İçini ısıtır: “dua taneleri”

Buz üzre dânelenmiş eşk-i mercângûnum al ey dil
Hisâb-ı derd içün bu sübha-i sad dâne olmaz mı

Ey gönül! Buz üzerine tane tane dökülmüş mercan renkli gözyaşlarımı al. Bunlar dertlerin hesabı için yüzlük tesbih olmaz mı?

Tesbih dediğin her tanesi duyarak, hissederek çekilir. Aksi takdirde bir boş uğraştır. Gözyaşlarının taneleri kanlı dökülmedikten sonra mercan tesbihi bin kez çevirsen ne verir…
Dökilmeyicek katre-i hûnîn-i sirişkün
Bin kerre çevirsen ne virür sübha-i mercân
tesbih_yasemin_gelebek

Daldıkça temâşay-ı mesâbih ile fikre
Mecbur olurum her gece tesbih ile zikre

eymen_usta_2

Sûfiyim halk içinde tesbih elimden gitmez
Dilim mârifet söyler, gönlüm hiç kabul etmez
terennümünde avuntu bir zikirle nefes tüketen zamane dervişlerine zevk-i tehattûr olsun diye…

20 Şu­bat 1958 Cu­ma ge­ce­si dört ar­ka­daş (Ah­med Düz­gün­man, Niyâzi Sa­yın, Uğur Der­man, Mus­ta­fa Düz­gün­man) Teşvîkiye, Ka­lıp­çı so­kak, Vil­la apar­tı­ma­nın­da mu­kîm, vâli mü­te­kâ­i­di Se­dat (Erim) Bey’in nez­din­de mah­fûz, mer­hûm Ha­lîl Us­ta’nın tes­bih­le­ri­ni gör­me­ğe git­me­miz münâsebetiyle bir hâtıra:

Yağ­mur­lu bir ge­ce idi; fır­tı­na­lı, hem so­ğuk,
üs­kü­dar’dan Teşvîkiye nâmlı sem­te doğ­rul­duk.

So­kak so­rup vâsıl ol­duk Se­dad Bey’in evi­ne,
Kar­şı­la­yıp al­dı bi­zi oda­sı­nın bi­ri­ne.

Es­ki ah­bap, be­ye­fen­di, se­vim­li, hem hoş-kelâm,
Soh­be­tiy­le et­ti tenvîr, biz­den ona çok selâm.

Hânesinin içi mefrûş, eser­ler­le mü­zey­yen,
Ya­zı, re­sim, çi­ni, tez­hip nevîlerle mü­lev­ven.

Der­ken haz­ret yan oda­dan ge­tir­di bir hazîne,
Bir de bak­tık, tes­bih­ler­miş; el­hak, san­ki defîne.

Aman Yârab, bu ne san’at, bu ne eltâf dilrübâ,
Bu meş­he­rin ezvâkına, in­san ey­ler iktidâ.

Üstâd merhûm Ha­lîl yap­mış, rûh-ı san’at mü­ces­sem,
Tes­bih­ci­ler kut­bu­dur bak, âsâriyle mü­sel­lem.

Ku­ka, san­dal, de­mir­hin­di, zer­ger­dân, bağ, hem kök­nar,
Sır­ça ku­ka, zey­ti­nağ­cı, kehrübâyla nar­çıl var.

Üveydârî, ödağ­cıy­la mâverd de var için­de,
Ol­tu ta­şı, gü­müş kam­çı, hep­si baş­ka bi­çim­de.

Bor­do renk­li, ala­ca­lı sa­rı bağ­lar pek en­fes,
Ku­ka tes­bih şâheserdir, oy­ma­la­rı bir ka­fes.

İmâmeler, du­rak­lar­la te­pe­lik­ler hal­ka­lı,
Oy­ma na­kış, sâde gü­zel, rengârenk, hem dal­ga­lı,

Zey­ti­nağ­cı tes­bi­he bak, na­ka gi­bi ışıl­dak,
Kehrübânın buz­lu­su da câzibeli yu­var­lak.

Al­tı dâne öl­çü­sün­de imâmeler çok gü­zel
Za­rif had­de, in­ce de­lik, te­pe­likler bîbedel.­

Ödâğcıyla mâverd, san­dal, üveydârî pür san’at,
Ko­ku­la­rı, çe­kim­le­ri hayrân eder, hem dilşâd.

Şalgamîyle beyzî şe­kil, uç­lu­lar­la yu­var­lak,
İmzâ at­mış te­pe­li­ğe, ta­mam ol­muş san’at bak.

Uğur Bey’le Niyâzi’miz al­mış ele bir ka­lem,
Bi­ri çi­zer, bi­ri ya­zar; her bi­ri­miz bir âlem.

Ha­lîl Us­ta ne adam­mış, na­sıl yap­mış bun­la­rı,
Rû­hu coş­muş, zev­ki taş­mış, ayân et­miş nûr­la­rı.

Tes­bih­le­rin âmili hiç öl­me­miş de ya­şı­yor,
Zevk-i selîm san’atkârı, anıp in­san şa­şı­yor.

Rah­met ol­sun Ha­lîl Us­ta, şâd et­tin sen biz­le­ri
Müs­te­rîh ol, zâil ol­maz san’atı­nın iz­le­ri.

Dört ar­ka­daş hayrân ol­duk, ser­sem­le­dik âdetâ,
Akıl ser­hoş, gö­nül bîhûş, doy­ma­dık bu vus­la­ta.

Şuûnât-ı İlâhî’dir, merâyâda gö­rü­nen
Ârif bilir, kim­dir nak­kâş; nukûşiyle övü­nen.

Mazâhirde sırr-ı Alî nümâyandır, hoş­ca bak,
“Kün­tü ken­zen…” esrârıdır, hak gö­züy­le iy­ce bak.

Ehl-i Beyt’in hür­me­ti­ne, Yârab, Ha­lîl ku­lu­nu,
Taksîrâtın afv ey­le­yip, cen­net ey­le yo­lu­nu.

Mem­nûn, mes­rûr, mü­te­şek­kir, ol hânedan ay­rıl­dık,
Av­det edip eve gel­dik, dîvâneden sa­yıldık

Ey Tür­be­dâr! Fakîrâne ka­ra­la­dın hay­lı lâf,
Hiç kıy­me­ti yok­tur ammâ, aşk söy­let­ti bir tu­haf…

Mus­ta­fa DÜZ­GÜN­MAN
27 Şu­bat 1958

mustafa_unver

Tazeler için Lûgatçe:
Mesabih: Yıldızlar Mu­kîm: otu­ran. Mü­te­kâi­d: emek­li­. Nez­din­de: ya­nın­da. Mah­fûz: sak­lı. Vâsıl ol­duk: var­dık, ka­vuş­tuk. Hoş-kelâm: sö­zü gü­zel. Tenvîr: ay­dın­lat­ma. Mef­rûş: dö­şen­miş. Mü­zey­yen: süs­len­miş. Mü­lev­ven: renk­len­miş. Eltâf: lû­tuf­lar. Dilrübâ: gön­lü ka­pan. Meş­her: ser­gi. Ezvâk: zevk­ler. İktidâ: uy­ma. Rûh-ı san’at: san’at rûhu. Mü­ces­sem: ci­sim­len­miş. Kutb: bir mes­le­ğin en yü­ce­si. âsâr: eser­ler. Mü­sel­lem: her­kes­çe ka­bul edi­len. Na­ka: de­niz fi­li­nin di­şin­den ya­pı­lan tes­bih. Pür san’at: san’at do­lu. Dilşâd: gön­lü hoş. Ayân et­miş: mey­da­na çı­kar­mış. âmil: imâl eden, ya­pan. Zevk-ı selîm: doğ­ru, sağ­lam zevk. Şâd et­tin: se­vin­dir­din. Müs­te­rih: gön­lü ra­hat. Zâil ol­maz: bit­mez. Ser­hoş: sar­hoş. Bîhûş: şaş­kın. Vus­lat: ka­vuş­ma. Şuûnât-ı ilâhî: ilâhî hâdiseler. Merâyâ: ay­na­lar. ârif: ilâhî sır­la­rı bi­len. Nak­kâş: na­kış ya­pan. Nukûş: na­kış­lar. Mazâhir: gö­rü­nen şey­ler. Sırr-ı Alî: Hz. Ali’nin sır­rı. Nümâyan: mey­dan­da. “Kün­tü ken­zen…”: “Ben giz­li hazîne idim, bi­lin­mek is­te­dim. ya­rat­tı­ğım mahlûkatla bi­lin­dim” meâlindeki “kudsî hadîs”in baş­lan­gıç cüm­le­si­dir ki ta­sav­vuf ede­bi­ya­tın­da sık­ça kul­la­nı­lır. Esrâr: sır­lar. İy­ce: iyi­ce. Taksîrat: ku­sur­lar. Mes­rûr: se­vinç­li. Mü­te­şek­kir: te­şek­kür eden. Türbedâr: Üs­kü­dar’da­ki Hz. Hüdâyi türbedârı olan Mus­ta­fa Düz­gün­man (cümlesi ervâhı için el-fatihah)

Sâhib-i irfân ağlar


Dosta kâh yoldaş olup kâh düşmana
İnleyip sesler duyurdum her yana
Dost olur -zannınca- her insan bana
Sırlarım gel gör ki meçhuldür ona
Sırlarım olmaz iniltimden uzak
Her göz etmez fark işitmez her kulak

En güzel vuslatı tattırmak için cennette, bize gündüz-gece zehir ettiği hicrâna şükür…

Rûz u şeb dîdelerim derdin ile kan ağlar
Vâkıf olan benim esrârıma her an ağlar
Kimse fehm itmedi hayfâ ki nedir maksûdum
Gice gündüz ne içün dîde-i giryân ağlar

Dâğ-ı sînem göricek hûn ile âlûde benim
Rahm idip hâlime ezhâr-ı gülistân ağlar
Gördü çün derd-i dil-i zârımı rahm itdi tabîb
Didi ey hasta-i hicrân sana dermân ağlar
Yine rahm eylemez asla bana ol âfet-i cân
Beni bîmârî görüp hâlime yârân ağlar
Gam değil bilmez ise hâl-ı derûnum ol yâr
Fehm ider niyyetimi sâhib-i irfân ağlar
Derd ile rûyuna bakdıkça senin İlhâmî
Gerçi handân olur ammâ ciğeri kan ağlar

(Sultan III. Selim Han Hazretleri)

İşte şimdicek gözlerden yakut renginde bir gözyaşıdır boşandı. İzinin tozu belirmeyen aşktan şimdicek bir iz belirdi. Sevilenlerin renklerine bak, sevenlerin renklerini seyret; işte şimdi şu iki güzelim renk de o renksiz candan geldi şimdicek. Bak da gör; gökyüzü her solukta toprağa binlerce renk bağışlamada… öylesine renkler ki ne yeryüzünde var ne gökyüzünde. Rengin temeli renksizlik, şeklin aslı şekilsizlik, harfin özü harfsizlik,  işte buracıkta elde avuçta olanın, mâdenin, definenin aslı.   Âşık da sensin, sevgili de, ikisini arayıp duran da; fakat ona buna görünmemek için de kat kat örtüler ardındasın işte. Âb-ı hayat menbâ’ısın fakat kıskançlığından ağzını yummuşsun; işte o amansız aşk yüzünden ağız susmada, can feryâd etmede. Seher vakti kuşların feryatları, susanlardan gelen bir habercidir. Susarak ağlayan dünyanın izi ağızdadır işte. Zevkiyle ağlıyorsan ne diye ayrılığa düşünce ağlarsın? Sen inkâr ediyorsun amma işte binlerce tercüman buracıkta.  Bir dosta av olamamışsan söyle niçin kararsızsın böyle? Değirmeni dönüyor gördün mü bil ki su buracıktadır. Canım emrediyor, sus diyor, incitme beni; sustum, buyruğa kulum, anlatmayı bıraktım artık…[Hz. Pir Mevlana]

Ölüm yoktur âşıklara

Vuslatının 738. sene-i devriyesinde ateş-i aşkının ziyâde olmaklığı niyâzıyla

Gerçeği bilerek ölen âşıklar, sevgilinin huzurunda şeker gibi erirler… tatlı tatlı ölürler; bir başka şîve ile ölürler hâsılı; elest hitâbından sonsuzluk şarabı içenler… Melekler kıskanırken güzelliklerini, Ademoğulları gibi ölmezler onlar. Sen arslanlar da köpekler gibi kapının dışında mı ölürler sanırsın? Yolculukta ölen âşıkları karşılamaya pâdişah çıkar. Onlar ölmezler, gayb gözlerini açarlar. Âşık olmayanlarsa, kör ve sağır can verir gider! O ay yüzlünün ayak ucunda solar âşıklar, güneş gibi apaydın olurlar, birbirlerinin canına cân kesilenler, birbirlerinin aşkı ile ölürler. Gönüllerinde aşk suyu; su gibi ölürler. Âşıklar gökyüzüne kanat açarlar, münkirlerse cehennemin dibinde geberip giderler.

Geceleri sevgilinin derdiyle, korkusuyla, uyuyamayanlar korkusuzca huzur içinde ölürler… Burada ota tapan öküzlerse eşek gibi çürür giderler. Sevgilinin bakışına kapılanlar, güle oynaya feda ederler kendilerini o bakışa. Pâdişah onları kucağına alır, bağrına basar. O bakışa kul köle olan, hor hakîr bir halde ölmez. Mustafa’yı arayanlar Ebu Bekir gibi Ömer gibi ölürler…

Ölüm yoktur âşıklara…

Ben bu sözleri öylesine söyledim.

Ey Şems! Pâdişahım!
Seni inkâr eden ölmez sadece
Gerçeği bilmeyen kapkara kalbi ile kapkara gider.

Ey Hak âşığı! Sen güzellik Yûsufusun. Bu dünya da bir kuyu gibidir. Allâh’ın takdirine şikâyet etmeden boyun eğmek, sabretmek ise seni kuyudan çıkaracak, kurtaracak iptir. Ey dünya kuyusuna düşmüş olan Yûsuf! İp uzandı, onu iki elinle sıkıca tut. İpten gafil olma ve yakalamışken bırakma; çünkü ömür tükendi, akşam oldu. [Hz. Pir Mevlana]