Ahmed’deki mim perdesini kaldır da bir bak, ardında kim duruyor…Gelip geçerken günler, hayatın içinde Muhammediyet’in yansımalarını görebilmek, imanın kemâlinden olsa gerektir. Zira her şey, bir mertebenin işaret taşıdır ve oradan da bir sonrakine davet eder. Mümin, sonu olmayan bir yolda yürüyen kişidir. Onun eşyaya bakışı berrak ve keskindir, kesifliğe gömülmemiştir. Eşyayı “olduğu gibi” (fark ve cem’ biraradalığı içerisinde) seyredebilen kişidir mümin. Küfür ehli ise, karanlıklara battığı için eşyanın “görünen” (fark) veçhesinde karar kılan kimsedir. Ki bu ikinciler, bazen “görünen”in aslını bilmek noktasında insanın yetersiz olduğunu, bazen de “asl”ın “görünen”in bizzat kendisinden ibaret olduğunu iddia edecek kadar bedbaht ve cüretkârdır.
Kendileri hayaller içerisinde yüzenlerin, şeyleri “olduğu gibi” seyredenleri hayalperestlikle suçlamaları ne zavallı bir tutumdur. Halbuki ehline malûm olduğu üzere, eşyanın aslı insan tarafından -Hak ona bildirmedikçe- bilinemez amma Hak bildirince “gayb” (bilinmeyen) artık “şuhud”a (şahitlik derecesinde bilinen’e) döner. O sebeple mertebesine göre herkesin gayb’ı da şuhud’u da ayrı ayrıdır. Kimine gayb olan, bir diğerinin şuhud’udur.
Sufiler klasik bilgi teorisine değerli bir katkı sayılabilecek bu farklı ve özgün bakış ile insanın yetkinliklerini ve zaaflarını yeniden tanımlamışlardır. İnsan, bilmek hususunda ne daracık sınırlar içerisine hapsolmuştur, ne de her şey üzerinde nihaî söz söyleyicidir. Fakat o, ipi sahibinin elindeki bir köle gibidir: Şayet köle (kul), sahibini (Rabbini) “cüz’î iradesiyle” merhamete getirirse sahibi ipi bollaştırarak onun hareket dairesini genişletir ama kızdırırsa sahibi de ipi daraltır (cüz’î irade, kölenin sınırlı hürriyet alanıdır). Öyleyse insan ‘orta’da olandır yahut bu-arada-olan’dır. “Ya bu, ya da şudur; bir üçüncü yol yoktur!” diyenlere cevaben sufiler “ne o, ne de şudur; değil üçüncü yol, ikincisi dahi yoktur!” diyerek insanın ‘orta’daki yerine işaret etmişlerdir. Bu ortada oluş, kimi zaman “denge”nin işaretidir (yetkinlik), kimi zaman da “ortada kalmışlığın” (zaaf) ifadesidir.
Sufilere göre bilme, “ya/ya da” ikiliğinde açıklanamaz ve bilgi pekâlâ derecelendirilebilir. Fark’tan cem’e giden ve daha sonra “fark ve cem’ biradalığı”na dönüşen bilme serüveni, eyleme’den bağımsız değildir: sa’y ve gayret gerektirir, ama sa’y ve gayret yetmez; Hakk’ın ihsanı ve inâyeti de gerekir.
Bu bilme serüveninde Hakk’ın ihsanlarından ilki Hz. Risaletpenah’ın (s.a.v.) zat-ı pâkidir; çünkü Cenâbı Mevlâna Celâleddin’in deyişiyle, “şayet o Yiğit, atını karanlık vadiler üzerine sürüp etrafı aydınlatarak yolumuzu açmasaydı, bizler yolumuzu bulamazdık.” İşte yolundan gidenlere karşı bu derece şefkatli olan varlığın sevinci olan O Yiğit, ihsanı bol Padişah’ın kendi ismiyle müsemma kıldığı Gafur ve Rahim olan Kâmil İnsan’dır [Tevbe:128].
İsmail Hakkı Bursevî, onun her âlemdeki tezahürünün farklı olduğunu söylemiş ve bu âlemde (dünyada) Muhammed olarak göründüğünü, hakikatında Ahmed olduğunu, öte âlemde (ukbâda) ise Mahmud olacağını beyan etmiştir. Bu isimlerin işleri, görünüşleri elbette birbirinden farklıdır. Müminlerin hepsi Muhammed cephesini tanırken, Ahmed cephesini yalnız veliler tanır ve bu ismin esrarı pek büyüktür. Hasan Sezai-i Gülşenî Sultânımız bir tevşihinde onu şöyle anlatmıştır:
Muhammed’dir cemâl-i Hakk’a mir’ât
Muhammed’den göründü kendi bizzât
Hz. Şâri’ vahye muhatap olmuş ve onu uygulamıştır ki onun eliyle ve sözüyle meydanana gelen işlerin hiçbiri Hakk’ın iradesinden ayrı değildir. “Attığında sen atmadın, Allah attı.” [Enfâl:17] ayeti bunun delilidir ve yine “Sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmiştir. Allah’ın eli onların elleri üstündedir.” [Fetih:10] ayeti de buna işaret eder nitekim Hz. Resul biatta elini yukarıda tutardı.
Allah her şeyde tecelli eder ve görünür (Zâhir) ama bunların hiçbirisi zatî tecelli değildir. Zatıyla tecelli ederse, kendinden başka bir şey bırakmaz ve her ne varsa yok eder. [Mümin:16]
Her şey istidadı nispetince Hakk’a aynadır ama yaratılmışların en üstünü olan Kâmil İnsan en berrak aynadır ve ondaki tecelli zatî tecellidir. Nitekim sufiler “Rabbi dağa tecelli etti ve onu paramparça etti.” [Araf:143] ayetinde dağ ile kastolunanı -iş’arî bir yöntemle- dağlar gibi büyüklenen sahte benlik, cüz’î irade, sanal varlık şeklinde tefsir etmişlerdir. Dolayısıyla Hz. Muhammed cemalullah’a en güzel aynadır ve ondan Hakk’ın zatı görünür. Bu sebepledir ki, Derviş Tâcî Hazretleri bir tevşihinde:
Müsâvîdir seni görmek güzel Allah’ı görmekle
Yüzün âyine-i nûr-i Hudâ’dır yâ Resûlâllah
buyurmuştur. Ahmed’de gizlenen, ‘Hû’dur. Sufiler bunu ifade etmek için perde-i mîm deyişine sıklıkla başvurur ve “Ahmed’deki mim perdesini kaldır da bir bak, ardında kim duruyor!” derler.
Arapçada “Ahmed: ﺍﺣﻤﺪ” kelimesinin yazılışındaki imkân-ı mim harfi kaldırılırsa, geriye “Ahad: ﺍﺣﺪ ” kalır. Bir başka deyişle, Muhammed Kâmil İnsan’ın vahidiyet (birlik) mertebesindeki ismidir, Ahmed ise ahadiyet (teklik) mertebesindeki ismidir.
Muhammed’den vücûda geldi ekvân
Muhammed râî vü mer’î vü mir’ât
Sufi ontolojide var görünenlerin hepsi “Tek Varlık” tarafından meydana getirilmiştir hatta onun çeşitli mertebelerdeki görüntüleridir. Bu meydana gelişin faili, müsebbibi Hakk (Vücûd-ı Mutlak), sebebi kavl/söz “Kün!, neticesi ise nurdur (nûr-ı Muhammedî). Diğer var görünenlerin hepsi, o nurun çeşitli seviyelerdeki açığa çıkışlarından ibârettir. Mademki var olanlar (ekvân) Muhamed’den zuhur etmiştir öyleyse bakan (râî), bakılan (mer’î) ve bakma eyleminin gerçekleştiği yer olan ayna (mir’ât) Muhammed’in ta kendisidir.
Bunu daha farklı şekillerde açıklayan mutasavvıflar da olmuştur ve bu bahis burada dibi bulunamayacak kadar derin ve uzundur.
Göründü çün sıfâtı bî-çün iken Ol
Nice derk ide derrâk ânı heyhât
Kendisi herhangi bir sebebe bağlı olmaktan münezzeh olan Zat-ı Hakk’ın bütün isimleri en açık ve berrak şekliyle Muhammed aynasında görünmüştür. Bunun böyle olduğunu idrak etmek ise doğrusu pek güçtür çünkü bu meydanda akıllar kesmez olur. Cenabı Mevlâna’nın metaforik bir şekilde ifadelendirdiği gibi “akıl, bu meselelerde çamura saplanmış eşek gibidir.”
Başlangıçta sözünü ettiğimiz epistemik kavrayışa burada işaret vardır: İnsan, kendi başına Allah’ı bilemez, dolayısıyla Hakk’ın bildirmesine muhtaçtır. Ancak O bildirirse, insan bilenlerden olur. Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’ne Allah’ı bilir misin diye sual edildiğinde “Allah, bu kuluna dilediği kadar kendini bildirmiştir.” buyurmuştur ve yine “Allah’ı ne ile bildin?” suâline karşılığı da “Allah’ı Allah’la bildim.” olmuştur.
Ki bu idrâk Hacı Bayram-ı Veliyullâh Efendimizin ifşâsı ile aynı yerden olasa gerektir:
Bayrâm özünü bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni
Yeniden Hasan Sezai Sultanımızın tevşihine dönecek olursak:
Muhammed şerhidir enfüs ü âfâk
Anı cümle beyân eyler rivâyât
İçte ve dışta olan her ne varsa -Kur’an (enfüs) ve Kâinat kitabı (âfâk)- Muhammed’in açıklanmasıdır, hepsi onu anlatır. Okumasını bilmeyen ise elbette anlatılandan bihaberdir “Allah okumasını öğretti.” [Rahman:1-2]
Tevhid bahçesinin güllerinden Hasan Basri Baba’dan bu hakîkat şöyle sızıyor:
Esmâ, sıfat zattan vücûd istedi
Kendi vücûdiyle mevcûd eyledi
Alleme’l esmâ’yı ta’lim eyledi
Oldu âdem ol dem nâtık-ı Kur’an
Dolayısıyla Hz. Muhammed yaşayan Kur’an’dır, Kur’an ise yazılı Muhammed’dir.
Edip Harabî Baba Sultan da bu sırra âgâh olanlardandır:
Hak kendini halka bildirmek içün
İnsânı kendine timsâl eyledi
Kur’ân-ı nâtıkın tefsîri içün
Kur’ân-ı sâmiti inzâl eyledi
Satır-ı Furkân (Kitab-ı sâmit) ile bilinmedi ol Subhân. Sadr-ı Kur’ân (Kitab-ı nâtık) ile bilindi sırr-ı Subhân. Bu sırra agâh olan imsâk-ı kelâm eyledi.
Kitap ve Peygamber “birlikteliği” -Hıristiyanlardaki gibi “birliği” değil!- hem Kitap’ta “Doğrusu size bir Nur [Muhammed] ve apaçık bir Kitap [Kur’an] gelmiştir.”) [Madide:15] hem de Peygamber’in sözlerinde (“Size iki miras bıraktım, onlara uyarsanız yolunuzu şaşırmazsınız: Kur’an ve ehl-i beytim.”) ısrarla vurgulanmıştır.
Bu kitap-peygamber birlikteliğini ve Hakk’ın Kâmil İnsan’a olan övgüsünü (tahmidd) Muallim Naci yazdığı naatta:
Hüsn-i Kur’ân’ı görür insân olur hayrân sana
Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’ân sana
mısralarıyla dile getirmiştir.
Sezâî cem’ olur Ahmed’de cümle
Ne kim vardır bidâyât ü nihâyât
Var görünenlerin hepsi Cenâb-ı Ahmed’de toplanır ve bu “her an yeni bir iş, oluş, görünüş” [Rahmân:29] ile devam eder ki bu oluşun ne başlangıcı vardır ne de bir sonu …
Bu mesele, nazarî olarak netice bulmaz, amelî irfan olmazsa da asla bilinmez cânım efendim…