BOSNALI HASAN KÂİMΠNA’TI

Bismihû ve bihi nestâin,
Hamd varlığını izhâr eden Allâh’a, salât u selâm zâtı, Hakk’ın zâtına ayna kılınan Habîbullah Efendimiz’e ve yakınlarına ve haklarında “Ashâbım yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” buyrulanlara ve “İki torun, Hasan ve Hüseyin, ehl-i sünnetin gözbebeği ve ehl-i cennetin delikanlıları ve Ümmet-i Muhammed’in makbul şefâatçilerdir” ile müjdelenen evlatlarına âittir.

Ehl-i Beyt’in hubbudur lezzet veren eşyâya hep
Âb-ı Kevser’den irer mi katre, münkîre acep
meded_eyEs-salâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Resulallâh
Es-salâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Habîballâh
Es-salâtu ve’s-selâmu aleyke yâ men kerremehullâh
Ve yâ hayre halkullah,  yâ emîne vahyullâh
Yâ nûr-ı ‘arşullâh, Yâ Hak Habîballâh
Yâ Seyyîd-i veled-i Âdem, yâ Hak yâ destûr

Yâ Beşer-i Hudâ, yâ Nûr-u Yezdân, yâ Merd-i Meydân
Yâ Fettâh Haydar, yâ İmâm-ı Aliyyü’l Murtazâ, yâ Hak yâ destûr

Yâ Haticetül Kübra, ya Fatımatu’l Zehra
Yâ Hulk-u Rıza, ya Hulk-u Cemi’
Yâ İmam Hasan, ya İmam şâh-ı şehîd-i Kerbela,
Yâ Sahibu’z-zaman Meded Mehdî.
Yâ Geylanî Kaddesallahu Sırrahul alî
Yâ Hayru’n Nas, yâ Şeyh-i Enâm
Yâ Hak Yâ Destûr…

Arşın nuru yere indi
Suyun rengi nûra döndü
Hep susuzlar suya kandı
Muhammed doğduğu gece

Vesîle-i şâhânesiyle bizleri yeniden buluşturan ve hakkında “Kerâmât-ı bâhire ve makâmât-ı kâşife ile meşhûr ve ilm-i cifrde mahâret ile ma’mûr ve sâhib-i cezbe olmağla mürettep divanı Bosnevîler mâbeyninde hayli makbuldür” buyrulan Halvetî Kadirî meşâyıhından Bosnalı Şeyh Hasan Kâimî Hazretleri‘nin (v. 1691) “Yâ Muhammed Ahmed Yâ Nûr-ı ‘Arşullâh” nakaratlı müsellesidir ki bir zamanların tevhid meydanlarında, devranlarda besteli olarak gürül gürül çağlar imiş erenlerim:

Ey gönül tâlib isen aşkına Muhammed’in
Gel bu mecliste dönelim şevkine Muhammed’in

Zâkirbaşı, “Es-salâtü vesselâmü aleyke yâ Resûlallah” der. Perde perde sesi olan zevatın hepsine teklif ve rica eder: “Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Habîbellah; Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ nûr-ı arşullah; es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ seyyide’l-evvelîn ve’l-âhirîn; ve’l-hamdülillâhi rabbi’l-âlemîn” diyerek nevbeye hitam verilir. Oturulup aşr-ı şerif kıraat olunur. Dua edilerek ttâ böylece tevhîd-i şerife başlanırmış ki ne saâdet ne saâdet…

Biz dahi, aşk ocağından ikrâm olunan feyz ile Murâdi Sultân’ın “na’t ile hemhal olanlara dair hayr duasına” nâil olmak ümidindeyiz; o halde buyrun irfan sofrasına:

DER NA’T-I NEBÎ MEDH-İ NÛR-I ‘ARŞULLÂH
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün

Gark iken deryâ-yı vahdette felekler mihr mâh
Kendi, kendi birliğine şâhid idi ol ilâh
Bunu deyip kendözüne sırrile ol pâdişâh
Yâ Muhammed Ahmed Yâ Nûr-ı ‘Arşullâh

Vahdet deryâsında felekler, ay ve güneş henüz fark edilmeyip bir ile bir iken (lâ taayyün), ol ilâh (Allâh) kendi birliğine yine kendisi şâhid idi [3:18] “Ey arşın nûru, Ey Muhammed Ahmed” zikrindeydi kendi sırrında…

Dürr-i bî-hemtâ yarattı “kün” deyip ızhâr için
Bî-hurûf ü lafz ü savt ol sûret-i envâr için
Yek nazar kıldı aña bu ‘âlemi âşkâr için
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Varlığın sevincini açığa çıkarmak için, zâtının nûrunun zuhûrundan eşi, benzeri olmayan bir inciyi, o nur sûretinde bir safâ nazarı ile, harfsiz, sessiz âşikâr eyledi: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Feyz-i akdes’ten ‘amâda kodu hubbile dilek
Mülk düzeldi ‘âlem oldı çarha girdi nüh felek
Vahy-i Hak’da dedi ervâh-ı beşer cinn ü melek
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Mutlak bilinmezlik âleminde, ilm-i ilâhîde biçim kazanan varlıkların zâhir âlemine çıkmasını yâni a’yân-ı sâbitelerinin istîdâdına göre zuhur etmesini sağlayan bir tecellî  için murâd-ı ilâhi, alemleri değişik mertebelerde muhabbetle vâr eyledi. İlk insan Hz. Adem cesetlerin evveli iken ruhların evveli bütün mahlukatın dilinde O idi: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh  

Eyledi zıyk-ı ‘ademden hem şefâat bunlara
Kangı neye lâyık ise erdi tevfîk cânlara
Gayret-i Hak zâhir oldı çün girildi donlara
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Yokluğun daraltısından istîdat halindeki varlığa şefâat erişti, her kim ezelden yatkınlık olarak her neye lâyık ise, canına tevfik-i ilahi erişti, Hakk’ın kayırması zâhir oldu ve her var bir sûrete büründü, vücût buldu: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Şol “e-lestu bi-rabbikum” vaktinde kıldığı cevâb
Anı ızhâr eyledi bunda ‘ıkâb u bâ-sevâb
Kimi âşkâr kimi gizli bu sözü der bâ-savâb
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Allah’ın ruhları yarattıktan sonra sorduğu, “Elestü bi-rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) diye sual eylediği o ezel meclisindeki ikrar üzre dünyâ aleminde imtihan için bu cevabı doğrulama imkanı doğdu. Kimi açıkça, kimi gizliden “Sen, bizim Rabbimizsin” hitâbını söyler durur: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Korkuya sâlih düşünce nite ola zâlimîn
Bunda özünü kayıranlar anda olur sâlimîn
Bâ-husûsan ola şâfi’ rahmeten-lil-‘âlemîn
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Bu imtihân, zâlimler için korku dolu bir düşüncedri. Oysa burada kendi hakikatlerini gözetenler, orada gam ve kederden, korku ve endişeden uzakta olurlar ki bu da ancak âlemlere rahmet olanın husûsî şefâati ile mümkün olacaktır: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Hubb-ı Hakk’a lâyık olan hey ‘aceb ne hâk ola
Çok salavât okuya hem sâhib-i levlâk ola
Yoluna baş oynayanlar ol zamân bî-bâk ola
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Hakk’ın muhabbetine lâyık olan, severek yarattığı insan, bedenden ibâret midir ki çürüyüp toprak olsun. Her insan kendi aslı, hakikati ile yeniden tanışmak için çok salavat okumalıdır ki “SEN OLMASAN ALEMLERİ YARATMAZDIM:LEVLAKE MAKAMI” sâhibi ile aradaki mesafeleri kaldırsın. Bu yolda canından geçenler yârın Hak divanında korkusuzca yiğitçesine dolaşırlar: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Def’ olur bunlarla dâ’im ümmete gelse kazâ
Bu hasebde bu nesebde zâhir ü bâtın rızâ
Şeyh ‘Abdü’l-kâdir’in ceddi Resûl-i Murtezâ
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

İşte böyle, (hakikatini bilen) korkusuz Hak erenleri ile ümmetin üzerine gelecek kazâ ve belâ def edilir, bu asâlet ve bu nurun zâhir olduğu soy silsilesi zâhir ve bâtın kazaya rızâ makamındadır. Aynı silsileden gelen Şeyh Abdulkâdir Geylâni hazretlerinin de ceddi kendisinden hoşnut ve râzı olunmuş o resüldür: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Enbiyâ vü evliyâ Hakdır vücûd oldur hemân
On sekiz bin ‘âlem ile bu zemîn ü âsumân
İsm-i a’zam kendi ismi Kâimî yoktur gümân
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

O nurun, varlık âlemine düşen gölgesi nebîler ve velîler Haktır ve âlem boş değildir. Lâ-taayyün âleminden insan-ı kâmil’e gelene dek her ne var ise bu nurdan ibarettir. Varlık bâtında La ilahe illallah, zâhirde Muhammedun Resulullah olduğundan hiç şüphesiz bil ki ism-i a’zâm da kendi ismidir ey Kâimî: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Bâng okunur günde beş kez tâ kıyâmet dem-be-dem
Dîn-i İslâm zâhiren buldu ikâmet dem-be-dem
Putları bâtıl itti işbu ‘alâmet dem-be-dem
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Ezan ile günde beş kez kıyamete kadar dünyanın her yerinde her nefes Hakça hakikat haykırılır. İslam dini, zâhiren salat-ı ikâme ile dâimâ böyle ayakta durur . İşte bu tevhid remzi ile bütün putlar hükmünü yitirmeye mahkumdur her nefes: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Sözün üzre söz bulunmaz ins ü cinn hayrân durur
Bastığın yere göz ermez ne ‘aceb seyrân durur
Senden ayrı câmi’ uçmak ‘âşıka deyrân durur
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

İnsanları ve cinleri hayran bırakmada senin sözünün üzerine söz bulunmaz. Hâssaten mirâcındaki seyre hayran kalmamak ne mümkün; senin dolaştığın yerleri, görebilmek, idrak edebilmek haddimiz değil. Seninle ayrı düşüp cennete uçmak, camide bulunmak aşık için kilisede (kesret) olmak gibidir: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Hakk ile nâtık olup edyânı bâtıl eyledin
Cümle mahlûku geçip Hakk ile Hak’da söyledin
Hak’dan artık kimse bilmez anda n’itdin n’eyledin
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Mirâcında Hak ile konuşup bütün diğer dinleri iptâl eyledin. Varlık sınırının ötesinde, ikincisi olmaksızın Hak ile Hak’ta söyledin. Hak’tan başka kimse bilemez ki orada o anda ne yaptın ne söyledin: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Hükm-i Kurân ile zâhir şer’i ibrâz etmeyi
Ehl-i ‘aklı nice mümkün sırra hem-râz etmeyi
Kendinden geçmez ki bula keşf ile râz etmeyi
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Senin getirdiğin kitabın hükmü olan şeriatı ibrâz edenlerin, sırf akılla bu sırları idrak etmeleri, kendi benliklerinden geçmeyenlerin bu yüce sırları keşf etmeleri ne mümkün: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Âlim ü dânâ alub yaptı şerî’at nüktesin
Âşık u sâdıklar aldı bu tarîkat nüktesin
Nedir ol kümmel ki buldu hakîkat nüktesin
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Bu dinin âlimleri, bilginleri şerîat nüktesi ile söz söylediler. Âşıklar ve sâdıklar tarîkat nüktesini aldılar. Nedir o kâmiller ki buldu hakîkat nüktesini: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh.

Şerîatın sözleri hakîkatsiz bilinmez
Hakîkatin sırları tarîkatsız bulunmaz

Feth-i Mekkî yâ Fusûs yâ Mağrib-i Ekber gibi
Şeyh ‘Abdü’lkâdirî yâ Mevlevî rehber gibi
Âleme bir bir gelenler Sâhib-i Kamber gibi
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Fütuhât ve Füsûs sahibi Şeyhü’l Ekber gibi ya Şeyh Abdulkâdir Geylâni veya Mevlâna Hazretleri gibi bir rehber olsun hepsi Mâye-i Muhammedîyi, Şâh-ı Merdan olan Hz. Ali Efendimizden mirâs kalan manâyı nesilden nesile, erden ere taşırlar.

Hatm-i mürsel zâhirindir, bâtının hem hâliyâ
Âşikâre ‘âlem içre ‘ilm-i hâl-i evliyâ
Hâtemin hükmü velî sâhib-zamândır mehdiyâ
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Zâhiren nübüvvet seninle son bulduysa da “Levlâke sırrı” gereği bâtında şimdide vâr olan da ancak sensin ki evliyâullah hazerâtının tevhîd hâliyle, ledün ilminden sızarak âşikâr olan da ancak sensin. Mührünün taşıyıcısı Hazret-i Mehdî zamanın sahibidir: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Mu’cizâtın âşikâre nazm-ı Kur’ân şakk-ı mâh
Ne belâ’-i rû-siyâhdur Bû Cehil ey pâdişâh
Buna şâhid çâr ‘unsur taş ağaç sahrâ giyâh
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Apaçık mucîzelerinden olarak, hem senin âlemi okuma biçimin olan Kuran’ın metni, sözdizimi, manâsı hem de pek çok şâhidi olan “ayın yarılması” hadîsesi ortada iken bunların şâhitlerinden biri olduğu halde cehâlet karanlığında kalan Ebu Cehil’in (nur düşmeyen) kara yüzü ne büyük bir belâdır ey pâdişâh. Ki senden zâhir olan birliğe hava, ateş, su toprak, ağaç, çöl ve otlak dahi şâhid: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Hamd-i Hâmid zât-i pâk-i “Kul Hüvallâhu Ehad”
Hazretindir Hak meşhûr ol ki “Allâhu’s-Samed”
Doğmadı doğurmadı birdir vücûdu tâ ebed
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Kulları tarafından sonsuza dek övülen, kemâl sıfatları zikredilerek kendisine hamdedilen manâsına Hâmid hem esmâ-i hüsnâ’dan hem esmâ-i nebî’dendir. Cümle övgüler senden sanadır ki bunda ihlâs sırrı olan “Huvellahu Ehad” mahfûzdur. Senden zuhûr eden bâtınındaki Hak’tır, seni gören Hakkı görmüştür ki bu esrâr ancak “Samediyet” perdesi açılanlara ilân edilir. Kendisinden ikinci bir varlık zuhûra gelmemiştir, kendisini var eden de yoktur, sonsuz-sınırsız tek bir bütündür O: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Zâta lâyık hamd ü kulluk senden özge kim ide
Enbiyâ vü evliyâ çün ‘acz ile gelip gide
Kapı açan cümleye sensin zuhûr u ma’nîde
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

O zâtın hüviyyetini bilen ancak sensin, senden başka kim var ki O’na lâyık hamd, kulluk izhâr ide. Senin manânı taşıyan nebîler, velîler gelirler ve acziyetlerini îtiraf ederek şöyle bir görünüp giderler. Cümlesinden görünen öz de ancak senin manândır: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Mûsa’ya nûrun şecerden kendin ızhâr eyledi
Âyet-i “innî enellâh” gördü ikrâr eyledi
Küfr-i zülfün bir kılı Mansûr’u berdâr eyledi
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Senin nûrun Hz. Musâ’ya “İnni enellâh” sadâsı ile bir ağaçtan kendini gösterdi ve Hz. Musâ, o sıfatın ardındaki hakikati görerek ikrâr eyledi. Bir gece misali saçının telinin karanlığı düşünce Hz. Hallâc-ı Mansûr’un üzerine o tele asılıp îdam edildi: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Len-terânî darbesin Mûsî nebîye urdılar
Ümmetine rü’yeti beş vaktde her gün virdiler
Çok mudur çün taht-gâhın ‘arş-ı a’lâ kodılar
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

“Sen, benliğinde oldukça mutlak ben’i göremezsin: Len terânî” darbesini Hz. Musa nebîye vurdular. Oysa senin rabbin ile görüştüğün miracın sembolü olan salâtı ikâme ile “birlikte görüşme” nimetini ümmetine günde beş vakit farz eylediler. Senin ümmetinin kadri bile nebîlerden yüce iken, senin zâtın gibi bir sultânın tahtının bulunduğu makam arş-ı alâ olsa elbet çok değildir: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Ümmetin şol denli feth ü nusret ü şevket bula
Hîç verilmiş mi bu devlet ‘âlem içre bir kula
Şevk u zevkin “kâbe kavseyn” ötesinde yol bula
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Sırf, her bir vakti “mirac ihtimali” olan salat-ı ikâme farzı kadar büyük bir fetih, yardım, haşmet olamaz. Meğer böylesi bir idrâk ve saâdet, âlem içinde ümmetinden bir kula nasîb ola, şevkinden zevkinden “ikilikten: azaptan kurtulma makamı” senin elinden ikrâm oluna:  Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Dem ne demdir ola doksan bin kelâmın zât ile
Hem şerî’at hem hakîkat ma’rifet âyât ile
İnse cinne geldin ızhâr eyledin isbât ile
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

O nasıl bir vakittir ki sessiz, harfsiz doksan bin kelâm geçti kendinden kendine. Nice inkârı imkansız deliller şeriat, hakikat ve marifet kapısından geçti. Risâlet gereği insanlara ve cinlere o apaçık delilleri varlığınla ispât ederek âşikâr eyledin: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Cümle cânlar senden oldu, sen bu cânlarda nihân
Bir cihânda eğlenirsin yokdur bu cihân
Bir dil ile söyleşirsin sığmaz anda bu lisân
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Varlğın aslı mâye-i Muhammedî olduğundan sen tohum iken ağaçta gizlisin. Âlemler içre insanın ve kâinâtın adını anılmazken senin nurun, ruhun vâr idi. Mutlak bilinmez olan zât ve ilk tecellisi sıfatı olarak öyle bir dil ile söyleşilir ki o ana lisan sığmaz zira ikilik girer araya: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Bir vesâyitsiz vürûdı kopdurur dilde ilâh
Bu celâlile cemâlin her biri say mihr ü mâh
Kanda baksan ‘âlem içre zerreler olmuş güvâh
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Arası olmadığın için elbette aracısız olarak eriştirir dilde ilâh. Bu celâl yüzünü bir güneş ve cemâl yüzünü bir ay gibi haşmeti ve tesiri vardır. Âlemde her nereye baksan zerrelerin bu hâkikâte şâhid olduğu görülür: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

İbtidâdan ibtidâdır bahr-i vahdet vech-i zât
‘Ayna geldi sûretinle görene cümle sıfât
Şevkin ile zevkin ile zâhir oldı kâinât
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Evvelin evvelidir bir kıyısız ummân olan, vahdet ve zâtının vechi. Kendisi ancak senin suretinle, cümle sıfattan yüz gösterir oldu. “Âyinedir bu âlem her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim” Şevkin ile, zevkin ile, bâtından zâhire çıktı kâinât: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Olmayaydı olmazidi bu zemîn ü âsmân
Rûh-ı a’zâm sırr-ı zât ü eşref-i halk-ı zamân
Dâimâ nâzın geçer Tanrı katında bî-gümân
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Sen olmasaydın yer ve gök, ruh-u azâm, zat sırrı olan zamanın en şereflisi insan olmazdı. Hiç şüphesiz, daima senin nazın geçer Tanrı katında. Kılavuzlar bizi Hakk’a komaz râh-ı dalâletde / Sözü Mevlâ’sına geçen Resûlullah’ımız vardır. Amân Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

‘Aşkın ile şevke geldi sun’-ı zât-ı kibriyâ
Âdem’in alnında nûrun ‘âleme verdi ziyâ
Secde kıldılar melâik vây ana kim uymaya
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Senin aşkın ile şevke geldi, Zât-ı Kibriyâ’nın sanâtı. Târih sahnesinde Hz. Âdem’in alnında görülemeye başlanan nurundur âlemi aydınlığa kavuşturan. Meleklerin Hz. Âdem’de görüp de secde kıldığı toprak değil işbu nur îdi, kim bunu tâbi olmaz, O’na boyun eğmezse, aslını bilmediğinden şaşılır böylesine: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Mu’cizâtın bir bahirdir enbiyâdır katresi
Sensin ancak kâinâtın intihâ vü fıtresi
Hem kelâm-ı nâtık hem kâğıd hem kitresi
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Aklı âciz bırakan mucîzelerin bir ulu ummândır ki, nebîler o ummânda bir damla misâli.  Kâinatın açılışı ve kapanışı ancak seninledir. Hem Kelâm-ı İlâhî’nin söze bürünmüş hâli hem o sözün yazıldığı malzeme hem de o sözü kağıda naşetmeye yarayan hususî irtibatı (zamk: kitre) yine sensin: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Âlem ü Âdem Hudâ aslı vü faslı şeş cihât
Âşık u ma’şûk u kahr u lutf ü iltifât
Senden açıldı bilindi zât ü ef’âl ü sıfât
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Âlem, insan, altı yön yâni mekân ve zaman, asıl öz olan Hudâ’nın faslı, açılmış, türlü mertebelerde açığa çıkmış hâlidir. Seven ve sevilen, kahır ve lütûf ve iltifât mayasını senden alarak zuhûr edip bilinir oldu: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Küfr ü şirk içinde kalırdı halk bilinmezdi ‘aceb
Merhabâ geldiñ vücûda oldun a’yâna sebeb
Dîn-i İslâm’dır açıldı senden ey Şâh-ı ‘Arab
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Eğer sen olmasaydın, örttüğü kendi hakikatiyle küfür ve şirk hali içinde kalan halk, “bilinmekliği muradıyla var edilen” zâtın hakikatini bilemezdi, ancak senin vücûda gelmen ile apaçık görülür oldu senin sıfatlarından O’nun eseri. Ey Arabın şâhı, murâd-ı ilâhi’de bir tohum misâli gizli olan İslâm dini senin vücûdunla çiçek açtı: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Ka’be’yi büt-hâne buldun feth idüb pâk eyledin
Bir nefesle ehl-i şirkin sînesin çâk eyledin
‘Irk-ı Bû Cehl’[i] kesip şeytânı gamnâk eyledin
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Zat makâmının sembolü olan Kabe-i muazzama, fetihten önce nice türlü putlar ile doluyken, senin elinle şirkten temizlenip tertemiz oldu, aslî hâline döndü. Nefhâ-i Rahman olan El-Hâdi tecellîsi nefesinle şirk ehlinin kalplerini aslına mayaladın. Ehl-i şirkin tecessüm etmiş hali olan Ebu Cehil ve zürriyetini kesip El-Mudill tecellisi şeytânı kedere saldın: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

On sekiz bin ‘âlemi kıldın musahhar tapına
İns ü cinn ile melâik kulluk eyler bâbına
Enbiyâ vü evliyâ müştâk olurlar kapına
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Onsekiz bin âlemi emrine teslim olup huzurunda boyun eğerler. İnsanlar, cinler ve melekler kapına kulluk eylerler. Nebîler ve veliler senin hasretini çekerler: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Mülkün oldu ‘arş-ı a’lâ nüh felek yedi zemîn
Gökdeki şol dört mukarreb biri Cibrîl-i emîn
Yerdeki ekmel vezîrin çâr-yâr-ı hâkimîn
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

En yüce arş, dokuz kat gök, yedi kat yer senin idâren altındadır. Semâdaki Hakk’a yaklaştırılmış dört melek ki biri emîn olan Cebrâil’dir ve yerde pek kâmil buyruğunu yürüten Hazeratı Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali senin buyruğunu okur: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Yere geçti çok kilîsâ doğduğun dem anadan
Nice yüz bin ‘âlem ızhâr eyledin yek dâneden
Yeğ durur bir sâde mescid nice bin büt-hâneden
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Senin doğumunla şirkin, kesret yanılgısının sembolü pek çok kilise yere geçti. Zîra bâtıl yok olmaya mahkûmdur. Nasıl noktadan, harfler, cümleler, kitaplar hâsıl olursa sen gibi bir tohum, maya ve nûr ile bir taneden yüz bin âlem açığa çıktı. Bu tevhidin âlemlere yayıldığı vahdet sembolü sâde bir mescitten, nice bin puthane, kesret sahnesi daha üstündür: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Her nebîye bir mu’ayyen mescîd ola kulluğa
Cânları mürgı yetişmez bu dikensiz güllüğe
Senden ayrı Hakk’ile kimler ider bu yolluğa
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Her nebî için kulluğa tahsîs edilen belirli bir mescid verilmiş iken yeryüzünün her yeri sana ve ümmetine mescid kılınmıştır. Diğer ümmetlerin, can kuşları böylesi mahzâ saâdete, dikensiz güllüğe yetişemezler de ümmetinden olmanın hasretiyle yanarlar. Mirâcınla Hakk ile olan seyrine, ümmetine ne güzel bir sünnet bıraktın: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Cümle mümkin secde-gâh ola saña vü ümmete
Bir hakîm-hâzık iremez ‘aklile bu hikmete
Senden ayrı kim var ola kasd ide bu himmete
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Her mekân, her can sana ve ümmetine secde mahallidir ki aklını kullanarak bu hikmete hiç bir düşünür, usta filozof akıl erdiremez. Bu ihsâna senden başka kim niyet eyleye: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Oldu hep Îrân ü Tûrân Hind ü Sind ü ümmetin
Umarız işbu diyâr-ı Üngürûs’dur hikmetin
Hükm-i feyyâzile ola işbu fethe himmetin
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Fars, Türk, Hind, Pakistan illeri hep senin ümmetinden oldu, umarız ve dileriz ki Üngürüs (nazım-ı muhterem döneminin Macaristan civarı) illeri de feth olunur, senin hükmün bu topraklara da feyz verir: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Şeyh ‘Abdü’l-kâdir’iñ sâhib-tarîkat bendesi
Kâimî müflisdir el-hak ‘âşıkân efgendesi
Enbiyâ vü evliyâ Hak yek-nazar turfendesi
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Şeyh Abdulkâdir-i Geylâni’nin yolunun bendesi olan (nâzım-ı muhterem) Kâimî müflistir ve gerçekten aşıkların en düşkünü, çâresizidir. Nebîler ve velîlerin Hak olan bir nazarı ile tazecik ortaya çıkmış bir şeydir: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Lutf-ı pâkindir erişti bu otuz yıllık oruç
Devr-i mehdîdür dem-â-dem ‘afv olunsa bunca suç
Hürmetin’çün ola âsân ümmetine cümle güç
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Otuz yıllık söz orucu hitamında tertemiz ihsânın erişti bu na’t-ı şerîf vücûd buldu. Sahib-zaman’ın hidâyetiyle uyanınca her nefese affolunsa bütün suçlar. Ümmetin içine düştüğü bütün zorluklar, senin hürmetine kolaylaştırılıverse: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Şol mahabbet hürmetiçün Hakk’ile arandadır
Bu taraf ahvel baksan ümmetin nîrândadır
Nusret-i Hak her zamânda bir dil-i vîrândadır
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Habîbullâh olan zâtın ile Hak zâtı arasındaki muhabbet hürmeti için dileriz ve dileniriz. Zîra günahlarında ötürü ümmetinden tarafa, vahdetten kesrete eğer iltifat nazarıyla bakmazsan, biz de ikilikte, ateşlerde kalırız. Allah’ın yardımı her zamanda bir kâmilin gönlünde, kederli kalptedir:  Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Nefs ü şeytân azdurubdur ümmetini ser-te-ser
Şer’ini tutmazlar imiş kılıcı nice keser
Sen kerem-kândan umarız merhamet yeli eser
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Ümmetin hepsini, nefs ve şeytan azdırdığından, şeriat-ı garra-i Muhammedî’yi emrini tutmazlar, tevhidden uzak bu haliyle ümmet olarak güçlerini kaybettiler, kılıçları kesmez oldu. Sen cömertlik kaynağısın, kerem eyle bir merhamet rüzgârı essin de üzerimizdeki gaflet bulutları dağılsın: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Sensin ol hulk-ı ‘azîm ey rûh-ı a’zam Mustafâ
Sûret-i insânda şer’iñ hükm ider kâf’dan kaf’a
Mu’cizâtın tab’-ı ‘ilmi çâr-yâr-ı bâ-safâ
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Pek yüce bir ahlak [Kalem:4] diye övülen, seçilmiş ruh-u azam sensin. İnsan sûretinde hükmün tutulur baştan başa cümle varlık ülkesinde. Mucizelerinin ilim suretinde tabiatında mevcuttur o dört safâlı sevgilinin; hzerâtı Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali’nin: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

İhtiyâr-ı hâdim-i şer’in olan server gerek
Nefsinin ârzûların zabt eylemiş bir er gerek
Lâyık ola hizmetine böyle kutlu ser gerek
Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

Senin tesis ettiğin parlak şeriâtı, aşk ve irfân kanuna hâdim olmayı seçen, insan-ı kâmiller (hadîmu’l fukâra), kavminin (dervişler)  ileri geleni olsa gerektir. Nefsinin arzularını kontrol altına almış bir can gerek ki ancak böyle kutlu bir inanç eri layıktır sen gibi bir yüce Sultân’ın hizmetine: Yâ Muhammed Ahmed yâ nûr-ı ‘arşullâh

O’na salat ve selâm olsun, O’nun Hak katındaki hürmeti mikdarınca…

Aşıklar kutbunun,
Varlığın yağmaya verdi erdi manâ-yı Resûl
Ol kapudan gir içeri yürü var kıl a hazır

buyurduğu makamda, varlığın sevincinin şefaâti, erenlerin himmeti, Murâdî olan nefesiyle “Âhir Muhammet nûru balkıdı içimizden” zevkinin ikrâm olunmaklığı niyâzıyla hû

menehabbeAşk kervânı gelsin hele, yol görünür elbet kalbe
Madem “mer’ü men ehâbbe” gurbet nedir yâ Nebî
Salli ala Habibinâ Ahmed, Muhammed, Mustafâ

İçini ısıtır: “dua taneleri”

Buz üzre dânelenmiş eşk-i mercângûnum al ey dil
Hisâb-ı derd içün bu sübha-i sad dâne olmaz mı

Ey gönül! Buz üzerine tane tane dökülmüş mercan renkli gözyaşlarımı al. Bunlar dertlerin hesabı için yüzlük tesbih olmaz mı?

Tesbih dediğin her tanesi duyarak, hissederek çekilir. Aksi takdirde bir boş uğraştır. Gözyaşlarının taneleri kanlı dökülmedikten sonra mercan tesbihi bin kez çevirsen ne verir…
Dökilmeyicek katre-i hûnîn-i sirişkün
Bin kerre çevirsen ne virür sübha-i mercân
tesbih_yasemin_gelebek

Daldıkça temâşay-ı mesâbih ile fikre
Mecbur olurum her gece tesbih ile zikre

eymen_usta_2

Sûfiyim halk içinde tesbih elimden gitmez
Dilim mârifet söyler, gönlüm hiç kabul etmez
terennümünde avuntu bir zikirle nefes tüketen zamane dervişlerine zevk-i tehattûr olsun diye…

20 Şu­bat 1958 Cu­ma ge­ce­si dört ar­ka­daş (Ah­med Düz­gün­man, Niyâzi Sa­yın, Uğur Der­man, Mus­ta­fa Düz­gün­man) Teşvîkiye, Ka­lıp­çı so­kak, Vil­la apar­tı­ma­nın­da mu­kîm, vâli mü­te­kâ­i­di Se­dat (Erim) Bey’in nez­din­de mah­fûz, mer­hûm Ha­lîl Us­ta’nın tes­bih­le­ri­ni gör­me­ğe git­me­miz münâsebetiyle bir hâtıra:

Yağ­mur­lu bir ge­ce idi; fır­tı­na­lı, hem so­ğuk,
üs­kü­dar’dan Teşvîkiye nâmlı sem­te doğ­rul­duk.

So­kak so­rup vâsıl ol­duk Se­dad Bey’in evi­ne,
Kar­şı­la­yıp al­dı bi­zi oda­sı­nın bi­ri­ne.

Es­ki ah­bap, be­ye­fen­di, se­vim­li, hem hoş-kelâm,
Soh­be­tiy­le et­ti tenvîr, biz­den ona çok selâm.

Hânesinin içi mefrûş, eser­ler­le mü­zey­yen,
Ya­zı, re­sim, çi­ni, tez­hip nevîlerle mü­lev­ven.

Der­ken haz­ret yan oda­dan ge­tir­di bir hazîne,
Bir de bak­tık, tes­bih­ler­miş; el­hak, san­ki defîne.

Aman Yârab, bu ne san’at, bu ne eltâf dilrübâ,
Bu meş­he­rin ezvâkına, in­san ey­ler iktidâ.

Üstâd merhûm Ha­lîl yap­mış, rûh-ı san’at mü­ces­sem,
Tes­bih­ci­ler kut­bu­dur bak, âsâriyle mü­sel­lem.

Ku­ka, san­dal, de­mir­hin­di, zer­ger­dân, bağ, hem kök­nar,
Sır­ça ku­ka, zey­ti­nağ­cı, kehrübâyla nar­çıl var.

Üveydârî, ödağ­cıy­la mâverd de var için­de,
Ol­tu ta­şı, gü­müş kam­çı, hep­si baş­ka bi­çim­de.

Bor­do renk­li, ala­ca­lı sa­rı bağ­lar pek en­fes,
Ku­ka tes­bih şâheserdir, oy­ma­la­rı bir ka­fes.

İmâmeler, du­rak­lar­la te­pe­lik­ler hal­ka­lı,
Oy­ma na­kış, sâde gü­zel, rengârenk, hem dal­ga­lı,

Zey­ti­nağ­cı tes­bi­he bak, na­ka gi­bi ışıl­dak,
Kehrübânın buz­lu­su da câzibeli yu­var­lak.

Al­tı dâne öl­çü­sün­de imâmeler çok gü­zel
Za­rif had­de, in­ce de­lik, te­pe­likler bîbedel.­

Ödâğcıyla mâverd, san­dal, üveydârî pür san’at,
Ko­ku­la­rı, çe­kim­le­ri hayrân eder, hem dilşâd.

Şalgamîyle beyzî şe­kil, uç­lu­lar­la yu­var­lak,
İmzâ at­mış te­pe­li­ğe, ta­mam ol­muş san’at bak.

Uğur Bey’le Niyâzi’miz al­mış ele bir ka­lem,
Bi­ri çi­zer, bi­ri ya­zar; her bi­ri­miz bir âlem.

Ha­lîl Us­ta ne adam­mış, na­sıl yap­mış bun­la­rı,
Rû­hu coş­muş, zev­ki taş­mış, ayân et­miş nûr­la­rı.

Tes­bih­le­rin âmili hiç öl­me­miş de ya­şı­yor,
Zevk-i selîm san’atkârı, anıp in­san şa­şı­yor.

Rah­met ol­sun Ha­lîl Us­ta, şâd et­tin sen biz­le­ri
Müs­te­rîh ol, zâil ol­maz san’atı­nın iz­le­ri.

Dört ar­ka­daş hayrân ol­duk, ser­sem­le­dik âdetâ,
Akıl ser­hoş, gö­nül bîhûş, doy­ma­dık bu vus­la­ta.

Şuûnât-ı İlâhî’dir, merâyâda gö­rü­nen
Ârif bilir, kim­dir nak­kâş; nukûşiyle övü­nen.

Mazâhirde sırr-ı Alî nümâyandır, hoş­ca bak,
“Kün­tü ken­zen…” esrârıdır, hak gö­züy­le iy­ce bak.

Ehl-i Beyt’in hür­me­ti­ne, Yârab, Ha­lîl ku­lu­nu,
Taksîrâtın afv ey­le­yip, cen­net ey­le yo­lu­nu.

Mem­nûn, mes­rûr, mü­te­şek­kir, ol hânedan ay­rıl­dık,
Av­det edip eve gel­dik, dîvâneden sa­yıldık

Ey Tür­be­dâr! Fakîrâne ka­ra­la­dın hay­lı lâf,
Hiç kıy­me­ti yok­tur ammâ, aşk söy­let­ti bir tu­haf…

Mus­ta­fa DÜZ­GÜN­MAN
27 Şu­bat 1958

mustafa_unver

Tazeler için Lûgatçe:
Mesabih: Yıldızlar Mu­kîm: otu­ran. Mü­te­kâi­d: emek­li­. Nez­din­de: ya­nın­da. Mah­fûz: sak­lı. Vâsıl ol­duk: var­dık, ka­vuş­tuk. Hoş-kelâm: sö­zü gü­zel. Tenvîr: ay­dın­lat­ma. Mef­rûş: dö­şen­miş. Mü­zey­yen: süs­len­miş. Mü­lev­ven: renk­len­miş. Eltâf: lû­tuf­lar. Dilrübâ: gön­lü ka­pan. Meş­her: ser­gi. Ezvâk: zevk­ler. İktidâ: uy­ma. Rûh-ı san’at: san’at rûhu. Mü­ces­sem: ci­sim­len­miş. Kutb: bir mes­le­ğin en yü­ce­si. âsâr: eser­ler. Mü­sel­lem: her­kes­çe ka­bul edi­len. Na­ka: de­niz fi­li­nin di­şin­den ya­pı­lan tes­bih. Pür san’at: san’at do­lu. Dilşâd: gön­lü hoş. Ayân et­miş: mey­da­na çı­kar­mış. âmil: imâl eden, ya­pan. Zevk-ı selîm: doğ­ru, sağ­lam zevk. Şâd et­tin: se­vin­dir­din. Müs­te­rih: gön­lü ra­hat. Zâil ol­maz: bit­mez. Ser­hoş: sar­hoş. Bîhûş: şaş­kın. Vus­lat: ka­vuş­ma. Şuûnât-ı ilâhî: ilâhî hâdiseler. Merâyâ: ay­na­lar. ârif: ilâhî sır­la­rı bi­len. Nak­kâş: na­kış ya­pan. Nukûş: na­kış­lar. Mazâhir: gö­rü­nen şey­ler. Sırr-ı Alî: Hz. Ali’nin sır­rı. Nümâyan: mey­dan­da. “Kün­tü ken­zen…”: “Ben giz­li hazîne idim, bi­lin­mek is­te­dim. ya­rat­tı­ğım mahlûkatla bi­lin­dim” meâlindeki “kudsî hadîs”in baş­lan­gıç cüm­le­si­dir ki ta­sav­vuf ede­bi­ya­tın­da sık­ça kul­la­nı­lır. Esrâr: sır­lar. İy­ce: iyi­ce. Taksîrat: ku­sur­lar. Mes­rûr: se­vinç­li. Mü­te­şek­kir: te­şek­kür eden. Türbedâr: Üs­kü­dar’da­ki Hz. Hüdâyi türbedârı olan Mus­ta­fa Düz­gün­man (cümlesi ervâhı için el-fatihah)