Açlığa güzelleme

Açlığa Güzelleme

DOYANA KADAR yiyip kanana kadar içtiğim bütün zamanlarda ya Allah’a isyan etmiş ya da bir günah, masiyete niyetlenmişimdir. [Zünnûn El-Mısrî]

Sufiler açlığı kendileri için büyük bir ganimet bilirlerdi. Onlar açlığı Allah’a niyazla, manevî tecrübeyle ve ilâhi aşkla özdeşleştirmişlerdi. Yahyâ b. Muâz: “Eğer açlık çarşıda satılan bir şey olsa, ahiret taliplerinin çarşıya çıktıklarında, ondan başka bir şey satın almamaları gerekirdi.” derdi. Açlık, mürîdler için niyâz, tevbekârlar için tecrübe, zâhidler için siyaset ve ârifler için aşk olmak üzere, dört türlüdür. Sehl b. Abdullah, acıkınca güçlenir; bir şeyler yiyince de zayıflardı.

Açlık gönlü Allah’a yaklaştırdığı mideyi ise dünya nimetlerinin peşinde koşmaktan kurtardığı için ahireti dileyenlerin en çok isteyeceği nimettir. Açlık Allah’ı dileyen müridler için Rablerine bir niyaz ve yöneliş; Allah’a tevbe edenler için Allah dışındaki her şeyden geri dönme tecrübesi; dünya nimetlerinden gönlünü ve zihnini özgürleştirenler için bir yaşam tarzı;ilmini yaşayan Allah âşıkları için ilâhi aşkın kaynağıdır.

Sufiler açlığı bir ganimet bildikleri gibi onlar şeytanın tok bir insana vereceği vesveseyi de çok etkili bir dille ifade ederler: Onlar, şeytanın ayaktaki tok adamın boynuna sarılıp içine girip istediği gibi vesvese verdiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre açlık, kalbi sâfileştirir, hevâyı öldürür, ince ve sırlı ilimleri te’min eder. Bu manada Zunnûn el-Mısrî : “Doyana kadar yiyip, kanana kadar içtiğim bütün zamanlarda, ya Allah’a isyan etmiş ya da bir masiyete niyetlenmişimdir.” demiştir. Bu nedenle insanın Allah’a ve ibadetlere duyduğu açlık ne kadar değerli ve önemliyse ruhu beslemek üzere oruç tutması da o kadar değerlidir. İnsanın bedenî açlığı nefsi terbiye ederken; Allah’a kavuşmaya yönelik açlığı gönlü terbiye eder; ruhu doyurur.

Hem bedenî hem manevî açlığını oruçla terbiye eden bir kişi için oruç, ten midesini terbiye edip gönül midesini harekete geçirir. İnsan mideden vaz geçerse gönüle gider; gönülde Rabbini bulur. Hz. Pir Mevlâna bu durumu şöyle ifade eder: “Ten midesi, insanı samanlığa doğru çeker götürür; gönül midesi ise reyhanlığa ulaştırır. Samanla, arpayla beslenen hayvan kurban olur; Hakk nuru ile gıdalanan da Kur’an olur. Mideden vazgeçip gönüle doğru yürü de, Allah’tan sana perdesiz, açık selâm gelsin. Kendineçeki düzen vererek bir iki adım daha at da aşk, kulağını tutup sana, ‘Gel’ desin.”

İnsan gönül midesini ancak oruçla terbiye edebilir. İnsan midesinin derdine düştüğünde dünya nimetlerine olan isteği artar. Ancak Rabbine kavuşmanın derdine düştüğünde midesinin ve bütün dünya nimetlerinin kölesi olmaktan kurtulur. Açlık bedenin hoşuna gitmese de ruhu besleyen, nefsi temizleyen ve dikkati Allah’a yönlendiren bir öneme sahiptir. Bu nedenle açlık, beden için belâ olduğuna göre, demektir ki, o kalp için ziya, ruh için safa ve sır için likâdır.

Yani açlık beden için bir sıkıntı sebebi; kalp için güneş ışığı gibi aydınlık bir nur; ruh için huzur ve rahatlığın kaynağı; insanın sırrı için manevî bir elbisedir. Beden topraktan yaratıldığı için meyli hep maddeyedir. Ruh, Allah’ın nefesi ve özel bir işi olduğundan meyli de Allah’adır. Bu yolda, besili bir beden, ruh için hakiki bir engeldir.

Bilgin sana kıymet, talebin neyse, osun sen,
İnsanlığı, sade yiyip içmede mi sandın?

Hz. Pir’in bizlere tavsiyesi ile misk-i hitâm eyleyelim: Ey hakikati arayan kişi, bu ağzı bağla. Yani çok yemekten, çok konuşmaktan vazgeç. Çünkü bunlar, hakikat âlemi için birer göz bağıdır. Fazla yemenin ve değersiz şeyler konuşmanın mânâ âlemini müşahede etmeye engel olduğunu gör!

16. MEKTUP

16. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların onaltıncısıdır.

1mursidinmektuplari

Ezelin ezelinde bilinmekliği ve sevilmekliği murad ederek muhabbetiyle âlemleri halkeden ve bu muhabbetle âlemleri muhît ve cami olan muhabbetinin cazibesini ve zevkini âlemlerin bekası içün kuvvet eyleyen, beşeriyeti muhabbetle îmâna sevkedüp İslâm ile müşerref kılan, ihsanıyla dünya ve ahiret nimetleri lütfedip kullarına va’dettiği nimetleri asla değiştirmeyen kelâmı güzel, kendisi güzel, cemâliyle güzelliğinden cümle âlemi nasibdâr kılan Cenâb-ı zü’l-Celâl, ve’l-Cemâl, ve’l-Kemâl ve tekaddes Hazretleri’ne aşk u şevk ile hamdolsun.

Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetinin mazharı, resüllerdeki nurun menbaı, lî meallah tahtının şâhı, sübhânellezi esra biabdihî’nin mazharı, mahbübu’l-kulüb, mürebbi-i vicdan, ekmel-i mahlûkat ve beşerin yani benî Âdem’in mefhari Hazret-i Fahr-i âlem Efendimiz’e, muhabbetle halkolunan âlemler adedince muhabbetle salât ü selâm olsun. Cenâb-ı Hakk’ın kabul eylediği bu hamd ü senâ ve salât ü selâmdan Allah Resülüne tâbi olan cümle ehl-i îmâna, hassaten ehl-i beyt-i Mustafa’ya, ashabına ve etba’ına en güzel şekilde ikram ve ihsan olunsun.

Oğlum İhsan Efendi, esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhû.

Güzel evlâdım, Allah seni iki cihanda azîz eylesin. Maddî ve manevî müşkillerini hail ve âsân eylesin. Halini ahsenü’l-hal ve ekmelü’l-hal üzere dâim eylesin.

Tarikatın sırr-ı sâdık bendegâna meftuhtur(Sadâkatle yola devam edenler için tarikatın incelikleri ve güzellikleri kendini gösterir, onlara açılır.). Zîrâ sırra mahrem olmak bir haneye veya kişiye mahrem olmak gibidir. Aşinalık akrabalığı, akrabalık da mahremiyeti celbeder. Mahremiyetten öte kişiye lâzım olan muhabbettir. Nasıl ki kişi bir aile edindiğinde o ailenin kendi içindeki zâhirî şartlarını yerine getirir. Yuvalarında huzur olur mes’ud olurlar. Mahremiyet muhabbete mâni değildir, muhabbet ise mahremiyet hususunda kişiyi laubaliliğe sevketmemelidir. Aile içinde bunu teessüs edenler saadet ma’rifetine erişirler. Aynı bunun gibi kişinin ibadet ve taatmda ilk önce o mahrem hudutları yani zâhirî çerçeveyi bilmesi ve bu hudutlara ta’zîm göstermesi îcab eder. Ancak bu kâfi değildir. Hürmetle riayet ettiği bu hudut içerisinde muhakkak muhabbet neş’esini tahsil etmelidir. Muhabbet olmazsa ne hâsıl olur? Hiç. İbâdat u taat, kulluk haddini bilmek Allah Teâlâ’ya kurbiyyeti(yakınlığı) tahsil etmek ve muhafaza etmek içindir. Cenâb-ı Hakk âdem sûretimizde cevherini sırladığı gibi bu sır dahî muhabbet eseridir. Muhabbetini de ibâdât u taatın zâhirînin içerisinde sırlamıştır. Ol sebebden Cenâb-ı Hakk’ın şeriatını tahrif, tezyif, tahrib ederek ve bu hususta lakayd olarak muhabbetin sırrını ve Cenâb-ı Hakk’a kurbiyyeti bulmak mümkün değildir. Bir şeyler bulsa da, bu bulduğunda muhabbet eseri olsa da hududa riayet etmediğinden bu muhabbeti muhafazası da mümkün değildir. Kişinin Allah Teâlâ’nın emirlerine ve nehiylerine meyletmesi, hürmetle, ta’zîmle bunları yerine getirmeye gayret etmesi doğru bir halde olduğuna işarettir. Sevdiğinin izini süren âşık gibi ilk önce kulda, Cenâb-ı Hakk’a muhabbetin şevkiyle O’na kulluk etme zevki başlar. O zevk kişiyi o sahanın ilmiyle ve ilm-i haliyle meşgul eder. Amma işlediği güzel amellerin içinde saklı olan bir sırr-ı muhabbet vardır ki işte onun tadına doyum olmaz. Ol sebebden din-i mübîn-i Ahmediyye yaşanınca anlaşılır, anlaşılınca yaşanmaz. “Ben hele iyice bir hikmetini öğreneyim de sonra kulluk yaparım.” diyen hiçbir kimse muvaffak olamamış, sâlih âmel işleyemeden göçüp gitmiştir. İşte tarîkat, öğrendiğini hemen hayata tatbik etmektir. Evvelce söylediğim gibi hikmet değildir, lezzettir. Tasavvuf erbâbının hikmetleri bu lezzetten sonra gelen hikmettir.

İhsan Efendi oğlum, sofilerin tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb diye beyân ettikleri usûlü tahfif ederler(hafife alırlar). Halbuki cümle ibâdât u taat tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb içündür. İslâm beş esas
üzere bina olunmuştur. Binayı niçün yaparlar? Öylece dursun diye mi? Binanın inşaında bir maksûd vardır. Lezzetle müşahede edildiğinde bu beş esasın tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb için olduğu ârif olanların ve birazcık insaf sahibi olanların nazarından kaçmaz. Bu beş esasın ilki şehâdettir. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûluhû… Yani şehâdet ederiz. Ne deriz, “Yâ Rabbi, ben kendi benliğim vehmindeydim. Amma ruhlar alemindeki sözümü hatırladım ve bu nefis benliğinden sıyrıldım. Bu zevk ile Senin birliğini müşahede ettim. Ben yokum Sen varsın Allah’ım. Buna şahidim ve benim kendi şeraitim, kendi aklım ve fikrim Sana kulluk etmek üzere kurban olsun. Ben bu zevk ile Senin gönderdiğin Resûlünü tasdik ettim. Kendi yoluma değil, kendi nefsimin çektiği yere değil, Resûlünün yoluna gitmek zevkine eriştim ve ona tâbi oldum. Benliğimi Muhammed’in yolunda sarfettim, hakîkî kulluğu onda müşahede ettim, diyerek şehâdet etmez miyiz? Bak gördün mü, şehâdet bizlere tezkiye-i nefsi ve tasfiye-i kalbi nasıl işaret ediyor. Cenâb-ı Hakk son kelâmlarımızı kelime-i tevhîd, son nefeslerimizdeki müşahedemizi de o kelime-i şehâdetin şehâdet mertebesinde eylesin. Âmin.

Savm yani oruç, nefsi Allah Teâlâ’nın rızası için helâlden dahî alıkoymak değil midir? Nefsin iştihasım Allah Teâlâ’ya kurbiyyet için tehir eder, rahmanî hudutlar içerisinde rahîmiyyet kokularını alırsın. Hal sahibi zâtlar mâsivaya oruçludurlar. Şöyle beyân edelim: Nasıl ki bir insan oruçlu iken iftar vaktine kadar kendisini nimetlerden alıkoyar, hâşâ nimetlerden alıkoyar dedim fakat esasında en büyük nimet îmândır. Fâni olan ikramları bakî olan ikrama değişmeyeceğini fiilen gösterir. Amma düşün ki bir adam imsak ettiği vakitte ağzıyla bir şey yemese de iftar vaktine kadar hep “Ah keşke yemek olsaydı, ah keşke şunu yeseydim, şunu işleseydim, şöyle etseydim.” dese o orucun feyzini alabilir mi? Alamaz. Demek ki kalbindeki niyetle başladığı o amel ifsad olmasın diye o niyete uygun amel ve ahvâl içinde olmalı. Peki bir kişi Allah Teâlâ’ya muhabbet ve kurbiyyet niyetindeyse artık mâsivaya(Allah’m gayrında olan şeylere) meyleder ve yalanıp durursa kalbindeki bu imsak layıkıyla iftara erişir mi? Erişmez. Amma biz sözün başına dönelim. Oruç ibadeti de gösterir ki, bu nefis tezkiye edilmeli ve kalb tasfiye edilmelidir.

Zekât, nefsimizle kazandığımız ve nefsimize ait olduğunu zannettiğimiz şeyleri Allah için infaka sevkederek bu evhamdan kurtulmamızın ilacı değil midir? Yani zekât benliğimizi kırar, emanet olan nefsimizi ve bu emaneti haiz diğer nefis sahiplerini müşahede imkânı vermez mi? Adı üstünde zekât. Zekât, temizleyen demektir. Neden temizleniriz? Haramla kazanılanın zekâtı olmaz ki. Demek ki bu temizlik derunîdir. Helâlden kazandığının zekâtı olur. Bu dahî gösterir ki nefsin tezkiyesi ve tasfiyesi lâzımdır.

Gelelim hacca. İşte Allah nasîb etti, sen de o mübarek topraklara gittin ve haccın topraktan ibaret olmadığını, Harem hudutlarının insanî ve rahmanî hudutlarla nasıl birleştiğini ve kesiştiğini müşahede ettin. Harem hududuna girdiğinde kendi kılına bile dokunmaktan alıkonuldun. Değil kılma dokunmak, Harem hudutları içerisinde bir dikenli ağacı bile kırmak cinayet sayıldı. Ben bana ait değilim Yâ Rabbi, “lebbeyk allahümme lebbeyk” diyerek dünya üzerindeki küçük bir parça gibi olan o mahrem hudutlar içerisinde dünya sahasında bulunman gereken kulluk merkezini müşahede ettin. “Benim canım yok, tenim yok, evim yok, mekânım yok, hepsinin sahibi Sensin, ben bunları kalbime koymayacağım, Senin Kâbe’ni tavafa ve Habîbini ziyarete geldim, şehâdet cümlemi hayatımda fiilen göstermeye geldim.” diyerek telbiye(lebbeyk) getirdin. Fesübhânallah, yâ hû bu tezkiye-i nefis değil tasfiye-i kalb değil de nedir? Tasavvuf erbabı şehâdette, oruçta, zekâtta ve hacdaki hali tüm hayatımıza kâim kılmaya çalıştığı için mi istihzayı hak ediyor? Fesübhânallah. İşte bu mânâyı anlayamayan kimseler, sofilere bühtan ediyor. Lâkin birazcık onların haline nazar edilirse ibadet taatların künhüne(özüne) vâkıf olamadıkları hemencecik anlaşılıyor. Gerçi şunu da söylemek lâzım; bazı sofiyim diyen sahtekârlar savm u zekâtı, hacc u salâtı ya tamamen ya kısmen terk ediyorlar. Neyse ki şehâdeti zahiren inkâr etmiyorlar. Ama bu halleriyle yalancı şâhid oluyorlar. Sözleri yalan, söyledikleri doğru münafıklar gibi oluyorlar. Amma bu kötü hal üzre olmayan sofilerin tenkid edilmesi ve muhabbetleriyle istihza edilmesi fevkâlâde elîm(çok acı) bir durumdur ve gaflet alâmetidir. Allah’a muhabbet edenlerden gafil olmak, bir nev’î Allah Teâlâ’dan gafil olmaktır. Vesselam

İhsan Efendi oğlum, salât yani namaz ma’lûmun ki hepsinden ziyâde ehemmiyeti hâizdir. Bir kişi namaz için niyet edip abdest almak üzere hareket ettiği andan i’tibaren namazın fazileti ve mânâsıyla haşr ü neşr olur. Bir kişi abdest almak üzere ayağa kalksa ve o anda ecel erişse namazdaymış gibi muamele görür ve haşr gününe kadar bu hal üzere kalır ve öylece kıyamet meydanında isbat-ı vüçûd eder. Ol sebebden namaza Allah u Ekber diye dururuz. Canımızı Allah’a kurban ettiğimizi, mâsivadan geçtiğimizi, dünyayı elimizin tersiyle ittiğimizi ve Allah katındaki mânevî hüviyetimizi tasdik eder gösteririz. Yüzümüz kıbleye döner. Ellerimizin içi de kıbleye döner. Zîrâ avucun içi bâtındır. Ve cümle işler elimizin dışıyla değil içiyle yapılır. Dünya sahnesinde hep ellerimizin üstünü görürüz. Fakat mânâ penceresine açılan ve böylece o pencereden Cenâb-ı Hakk’a varlığını ısmarlayan kişi avucunun içini kıbleye açar. Bu iftitah tekbiriyle ve bu açılışla maddeye kapanırız. Maddî âlemden sırlanırız. Mânâya doğarız. O andan i’tibaren artık vücûd bize ait değildir. Hak Teâlâ’nın emrettiği vakitte mecburiyetle değil severek, isteyerek, kendi ihtiyarımızı(seçme hakkımızı) rızamızla sevkederek bu ihtiyarımız elimizden alınmadan evvel huzura dururuz. Tercihimizi haktan ve mânâdan yana kullanırız. Dolayısıyla namazda dışarıdan ses duysak da bakmayız, âzâlarımızla oynayamayız. Kolumuzu, başımızı, elimizi ayağımızı o namaz hududunun dışına çıkacak şekilde oynatamayız. Emrolunduğumuz gibi ve Efendimiz’den gördüğümüz gibi namazımızı edâ ederiz. “Huzuruna geldim yâ Rabbî.” diyerek kıyam eder, el bağlarız. Bu âlemdeki asıl vazifemizi yani hamdetmeyi Fatihâ-i şerîfi okuyarak tasdik eder, tahmid ederiz. Üzerimizdeki kulluk emanetiyle iki büklüm olur, tevâzu’yla ve bu emanetin azametiyle rükû’a varırız. Ol sebebden “Subhane rabbiye’l azîm” diyerek azamet sahibi Hazret-i Allah’ı teşbih ve tenzih ederiz. Onun azameti karşısında eğilmemizden dolayı Allah Teâlâ bize kendi lisanıyla konuşmaya müsaade eder ve “Semi’ Allahu limen hamideh-Allah hamdedenin bu hamdini duydu.” dedirtir. O, Cenâb-ı Hakk’m bizi duyduğunun lisânımızdan zuhûrudur. Bu sözü hariçte söylesen boynun vurulur, elinde delilin mi var, derler. Şâir yerde söyleyemezsin ama Hakk’a ta’zîm ile rükû’ eden kişiye ve kendi benliğini Allah Teâlâ’ya verene Allah, konuşma selahiyetini bir anlık da olsa verir. Kıyama durduğunda kulun Allah’a yaklaşması, rükû’dan sonra kıyama durduğunda Allah Teâlâ’mn kuluna yaklaşması vardır. Düşün, tefekkür et. İşte ol zaman kul bu hal üzre secdeye kapanır. Cenâb-ı Hakk’m hamdimizi duyduğunun tasdikini kendi ağzımızdan yine bize duyurduğunu farkettiğimizden mahviyetle secdeye kapanırız. Allahu Ekber diyerek bu âlemde şahsiyetimizin nişânesi olan yüzümüzü yere sürer, kendimizi kaybeder, Allahımızı buluruz. O secdeden ancak tekbirle kalkılır. O’nun izniyle secdeden kalkınca bir defa daha bu secdeden mahrum olmamak için Allahu Ekber diyerek gene secdeye kapanırız. Sonra kıyama kalkar, artık o tevhîd merâtibini ve îmân derecelerini, mi’râc sırrını her rekâtta adım adım farkeder ve namazın nihayetinde Ettahiyyatü okuyarak sidretü’l-mühteha’dan öte Cenâb-ı Hakk’m mahrem hudutlarında ve huzur-i Rabbanî’de oturarak karar kılarız. Sonra selâm eder, husûsî halden umumî hale geçeriz. Namazda konuşamayız, selâm verdikten sonra tekrar bu âlemde konuşmaya hak kazanırız. Ne buyurmuş Efendimiz: “Esselâm, kable’l-kelâm- Konuşmadan evvel selâm vardır.” Namazda huzur zevkini tatmayan kişilerin kelâm etmeye hakları yoktur, vesselâm. Çok kısa olarak lâkin müşahede makamında namazın hallerini sana arzettim. Şimdi îmân nuruyla ve irfan nazarıyla baktığında bu halin tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb olduğunu farketmez misin? Nasıl farkedilmesin ki, başka bir şey yoktur. Tamamıyla bu halin ayân beyân meydana konulmasıdır namaz.

Kıymetli İhsan Efendi oğlum, evliyâullah hazerâtının evrâd ve ezkârı hep namazlarla beraber, ya onlardan evvel yahut o namaz vakitlerinden sonra olmak üzere ta’yin olunmuştur. Evvelce arzettiğim gibi namazsız değil derviş keşiş bile olmaz. Zîrâ keşişlerin bile tahrif olunan din üzere namaza benzer kendince ibadetleri vardır. Bizim Balkanlar’da, namazsız, Halvetiyim, Bektâşîyim, şuyum buyum diyen bir sürü kabak dolaşmaktadır. Bunlar kendilerini dine uyduracaklarına dini kendilerine uydurmaya çalışan ahmak deyyuslardır. Allah şerlerinden cümle ümmet-i Muhammedi muhafaza eylesin. Kendilerini ve yanlış fikriyatlarını ebter eylesin, ıslahları mümkün değilse zâlimler elinde maskara ve soytarı olarak helâk eylesin. Bu sözlerimin ağır olduğunu düşünenleri de Cenâb-ı Hakk müşahede sahibi eylesin. Eylesin ki onlar da felaketin insanları ne denlü bir yola sevkettiğini görüp bu densizlere kalben buğzeylesin.

Velhâsıl İhsan Efendi oğlum, Allah’ın emirlerine ta’zîm ve hürmet etmeyen yani ibadet ve taattan nasîbdâr olmayan kişiler bu muhabbeti tahsil edemez. Lâkin ibadet ve taattan murâd, Cenâb-ı Hakka kulluk, Cenâb-ı Hakk’a kulluktan murâd da ona kurbiyyet ve muhabbet, neticede vuslattır. Kul kendinde zerrece olan muhabbeti taata sevkederse bu taatın içerisinde muhakkak o zerrenin sahibi olan zâtın muhabbetini müşahede eder. Tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb hep bu muhabbetin ziyadeleşmesi ve Allah Teâlâ’ya kulluğun kişinin istidâdına göre en güzel şekilde îfâsı içündür. Allah Teâlâ sadece bizim ibadet vaktimizde hâzır olan Allah değildir. Zaten kulluk da belli vakitlere hasrolunmuş fiillerden ibaret değildir. Husûsî vakitlerdeki bu hal hayatımızın son nefesine ve ânına kadar şâmil olmak içün bize bahşedilmiş güzelliklerdir. İşte tasavvufun hikmeti ve beyân etmeye gayret edilen muhabbeti bu mânâyı hâvidir.

Cenâb-ı Hakk zâhir ve bâtınlarımızı nur eylesin. Kendi zâtının harem hudutlarına riayet ederek kendi cemâline ve güzelliklerine mahrem eylesin. Hürmetimizi muhabbeten hürmet, zikrimizi ve fikrimizi ihsan derecesinde ülfet, cümle ahvâlimizi Kur’ân ve sünnet üzre dâim eylesin. Bu âlemdeki mahrumiyetimizi cemâlullahıyla ve cemâl-i habîbullahıyla, Efendimizle memnuniyetimize tahvil eylesin. Kusur ü küsûrumuzu hasenâta tebdil eylesin.

Subhâne rabbike Rabbi’l-izzeti amma yasifûn, vesselâmun ale’l-mürselîn, velhamdülillahi rabbi’l-âlemîn. Dua ve niyazlarımızın kabulü içün, zikre ve beyâna gayret ettiğimiz şu mânânın bizlere fetholunması içün el-Fatihâ meassalâvât.

17. mektupta görüşmek üzere …

Oruç ile benliği at, can oluver


Ey can bülbülü,
Bulagör gülü, Lâ mekân ili olsun durağın …

“Ne mutlu sözün fazlasını dilinde tutana ve malın fazlasını infak edene” manasındaki hadis-i şerife inat şimdilerde malın fazlasını saklıyor sözümüzü de pek kimseden esirgemiyoruz doğrusu, makam sahiplerinden affımızı istirham ederek, cürêtimizin mazur görülmesini dileyerek başlarız söze… Ne yapalım bir neşe, bir muhabbet var üzerimizde; zâhirde oruç ile, hakikatte ise Kur’an sayesinde, öze dönüp kâinatın ahengiyle hemhâl olmanın, müslümanca yaşama üzerine denemelerin mevsimi geliyor erenler, Hak Nebi (sav)’nin dilinden: “Eğer kullar Ramazan ayında bulunan her şeyin bilincinde olsaydı tüm varlığı ile bütün ayların Ramazan olmasını isterdi.”

Ne hoş geldin sen ey şehr-i Ramazan

Ramazan geldi; aşk ve iman padişahının sancağı erişti! Artık maddî yiyeceklerden elini çek! Çünkü, göklerden manevî rızık geldi ve can sofrası kuruldu! [Hz. Pir Mevlana]

Rızasın gözle Mevla’nın, desinler sana hoşgeldin
Cihân bağını mülk ettin, niçin divâna boş geldin

Biliriz her dem hatadır kârımız lakin boş ta gelmedik hani, Kenan-ı Rıfai (ks) hazretlerinin bir nutku şerifine, Udi İzzeddin Hümayi Elçioğlu’nun (1875-1950) (kendisi İsmail Hakkı Bey talebelerinden olup bir de Mevlevî âyin-i şerifi bestekarıdır) Acemaşiran makamında bestelediği ilahi, 205. Mestmp3 olarak ikramımızdır. Can kulağıyla dinlenmesi ve dahi icrası ile aşk-ı Mevla’nın celbine, fuyuzat-ı Rabbani’nin ilhamına vesile olmasını niyaz ederiz.

Ben ben isem canda değil / Ben sen isem tende değil
Sen ben isem ten can olur / Ben ben isem tende değil
Hasılı ben’den çıkıver / Benliği virân ediver
Canda beni ister isen / Benliği at can alıver

Hak Teala’nın “Oruç benim içindir” buyurduğu bir mevsimin gölgesi düştü üzerimize… Lakin bâtını, kendi iç dünyası, nefis ve heva ile dopdolu birer ten-pereste dönüşen, günümüz insanına “Oruç benim içindir” in lezzeti nasıl ulaşsın!

Madem “Ameller niyetlere göredir” ve “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır” buyurdu Hak Nebi (sav). Her şey zihniyete göre, niyete göre… Çünkü insan aklıyla kalbiyle, niyetiyledir. Niyet kalbin amelidir. Amelsiz niyet (yapmak isteyip de yapamama), samimiyetsiz amelden (gösteriş için yapılandan) daha hayırlı olsa gerektir. İnsan bu, niyet ettiği güzel şeyleri her zaman yapamayabilir, şeytan ve nefsin işi ne! O niyete de mükâfat veriyor Allah… Yaparsa kat kat mükâfat veriyor. Ama yapamasa da, sen buna niyet ettin diye mükâfatı veriyor ya gelin biz dahi niyetlerimizi bir güzel tazeleyelim de Hakiki oruç ile talib-i Hak olan siz güzelim canlar, onun izam-ı şânına vâkıf olasınız.

Gönül kandili tokluktan kararır, can dimâğı yemekten şaşkınlaşır, ayna cila ile aydınlanır ya biz de Oruç nuruyla süsleyelim gönlümüzü ve bu Ramazan farklı bir oruca niyetlenelim.

Artık, ekmeğe karşı ağzını kapa, tatlı oruç geldi. Şimdiye kadar yemenin içmenin hünerini gördün. Şimdi de orucun hünerini seyret. Orucun bazı zorlukları varsa da, yüzlerce çeşit hüneri de vardır. Oruç sevdası bambaşka bir sevdadır. Şeytanın bütün hileleri, tedbirleri, bütün okları, oruç kalkanına çarpar kırılır. [Divân-ı Kebîr:II-2307]

İmsaktan iftara, yemeden içmeden, cimâdan kesilmek derse de şeriat, sen orucu “Boğaz kavgasından, yemek içmek davasının kesretinden, kasvet-i kalbe müptela olduğumuz, esir-i şehvet bir halden, cemî’-i mâsivâdan perhiz kılıp cümle heva ve hevesten fâriğ olarak lezzet-i muhabbetullaha varan bir hicrettir” diye anla ey can!

Hakiki oruç bütün heveslerden imsâk etmektir. Aramaya lâyık olmayanı arama! Söylenmesi lâzım olmayanı söyleme! Görülmeye lâyık olmayana bakma! Duyulmaması gerekeni dinleme! Hile ve düzene el atma! Emel yolunda adım atma! İlim ve ameli, riyadan arındır! Hatta kalbini Allah’dan gayrı her şeyden temizle! [Hz. Şârih Rusûhi Dede]

Ey safa ehli sûfi! Karınlar acıktığı zaman cisimler ruhanileşir. Miden boş olsun ki, ney gibi niyazla inleyesin. Miden boş olsun ki, kalem gibi sırları söyleyesin tâ ki meydân-ı aşkda tazarru ve niyâz ile bir hoşça nâle kılasın…

Ey vefa ehli âşıklar! Bu hafta da, Hazreti Şarih’in, “…Dervişe vâcibtir ki…” diye başladığı lokmanın şartlarına dair târifi ile veda ederiz sizlere: “…Ol lokma helal ola, ol lokmanın Hâlıkı Hak idiğin bilesin, ol lokmayı kendi kesb (kazanç) ve tahsîlinden bilmeyip belki mahzâ (ancak) Hakk’ın sana in’amı (nimeti) bilesin. Ol lokmanın mukabelesinde (karşılığında) şükür kılasın. Lokmanın evvelinde “Bismillah” demek ve yemekten sonra elleri yıkamak ve sofra ve kâse kenarına oturmak ve yemekten sonra “Elhamdulillah” demek, sol ayağın üzerine oturmak ve bir gayrının yediğine, lokmasına nazar kılmamak ve dahi kendi önünden yiyip ağzını şapırdatmamak ve yemekten sonra elleri yıkamak. Vallahu a’lem bi’s-sevâb.

Ey alemlerin Rabbi olan Mevlam! Bizlere kasvetli, kararmış, katılaşmış adeta taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşatacak oruçlar nasib eyle, feryadımızı, ah u vahımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin. Ya Rabbi! bizleri Ramazan-ı şerifin şefaatine nâil kıl, şikayetinden emin eyle, Gönlümüzü hakiki oruç ile saflaştırıp aşkın ile terbiye eyle…

Vakt-i şerif, Cuma, Şaban-ı Şerif, ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola, Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah, Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola, Şefaat û nebi cümlemize nasib ola efendim, Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin, Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da huzur bulasınız…