Hangi şiiri okumalı

Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm
Bir meş’aledir devredilir elden ele… 

Şüphesiz şiirlerin bazısında hikmet bazısında sihir vardır. [Hadis-i Şerif]

Bütün şairler şiir söylemek hususunda söz meclisinde, Elest bezminde aynı kadehten sarhoş oldular. Ama bazılarının şarabına SÂKÎ’nin nazarının tesiri de karıştı… [Ârif]

Şol şi’r kim sâmi-i giryân u sekrân eylemez,
Yok halâvet anda hîç atşânı reyyân eylemez.

Ehl-i hâle ehl-i hâl şi’ri verir zevk u safâ,
Ehl-i zâhir sözünü hâl ehli burhân eylemez.

Şâirânın kalbleri Hakk’ın hazâini imiş,
Hem mukallid sözleri uşşâkı hayrân eylemez.

Ehl-i hâlin kalbine ilhâm eder şi’ri Hudâ,
Ehl-i zâhir sözleri irşâd-ı ihvân eylemez.

Ehl-i hâlin sözleri îkaz eder gafilleri,
Ehl-i zâhir şi’ri ışk u cezbe ityân eylemez.

Ehl-i hâlin sözleri haktır ki Hak’tan söyler ol,
Ehl-i zâhir sözleri teşvîk-i yârân eylemez.

Var nice şi’r-i fasîh mevzûn, belâgatli, rakîk,
Okuyanlar, dinleyenler kesb-i irfân eylemez.

Kuvvet-i ilm ile söyler şi’ri çok ehl-i kemâl,
Âşıkın bağrın yakıp ışk ile biryân eylemez.

Bî-tekellüf söylenen söz aşıka hâlet verir,
Külfet ile söylenen işfâ-ı ‘atşân eylemez.

Ehl-i hâlin şi’ri kulûba ok gibi te’sîr eder,
Ehl-i zâhir şi’ri kalbde dostu mihmân eylemez.

Gerçi var hüsn-i fesâhat yok velâkin lezzeti,
Âkili medhûş edip aklın perîşân eylemez.

Hal ile söylenmeyen söz şi’r-i Kuddûsî gibi,
Mâsivâ hubbuyla âbâd gönlü vîrân eylemez

Öyle şiirler vardır ki dinleyenin ne gözünü yaşartır, ne başını döndürür ve bir tadı da olmadığından ne de susuzları suya kandırır. Hâl ehline ancak hâl ehlinin şiiri zevk ve sâfa verdiği için onlar zâhir ehlinin sözlerini pek delil olarak almazlar. Başkalarını taklid edip duran şâirlerin sözleri bu âşıkları kendilerine nasıl hayran bıraksın ki? Zâhir ehlinin şiirlerinde ne aşk ne de cezbe bulunduğundan onların sözleri yârânı irşad da etmez, sevk de getirmez. Zira şâirlerin kalpleri Hakk’ın hazineleridir. Hak ancak hâl ehlinin kalbine ilham eder, şiir de böyle. Hâl ehlinin sözleri hep Hakk’tan dem vurduğu için haktırlar ve gafillere ikazlar içerir. Hiç şüphesiz pek çok fâsih, vezinli, bêlağatli ne incelikle kurgulanmış şiirler vardır ama okuyanlar da dinleyenler de maalesef bunlardan bir irfan kesb edemezler. Mesela iyi eğitim almış bazı kimseler şiirlerini bilgideki ve edebiyattaki güçleriyle söyleyebilirler ama o sözler âşıkların bağrını yakıp da kebaba çevirmez. Tekliften uzak söylenen sözler onlara bir çare olmaz. Hâl ehlinin şiiri kalplere ok gibi saplanırken zâhir ehlinin şiiri kalbe dostu çağırmaz. Gerçi birçok şiirin söyleyiş güzelliği bulunmaktadır ama bir iç lezzeti bulunmadığı için insanın aklını başından alıp kendisini perişan etmez. Hâsılı hâl ile söylenmeyen sözler Hakk’tan başka şeylerin sevgisiyle süslenmiş bu gönül kâşânelerimizi târumâr edecek güçte değildir. Ahmed Kuddûsî Hazretleri (1769-1849) Divanından) Reftîm bakıyyerâ bekaa bâd
Lâbud bireved her on ki û zâd

Biz gittik, kalanlar sağ olsun;
Doğan eninde sonunda ölür.
Gökkubede oturanlar iyi bilir,
Damdan bir taş atıldı mı, düşer.
Hırsı bırak, kendini boş yere harcama.
Şu toprak altında çırak da bir, usta da.
Hiç naz etme, a güzel,
Bu mezarda ne Şirinler var, ne Şirinler,
Ferhat gibi yok olup gittiler.
Direği yelden yapı, a güzel,
Dayansa dayansa, ne kadar dayanır.
Kötü idiysek, geçtik gittik kötülüğümüzle,
İyi idiysek, hayırla anın bizi.
Zamanın tek eri olsan bile
Bir gün gidersin sen de tek tek gidenler gibi.
Yok olmayı istemiyor musun,
İyi şeylerden evladın olsun.
İyiliklerin bükülmüş ipliğidir kalan,
Odur dünyaya direk olanların canı.
Şu akıp giden kum seline bak,
Ne durması var, ne dinlenmesi,
Bak birdenbire bir dünya nasıl bozulur,
Nasıl atar bir başka dünyanın temelini.
Bu kupkuru yerde ben Nuh’un gemisi.
Ömrümün sona ermesi de Tufan.
Girdik susanlar arasına, yattık uyuduk.
Çığlığımız sınırları aştıydı nasıl olsa.
Hz Pir Mevlana (ks)

Prima Materia (El-insan)

Hazret-i İnsan’a,
Gerçekten de biz, insanı, en güzel bir kıvamda yarattık.. [Tîn:4]  

Beşer denen bu âlem ki senin sûretle şahsındır
Hakîkatte hüviyyette değilsin yâ Resûlallâh

Zuhûr-ı kâinatın madenisin ya Resulallah,
Rumuz-ı küntü kenzin mahzenisin ya Resulallah

“Adem, su ile balçık arasındayken ben peygamber idim” hikmetinin hakikatinden söz eder misiniz?
Bir yatay, bir de dikey tarih vardır. Yatay tarih, yaygın olarak bilinen anlamıyla kronolojik tarihtir. Kronolojik tarihe baktığımız zaman insanlık tarihi, ilk insan ve ilk peygamber olarak Hz. Adem’le başlar, başlatılır. “Adem’den evvel Adem’ler geçti” konusunu bir kenara bırakacak olursak tarih, Hz. Adem’le başlatılır. Yatay tarih, kronolojik tarih gözüyle, Hz. Adem diğer peygamberlerin ve insanların babasıdır. Biyolojik anlamda baktığımız zaman da Hz. Peygamber’in de babasıdır, atası ve dedelerinden biridir. Ancak bir de dikey tarih vardır. Dikey tarih açısından baktığımız zaman, kimin hakikati, kimin nuru daha önce yaratıldı noktasında, Hz. Peygamber Efendimizden nakledilen bazı rivayetler vardır. Bu rivayetlerin teknik anlamdaki sıhhat derecelerini tartışmayacağım. Bu rivayetlerde söylenen şudur: “Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur”, “ruhumdur”, “aklımdır” veyahut “kalemdir” diye farklı rivayetler halinde gelen bu nebevi sözde Hz. Peygamber Efendimizin, manevi/ruhani anlamda ilk yaratılan olduğu sonucunu çıkarmaktayız. Ancak bu gözle bakıldığında Hz. Peygamber Efendimizin; “Ben nebi idim, daha Adem’in hamuru karılmamıştı.” Yani “Adem daha yaratılmadan evvel ben nebi idim” sözü bir anlama kavuşmaktadır.

Ekberî irfan geleneği bu hakikati nasıl yorumluyor?
Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn-i Arabi çizgisinde bu konu Hakikat-i Muhammediyye, Nur-ı Muhammedi ve Akl-ı Muhammedi kavramlarıyla izah edilmiştir. Aslında; “Allah’ın ilk yarattığı şey nedir?” sorunsalı dinde, felsefede ve bütün metafizik ilimlerde tartışılan bir husustur. Bu konuda birçok görüşler vardır. İlk madde nedir? Heyula nedir, vb. gibi. İslam tasavvufunun modellemesine baktığımız zaman -ki İslam tasavvufu bir bakıma ezoterik bir felsefedir- “Prima Materia” yani “İlk Madde” Hakikat-ı Muhammediyye’dir. Bir başka ifadesiyle “Heyula”, bu manada Hakikat-ı Muhammediyye’dir. Hülasa-i kelam, sufiler Allah’ın ilk yarattığı şeyin Hz. Muhammed’in(s.a.v.) hakikati olduğunu söylerler. Lakin O hakikat, bir aşk neticesinde yaratılmıştır. Allah; “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi diledim, arzuladım, bunun olmaklığını sevdim, ve bunun üzerine mahlukatı yarattım” deyince kendisini bilecek, kabul edecek ve bu arzusuna, bu iradesine karşılık verecek bir oluşum gerçekleşti. Yaratılış mitolojilerindeki ayna motifiydi bu adeta. Ya da kutsal matematiğin “Birden Bir Çıkması” hadisesi. Dolayısıyla kainatın zuhura gelmesi, evrenin yaratılması bir meşiet-i ilahiye neticesinde, Allah’ın, Efendimiz’in Nurunu yaratmasından sonra meydana gelmiştir. İlk yaratılan, O’nun nurudur. “Var” olan O’dur. Gerisi bir yansımadır sadece… Ama onun bir bedenli varlık olarak zuhur alemine gelmesi, ahir zamanda oması ayrı bir sebebe binaendir. Fakat nur itibariyle, ilk yaratılan O’nun nurudur. “Zuhur-ı kainatın ma’denisin ya Resulallah!” diyen Niyaz-i Mısri benzeri birçok sufi şairin şiirlerini süsleyen, bu ana fikirdir. Bu düşünceye göre alemin madde/fizik gerçekliğinde de Hakikat-ı Muhammediyye’den izler vardır. Yani bir sufi bir gülden, bir çiçekten, bir kuşun ötüşünden, havadan, hasılı bütün partiküllerden Muhammed’in(s.a.v.) kokusunu alıyorsa bunun sebebi; varlığın temelinde, atomlarında, zerrelerinde yatan o Hakikat-ı Muhammediyye tohumudur. Bundan dolayı sufiler der ki ister mümin, ister kafir, ister Müslüman, ister putpereset, ne olursa olsun bütün kainat tabiaten ve fıtraten Muhammed’in(s.a.v.) ümmetidir. Buna “ümmet-i davet” derler. Ümmet-i davet, bütün insanlığı kuşatır, çünkü hepsi Muhammed’in(s.a.v.) zerrelerini içlerinde taşımaktadır. Fakat bazı insanlar, sahip oldukları bu Hakikat-ı Muhammediyye’den perdelenmiş olduklarından dolayı onu inkar ederler. Böylece aslında kendi asıllarını inkar etmektedirler: وَفِي أَنْفُسِكُمْ ۚ أَفَلَا تُبْصِرُونَ Kendi öz benliğinizde de, nice ibretler, alametler var. Hâlâ bunları görmüyor musunuz? [Zâriyat:21]

Bu anlamda kafir için, “örten, örtücü” tabirinin kullanılması anlamlı…
Evet, gerçeği örten kişiye “kâfir” denir. O, bir bakıma kendi gerçekliğini örtmektedir. Ümmet-i davet içerisinden Muhammed’i(s.a.v.) tanıyan ve iman eden kimseler ise o davete icabet ettiklerinden dolayı “ümmet-i icabet” adıyla anılırlar. Yani “Muhammed’iyim” diyenler aslında kendi zerrelerinde yer alan Hakikat-ı Muhammeddiyye’yi tasdik eden kimselerdir. İman; o asli olanı, “promordial” olanı, zerrelerimizde yer alan şeyi kalben ve lisanen tasdik etmekten ibarettir. Dolayısıyla Muhammed inanç, aslında tabii, fıtri bir süreçtir. Bundan dolayıdır ki İslam teolojisinde gayr-i insani, yani insanın tabiatına uygun olmayan bir şey yoktur. İslam’ın getirdiği esaslar çok insanidir.

Bu açıdan bakıldığında, Efendimizin nurunun hem kainatın ilk yaratılanı, hem de “yaratıcı ilkesi” olduğunu ve bir feyz ve nur aktarım kanalı olduğunu söylememiz mümkün müdür?
Evet… Nebi ve resullerin ruhları Muhammed’in(s.a.v.) ruhundan yaratıldığı için İbn Arabi “Nebilerin hepsi de aslında Hz. Muhammed’den feyz almaktadır.” der. Yani Hakikat-i Muhammediyye’den nur almaktadırlar. Allah katında din birdir, tek bir din vardır. Bütün peygamberler, o aynı dini vaaz ederler. Peygamberlerin hususi zaman ve zeminleri içerisinde ki durumlarına göre farklı formlar, suretler içerisinde tezahür etmeleri bizi yanıltmasın. Aslında öz itibariyle hepsi aynı gerçeği söylerler. Çünkü aynı kaynaktan beslenirler. “Yalnız” der İbn Arabi; “beşeri dünya hayatı içerisinde o nebilerin kaynakları kendilerine mestur kılınmış, örtülmüştür.” Yani Hakikat-i Muhammediyye’den aldıklarını hayatlarında bilmeyeceklerdir. Ancak kıyametteki durumları Hz. Peygamber’in bir sözünde olduğu gibi şöyledir: “Biz bütün peygamber kardeşlerimle beraber havzın başında buluşacağız. Onlara imam olacağım, benim ardımda namaz kılacaklar.” İbn-i Arabi bunu şöyle yorumlar: “Bu hakikat, dünya hayatında onlara örtülü kalacak, kıyamette ise açıklanacaktır.” Bu gözle bakıldığında Muhammed’in(s.a.v.) Mekke’de doğmuş, Abdullah’ın oğlu Muhammed’in(s.a.v.) şeklinde bedenlenen varlığının içinde bir de o ölümsüz hakikati vardır. Zaten İslam tasavvufunu diğerlerinden ayırt eden en önemli özellik budur. Bu noktayı, bu sırrı anlamakta zorlanan bazı din ekolleri bu hususun İslam tevhidine zarar verebileceğini söyleyerek sufileri şirk koşmakla itham ederler. Bunlar gerçekten hassas konulardır; hazmı, anlaşılması çok kolay değildir. Tasavvufa göre Muhammed’in(s.a.v.) hakikatini anlatmak, Allah’ı anlatmaktan daha zordur. Hz. Peygamber’in künhünü anlamak ve anlatmak, ve bunu yaparken de dikkatli olmak, ifrat ve tefrite kaymamak, gerçekten önemli bir husustur. Netice olarak diyebiliriz ki bu gözle bakıldığında Hz. Peygamber Efendimiz bütün insanlığın atasıdır, tasavvuf diliyle “İnsan-ı Hakiki” dir, prototip insandır. “Doğrusu, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tin,94/4) ayetinde geçen o “el-insan” odur.

Adem’i Hakiki dendiğinde kastedilen aslında, Efendimizdir. Yani bir prototip olarak, insan-ı kamil olarak Efendimizdir, değil mi?
Evet, daha evvel de söylediğimiz gibi Efendimiz, insan-ı kamil-i hakik ve insan-ı kadimdir. Bir Hz. Adem var, bir de Adem-i Hakiki var. Karıştırmamak gerekir. Adem-i Hakiki, Hz. Muhammed(s.a.v.) Efendimizin hakikatidir, nurudur, ruhudur. Bu nur kainatta big-bang’ten beri seyeran etmektedir. Evreni canlı tutan bu nurdur. Bu nur tedavül eder, deveran eder, intikal eder. Ta kıyamete kadar Nur-u Muhammedi olanlar da onun bu nurunu taşıyanlardır.

Nübüvvet ve velayet nitelikleri bakımından bu verasetin intikali nasıl oluyor?
Biliyorsunuz, Peygamberler geriye maddi miras bırakmazlar. Peygamberler ilim ve irfan bırakırlar. Her nebinin bir nübüvvet, bir de velayet yönü vardır. Nübüvvet yönüne, alim dediğimiz kimseler, yani o nebinin mesajının zahiri yönlerinden çıkarılan ilimleri öğrenebilmiş olanlar varis olabilir. Ama bir de nebilerin velayeti vardır ki bu da, bütün feyizlerini o logostan, o mişkatten, o nebiden alan velilerin yoludur. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in “La nebiye ba’d; Benden sonra nübüvvet yolu kanalı kapanmıştır ama benim sırrım velayet yoluyla devam edecektir.” sözünü böyle anlamak gerekir. Kıyamete kadar da Muhammed’e(s.a.v.) tabi velayet kanalı açık kalacaktır. Bu açıdan modern spritüel akımlar ne bir nebinin logosunu ne de özellikle Muhammedi olanı izlemediklerinden yüksek irfan içermekten ziyade astral, majikal ve politik gayeler güderler.

Peki içinde bulunduğumuz alemde Efendimizin nuru, ruhu nasıl yansıyor?
Yaratılış teorileri konusunda İslam sufilerinin yaklaşımına baktığımız zaman, zuhura gelişin kaynağını Hakikat-i Muhammediyye olarak görürler. Yani alemin ümmü, anası, her şeyin kendisinden tevellüd ettiği yer olarak da Efendimizi görüyoruz. “Ümmi Nebi”, okur yazar olmamak, cahil olmamak anlamında değildir; alemin anası, ilk hakikati olma halini ifade eder. Hakikat-i Muhammediyye, kendisinden sadır olan bütün diğer hakikat mertebelerini, derecelerini barındırdığından dolayı hepsinin annesi konumundadır. Yukarıdan aşağıya doğru bu hakikatlerin her bir mertebede giydikleri elbiseler vardır. Bunlar bizim edebiyatımızda Yunus’un dilinde “don değiştirme” olarak adlandırılır. Don kisvedir, dıştır, zahirdir. Suretten surete intikal edişte, o hakikatin her bir mertebede giydiği sureti iyi bilmek gerekir. Bu bedenlenmiş alemde Allah’ın zatıyla bire bir muhatap olan insan yoktur. Çünkü şehadet aleminin sınırları içerisinde , o sonsuzluk alemine girilemez, sığılamaz. Dikkat ediniz, bütün insanlık alemi boyunca mümin olsun, kafir olsun herkes bir insana muhatap olarak Allah tecrübesi yaşamıştır. Bu noktayı dikkatlerden kaçırmamamız gerekiyor. İnsan devre dışı bırakılarak Allah tanınamaz. Dolayısıyla yeryüzünde Allah, her zaman insan nev’i ağzından konuşmuştur.

“Attığın zaman da sen atmadın, ben attım” (Enfal, 8/17) ifadesini böyle mi anlamak gerekiyor?
Hiç kuşkusuz… Bir ağacın altında Hz. Peygambere biat edenlere (Rıdvan beyatı) Cenabı-ı Hakk “O tuttuğunuz el benim elim” derken bir başka ayet-i kerimede “Siz nerede olursanız olun ben oradayım” demiştir. Dolayısıyla yeryüzünde Allah’ı aramak, bulmak üslubunu iyi bilmek gerekiyor. Bazı ekoller, bu şehadet aleminde Allah’ı mutlakiyet alemindeki haliyle bileceklerini, bulacaklarını, tanıyacaklarını zannediyorlar. “Len-terani ya Musa” diyor Hz. Musa’ya, yani “Beni şehadet aleminin gözleriyle, şehadet alemi metodolojisini izleyerek göremezsin. Burası duyular alemidir. Beş duyu organıyla, duyularla ancak bazı nesneler tanınabilir. Nesneleri de ben yarattım. Ben nesne değilim ki sadece koklama, duyma, işitme melekeleriyle beni tanıyabilesin. Onlarla sadece bana giden yolu bulabilirsin. Ben sana bu beş duyu organını verdim. Bana ulaşan yolu, bu keşif yolunu bulabilmen için, o kadar.” Mirac’da bile Cebrail ve Burak bir yere kadar aracılık vazifelerini görmüşlerdir. Ondan sonra hakikatin müşahedesinde artık araçsız, Buraksız, Cebrailsiz görüş ve Şuhud gerçekleşir. Bu sırrı iyi anlamak lazım.

Ama Efendimiz, bir anne ve babanın oğlu olarak, Mekke’de doğmuş, Mekke ve Medine’de yaşamış ve emaneti teslim ederek ahiret yurduna göçmüş bir fanidir aynı zamanda… Hakikat-i Muhammediyye burada nasıl tecelli ediyor?
Hakikat-i Muhammediyye, Abdullah’ın oğlu Muhammed(s.a.v.) adıyla Mekke’de bedenlenmiş bir varlıktır ve bedeni hayatı orada başlayıp Medine’de son bulmuştur. O zat, o bedenlenmiş Muhammed’in(s.a.v.) anlatmıştır. Bu hakikat de aslında kendi hakikatinin açılımıdır. Dolayısıyla sufilere göre Hz. Muhammed’in(s.a.v.) ağzından sadır olan, nakil edilen hususlar, aslında Hz. Muhammed’in(s.a.v.) hakikatine Cenab-ı Hakk’ın ilham ettiği, vahyettiği hususlardır. Dolayısıyla vahiy, Hakikat-i Muhammediyye’den Akl-ı Muhammediyye inen ve konuşan hakikatlerdir. Hz. Muhammed’i(s.a.v.) devre dışı bırakarak “Sadece vahiy bize yeter” diyen yaklaşımlar, bu hususu bilmediklerinden dolayı hakikati parçalamaktadırlar. Aslında iki hakikat birbirini anlatmaktadır. Bir hadis-i şerifte denir ki; “İnsan ve Kur’an ikiz kardeştirler.” Yani “Biz aynı yumurta ikiziyiz” demiştir Hz Muhammed Efendimiz. Kur’an, bir hakikatin harfe ve sese bürünmüş, dile intikal etmiş şeklidir. Aynı hakikatin bedene, ete, kemiğe bürünmüş haline de “Hz. Muhammed” denir. Hz. Muhammed’in(s.a.v.) elinde, bizim bugün anladığımız anlamda ayrı bir kimlik, ikincil bir gerçeklik olarak bir kitap mevcut değildir. Kur’an “İkra kitabeke” dediğinde okuma eylemini üzerinde gerçekleştireceği obje olarak elinde tuttuğu bir Kur’an yoktu. Bugün biz Müslümanların elimizde tuttuğumuz Kur’an anlamında bir Kur’an değildi o. Aslında sufilere göre bugün elimizde tuttuğumuz Kur’an’ın mushaf düzeyindeki yansımasıdır. Bugün elimizdeki kitaplar mushaftır.

Kur’an nerededir o zaman?
Mushafın içindedir. Ama ilk okuyuşta elde edilecek bir şey değildir. Çünkü ayet-i kerimede Cenab-ı Allah’ın kendisi diyor ki “Biz o Kur’an’ı gizli bir kitabın içinde indirdik.” Kitabı kitabın içine koyduk diyor Cenab-ı Allah. Biz bugün “Kur’an okuyoruz” diyoruz. Oysa okuduğumuz, mushaftır. Mushafı okuyarak, teemmül ederek, mushafın derinliklerine nüfuz ederek Kur’an’a ulaşmamız mümkün. Onun için ehl-i mushaf çoktur, ama ehl-i Kur’an çok azdır. Kur’an, Furkan mertebesinden iner. Furkan, niteliği, kaynağı ima eder. Geldiği yer Ümmü’l Kitab’dır. Ümmü’l Kitab’tan, yani kitapların anasından inmektedir. Ümmü’l Kitab da alemin ümmü olan Hakikat-i Muhammediyyedir. Kaynağı aynıdır, ama birisi harf ve ses halindedir. Birisi ete-kemiğe bürünmüş halidir. Bu açıdan bakıldığı zaman Hz. Peygamber’e “Yürüyen Kur’an” denir. Hz. Peygamber ve daha sonra Hz. Ali gibi büyük zatlar, hiçbir zaman bir Kur’an-ı Kerim göstermediler. Her zaman “Ene’l-Kur’an”, yani “Kur’an benim” dediler. Kur’an, ete-kemiğe bürünmüş bir hakikatti onlara. Bundan dolayı Hz. Peygamber Efendimize izafe edilen bir söz şöyledir: “Eş-şeriatü akval”; yani “şeriat benim sözlerimdir” ki bu dinin zahiri yönüdür. Ama bir de bunun ötesi vardır. “Et-tarikatü ef’al”; yani benim fiillerim, amellerim, yapıp ettiklerim de yolumdur, tarikattir. Fakat bir de; “el-hakikat-i ahval” sözü vardır ki o da “hakikat benim halimdir” anlamına gelmektedir. Bu nedenle sufilerin İslam dinini derece sistemine tabi tutmaları çok önemlidir. Kainat dereceli bir sistem üzerine yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de yedi kat semadan söz edilir ve onun misli olarak yeryüzünden bahsedilir. İlimde derinleşenlerden bahsedilir. Kur’an’ın semiotik bir diagramını çıkaracak olursak, Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerin işaret ediş şekillerinde, yataylıktan ziyade hep bir dikeylik söz konusudur. Siz kendi nefsini değiştirmedikçe toplumu değiştiremezsiniz. Siz kendi nefsinizin dönüşümünü yapamadığınız sürece afaki dönüşümü gerçekleştiremezsiniz… Hz. Peygamber Efendimizin sözlerinde de hep dikeyliğe temas eden noktalar vardır. Yatay alemdeki müthiş bir savaştan dönen arkadaşlarına “Bu küçük bir savaştı” deyince bütün dostları şaşırır. “Allah Allah” Bundan daha büyük bir savaş olur mu?” Hz. Peygamber cevap verir: “Evet, büyük savaşa şimdi gidiyoruz. O, nefsimizle olan savaştır, Cihad-ı Ekber’dir.” Demek ki Hz. Peygamber’in esas gayesi dikey, olanla ilgilidir. Yatay olan arızidir; asli olan, dikeyliktedir, enfüs olandadır.

Hz. Ayşe’nin, Efendimiz için “Yürüyen Kur’an’dı” nitelemesine bu açıdan mı bakmak gerekiyor?
Evet, buradan bakılmayınca bu ifadenin sırrını doğru okumak zorlaşıyor. Hz. Ali Efendimize karşı çıkanlar oldu biliyorsunuz. Meşhur ihtilaflı hadiseler… Hakem olayında bir grup, Hz. Ali Efendimize karşı çıktı. Bir grup da vakifun zümresi, karar veremiyorlar. Amr İbn’ül As, kararsızlar grubunu etkilemek için çok zekice bir taktikle “Kur’an yapraklarımızı mızraklarımıza takalım, kararsızlar bizde Kur’an olduğunu görsünler” diyerek mızrakların uçlarına Kur’an yapraklarını taktırdı. Gerçekten de etkili oldu bu taktik. Zahire bakan insanlar: “Aa!” dediler, “bakınız Kur’an bunlarda. Demek ki hakikat bunlardan yana” O esnada Hz. Ali Efendimizin bir tepede yaptığı muhteşem bir konuşma var. Diyor ki: “Ey insanlar, nereye gidiyorsunuz? Kur’an benim. Kur’an burada!” İki-üç kişi bu hakikati anlayabildi ve Hz. Ali Efendimizin tarafına doğru gitti. Dolayısıyla sırr-ı Kur’an’ı anlayabilmek, aslında insanların umumundan perdelenmiş bir husustur. İslam sufileri de İslam’ın perdelerini aralayan az, öz, seçkin insanların yolunda olduklarından bazılar tarafından dışlanmışlar, kötülenmişlerdir. Ama hakikati elde ettikleri için aleme ışık, feyiz saçanlar da o seçkinlerdir, o havassu’l-havastır.

Hakikat-i Muhammediyye dendiği zaman neyi anlamak gerekiyor?
Hz. Peygamber’in hakikatini anlatabilmek gerçekten zor bir husustur. Hz. Muhammed’in(s.a.v.) Hakikatini anlatmaya cüret edenler, bedelini ödemişlerdir. Bunun bedeli kendi kanıyla abdest almaktır. Aynu’l-Kudat Hemedanî diye büyük bir irfan ehli var. “Aynu’l-Kudat”; yani kadıların, hukuçuların gözbebeği. Hukuk ilminde o kadar yetkin bir insan ki unvan olarak kendisine “kadıların gözbebeği” denmiş. Yani bu kişi dini bilmiyor, ahkamı bilmiyor denilemez. Bu zat, sadece zahirdeki ahkamı bilmekle insan kendi nefsini bilmiş olmuyor, Rabbini tanımış olmuyor noktasına geldiğinde ise, Hz. Peygamber’in hakikatini anlatma sadedinde küçük bir kitapçık kaleme alır: Zübdetü’l-Hakayık. Hakikatlerin zübdesi, özü… Ve Aynu’l-Kudat Hemedani, bu kitapta Hz. Muhammed’in(s.a.v.) hakikatini bir nebze açıkladığı için şirkle suçlanır ve çok feci bir şekilde katledilir. Canlı canlı derisi soyulmak suretiyle şehit edilir. Ruhu şad olsun. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in(s.a.v.) Hakikatini tam manasıyla anlatabilmek çok zordur.

Efendimizin “alemlere rahmet” olarak gönderilişi hakikatini nasıl anlamak gerekir?
Hz. Muhammed(s.a.v.) Efendimizin alemlere rahmet olarak gönderilmesi, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” kutsi haberiyle birlikte okunmalıdır. Rahmetim her şeyi kuşatmıştır haberi, Hakikat-i Muhammediyye her şeyi kuşatmıştır hakikatini de ihtiva eder. Çünkü Cenab-ı Allah “Ben Hz. Muhammed’i alemlere rahmet olarak gönderdim” diyor. Bugün, modern dünyanın en büyük sorunu buradadır, Batı dünyası, Hz. Muhammed(s.a.v.) Efenidimizi, Ortadoğulu bir düşünür olarak görüyor. O bahr-i ummanı, bu kayıtlı sıfata indirgemek suretiyle kurutmaya çalışıyor. Oysa Hz. Muhammed’in(s.a.v.) hakikatini tanımak evrensel bir noktadır. Hz. İsa Londralı değildir, Parisli değildir. Hz. İsa’da Ortadoğuludur. Hz. Musa da bir Ortadoğuludur. Ama bugün “Hz.Musa’nın dinine tabiyim” diyen birçok insan ondaki o evrensellik yolunu tanımaktadır. Öyleyse niye Hz. Muhammed’i(s.a.v.) sadece bir topluluğa, bir coğrafyaya hapsetme eğilimi var? Bunun nedeni, Hz. Muhammed’in(s.a.v.) o enerjisini, o nurunu perdeleme gayretidir. Binaenaleyh devre-i Muhammedi çok önemlidir. Hz.Muhammed’in(s.a.v.) bi’setiyle başlayıp kıyamete kadar devam edecektir. Bu devrenin geçerli metafizik modülasyonu bu devrenin ihtiyacı olan her şeyi ihtiva eder. Mesela Hz. Musa’ya indirilen öğretinin, şeriat yönü baskındır. Hz. İsa’ya indirilen ise şeriat getirmemiştir. Sebebi Hz. Musa’ya indirilen hukuki normlara o dinin hukukçuları öyle önem verdiler ki ruhunu, aşkını, muhabbetini kaybettiler. Bu bakımdan, o kaybedilen ruhu, manayı “yeniden üfleyecek birisi”, bir mesih gerektiğinden Hz. İsa Musevi Şeriatı’nı ihya eden birisi olarak gelmiştir. Hz. İsa, kaybolmuş olan o ruhu, var olan dinin içerisine yeniden üflemiş birisidir. Bu açıdan Hz. İsa’nın fonksiyonu tasavvufi açıdan çok önemlidir. Hz. Muhammed’e(s.a.v.) indirilen vahiyde, Hz. Musa’ya indirilen de, Hz. İsa’ya indirilen de topluca bulunmaktadır. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in(s.a.v.) misyonu hala araştırılmaya muhtaçtır. Bugün Müslümanım diyenler dahi Hz. Muhammed’in(s.a.v.) Hakikatinden perdelidirler. Sosyolojik anlamda Hz. Muhammed’in(s.a.v.) yolunu izlediklerini söylerler, ama hakikatine muttali olan Muhammedi sayısı azdır. “Eslemna” ile “Amenna” farkı…

“Allah ve melekler, Resulüne salat ve selam ederler” (Ahzab, 33/56) ayetini nasıl yorumlarsınız?
Biz bütün varlık olarak ona salat ediyoruz. Bu salata, bu koroya, bu semavi şölene, bu ilahi cümbüşe siz de katılın anlamı vardır burada. Bu, Hz. Muhammed’in(s.a.v.) aslında ölümlü olan bedeni yönünün haricinde bir de ölümsüz bir ruhu olduğunu göstermektedir. Çünkü ayette “salat ediniz” diye bugünü ve geleceği de kapsayan bir emir bulunmaktadır. Emir anlamında olunca Hz. Peygamber’in ruhunun ölmediğini de ima etmektedir. O’na salat etmek, kuru kuruya selam göndermek değildir. Bir hat açmaktır. Siz bir insanı seviyorsanız “Ben Seni Seviyorum” demek suretiyle aslında o insanla aranızda o sözler üzerinden bir link, bir hat açmaktasınız. Dolayısıyla İslam inisiyasyonunda, seyr-i sülukta salavat getirmenin çok önemli bir rolü vardır. Çünkü bu anlayışta Nebi, bir mürebbi olarak sizi eğitecektir. Seyr-i sülukta Nebi’den feyz alınarak ilerlenilir. Bu nedenle Salvat-ı Şerife getirme dersleri bulunmaktadır. Siz salavat getirdiğiniz zaman O’nun size “ve aleyküm selam” diye karşılık verdiğini hissedersiniz. Burada, yani iki selamın karşılaştığı yerde bir aşk ve irfan hakikati tecelli etmektedir.

Efendimize ilişkin eserlerin oluşturduğu bir edebi birikim var… Bu gelenek hakkında neler söylersiniz, sevdiğiniz naatlar nelerdir?
Efendimizin hakikatine dair mazmunlar, edebi söyleşiler, Arap, Fars, Türk divan, halk ve tekke edebiyatında, bazı şiirlerdeki şifreler içerisine sırlanarak intikal etmiştir. Müslüman şairler, sufi sanatçılar, Efendimizin hakikatinden haber veren binlerce şiir kaleme almıştır. Niyazi-i Mısri’den Selahaddin Uşşaki’ye, Şeyh Galip’ten Fuzuli’ye, Cenab-ı Mevlana’dan Mehmed Akif’e, günümüz şairlerine kadar yüzlerce sanatkar, O’na dair şiirler söylemiştir. Naat geleneği hayli zengindir. Mesela Salahi-i Uşşaki, Divanı’nda o kadar fazla naat yazar ki bunları bir araya getirdiğimiz zaman sadece Hz. Peygamber’in Hakikati’ni anlatan şiirler toplamı diyebileceğimiz bir mecmua ortaya çıkar. “Divan-ı Nuut” adı verilmiştir buna. Süleyman Çelebi’nin mevlidi sadece belirli akşamlarda okunsun diye yazılmış değildir. O mevlitte İslam sufilerinin Hz. Muhammed’in(s.a.v.) zuhura gelişini anlatan ifadeler görmekteyiz. Bunları ayrı ayrı edebi ve şiirseli nevilerde değerlendiririz ama hepsinde de söylenen şey aynıdır. Mesela büyük sufi şair Niyazi-i Mısri, bir naatında şöyle der:

“Zuhûru kâinâtın ma’denîsin yâ Resûlallâh
Rumûzu küntü kenz’in mahzenisin yâ Resûlallâh
Beşer denen bu âlem ki senin sûretle şahsındır
Hakîkatte hüviyyette değilsin yâ Resûlallâh
Vücûdun cümle mevcûdatı nice câmi olduysa
Dahi ilmin muhît oldu kamûsun yâ Resûlallâh
Dehânın menba-i esrâr ilmi men ledünnîdir
Hakâyik ilminin sen mahremisin yâ Resûlallâh
Ne kim geldi cihâna hem dahî her kim geliserdir
İçinde cümlenin ser’askerîsin yâ Resûlallâh
Cihân bağında insan bir şecerdir gayriler yaprak
Nebîler meyvedir sen zübdesisin yâ Resûlallâh
Şefâat kılmasan varlık Niyâzî’yi yoğ ederdi
Vücûdun zahmının sen merhemisin yâ Resûlallâh”

Buraya kadar anlattığımız şeylerin tam bir özeti değil mi bu şiir? Evreni kökleri yukarıda dalları aşağıda bir ağaç olarak gördüğümüz zaman, ağacın kökleri Hakikat-i Muhammediyye’dir. Salat ve selam O’nun ve tahir âlinin üzerine olsun…

Hangi bahçenin gülüsün

Tekkeye gelene “neden” “nereden” geldin diye değil; “Hangi bahçenin gülüsün?” diye sorulduğu devirlerden…

Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr Mahmud Erol Kılıç hocamızın misafir olduğu Habertürk TV’de Öteki Gündem’de Sufizm, Mevlana ve Tasavvuf konuları ele alındı. Biraz zaman ayırıp kulak verildiğine bir ucu gönlünüze varan köprüler kuracağı kanaatindeyiz.
Tamamını seyretmek isterseniz buradan buyrun efendim
Buradan da bir röportajına ulaşabilirsiniz

Ekşi sözlük’den bu videoya dair minik bir iktibas:

“… öteki gündem programından izlediğim kadarıyla tasavvuf hakkında konuşurken her türlü popüler imgeye/simgeye/söyleme/eyleme de hakim olduğu aşikâr kişi.. ilmi-bilgisi açık açık sezilen insanlardan. serdar turgut ve pelin çift’in her türlü cehalet ürünü sorusunu-yorumunu pek bi güzel izâh eden hoca.. “