Misâfir kim.in

tanri_misafiri
“Misafir” kelimesi Arapça “sefer”den geliyor; yani bir yerden bir yere giden, açıkçası “yolcu”. Türkçe’ye geçen kelime, “konuk” mânâsını dilimizde (bir anlamda, hayat tarzımızda) kazanmıştır. Buna göre misafir, görüşme, ziyaret gibi amaçlarla birinin evine, dükkânına, mekânına, oturduğu beldeye, köye gelen kimsedir.

Bizim kapı DOST kapısı
Girene, canımız kurban
Selâm muhabbet tapusu
Verene, canımız kurban

Misafir, Cenab-ı Hakk’ın bize ihsan ettiği bir nimettir. Ona ne kadar saygı gösterip, hizmet edersek o kadar sevap kazanırız. Sadece güleryüz göstersek bile kâfidir. Çünkü güler yüz de bir tür sadakadır. Bazı kalın kafalı, kalbi kara adamlar “sadaka” lafından ürker, odun tabiatlı oldukları için; “Nedir ulan, dilenciye mi veriyorsun?” diye sorabilirler. Eh ne diyelim, ahlâk sahibi olmak zor.

Hattâ daha ileri gidenler “ahlâk” sözü geçtiği zaman da kabalarına çuvaldız batırılmış gibi olurlar. Onlar için varsa “menfaat”, yoksa “menfaat”. Bu kafada olanlar “sevap” terimini de menfaat hanesine yazarlar. Bunlarla sakın ola ki laf yarıştırmaya kalkışmayın, içinizden “Allah hidayet versin” diye dua edin. Aslına bakarsanız dünya insan için bir misafirhânedir. Cenab-ı Hak, âdemoğlunun bu misafirhânede rahat etmesi için nice nimetler halketmiştir. Kıymetini bilene…

Dilimizin, şiirimizin, inancımızın, kültürümüzün piri, Anadolu toprağının ruhu, koca Yunus Emre bakın ne diyor:

Aşkın odu düştü cana, eritti yürek yağını
Kesti hevasetin kökün, oda yandırdı bağını
Kazdı kahır kazmasıyla, canda cefâ ocağını
Çaldı nefsin boynuna himmet eri bıçağını
Rahmet suyu ile yudu, gönlüm evin ap arıca
Hizmet kapısından, ana sundu şükür ayağını
Her kim bize yanı yanar Hak dileğin versin ana
Urmaklığu kasdedenin düşem öpem ayağını
Kim bize taş atar ise güller nisâr olsun ona
Çerağıma kasdedenin Hak yandırsın çerağını
Miskin gönlün aşk elinden iki büküldü vücudu
Tevbe kapısından sundum ona îman tayağını
Gel îmdi miskin Yunus hevâseti elden bırak
Çalabım rûzi eyle bize kanâat bucağını

Hevâset(a): Nefse uymak, kötülük, heva ve hevese kapılma
Nisâr(a): Döküp saçma, düğünlerde saçılan para vs.
Rûzî(f): Rızık, azık, nasib, kısmet.
Tayak(t): Dayanılacak şey, eşya. İnsan vs.

Epeyce bir zamandan beri nereden geldi ise (çünkü bizde yok) bir “öteki” lafıdır dilden dile dolaşıyor. Yahu kardeşim bırakın ötekiyi, bizim için “yabancı” dahi Tanrı misafiridir. Biz ona nasıl yan bakarız?! Kendini kardeşlerinden ayıran, kapısını onlara kapatan bilin ki ya kibir sahibidir ya da korku.

“Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan bizden değildir”. İşte ölçü bu. Lakin elbette namuslu ile namussuz, yalancı ile doğru sözlü, cimri ile cömert bir tutulmaz. Fark, ahlâk farkıdır. Gönül sahibi olmak lazımdır.

Gönül nedir? Gönül içimizde fenalığın bulaşmadığı tek yerdir. Vicdanımız odur veya onun kumandası altındadır. Kötü ihtirasın zerresi ona ulaşmaz, aldatmak nedir bilmez, şehveti hiç tanımamıştır. İblisin tohumu onun toprağında asla kök tutmaz. Gönül içimizdeki meleğin adıdır ve Yunus’un deyimiyle gönül Çalabın tahtıdır. Hz. Yunus bütün eserinde bizim bu en değerli yanımız olan gönlü yüceltmiştir. İnsanların ırkları, dinleri, doktrinleri, ahlâk anlayışları, hasılı her şeyi ayrı olabilir. Kimi zengin, kimi fakir, kimi zâhit, kimi zâni olabilir. Fakat kimler olursa olsun, insanın gönlü mukaddestir.


Gönül gönüldür, olsa da göğsünde bir kahpenin
Onu yıkan, gitmesin tavâfına Kâbe’nin

Çünki o Allah’ın baktığı yerdir, masumdur. Çünki o aftır, merhamettir, sevgidir. Günah onun değil nefsin eseridir. O yangınlar veren ateş değil, hayat veren sudur; inciten kahkaha değil, seven tebessümdür, ayıran bozgun ve fitne değil, birleştiren dostluktur.

Şimdi böylesine “gönül ehli” olan kimsenin (yani esasen bizlerin) Tanrı misafirine kapısını kapaması düşünülebilir mi?

Şunu unutmayınız: “Ben” deyince “öteki” ortaya çıkar. Oysa “ben” demek, ahlâkımızda terk-i edebdir.

Günümüzde dünyayı zapteden kapitalist ahlâk tersini söylüyormuş. Varsın söylesin, “Yel kayadan ne aparır”

Gayûr

Çekmişüz el gayriden biz, Hak durur maksûdumuz
İtmezüz biz şirk-i ahfâ, aslımız gayûr durur
[Nakşî Ali Akkirmânî Hazretleri v. 1655]

gayur

O’nu yedi Semâ ile Arz ve bütün bunlardaki zevil’ukûl tesbih eder ve hattâ hiç bir şey yoktur ki O’nu hamdiyle tesbih etmesin ve lâkin siz onların tesbihlerini iyi anlamazsınız, O, cidden Halîm, Gafûr bulunuyor. [İsrâ:44]

Döne döne okuduğumuz, her okunuşta başka türlü canımıza okunan ayetlerdendir, Sure-i isrâ daki şu apaçık deliller: Yedi kat semâ, yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar, arz, bedenler ve onların içindekiler O’nu tesbîh eder, esmâ’sının özelliklerini açığa çıkaran terkipleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar!(başkaca varolamazlar) Hiçbir şey yok ki, O’nun Hamdi olarak tesbîh etmesin! Fakat siz onların el-fatır programı gereği bu tabî işleyişlerini anlamıyorsunuz! Muhakkak ki O, Halîm’dir, Ğafûr’dur.

Bu sefer gözümüz hemen aşağısındaki 45. ayette kaydı, aklımız şaşırıp kaldı:
Bir de sen Kur’anı kıraat ettiğin vakit biz seninle Âhirete inanmayanların arasına görünmez bir perde çekeriz. [İsra:45]

Habîb-i Kibriyâ Efendimizin yanında bu âyet-i kerîme okunduğunda sahabilerine dönerek saadetle şöyle buyurdular:

Bu perde, “hicâben mestûra” nedir bilir misiniz?
Allah ve Resulu en iyisini bilir.
Bu gayret perdesidir. Allah’tan daha gayretli (gayûr) yoktur.

Ben, gayûrum, Allah benden daha gayûrdur. Kalbinde gayret olmayan habîb (seven) değildir. [Müslim, Lian:16]

Ne zamanki iki âlemin de Efendisini, Hak’tan ayrı gördün, kâinât kitâbının hem metnini ve hem de başlangıcını kaybettin. İki deme, iki bilme ve iki okuma! Köleyi kendi efendisinde mahvolmuş bil! Anlayışındaki kusurdan dolayı, efendiye “gayr” dediğin zaman, ey şaşı, Gayûr olan o Sultân’dan utan “ve mâ remeyte iz remeyte” ya’nî “ve attığın zaman sen atmadın” [Enfâl:17] âyet-i kerîmesindeki “atıcı” Ahmed’dir, onu görmek Hâlık’ı görmek olmuştur. [Mesnevi-i Manevî]

Şimdi lugata mürâcaat edecek olsak gayûr için (ﻏﻴﻮﺭ) “çok kıskanç” ifadesine tesâdüf ederiz.

Allâh, kıskanç olur mu hiç? “Allâh gayûrdur”un tercümesi “kıskanç” değildir. Bu yaklaşım hatalı olur. Allâh gayûrdur demek, sevdiğinin dışsallıkla (bedensel gündem) sermâyesini harcamak yerine içselliğinde (iç aleminde, enfüs) kendi vahdet huzurunda yaşamasını murâd eden mânâsınadır.

Gayret ikidir; nefisten kaynaklanan beşerî gayret ve kalpten, taşıdığımız emanetten kaynaklanan ilâhî gayret. [Şiblî]

Gayret ikidir; Allah’tan kuluna karşı gayret, onu insanların gözünden gizleyip gözlerinde o kuluna karşı bir muhabbet meydan getirmesidir. Kuldan Hakk’a olan gayret, halini herhangi bir kimsenin bilmesinden gizlemesidir. Hakk Teâlâ Kendisi ile kulları arasındaki sırların başkalarına ifşâ edilmesi konusunda gayûrdur. Bu gayret, kulun mârifetini O’nunla, sevgisini O’nun için ve iştiyâkını da O’na has kılmasıdır. [Hakîm Tirmizî]

Ehl-dünya dilinden düşmeyen sözler vardır ya hani:
– Kimi sevsem, aramız açılıyor. Ya ölüyor ya kayboluyor. Yahut aramıza düşmanlık giriyor. Neden hoşlansam, çoğu zaman malım kayboluyor, param elimden çıkıyor. Bu yüzden dostlarımla bozuşuyorum.

Ey Allah’ın ﷻ sevgili kulu, O Gayûr’dur. Sevgisine kimsenin ortak olmasını istemez. Sevgilisine, ehil olmayanların bakmasına bile râzı olmaz. Kendi sevdiği kulu, başkasına vermez. Hal böyle iken sen başkasına bağlanıyorsun.

Gayûr olan Allah, Habîb-i Edîb-i Zîşân Efendimiz düştüğünde “anacığım diye değil Aman yâ Rabbî” diye ağlaması için anasız, babasız kendi husûsî nazarıyla, nasıl istiyorsa öyle yetiştirmiştir üzerine titrediği Habîbini…

Allahu Teâlâ gayûrdur ve kulu olana dahi gayret-i ilâhiyye gerektir.

Şu âyet-i kerîmeleri işitmedin mi?

Allah onları, onlar da Allah’ı  sever. [Mâide:54]
Ben, cin ve insanları yalnızca (esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) ancak kulluk etmeleri için yarattım [Zâriyat:56]

Bazı müfessirler kulluk etmeleri ibâresini, bilmeleri, sevmeleri için manasıyla izah etmişlerdir. Rasulullah (SAV) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular:
– Bir kul, Allah (CC) tarafından sevilince, iptilâya uğrar; buna sabrederse iktina gelir başına.
– İktina nedir? (Bir şeyin hakikatini idrak etme, künhüne varma) diyen bir sahabîye
– Çoluğunu çocuğunu, malını, mülkünü alır buyurdular.

Çünkü mal ve evlat, Allah sevgisine perdedir. Hakk’ın sevgisi bölünmez. İki sevginin arasına giren yanar. Mal ve evlada olan sevgi çoğalınca, Hak sevgisi azalır. İnsan bu kantarı şaşmış sevgisinden ceza görür. Çünkü Allah’a bir nevi gizli şirk koşmuştur. Halbuki Allah zatına ve sıfatına şirk koşanları sevmez. Gayûr ve her şeyden üstündür. Kendine karşı duran her şeyi yok eder. Ta ki, sevdiği kulun kalbi yalnız zatına dönsün. İşte o zaman:  “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.” ayetinin manası tecelli eder. Bu tecelli bir süre devam ederse, sonunda Hakk’a karşı koşulan ortaklar yani şirk yok olur. Mal, çocuk ve şehevi arzular isteği gider. Mal sevgisi kalmaz. Kötü hisler ölür. Velî olmak, başa geçmek, keramet sahibi olmak, makam, dereceler istenmez olur. Cennet ve onun dereceleri gözden silinir. Kalpteki şahsi irade, temenni yok olur. Suyu saf, içi temiz bir kap halini alır. Çünkü ilahi tecelli onu kaplamıştır. Bu arada kalp yolunu şaşırdıkça ilahi tecelli onu yola getirir. Kendinden başka her şeyi yok eder. Zaten başkası için oraya yol kalmamıştır. Mevlanın azamet ve ceberut kuvvetleri orayı sarmıştır. Bunlardan başka her şey için arada bir uçurum vardır. İlahi saltanatın vadileri o imanlı kalbin etrafını çevirmiştir. Oraya yabancı yol bulamaz. Şayet bulacak olsa bile yokluğu mani olur. Bir çok kimselerin yüksek derecelere erdiği olmuştur. Bunlar yetişmiş olmalarına rağmen, bazı ufak tefek işlerle uğraşırlar. Bunlara yaptığı o işler zarar vermez. Çünkü hiçbiri, kalp cihetine yanaşamaz. Zaten o dereceye eren kul, bunları ilahi iradeye dayanarak yapar. Onlar; ilahi arzu icabı olduğundan, o sevgili kula bir lütuf ve keramet olur. Onun yüzünden birçok zavallı kimseler geçinir. Ayrıca bundan başka çokça sevap kazanır. Sonra o işler bir başka yönden kulu tecrübe sayılır. Kul, şahsi arzusunu karıştırmadığı süre işler iyi gider. Teslim olunca daha iyi gider. Kötülüklere karşı, o nimetler bir nevi kalkan sayılır. Şöyle ki: Parası olur, haramdan kurtulur. Çocukları olur kimseden yardım istemez. Ailesi olur, harama göz dikmez. Velhasıl dünya ahiret selamet olur…

Nitekim bir hadis-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: “İhlaslılar büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar. Günahkârları, benim pek bağışlayıcı olduğumla müjdele, sıddıkları ise benim gayûr olduğumu belirterek uyar.”

Gerçi ‘aşkı vasf iderse niçe biñ yıllar tamâm
Şerh olunmaz, cümle ‘âlem kâtibi mestûr ise

‘Aşk degül mi yedi tamu nârın iden pür-‘azâb
Yakısar hakka Nebîye ‘aşka kim menkûr ise

‘Aşk degül mi Yûsufı Ken‘âna sultân eyleyen
Gerçi takdîr-i Hudâ-yı Kâdir u Gayûr ise

İrfan meclisinde dinlediklerimden: Bir sal üzerinde oturuyordu, dalgındı. Eteğine dokundum… “Beni bırak oğlum! HAK gayûrdur. Seni başkasıyla görürse gözden düşersin…” buyurdular.

Gayret aşırı sevgiden kaynaklanan bir husustur. Sevgide vefâyı ifade eder. Allah’ın sıfatlarından biri de “Gayûr” dur. Manası çok kıskanan değil sevdiğine pek düşkün olandır. Bu, kulun taatinde kendisinden başkasını ortak kılmamasına yönelik olarak Allah’ın gayûr sıfatını gösterir.

Aşk-ı hakikide gayyûriyyet vardır. Ancak, gayyuriyyetle kıskançlığı ayırdetmek lazımdır. Çünkü, kıskançlık sıfatı nakıs alanda, gayyuriyyet sıfatı ise kamil olan da zuhûra gelir.

Resul-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, Hz. Ömer-ül-Faruk’a (ra):

– Ya Ömer! Sen, gayûrsun. Ben, senden gayûrum. Cenab-ı Hak da benden gayûrdur, buyurmuşlardır.

Mümin gayûr olur. Allah (z.c.hz)’leri de gayûrdur. [R. Ehâdis:230-12]

Onun için gayûriyyet sıfatı makbûl ve memdûh bir sıfattır. Bu sıfat Allah-u Teâlâ ve tekaddes hazretlerinde KEMAL sıfatıdır ve Habib-i edibini bu sıfatla terbiye ederek sıfatlandırmış, rengine boyamıştır.

Allahu sübhanehu ve teala hazretleri, kemal sıfatları ile muttasıf ve bütün noksan sıfatıardan münezzehtir. Kullann da, Allahu teala’ya mahsus bazı sıfatlarla sıfatlanmaları kendisi için en büyük bir ni’mettir, devlettir.

Ey Hakka talib!

Canab-ı Hak ve Feyyaz-ı mutlak hazretleri GAYÛR’dur. Sevdiği kullarının, zat-ı ühihiyyetinden gayrısını sevmesini istemez. Zira, Mahbub-u aslî ve hakiki ancak O’dur. Sevilmek, zat-ı ahadiyyetinin hakkıdır. Zat-ı ahadiyyetini seven aşıklar, ondan gayrı bir şeye gönül verseler, başlarına mutlaka bir musîbet gelir. Onun için, Allahu teala’yı sevenlerin ya gayrı görmemeleri ya O’ndan gayrıyı sevmemeleri gerekir. Hiç değilse, sevdiklerinde Hakkı görmeleri icap eden esasen ondan gayrı olmadığından, sevdiklerini Hak’tan gayrı görmemelidirler.

Bütün güzellikler, özellikler ve sevilen herşey O’nun eseridir. Eserini seven de, elbette mü’essirini de seviyor demektir. Bundan dolayı arifler eserle mü’essir-i hakikiyi birbirlerinden asla ayıramazlar. Hz. Musâ aleyhisselama, Tur dağından hitab-ı izzet zuhura geldiği gibi, sevenin sevdiği de kendisi için Tur dağı mesabesindedir. Sevdiğinde gördüğü güzellikler ve özellikler; mahbub ve ma’şuk-u hakikinin onun varlığında, onun vücudunda zuhurudur. Onun için; eserde kalma, mü’essire gel! Esma’da kalma, müsemma’ya gel ! Kelimede kalma, ma’naya gel!

Cürcânî hazretlerini “gayûr” kelimesinin kökeni olan “gayret” için “kişinin kendisine özgü bir şeye başkasının ortak olmasından hoşlanmaması” şeklinde tarif etmektedir. Yine Kuşeyrî’ye göre, Hakk Teâlâ’nın evliyâsı ile olan sünneti (âdeti) şudur: Evliyâ, Hakk’tan başkası ile sükûn ve huzur bulur veya ondan başkasını mülâhaza eder veyahut da gönülleri başka bir şeye yatar ve ona ısınırsa, Allah derhal bunların bu nevi hallerini teşviş (altüst) eder. Evliyâsının kalpleri tekrar ve hâlis olarak kendisinin olana kadar, bu kalpler sükûnet buldukları veya mülâhaza ettikleri veyahut ısındıkları şeyden tamamen ayrılana kadar evliyasını kıskanır. Âdem (a.s.) gibi ki, kendisinin cennette ebedî olduğuna kanaat getirip sükûn bulunca Hakk, gayûr olarak cennetten çıkarmıştı. İbrahim (a.s.) gibi ki, oğlu İsmail (a.s.) hoşuna gidince gayûr olarak ve onu boğazlamayı kendisine emretmiş, böylece İsmail’i İbrahim’in kalbinden çıkarmıştı. “Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine) teslim olunca, İbrahim çocuğu yanı üzerine yıktı.” Böylece İbrahim (a.s.) in sırrı ve ruhu İsmail (a.s.) den temizlenip saf hâle gelince Allah, oğlu yerine fidye vermesini emretti. Allah ise Gayûr’dur. Ondan başkasını istemek gayretine dokunur. Bu yüzden onu istediği oğlunu boğazlamakla sınadı. Bu ise kendi nefsiyle ilgili olarak sınanmaktan daha ağır gelir insana. Çünkü nefsi hususunda onunla çekişecek tek şey yine kendi nefsiydi. Küçük bir çabayla nefsinin çabasını, direncini boşa çıkarabilirdi. Ama oğlunu boğazlamakla sınanması böyle değildi, oğlu hususunda onunla çekişecek çok kimse vardı. Bu yüzden bu hususta vereceği mücadele daha da güçlü olacaktı. İbrahim (a.s.) Rabbinden istediği şeyi kurban etmekle sınanınca, sınavın mahiyetini gerçek olarak algılayınca, bizzat tahakkuk etmiş gibi olduğu, yani, hayatta olduğu halde oğlunu kurban etmiş gibi kabul edildiği için, istekte bulunmadığı halde İshak (a.s.) ile müjdelendi. Böylece hem kurban, hem de karşılığı-kurban yerinde durduğu halde- kendisine verilmiş oldu. Diğer bir ifadeyle kazandığı şeyle kendisine hibe edilen şey birlikte sunulmuş oldu. Çünkü kurban etmek istediği oğlu istekte bulunması açısından kazanılmış, kurban edilmek istenmesi açısından da hibe edilmişti. Kurban edilmesi istenmiş değildi. İshak ise hibe edilmişti. [İbn-i Arabî]

Şarâb-ı cür’asından oldu mahmûr
Şarâb-ı ʻaşk içürmiş ana Gayûr

El-Kahir’ül-Gayûr cellecelâlûhû’yu idrâk yolunda bir muammâ bırakalım, giderayak çözüle çözüle aslını bulduracak:

Niçin Cebbâr olur ism-i gayûru
Neden cânın bu cism oldu kubûru
Bu yüzden oldu çün Sâni’ umûru
Tegayyürden bilinmezlik zuhûru  
Birlikten dürür dediği bilsem

Usûlî dilinden Münâcat

Tarîk-i Gülşenî içre, melâmet neş’esinde bir gül-i rânâ
Vardar Yeniceli Abdullah USÛLÎ أصولى (v. 1538)

Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm
Bir meş’aledir devr edilir elden ele

usuli_1

Taşrada, o dönemin Selânik vilâyetine bağlı bu küçük kaza merkezinde, bir kültür havzası inşa edecek Anadolu irfanının nerelerden mayalandığına dair mühim ipuçları olsa gerek Aşık Çelebi’nin işâretinde: “Rivâyet ederler ki Prizren’de oğlan doğsa, adından akdem mahlas koyarlar. Yenice’de doğan oğlan, baba diyecek vakit Farisî söyler. Priştine’de oğlan doğsa, dividi belinde doğar.”

İşte bu tasavvufî cereyân ile yetişen Usûlî’nin üslûbu âlem-i tekliften bile âzâde, rindmeşreb bir tavır sergiler, samîmî ve derinliği olan ruhunu, Mısır’da Dede Ömer Rûşenî halifesi İbrahim Gülşenî (v. 1533)  hazretlerinin hizmetinde geçen yıllarından alır. Biz dahi “Vâh kim gitdi Usûlî dermend” dimezden önce Fatihalar ihsân eyleyelim bende-i âl-i âbâ hazretimin aziz ruhaniyetlerine.

Buradan ikram edeceğimiz Mi’râciyesinden beyitlerle feth-i kelâm eyleyelim:

Bir avuç topraktan insân eyledi
Hem hilâfet verdi sultân eyledi

Kendi esrârından âgâh eyledi
Vâsıl-ı makbûl-i dergâh eyledi

Hâk-i nâçîzi tüvânâ eyledi
İlm verdi anı dânâ eyledi

Âfitâb-ı ruhu tâbân eyledi
Âdemin hâkinde pinhân eyledi

Gelelim münâcâtlara… lugatte “fısıldamak” anlamındaki necv kökünden türeyen münâcât “fısıldamak, sözü gizlice söylemek ve bir sırrı paylaşmak” demekse de biz burada.n tarif için aleni fısıldayacağız. Kulun her türlü sanat endişesini bir tarafa bırakarak doğrudan ve samimiyetle Allah’a yönelmesinin bir gereği olarak münâcâtlarda duygulu ve rikkatli bir üslûp ortaya çıkmıştır.

Görelim bu üslûb Usûli’den nice devr ider gönülden gönüle…

usuli_2

MÜNÂCÂT

Yâ ilâh’el-âlemin dil-hasteyem
Bu kuyûd-ı nefs ile pâ-besteyem

Bende-i gam-gînini şâd eylegil
Kayd-ı nefsâniden âzâd eylegil

Nûr-ı Ahmed hürmetiyçün ey Ehad
Habs-i zulmânîde koyma tâ ebed

Ayırıcak bu tenimi cândan
Cânımı ayırmagıl imândan

Çünki bu hâkî tenim hâk edesin
Umaram kim şirkden pâk edesin

Çün bizi hâk iken insan eyledin
Bî-nihâyet bize ihsân eyledin

Çünki ihsânını gördük bu kadar
Eyleme âhir behâyimden beter

Yolumu urdu benim nefs-i leîm
Bu belâdan beni kurtar ey Kerîm

Bir garîbem rehgüzerde kalmışam
Asîyem havf ü hatarda kalmışam

Hâb-ı gafletden beni bîdâr kıl
Rahmetin bâğında berhûr-dâr kıl

Ver bekânı et beni benden fenâ
Rabbenâ fağfirlenâ verhamlenâ

Aç dilimiz rahmetinle ey Gafûr
Tâ olalım biz dahi abden şekûr

Zâhirimi meskenetle hâk kıl
Bâtınımı lîk nûr-ı pâk kıl

Yâ ilâhî eylegil bir feth-i bâb
Gitsin ortadan bu yetmişbin hicâb

Gündüzün zerrin kabasın çâk kıl
Gecenin zülf-i siyâhın hâk kıl

Bu anâsırdan vücûdum eyle pâk
Yele versin kalmasın bir zerre hâk

Hâke sür yüzün hevâ-yı serkeşin
Koy ocağına sevâb u ateşin

Yolum üzre koma yâ Rab hiç pîç
Tâ ki senden gayri görünmeye hîç

Âline evlâdına eshâbına
Cümle-i ezvâcına ahbâbına
 ﷺ
Bin du’a vü bin selâm ü bin senâ
Bin gedâdan olsun anlardan yana

Buraya kadar olan manayı incitmeden, bir mertebeden sözü dizmek icâb iderse: Ey âlemlerin Rabbi olan Allah’ım peşinen itiraf ederim ki gönlü yaralı bir aşığınım, böyle iken dahi arzu ve heves bağıyla, nefsimin türlü kötü huyları ile kımıldayamaz olmuş, esir düşmüşüm. Bağlandığı bu dertlerden kederli esirini nefsani bağlarından, ağırlıklarından âzâd eyleyip sevindiriver.

Beden, ruhun bağıdır. Ruh, bedenden kurtulmak, o bağı çözmek ister. Fakat biz, kafeste yaşamaya alıştığımız için ölümden korkuyoruz. İnsanın alıştığı ortamdan kopması zordur. İnsan bedeni, ten sureti bir cam şişe gibidir. Kimse onu kırmadan içinde ne olduğunu bilip göremez. O camın içindeki kendi özü renksizdir. Biz o nurun gölgesinin gölgesiyiz. İçimizdeki de aynı gölgedir. O gölgenin beden camına vurması, cama bir renk vermektedir. Can, Allah’ın nuru, beden ise o nurun gölgesidir.

Uğruna alemlerin yaratıldığı Ahmed’in nuru, Ehad olan zâtının mim nuru hürmetine bu karanlık hapiste tutma, ten kafesinde bırakma, nefs alışkanlıklarında koyma sonsuza dek bırakma cehennemde.

Ehad Ahmed.. celle celaluhu sallallahu aleyhi ve sellem. Birbirini sımsıkı kucaklamış iki kelime. Ehad, birlerin içine girmeyen bir tek! Ahmed, beşer şahsiyetinin övülmesinde kullanılabilecek en zirve kelime! İki kelime arasında mim farkı… Ehad tecellisine; mim harfini ekleyince Ahmed’i görürüz. Mim henüz daha yazılışında bile boynu bükük bir harftir; secdeyi, kulun rabbine en yakın olduğu makamı sembolize eder… Ehad’e ulaşmanın yegane yolu; Rabb ile abd arasına Ahmed’e kurdurulan mim köprüsüdür. “Bir nefestir mim-i Ahmed, vâlid-i mevlüd o mim” Eski Türkçe’de Ehad ile Ahmed kelimelerinin yazılışları arasında bir “mim” farkı vardır. Mim de م‎ yuvarlak bir harftir. Hz. Mevlâna o mimi gözbebeğine benzeterek “Ahmed, Ehad’in gözbebeğidir” demiştir. “mim-i Ahmed” Ehad’den Ahmed’i ayıran mim’dir, o bütün doğumların -burada insan doğumundan bahsedilmiyor, arş, sema, kürsi, kalem ne varsa- hakiki sebebi işte o mim’dir, Ahmed’in mim’idir, yani Ahmed’dir. Ehad ile Ahmed arasında bir mim- i imkan farkı var. “Ayn-ı Ehad idi Ahmed ey cân olmaya idi arada mim-i imkân” Mîm-i Ahmed’den zuhûr-ı kâ’inât, Mîm-i Ahmed mazhar-ı sırr-ı sıfât!

Ey iman edenler… Allâh’tan (size yaptıklarınızın sonuçlarını kesinlikle yaşatacağı için) hakkıyla sakının ve ancak teslim olmuşluğunu yaşayanlar olarak, ancak müslüman olarak can verin [3:102]

Bir “Gel” nidâsı ile Emr-i Hak vâki olup bu tenim candan ayrıldığında, cânımı imandan ayırma ne olur, vereyim tâ bu iman ile cânım. İnsanı kendi ruhundan üflediğin ruh ve bir avuç toptaktan yarattığın bedenden terkip ettin, ten yeniden toprağa verildiğinde, ruhumu da şirk, iki görme hastalığından temizlendiği halde aslına döndüresin. Bir avuç toprak iken kendi ruhundan üfleyip insan etmekle sonsuz bir armağan vermiş oldun. Madem başlangıçtan beri, bu kadar lütuf ve bağışta bulundun, işin sonunu da güzel eyle, hayvandan aşağı saydıklarından beter eyleme.

Andolsun ki cin ve insten çoğunu cehennem yaşamı için yaratıp, çoğalttık! Ki onların kalpleri (şuurları) var, (hakikati) kavrayamazlar; gözleri var bunların, onlarla baktıklarını değerlendiremezler; kulakları var, onlarla duyduklarını kavrayamazlar!.. İşte bunlar hayvanlar gibidirler; belki daha aşağıda daha da şaşkın! Onlar gâfillerin (gılaf içinde – kozalarında yaşayanların) ta kendileridir! [7:179]

Kötü huyları nedeniyle kınanan, aşağılık nefsim sana varan yolumu kesti. Nefsin belâsından kurtar beni ey Kerim Allahım. Sen öylesine cömertsin ki, seni inkar ile açığa çıkanlara dahi sayısız nimetler bağışlar durursun, vuslat yolunu kesen nefsimin bağlarını da çözüver. Sana varan yol üstünde kalmış garibanın biriyim. Senin emirlerine uymayan nefsimden sebep korku ve güvensizlik içindeyim. Bu gaflet uykusundan, açık gerçeği görememe halinden uyandır. Rahmetin bağında, merhametinle muamele eyle, acıyıver de tuttuğum işten semere göreyim, netice bulayım, güzel sona ereyim.

Gerçek şu ki kullarımdan bir kısmı: ‘Rabbimiz, iman ettik… Bizi mağfiret et ve bize rahmet et… Sen Rahîm olanların en hayırlısısın’ derlerdi… [23:109]

Al beni benden, kayd-ı bedenden, ayırma senden… Beni bende öldürüp sende yaşat, bizim günahlarımızı bağışla ve bize acı Rabbimiz. Fenâ, yok olmak, geçici olmak anlamına gelen bekâ ise kalıcı olmak, ölümsüz olmak anlamına gelen Arapça kelimelerdir. Kulun benliğinin Allah’ın varlığında yok olması, eşyânın nazarından silinmesi, kendi fiilini göremez olması, kesret âleminin kayıtlarından sıyrılıp Hakk’ın tasarrufu altına girmesi hâli, fenâfillâh. Sonrasında hemen bekâbillah, ebedî ve ezelî olan Allah’ın bekâsı ile bâkî olma hâli. Olanların “Benden benliğim gitti, hep mülkünü dost tuttu” buyurduğu makam.

(Ey) Nuh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızın torunları… Muhakkak ki O, çok şükreden bir kul, abden şekûr idi. [17:3]

Dünyada da günahlarımızı örtüver Ey Gafûr olan Rabbimiz, bu tecelli denizinden bir rahmet ile gönlümüzü aç, dilimizin bağlarını çözüver ki biz de şükreden bir kul olalım.

Dünyaya bakan dış yüzümü, aczimi, fakirliğimi, yokluğu bilmekle mütevazı eyle, her türlü külfete dayanıklı toprak gibi eyle. Lâkin iç yüzümü, sırrımı nurunla tertemiz eyle, hâlis bir kulun olayım.

Ref olup ol Şah’a yetmişbin hicâb,
Nûr-i tevhid açtı vechinden nikâb

Habibi Kibriya efendimize açtığın gibi bize de kapıları öyle bir aç ki Allahım,  aramızdaki kavuşmaya engel yetmiş bin kilit açılıversin.

Muhakkak Allah için (mahlukat ile kendi arasında) nurdan ve zulmetten yetmişbin hicap (perde) vardır. Eğer açılacak olsa, O (Mevlâ Tealâ) nın Cemalinin nuru, görmesinin ulaştığı yere kadar olan şeyleri elbette yakar (yok eder) di. Ancak fenâ ve bekâ mertebelerine erişmiş olan Arif-i billah’a manevi kuvvet verilir, keyfiyetsiz bir hâle gelir, işte bu durumda olan Zat-ı Pak-i Sübhaniyeye yaklaşabilir.

Gündüzün alem-i kesret içindeki altın renkli örtüsünü yırt aç. Gecenin, alem-i vahdetteki siyah zülfünü toz toprak eyle. Yani beni iyi, kötü kaydından, ikilikten kurtar, vahdette kesreti, kesrette vahdeti bulan tevhid ehlinden eyle. Tam da olanların “Geç ak ile karadan, halkı çıkar aradan” buyurduğu yerdir burası.

Toprak, su, hava, ateş unsurlarına bağlı kalmaktan, ten mezbelesinde yaşamaktan kurtar, kirlerimden arındır beni. Bu ağırlıklarımdan zerre kalmayacak şekilde savurup havaya atıver. Söz dinlemeyen, gem vuramadığım isyankar arzularımı yerle bir et. Sevap ve günah kaydının ocağına koy yakıver gitsin.

Sana varan bu yolum üzre hiç piç kalmasın. Piç, farsçada labirent, açmaz, içinden çıkılmadık dolaşık mesele manasına gelir. Yozlaşıp, eksik kalıp aslına ve nesline benzemeyene de piç derler. Hem iç yüzümde vuslata mani hal kalmasın, hem yolumdan nesli bozuklar gelmesin. Bu hale erdiğimde gözüme senden gayrısı görünmez olur.

Hep görünen Dost yüzü
Andan ayırmam gözü
Gitmez dilimden sözü
Çağırıram; Dost, Dost…

Görem Hu, İşidirem, Hu, Diyem Hu