Rindlerin akşamı

İşidin ey yârenler,
Aşk bir güneşe benzer, a
şkı olmayan gönül misâl-i taşa benzer…

Halka hûblardan visâl-i râhat-efzâdur garaz
Âşıka ancak tasarruf suz temâşâdur garaz
Zâhidâ terk itme şâhidler visali râhatin
Ger ibâdetden hemin gılmân u havrâdur garaz
Hûr u kevserden ki dirler Ravza-i Rıdvânda var
Sâkî-i gül-çihre vü câm-ı musaffâdur garaz
Zevksüz lâzım çıha dünyâdan ol dünyâ-perest kim
Ana dünyâdan ancak zevk-i dünyâdur garaz
Rahat olsaydı garaz dünyâda fakr isterdi halk
Gâlibâ kim halka bir bî-hûde gavgâdur garaz
Arif ol sevdâ-yı ışk inkârın itme ey hakim kim
Vücûd-ı halkdan ancak bu sevdâdur garaz
Kıl Fuzûlî terk-i ibrâm-ı tekellüm kim yeter
Sûret-i hâlün ger izhâr-ı temennâdur garaz

Hazreti Fuzulî’nin işbu gazelinin oltasına takılıp çıktık sefere. Söz mü ağır, dağarcık mı hafif demeden manayı uzatalım ki içinden lezzeti süzüp alırsak şöyle demeye gelir:
Halkın güzellerden istediği onlara kavuşup rahata ermektir. Âşığın istediği ise, onları elde etmek değil sadece seyretmektir. Ey sofu! (Bu dünyada) azaba katlanmaktan maksadın Cennetin gılmanı ve hurisi ise, (bu dünyadaki) güzellere kavuşma rahatını bırakma. Rıdvanın bahçesinde (Cennet) var dedikleri huri ve kevserden maksat gül yüzlü sâki ile saf şarap kadehidir. Dünyaya tapan o kimsenin dünyadan zevksiz çıkması gerekir (dünyayı bıraktığına üzülür). Çünkü ona dünyadan maksat dünyanın zevkidir. Halk dünyada rahat isteseydi, fakirlik isterdi. Galiba halkın isteği boş yere kavgadır(sonu ölüm olan hayat mücadelesidir) Ey bilgin! Arif ol (gerçeği bil), aşk sevdasını inkâr etme, çünkü yaratılışın varlığından maksat bu sevdadır. Fuzûli, söz söylemekte ısrar etmeyi bırak. Eğer maksadı açıklamak istiyorsan, halin, görünüşün bunu anlatmaya yetecektir.

Ve de ziyâde yaralandığımız beyit içre daha kaç kere av oluruz bilmem…
Zâhidâ terk itme şâhidler visâli râhatin
Ger ibâdetden hemîn gılmân u havrâdur garaz
Ey ham sofu, ey kendini dünya nimetlerinden mahrum etmek azabına, cennetteki huri ve gılmanın, bahçe ve derelerin visâline ermek için katlanıyorsan dünyadaki güzellerin zevkini sür bari iki cihanda da bedbaht olmayasın!

Şairin, iman ve aşkından kaynayan bir şeydâ nehir gibi, mahşer meydanına kadar akıp gidecek Su redifli kasidesinde, aynı yerden yakalandığımız bir beyit daha vardır:

Men lebün müştâkıyem zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâre su
Nasıl sarhoşa şerab içmek, aklı başında(ayık) olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlerim, sofular da kevser isterler…

Buradan âşık (belki rind) ve zâhid ülkesine bir yolculuğa davet vardır erenler. Fuzuli, rind ve zahid tipleri konusundaki görüşlerini Farsça mensur olarak yazdığı Rind ü zahid adlı eserinde net bir şekilde ortaya koyar. Zahid baba ile Rind oğlu arasındaki muhaverede Zâhid, zâhir ilimlerinin, Rind de bâtın ilimlerinin savunucusudur. Fuzûlî, aklı ve düşüncesi ile Zâhid’e bağlıdır, gönlü ve duyuşu ile de Rind’in tarafını tutar.Ne iki yüzlü menfaatçi Zâhid’i, ne de Rind’in ayıplanan taraflarını hoş görmez. Eserin sonunda Rind, Zâhid’in ibâdet ve riyâzetle uğraşıp dünyâ meylinden sakınma, nasiple yetinme, tasaya katlanma, hevâ ve hevesten uzaklaşma, çalışıp kazanma yolundaki nasihatlarını tutarak tövbe eder; Zâhid ise kendisinin hasrette, Rind’in vahdette olduğunu anlar. Riyâ tozundan temizlenir, aradan muhalefet kalkar, birlik ve anlaşma hasıl olur.

Fuzuli aralarını bulmuş olsa da edebiyatımızdaki  rind ve zahid münakaşası bitmez.

Rind, hind vezninde vaktiyle bugünkü genç gibi her ne yapsa alkışlanır bir sınıfın adı idi. Bugün, yeni edebiyatımızda yeri kalmadı. Farsça sözlüklere bakılınca “rind”in manalarının karmakarışık yazıldığı görülür. Bunların cümlesi göz önüne alınınca görülür ki (rendîden) tahatayı kazıyıp cilâlamak fiili kökünden gelen tahta kazıma aletine “rende” denir. Rende ile kazınan kazıntıya(yonga) hind vezninde “rind” denir. Mecâzen, haysiyetsiz, alelâde adamlara bizdeki “süprüntü” gibi yaygın olarak ad olmuştur. Haysiyetini gözetmeyip meyhanelerde yiyip içen, çalıp oynayan sefa düşkünü kimseye de “rind” demişlerdir. Aslında rind, zahiri melâm ve batını selim kimseye de ıtlak olunur ki arif-i laübali-meşreb, feylesof-ı lakayd-i reviş; suret-i sade, mu’tad-ı bade ve fakat nur-ı irfan ile piraste olan hakimdir. Rind, sureta tenkide açık tarafları olsa da hakikatte aldırışsız hâl ve kıyafetle gezecek derecede dünyaya değer vermeyen bilge kişilerin ortak adıdır. Sonraları şair, edib, zarif, yeme içme ve sohbete düşkün insanlara da rind denilmiştir. Daha sonra evliyaullahdan ve tarikat ehlinden lâubâli meşrebli bir mezhebe pek bağlı kalmayan ve melâmi tabir olunan gayrı mutaasıp, sermest ve aşk-ı ilahide olan ariflere de rind vasfı câiz görülmüştür.Gerçi cümlesi te’vil götürür şeyler ise de bu zatların gerek halleri ve işleri gerek şiirleri ve gidişatı salih kimseler ve zahidlerin meslek ve meşrebine zahiren uygun olmadığından halkın rind tabirini üzerlerine almış oluyorlar… Osmanlı edebiyat tarihinde şeriatın zahirine uymayan ve tasavvuf neşvesiyle şiir yazanların cümlesi kendilerinim ilahî rindler zümresinde saymışlardır.

Türk edebiyatında geçen insan tiplerini tahlil eden merhum Prof. Dr. Mehmet Kaplan bir yazısında rindi şark dünyasının yetiştirdiği en mühim insan tiplerinden sayar. Onun hayat karşısında pasif mukavemet gösterme, felaketler karşısında istifini bozmayıp zevk ve safasına devam etme, daima mest gezme, güzel sanatlara karşı ilgi duyma, maddiyata, siyasi ve idari hayata karşı mesafeli olma, fakirlikten hoşlanma gibi mümeyyiz vasıfları olduğunu bildirir. Hakiki Türk tipi olan “akıncıya” dindar ve mistiklere de tamamen zıt bir tip olduğunu söyleyip bu insan tipinin bize Farisi medeniyetinden ithal olabileceğini anlatır.

Zühd ise, Emeviler zamanındaki şiddetli yağma hareketine karşı doğan bir cereyan olsa gerektir. Bu cereyan Risaletpenâh hazretlerinin Mekke-i Mükerreme’deki şahsiyeti şahanesinden mülhemdir. Bir nazariyeden ziyade aksiyon hareketi olan zühd hareketi dünyadan vazgeçmek, zikir ve tevekkül esaslarına dayanır. Hicri II. asırdan itibaren zahidler teşkilatlı gruplar haline gelirler.

Zâhid kelimesi, başlangıçta aşağı yukarı bugünkü mutasavvıf, sufi kelimeleri ile aynı manadaydı. Bu ilk mana zamanla kaybolmuş ve sadece cennet için ibadet eden, işin özüne aşina olmayan, imanın hakikatine ermemiş, kuru öğütleri ile insanı bunaltan, dünyaya düzen vermeye çalışan, geçimsiz ve patavatsız, aşkı inkar eden, riyakar bir insan tipi haline gelmiştir. Rind; bilâ illet marifet-i zatullah talebinde iken Zâhid, cennet nimeti için talib-i Hak olmuştur. Zâhid, zahidperesttir. Ârif ise hakikatperest…

Elbet ariflerde zühd de vardır. Lakin burada zühd kalbin Hak’tan başkasıyla meşgûl olmamasıdır.
“Zühd ü takvâya yâr idim evvel
Aşk ile benden hep cüdâ düşdü”

diyen kâmiller fenafillâh bilincine ulaştıkları için zühdden eser kalmaz. Fakat, onlar fenadan farka geldiklerinde, tekrar zühde dönerler. Bu mânâda zühd, kâmillerin örtüsü konumundadır. Mânâ yolunda zühd vardır; ama bu makamda takılıp kalmak da sâlikin perdelerindendir. Buna “hicâb-ı nûr” (nûr perdesi) da denmiştir. Şu hâlde zühd bir vasıtadır, gaye değildir. Âşıklar zühd makamında fazla oyalanmazlar, onu gaye hâline getirmezler. 

Men lebün müştâkıyem zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hüş-yâra su

Bu beyitte ise yine zâhid tipine karşı çıkar. Zahidlerin sadece cenneti, onun sembollerinden olan Kevser’i istediklerini kendisinin de, sevgilinin dudağını özlediğini anlatıyor. Şâir, âşık, tıpkı bir rind gibi, bu dünyanın görünen güzellikleri ve zevkleri peşindedir. Zâhidler ise “Vâde-i ferdâ” ile meşguldur. Fuzulî bu hali “sarhoşa içki içmek, ayık insana da su içmek hoş gelir” misali ile anlatıp irsâl-i mesel sanatı yapar.

Aşık, aklı ile değil, hisleri ile hareket eder ve Divan şiirinde daima mest olarak takdim edilir. Ama o daha ziyade aşk sarhoşudur. Dudak ile şerab arasında renk alakası vardır. Aşık bu yüzden dudağa benzeyen şerabı özler. (Dudak, eski edebiyatımızda âb-ı hayata benzetilir) Aklı başında olanlar (beyitte zahidler) ise su peşinde olacaktır. Çünkü onlar vuslatın ve sarhoşluğun zevkini bilmezler.

Kevser, çokluk anlamında kesret, leb ise teklik, vahdettir. Şerab sie ilahi aşktır. Zahidler kesretin yani dünayaya ait şeylerin peşindedirler. Aşık ise dudak, şerab yani ilahi aşka taliptir. Vahdete ermek ister. Beyitte ifade edilmek isteden mana zıtlar üzerine oturtulmuştur. Zahid karşısında zımnen ifade edilen âşık, helal ve haram olmaları bakımından zıt olan su ve şerab(mey) ve nihayet mest ile hûş-yâr kelimeleri ile yapılan tezat pek sanatlıdır. Ayrıca renk ve sarhoş edicilik münasebeti olan leb ile mey, içecek helal şeyler olması münasebeti ile su ile kevser vasıtasıyla leff ü neşr (söz simetrisi) sanatının inc(elik)ileri ile de zevkyâbız efendim…

Dedemiz, fakire nasihat ederken, “vücudundaki cümle eczânın hakkını veresin” buyururdu. Meğer alemde “ruh-ı nebâti, ruh-ı hayvanî, ruh-ı insanî ve ruh-ı melekî” olmak üzere dört çeşit ruh mevcut imiş. Nebati ruhun su ile, hayvani ruhun yemekle, insani ruh ise aşk ile teskin ve tatmin olurmuş hep ondan öğrendik…

Mektubun sonuna gelirken, başlarken zikrettiğimiz ser-levha beyiti yeniden okuyalım, gönüllerin aşk güneşinden hisseyâb olmaklığına vesile sözü, dua ile tatmin eylerken duruşumuzun: “Dünyada iki tuğyan vardır: İlim ve mal. Birincisinden amel, ikincisinden zühd kurtarır.” buyuran Hüseyin Razî halinden, niyazımızın:
Kimdir bizi men eyleyecek bağ-ı cinandan,
Mevrus-i pederdir gireriz hane bizimdir.
buyuran Hazreti Nâbi dilinden olduğunu beyan ederiz.  Geçmekte olan şu demde, Hazret-i Fuzulî’den isâl olunan esrâr-ı maneviyyeler ile viran gönüllerimiz, mamûr ve âbâd ola, çerağlarımız ruşen ola, Hazreti Pir-i destgir-i münirimiz ola, bi ismi zatike ya Allah huu