Başka cânân istemem

Ebedî olan ruh güzelliğidir. Bu dünyada hiçbir güzele aşık olmadan bütün güzellere aşık oldum ve her güzellikte sevdiğimden bir parça buldum. Ord. Prof. Dr. A. Süheyl ÜNVER (1898-1986)

okyay_unver

NUTK-U ŞERİF
Ben bu kalbimde ilahî, başka sultân istemem
Dilrûbâsın tende cânım, başka bir cân istemem
Yok muhakkak kalmadı bende vücud-u ârizî 

Eğer kendindeki geçici varlığı, varlık olarak görmekten vazgeçersen, yani ben yağmur tanesi olacağım ama müstakil olacağım demek gafletinde bulunmazsan derya olursun demektir. Bir bardak suyu, denize dökersen bardaktaki su kaybolur amma o su artık deniz olur. Hz Mısri’nin (ks) Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün, Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi! buyurduğu makamdır burası…

Her umurum sende câri, başka ünvân istemem

Başka ünvan istemiyor ama ordinaryüs profesör, yani ünvanda gözü yok. Heyhat ünvan kazanmak için nicelerinin ayağının altına karpuz kabuğu koyanların kulakları çınlasın!

Yok bu alemde görünmüş ayrı bir dîdâr-ı yâr

Yani her sevgili hakikatte yâr-i mutlak olan Allah-ı zü’l-cemâl’in tecellisidir. Ayrı gördüğün zaman şirk olur…

Nispetimsin ta ezelden gayr-ı burhân istemem

Burhan; özel delil demektir. Her iddia bir delil ile ispatlanır. Ta ezelden, yaradılış nöbetinden beri başka bir iddia, ispatı yoktu; ben seninle beraberim zaten…

Dîde-i hakkınla baktıkça göründü birliğin

Kendi gözümle, kendi nefsimle bakarsam birliği, vahdeti göremem. Ne zamanki senin bakışınla bakarsam senin vahdet çerağını görürüm. Bu aslında bir hadis-i kutsi mealidir. “Benim öyle kullarım vardır ki nevafille bana yaklaşan, onların attıkları adım, onların tuttuktan el, onların söyledikleri söz, onların baktıkları göz; Benim gözüm, Benim elim, Benim ayağım gibidir.” Bu söylenilen, tevhidin çok önemli bir mertebesidir ki buna Tevhid-i efâl denir. Hazret-i Süheyl onu söylüyor.

Lâkin amma sûretimde şekl-i tâbân istemem
Ben lisânımla “Ene’l Hak” lafzını etmem bir ân
Halimi canım bilirsin lafz-ı üryân istemem

Çıplak söz söylemem ben. “Ene’l Hak” çıplak bir sözdür, şöhretli sözdür. Halimi biliyorsun, lafa hacet yok…

Yok Süheyl’in hiçbir vücudu, var olan sensin Hüdâ
Ben bunu bildikçe yârim, başka cânân istemem 

LUGÂTÇE
Dilrûba: Gönül kapan, herkesi kendine bağlayan, aşık olunan güzel Vücud-u arızî: Aslında olmayıp sonradan olan, gelip geçici varlık Umur: işler (Ar. emr “iş”in çoğul şekli) Câri: Yürürlükte olan, akan Didar-ı yâr: Sevgilinin güzel yüzü Burhan: Kanıt, inkarı mümkün olmayan delil Dide-i Hak: Hakikat gözü Şekl-i taban: Parlak, ışıklı görünüm Lafz-ı üryân: Çıplak, sade söz

Cân ile gûş eyle “Ene’l Hak” nârasın
Dîde-i ibretle bak, her zerre bir Mansur’dur

HÂTIRÂTINDAN
Süheyl Hoca kanâatkârlığı bizzat yaşardı. Öğle vakitleri, hepsi hepsi bir çay fincanı tabağına sığacak kadar ufak bir simidin yarısını, tavla zarı kadar kesilmiş kaşar peynirlerini, çayla birlikte yer ve şükrederdi. Bu arada, “Hakka rızâ göstermek”le “hakkını aramayı” da birbirinden ayırırdı. Buyururlardı ki:

– Bilir misiniz?.. En sabırlı mahlûk örümcektir.. Ağını kurar ve kısmetini bekler. En sabırsız ve açgözlü mahlûk da sinektir. Herşeye saldırır, her yere konar. Ne iştir ki; bu en açgözlü ve sabırsız mahlûk, an gelir en sabırlı mahlûka yem olur! Siz tâlip olmayınız, matlup olmaya bakınız…” (İsteyen değil, istenen kişi olunuz.)

Noksanımız ganî elbet, yoktur sözün hadd ü keyli.
Yârab lûtfunla karîb et Resûlüne ol Süheyl’i…

Bu sofradan tadanlara, zevk alanlara afiyetler, bu şerbetten nûş edenlere sıhhatler olsun.

Her nefeste (cilal)an

Nefes sahibine,
Heyhat! Öğreneceksiniz. Hayır; gözünüzü açın; yakında bileceksiniz. Dikkat edin, şayet yaptığınızın sonucunu kesin olarak bir bilseniz! [Tekâsür:3-5]

Bir nefestir Aşk-ı mutlak bir nefestir akl-ı küll
Bir nefestir biri, sırrın birine müphem kılan


Bir nefestir câm-ı vahdet, bir nefestir zevk-i nûş
Bir nefestir ehl-i derde, derdini merhem kılan

… Üstad, oturuşuna bir daha çekidüzen vererek kendisini topladı, yazıma baktı baktı, kalemi mürekkebe batırdı. Parmağı üzerinde hallettikten sonra, kağıdın bir kenarına iki nokta koyup kalemi denedi,”Bismillah” dedi ve bozuk gördüğü harflerin altına ağır ağır yazmağa başladı. Yazarken konuşmuyor, nefesini kesiyor. Her kalem hareketi bitince, nefesini tazeliyor,”Şurası şöyle, burası böyle olacak!”diye târifler yapıyor, izâhlarda bulunuyordu. Yazdığı harf üzerinden bir daha kalem yürütmüyor, yalnız noksan gördüğü bazı yerlere kalemin ucu ile dokunuvermekle iktifa ediyordu… Neden sonra biraz daha bakmaya devam etse oracıkta eriyeceğimi düşündüğüm nazarını indirip bir rivayet nakletti: “Gûyâ hattatlar uzun ömürlü olurlarmış… Zîrâ yazarken, harflerin düzgün çıkması için nefeslerini tutarlar; Cenâb-ı Hak, her insana sayılı nefesle bağlı bir hayat (enfâs-ı ma’dûde-i hayat) bahşettiği için, bu nefesleri daha uzun bir zamanda kullanan hat müntesiblerinin ömrü de daha fazla sürermiş…

Biz dahi mana ve cümle düzgün çıksın diye, alarak şöyle derin bir nefes sahibinden, emaneti bırakıp gitmeye geldik erenlerim… Madem, insan mânâ kulağından hamile kalır, duyarak besler gönül iklimini, haftanın sesini, nefesini ikramla açalım sandığın ağzını: Bir Segah Karabatak Peşrevi [285. Mestmp3]

Dinlendiğiniz bu kudretli saz eseri, Sultan I. Mahmud musâhiplerinden Kemani Bestekâr Hızır Ağa’nındır. (v.1760) İlk kez kendisi tarafından kullanılan Karabatak adı verilen yeni peşrev formunda, belirli melodi cümleleri sazlardan biriyle diğer bölümler ise toplu olarak icra ediliyor. Bu peşrev formu adını bir deniz kuşu olan karabatak hayvanının suya dalıp çıkma hareketleri ile çalgıların saz eserindeki işlevlerinin benzerliğinden alıyor. Dinleyenlerde soru cevap şeklinde bir konuşma hissiyatı uyandırması ile bu haftaki halimize de pek uygun düştü…

  • Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkarım: Heva ve hevesât sapıklığından, mide ve kadın şehvetine uymaktan, iİlimden sonra gaflete düşmekten. [Hadîs-i Şerif]… Ve Kutlu nebinin fermanı vukû buldu, korkulan oldu efendim… İlahî terbiye ve idarenin hakim olduğu bu alemde, abeslerin çalkantıları içinde, nezih vasfımızı ziyan eden bizler, hakîki saadet mahrumları ve hayat öksüzleriyiz… Şehevatın girdapları içinde çukurlaşıp kayboluyoruz…
  • Ahiretin zarurî zuhur ve hakîkatini bildirmek için buyuruyor Hak (cc): “Hayır… Bilecekler, sonra muhakkak öğrenecekler.” Bu ilahi saltanat karşısında ahiretten gafil yaşamak gülünç ve abes olmaz mı? Evet farkındayız, gülünç düştü yaşadığımız hayat, abesle iştigal “ölüm var” deyip hiç yokmuş gibi yaşamak…
  • Habibi Kibriya Efendimiz: “İçine nur giren kalp açılır ve genişler.” buyurur. “Bunun alameti nedir?” diye sorulunca da “Fani dünyadan uzaklaşmak, ebedî olan ahiret yurduna gönül vermek ve gelmeden evvel ölüme hazırlanmaktır.” Nurdan uzak, sıkıntı içindeki gönlümüzün, günümüzün o nebevi fermandan nasibi nerede…
  • Sorsalar dervişliği de kimseye bırakmayız hani! Ama vaktiyle derviş-i hakiki’ye de sormuşlar sufi kimdir diye? “Kalbi Allah (c c.) ile dolan, kaderi sâfâ haline getiren, altın ile toprağı eşit gören zattır.” diye tarif etmiş… Her bir nefesimizle bu tarifin dışında kalırken, dünyanın cazibesine aldandık erenlerim…
  • Allah (c.c.)’ın verdiği nimetleri, O’nun yolunda harcamak şükür, sevmediği yerde harcamak küfranı ni’mettir. Küfran-ı nimet edip zarara uğradık erenlerim.. En büyük sermaye, ömrümüzdür… Çıkan her nefesin geri gelmesi mümkün değildir. Nefesler sayılıdır. Azalmaktadır. O halde gününü istikamet üzere kullanmamaktan daha büyük zarar olur mu?

Ömür bir nefes arası, bize de gelir sırası
Bu yara gönül yarası, beni derde salan gelsin
Madem tabloyu pek bir kara çizdik, ışığı da gösterelim, bizi derde salandan haberler verelim de gam ve telaş içinde boğulan canlardan güç yetirebilenler umuda koşsun…

Ey yüzü yıkanmış sufî; yürü; elini de dünyadan yıka, yani ondan uzaklaş! Ey başını usturayla tıraş eden, kazıyan sufî! Gönlünü de onun sevgisinden kazı at! Dünyada mutluluk arayan, ona gönül veren kişi bahtsızdır, ağırcanlıdır. Dünyada yaşama zevkine düştüğü için kavurma gibi kavrulacaktır. Ey sevgili! Ey bizi yoktan, yokluktan yaratıp şu âleme atan azîz varlık! Bizi şu dünyanın acaib isleriyle oynatıp duran; feryadımıza yetiş! Bizi ağır canlılıktan kurtar!

Sus da, o sonu bulunmayan güzelin diriltici nefesinden bahset! Susarak söz söyle, ne zamana kadar sayı ile verilmiş nefesi boş sözlerle tüketeceksin.

Hem işitmez misin her an gökyüzünden gönüllere gizli olarak şöyle ilhamlar gelmede: “Ne zamana kadar, tortu gibi yeryüzünde çöküp kalacaksınız? Göğe yükselin, göğe yükselin!”

Ancak tembel olanlar, ağırcanlılar şarap tortusu gibi dibe çökerler. Tortudan kendini kurtaran, arınan, temizlenen ise küpün üstüne çıkar. Hemen balçığı, çamuru karıştırma! Suyunu bulandırma da arınsın. Tortun aydınlansın ve derdine derman bulunsun. İnsanda şûle gibi bir can var. Fakat onun dumanı, nurundan daha fazla. Duman haddini aşınca, fazla olunca, gönül evinde bulunan Hakk ışığını göstermez olur. Eser, gönül evindeki dumanı azaltırsan yani günah kirlerinden arınırsan, senin nurun ile her iki dünya da, bu dünya da, öteki dünya da aydınlanır. Bulanık bir suya bakarsan, orada ne ay görebilirsin, ne de gök! Hava kararınca güneş de gizlenir, ay da! Güney rüzgârı esince, havayı tertemiz eder. Bu yüzdendir ki, sabahın erken saatlerinde seher yeli eser. Adeta dünyayı cilalar, parlatır. Alıp verdiğimiz nefes de gönüldeki sıkıntıyı, derdi temizler, arıtır, adeta insanın içini cilalar. İnsan bir an bile nefes alıp veremezse, varlığına yokluk gelir çatar.

Bu dünyada garip olan ruh, mekânsızlık âleminin özlemini çeker. Hayvan nefis ise bilmem ki, ne diye şu dünya otlağında otlar durur? Geldiği yeri unuturda dünya nimetleri için çırpınır durur…

Ömür, yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede, gafilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmadadır. Sen aklını başına al da, ömrünü, şu içinde bulunduğun gün say. Bak bakalım, bugünü de hangi sevdalarla harcıyorsun? Kah cüzdanını, keseni para ile doldurmak kaygısı, kah yemek içmek endişesi ile, bu aciz ömür geçip gitmede, verilen her nefes de eksilmede. Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor. Onun heybetinden akıllıların beti benzi sararıp solmada. Ölüm, yolda durmuş bekliyor. Efendi ise gezip tozma sevdasında. Ölüm, kaşla göz arasında, onu hatırlamaktan bile bize daha yakın… Fakat gaflete dalanın aklı nerelere gitmede? Bilmem ki… Teni besleyip şişmanlatmaya bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek, mezar kurtlarına yem olacak bir kurbandır! Sen, gönlünü manevî gıdalarla beslemeye bak; yücelere gidecek, şereflenecek olan odur! Bu leşe, yağlı ballı şeyleri az ver! Çünkü tenini besleyen kişi, şehvetine, nefsanî arzulara kapılıyor; sonunda da rezil olup gidiyor! Sen, ruha manevî yiyecekler ver; yağlı ballı düşünüş, anlayış gıdaları ver de, gideceği yere güçlü kuvvetli gitsin! [Hz. Pir Mevlana]

Aynada güzel yüzünüzün hayalini görünce hayran oldum. Dil dökmeye başladım, fakat ayna nefes istemez, söz istemez, buğulanıverir… Bu yüzden ayna buğulandı da hayalin görünmez oldu. Vah benim sözlerime, vah benim sözlerime…

Ey bana nefsimden de yakın olan aziz varlık! Ben senin yanında ancak hafif hafif nefes alırım. Yavaş yavaş konuşurum. İşbu ahval üzere Dua niyetine amin buyur:
Dilerim senden Hüda’ya eyle tevfîkini refîk
Bir nefes senin aşkından etme gel cüdâ
Masivâ-yı aşkının sevdâsını gönlümden al
Aşkını eyle iki alemde bana âşinâ

Mevlam, ahirette berâatimize yetecek derecede amel-i sâlih sahibi olmadan ve kalblerimizi muhabbetullâhın ihtişamlı tecellîleriyle tenvîr buyurmadan emânetini almasın!

Bi ismi zâtike, Ya Allah huu

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân, Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma, bir küçük tevbe ayı Cemaziyelahir, ömür ve şahsiyetlerimiz, âhir ve âkibet, zâhir ve bâtınlarımız hayrola,

Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim