kalbin semeresidir.”

Yani ilahî rızâya medâr olacak sâlih amellerin makbuliyet şartı olan niyetlerimiz, ancak arı duru bir kalp kaynağından süzülüp gelebilecektir. Bataklıktan billur gibi içilebilecek bir su elde etmek mümkün olamayacağı gibi, saflaşmamış, arınmamış gönüllerden de amellerimizi kurtuluşa erdirecek, Hakk’a vardıracak bir niyet iksiri çıkamayacaktır.

Mevlam, “siz muhabbet ehli Cânlar”ın hürmetine bizim duyuşlarımızı ve niyetlerimizi temizlesin,ihlası ile olgun, saf ve berrak kılsın…

Rabbimiz, şuur ve idrâkimize olgunluk ihsân eylesin! Allah Rasûlü’nün, sahâbe-i kirâm’ın ve evliyâullah’ın tefekkür iklîminden gönüllerimize hisseler ikrâm eylesin! Dünyevî ve nefsânî düşüncelerin kıskacında bunalan gönül ve dimağları, ulvî duygu ve düşüncelerin huzur ve sükûnuna nâil eylesin!

Allâh’ım, bize kötülüğü emreden nefsimizin şerrinden sana sığınırız!.. Bize fücûru değil, takvâyı emreden sâlih ve sâdık dostlar ihsân eyle! Ey bizleri halden hale çeviren Rabbimiz, bizim halimize en güzel hâle eriştir ve rızâna erdir… Son nefesimizi de ebedî bir bayramın huzur dolu iklîmine vuslat ânı eyleyiver.. Âmîn ya Mûin!

El-aman ya hu, aşk ile ya(n) ya huu

Vakt-i şerif, Aleme bayram olan Cuma,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola,
Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola
Şefaat û nebi cümlemize nasib ola efendim

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin

Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da

huzur bulasınız efendim
(Huzur’da olmadan huzur bulunmuyor)

BİR Ümit . . .