37. Mektup

37. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların otuzyedincisidir.

1mursidinmektuplari

Elhamdülillah Rabbi’l-âlemin. Yâ Erhamu’r-rahimîn, bizleri seninle işiten, seninle gören, seninle konuşan, seninle yürüyen, her amelini seninle işleyen, cüz’î iradesini aldığın, külli iradenin cazibesiyle üzerinde tasarrufta bulunduğun kullarından eyle.Vessalât ü vesselâmu alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmain. Yâ Rabbî, Resülullah Efendimiz’in nuruyla ve ruhuyla bizleri hem-dem eyle. Efendimiz’in muhabbetini kalblerimizde müzdâd eyle. Salâvât-ı şerîfenin sırrına bizleri lâyık eyle. Şefaat-i Muhammediye’ye ve ahlâk-ı Muhammedîye’ye bizleri muvaffak eyle. Efendimiz’in şikâyetinden bizleri hıfz u emin eyle. Âmin. 

Esselâmu aleyküm ve rahmetullahî Şeyh Tûtî İhsan Efendi.

Cenâb-ı Hakk sıhhat ve afiyette dâim eylesin. Evliyâullah yolunun her ahkâmı ve âdâbı muhakkak bir müşahedenin eseridir. Eserden müessire yol bulunur. Cihaz-ı tarîk(tarîkatta tekbirlenen yahut kullanılagelen derviş çeyizleri) aynı şekilde belli hikmetlere ve mânâya işaret eder. Daha evvelki mektûblarımızda lâzım olan kısmını size beyân etmiştik. Hem derviş çeyizleri hakkında hem de dervişlerin lîsanı hakkında yazmış olduğum mektûbları tekrar mütalaa ederseniz bu malûmatı orada bulabilirsiniz. Gerçi hayatınızda zaten bu ahkâm ve âdâb üzre yaşadığınız için artık satırlara da muhtaç değilsiniz ya, neyse. Şimdi size tâc-ı şerif tekbirlenmesi hasebiyle tâc ve hırka hakkında ma’lûmat arzedeceğim.

Şeyh Tûtî İhsan Efendi, Efendimiz(sav) evvelce söylediğim gibi beş renk üzre destar kuşanmışlardır. Ekseriyetle beyaz ve yeşil sarık kullanmışlardır. Nadiren sarı, birisi Hayber’in fethinde olmak üzere iki kere kırmızı, Mekke-i Mükerreme’nin fethinde ise siyah sarık kuşanmışlardır. Evliyâullah hazerâtı nefis ve esmâ mertebelerine göre başlarına giydikleri tacın renkleri hususunda ictihad etmişler yahut emr-i manevî ile bu renklerden birine ihtiyar etmişlerdir. Hemen hemen cümle tariklerde yeşil sarık kullanılmıştır. Düssûki tarîkinde sarı, Sadiyye tarîkinde beyaz, Rıfaiyye’nin de birçok kolunda siyah destar mevcuddur. Yeşil sarık üç yüzden fazla tarîkin rengi olmuştur. Bize tekbirlenen tâc-ı şerif dahî hem tepesi yeşildir, hem destarı yeşildir ve yine hemen hemen cümle tarîklerde Cüneydiyye tarzında destar sarılması âdet olmuştur. Hazret-i Cüneyd-i Bağdadî Efendimiz’e nisbet edilen bu tarz sarık sarmanın şöyle bir menkıbesi vardır. Hazret-i seyyidü’t-taife şeyh-i ins ü cin Cüneyd-i Bağdadî Efendimiz büyük bir cemaate va’z ediyormuş. Hakk’a teslim olmaktan, nefsini teslim almaktan, ümit ve korkudan hâli olmaktan(âzâd olup kurtulmaktan) bahsediyormuş. Bu sırada ejderha misilli dev bir yılan peydah olmuş ve kürsünün önünde Hazret-i Şeyh’in karşısında dikilivermiş. Bu acayip manzarayı gören halk dehşete kapılarak kaçışmaya başlamış. Bu sırada o dev yılan Hazret-i Cüneyd’e ya hal ile ya da kal ile: “Halka teslimiyetten bahsediyorsun, korkudan halâs olmayı sâlik veriyorsun, şimdi ne yapacaksın?” demiş. Hazret-i Şeyh de “Benim tevekkülüm ve teslimiyetim Allah’adır. Sen O’nun âciz mahlûkatından birisin. O dilerse kuluna istediğini yapar. Cenâb-ı Hakk’ı zikretmekten bir an bile ayrılmamışam. O ister lütfeder ister kahreder. Ben emrine râm olmuşam.” deyince yılan Hazret-i Şeyh’in önünde cansız bir ip haline dönüştü. Hazret-i Pîr bunun üzerine halka nida etmiş: “Ey halk, ey insanlar nereye kaçıyorsunuz? Az evvel size teslimiyeti ve Hak Teâlâ’ya rağbeti anlatmadım mı? Dönün gelin, sohbete devam edelim.” buyurmuş ve o yılanı almış, başının üzerine sarmış. Yılanın başını da en alttan çıkarıp baş aşağı sarkıtmış. İşte bu nev’î sarılan sarıklar Cüneydî tesmiye(isimlendirilir) olur. Yani ejderha gibi olan nefsimi nefs-i Muhammedi’de yok ettim. Kendi bedenimi ve nefsimi bu dünya hayatında kendi ruhuma kefen ettim. Allah Teâlâ’dan başka korkuyu başımdan def ettim, gönlümle reddettim hikmetine işaret eder. Rengin yeşil olması “hû makamı”nda karar kıldığına, aşk-ı ilâhî üzre yaşadığına işarettir. Tâc-ı şerîfin tepesinin yeşil olması cennetteki ravzalara ve Firdevs-i alâ’ya, Sûre-i Rahman’daki “müdhâmetan” sırrına ve nur-i Muhammedi’nin bu âleme menba’ oluşuna işarettir. Ayrıca yeşil sarığı Efendimiz’in soyundan gelen zâtlar kuşanır. Bu cihetle tâc-ı şerîf tekbirlenen kişi Efendimiz’in dölünden olmasa da yolundan geldiği için evlâd-ı Muhammed mesabesindedir. Zîrâ yoldan gelmek daha önemlidir. Bir adamın dedesi mimar diye torununa gel şu camiyi i’mar et, senin deden de mimardı denir mi? Yahut bir kişinin babası hekîm olsa sen hekîm oğlusun, şu hastalığı tedavi et, cerrahi müdahalede bulun diye teklif edilir mi? Aynen bunun gibi. Güzel nesilden gelen kişide kabiliyet olabilir. Fakat bu aynı zamanda büyük mes’uliyettir. O nesilden gelir ve o yoldan feyiz alırsa ne âlâ amma o nesilden gelir ve feyiz almadan sadece nesliyle övünürse ne edna(ne büyük düşüklük ve ne büyük alçaklık).
[audio http://semazen-doc.com/mestmp3/13-dervislik.mp3]

Tâc-ı şerîf, Muhammedü’r-resûlullah kelimesine işarettir. Bu kişi Resûlullah Efendimiz’in ahlâkını irşada memur ve Resûlullah taliblerine hizmete me’zundur demektir. Şeriat, tarikat, hakîkat ve ma’rifet kapılarından geçmiş ve müşahede etmiş demektir. Allah Teâlâ’nın emirlerine hakkıyla itaat eder, nehiylerinden korunmak için gayret eder ve insanlara Allah’ın emir ve nehiylerini en güzel şekilde tebliğ eder demektir. Kendisine tâc tekbirlenen kişi “ölmeden evvel ölmek” sırrına mazhar olmuş, dört kitabın mânâsı ve bu âlemin muhtevası tevhîdi başına tâc etmiş demektir. Tâcı giyen kişi nefsini tezkiye etmiş, kalbini tasfiye etmiş, ruhunu tahliyeye muvaffak olmuş, cüz’î iradesini küllî iradeye, ilme’l-yakîn îmânını hakke’l-yakîne tebdil etmiş demektir. Tâc-ı şerîf ve hırkasıyla kişi aynı zamanda bir kabir taşı gibidir. Seneler evvel İstanbul’u ziyaretimde Üsküdar’da Minkarizâde Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin türbesinde şu ibareyi görmüştüm: “İza tehayyartüm fi’l-umûri ve’ste’înû min’ehlil-kubûr” (Herhangi bir işte hangisini yapacağım diye tercihte bulunamazsanız kabir ehlinden yardım isteyiniz.) Şunu demek isterim: Yani bu zâtlar nefislerini öldürerek âdetâ kabirlerini sırtlarına almış, insanlar arasında bînefis dolaşmaktadırlar. Kendilerine müracaat olundukta nefsaniyetle konuşmazlar. Hak nâmına onlara tavsiyede bulunurlar. Ve yine onlara verilen sır sadırlarında, içlerinde, göğüslerinde saklı kalır. îfşâatta bulunmazlar. “Sudûru’l-ebrar, kubûru’l-esrar” demişler. Yani ariflerin ve sâlih kimselerin kalbleri sırların kabirleridir. İşte bu sözde ifade edilen hal üzre insanlara muavanette ve muamelede bulunurlar. Bir mühim mes’ele de şudur ki; tâc-ı hırkaya bürünen bu zevât kendilerine hakaret edilse de, incitecek hareketlere ma’rûz kalsalar da kabir gibidirler. Asla incinmez, hakarete ma’rûz kalsalar da, anlayışsızlık görseler de tekrar müracaat edildiğinde aynı şevk ve gayretle ricayı kabul ederler. Ölüm bir vücûdda tam olarak vuku’ bulduğunda o beden kabre konur. Buna göre tâc-ı hırka giyen sâlik, biatıyla evvelce doğduğu âhiret âlemine tam şekilde intikal etti, artık asla bu âlemde varlık iddiasında bulunmadan kemâl mertebesinde nefsini tezkiye etti demektir. Hırkanın rengi ekseriya siyahtır. Siyah renksizlik demektir. Şeyh efendinin siyah hırka giymesi bedeniyle hizmet ederken aradan kendisini çıkarttığına işarettir. Hak için hizmet ettiğine ve vücûdunu Hak’ta ifnâ ettiğine işarettir. Bu cihetle, öyle bir kimseye rağbet Hakk’a rağbet ve hakikate yönelmek makamındadır.

Muhterem Şeyh Tûtî İhsan Efendi, tâc-ı şerifin ve hırkanın bu nev’înin daha pek çok hikmete işaret eden remizleri vardır. Lâkin dikkat buyurduysanız buraya kadar anlattıklarım halden ibarettir. Her ne kadar kâl ile anlatılsa da hale işaret etmektedir. Bir kişi böyle bir kisveye nâil olur da mucibince amel edemezse… Ah evlâdım, işte bu çok ağır bir mesuliyettir. Zaten tâc-ı şerifin kendisi emanettir. Her emanet beraberinde riayeti ve mes’uliyeti getirir. Şeyh efendi göçtükten sonra tâcı alınıp pir türbesine yahut ona hilafeti veren zâtın yanına gönderilir. Başka bir şeyh efendi namzetinin başına konulmak üzere bekletilir. Yeni gelen kişi giyse ve sonra o da göçse onun başından alınır, bir başka kişi için bekletilir. Bu dahî göstermektedir ki tacın sahibi asla giyen kişi değildir. Onda tasarrufta bulunan yolun maneviyatı ve pîrin kendisidir.

İhsan Efendi oğlum, dervişlik olaydı tâc ile hırka, biz de alırdık otuza kırka demişler. Şeyhim tâc ve hırka giydirdikten sonra fakîri karşısına almış ve şöyle demişti: “Evlâdım, biz senin zahirini süsledik. İnşâallah Cenâb-ı Hakk da bâtınını süslesin ve ziynetlendirsin. Ölüme râzı ol amma bu kisve-i Muhammedîye’ye ve yolunda tekbirlenen bu elbiseye toz kondurma. Sakın kendini kâmil menzilinde sanma, ben sana mürşid-i kâmil kisvesini giydirdim ve bunu mânevi emirle ifâ eyledim. İş bizden çıktı, şimdi yük senin omuzlarında, artık sen kâmil olmaya çalış. Cenâb-ı Hakk mübarek eylesin.” Bendeniz o tâcın altında âdetâ ezildim. Hak ile yeksân oldum(yerle bir oldum). Şimdi bu sözleri sana söylenilmiş gibi kabul et. Tâc giymek, hiç kimseye kahr-ı nazar etmeden cân ü başla hizmet etmek demektir. Eskisinden daha halim ol. Çok daha fazla hâdim ol. Kullara şefkatle muamelede bulun, merhametle nazar kıl. Tâc u hırkanla övünme. Her makamın kendine ait putu vardır. Kendini hep huzurda yani huzur-i ilâhîye de muhabbet üzre kâim bil. Hacca giderken malumundur, harem hudutlarına girilince kişi her şeyinden soyunur. İki parça beze bürünür. Kılını bile koparamaz. Harem hudutlarında ufacık bir otu bile çekip koparamaz. Sineği bile incitemez. İşte tâc u hırkaya nâil olmak mâsivadan soyunmaya işaret ve Hak Teâlâ’nın haremine mahrem olmak demektir. Nerde kaldı insanlara karşı böbürlenmek, henüz ilk esmada olan dervişe kibirle muamele etmek yahut gayret eden muhîblere külhanbeyi gibi konuşmak. Zamâne dervişlerine bakıyorum, sonra da diyorum ki iyi ki uzlet etmişim. Müsaade olunsa kılıcı elime alacağım, en önce halîfeyim diye ortada dolaşan, kalblerindeki ve beyinlerindeki necâseti tâc-ı şerif ve hırkayla örtmeye çalışan o kabakları bir bir budayacağım. Zarif olacağına kaba, halîm selîm olacağına gadaplı, elinden dilinden emin olunacak yerde de ihanette olan bir alay koca sarıklı var. Zaten işin resminde kalan ulemâ tasavvuf ve tarikatlara düşmanlık için bahane ararken tam da onlara malzeme oluyorlar. Bu fodulları gören ulemâ pîr yoluna ve ehl-i tarîke hakaret ediyorlar. Yahû, başına tâc giydirildiği halde daha okuduğu evrâdın mânâsını bile merak edip öğrenmeyen cahil herifler var. Bir de teslimiyetten dem vuruyorlar. Hani şeyhi söylememiş, o sebebden mânâsını okumamış, öğrenmemiş. Cehaletlerini de hem şeyhlerine hem de teslimiyete yüklüyorlar. A ahmak herif, pekâlâ sen madem şeyhin sözünden çıkmıyorsun, sana söylenmeden bir şey yapmıyorsun, peki mâlâyâni konuşmak ve elâlemin gıybetini yapmak şeyhinin emriyle mi? İnsanlara kahr u nazar etmek, külhanbeyi gibi dayılanmak sana hangi pirden emanet? Ne yolun âdabını bilirsin, ne ahkâmıyla amel edersin. Âyetten sorulsa, hadîs-i şeriften suâl edilse bilmiyorum dahî demez; “Bize bunlar lâzım değil, biz zaten pirimizden almışız.” diye pîrine de iftira edersin. Ümmî desen ümmî değil, meczub desen meczub değil, kendince bir bahanesi var amma onu dile getiremez, söyleyemez. İçinden şöyle der: “Ben bu hal üzre devam ederken şeyhim bana tâc ve hırka giydirmiş. Bu kadar esmâ’ı da telkin eylemiş. Demek ki benden memnunlar, ben aynen devam edeyim.” Sadrında sakladığı işte bu kötü niyettir. Evet, doğrudur, pîrin dervişleri bir vücûddur. Bu hakîkati bir yerlerden duymuş fakat mânâyı anlamamıştır. Bu nev’î çirkin halleri utanmadan yapıp sonra kendisini o vücûda isnad edenler bilsinler ki vücûdun belden aşağısına mensubdurlar. Belden aşağı vücûdda bulunmak onları memnun ediyorsa mübarek bir maba’d olarak kalabilirler. Amma sakın kendilerini belden yukarıya yani hazret-i insan olan zâtlara nisbet etmesinler. Vücûdun neresine ait olduklarını fehmedip, eğer zerre kadar irfanları varsa tövbe etsinler. Bu mânâ sahnesinde çirkinlikleri sergileyen bedbahtlardan olmasınlar.

Şeyh İhsan Efendi, nasıl olsa tâc ve hırka giydiniz diye size birçok insan iltifatta ve rağbette bulunacaktır. Amma bu söylediklerimi belki size söylemeye kimse cesaret edemeyecektir. Pirimin izniyle ve şeyhimin verdiği salahiyetle konuşuyorum. Sözlerime çok dikkat et. Geçmişte ve günümüzde tarikatlara en büyük tahribatı “oldum” diyenler yapmıştır. Bunu sakın unutma. Böyle olmuş! olmaktansa ham kalmayı tercih ederiz. Cenab-ı Hakk sizi giydirilen ve tekbirlenen kisve-i Muhammedi’nin ahlakına muvaffak eylesin. Mes’uliyetinizi idrak ederek ve mensubu olduğunuz pirinizi daima murakabe ederek hadim olunuz. Cenab-ı Hakk sizi benliğe düşmekten ve malayani ile uğraşmaktan muhafaza eylesin. Etrafına hep nur-i Muhammediye’yi yayan ve ahlak-ı Muhammedi’yi neşreden kullardan eylesin. Sizi bu kisveyle hem Hakkın gem de halkın şikayetinden, pirin huzurundan tard eylemesinden muhafaza eylesin. Sizden evvelli meşayih-i kirâm hazerâtının ruhlarını sizden hoşnud u râzı eylesin ve bu zatlara sizi hayrü’l halef eylesin. Dua ve niyazlarımızın kabulü içün, pirimin sırrıyla… el-Fatihâ.

38. mektupta buluşmak üzere…

28. Mektup

28. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmisekizincisidir.

1mursidinmektuplari

Her şeyi kendi kudretiyle var eden, her şeyin kendisini zikrettiği, eşya­nın isimlerini hazret-i insana tâlim ve telkin eyleyen, her şeye muktedir, dilediğini mağfiret eden, dilediğini rızıklandıran, meşiyyet-i ilâhîyesinde insanı ve cümle mahlûkatı kabiliyetince tasarrufa mezun eyleyen Hâlık u külli şey’, Kâdir-i mutlak, Cenâb-ı Allah’a tüm “şey “ler adedince hamd ü senâ olsun. Bu vesileyle bizlere eşyanın hakikati keşfolsun.

Bahr-i ehâdiyyetin celâl ve cemâl tecellîlerinin mazharı, ilm-i ledûn deryasının gavvası ve muzhırı, âşıkların ve sâdıkların madeni, ilm-i hakikatin rehberi, beşeriyetin, betahsis ümmetinin şefaatkân-ı Ahmedi, nur-i ilâhî semâsının şems-i enveri, beşeriyetin zulmetle kararmış semâlarının mehtab-ı münevveri, gönüller sultanı, sırat-ı müstakimin sirâc-ı münîri, Efendimiz’e salât ve selâm olsun. Âl-i Muhammed, ashâb-ı Muhammed ve ezvâc-ı Muhammed hazerâtına salât ü selâmlardan hâsıl olan ecir ikram olunsun. Cümlesi, cümlemize yâr ve yoldaş olsun.

Muhterem İhsan Efendi oğlum, Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize ve gönlü sizinle beraber bulunan kardeşlerimizin üzerine olsun.

İhsan Efendi oğlum, evliyanın sözlerine kibar-ı kelâm denir, Velîler peygambere vâris olan zâtlardır. Binâenaleyh onlar zuhûr etmedikçe ve gönüllerine ilhâmât havale olunmadıkça mümkün mertebe söz sarfetmezler. Konuştukları zaman da bir sebebe binâen konuşur, hele hele sohbet açtıklarında yahut hitab ettiklerinde muhakkak emr-i mânevî ve zevk-i ilâhî ile kelâm ederler. Evliyâullahın isimlerini bilmek, en azından tarîkinin silsilesinde bulunan ve cümle tarikat ehlinin gönül silsilesinde mevcud olan velî zâtların ismini bilmek zât-ı âliniz için elzemdir. Evvelce zikrolundu, evliyâullahın ruhları, isimleri anıldığı demde bundan haberdar kılınır, zikredildikleri meclise ilâhî rahmetle ve nurla nüzûl ederler. Şeyhim, sultânım fakîre şöyle ta’rif ederdi; Oğlum, uyuyan kuşları bilirsin, boyunlarını kanatlarının altına doğru sokar öylece tünerler. Seslendiğin vakit hemen başlarını kaldırır, dikkat kesilirler. İşte evliyâullah hazerâtının ruhaniyetleri de böyledir. İsimleri anıldığı vakit hemen başlarını kaldırır, o meclislere ruhen intikal ederler. Tabiî ki bu sözler mânevi zevki olan kalbi uyanıklar içindir. Derdimiz münkiri ikrara getirmek değildir amma hiç böyle şey olur mu, diyenlere küçük bir îkazım var. Şeytan -şerrinden Allah’a sığınırız- ismi zikredildiğinde yahut onunla alakalı bir fiil işlendiğinde hemen o mecliste hazır olur. Allah’ın lanetinde olan şeytan bile anıldığında hemencecik orada bitiveriyorsa Allah Teâlâ’nın kabz-ı rahmânında ve ikramında olan velîler niye intikal etmesin? İşte bu kadarcık söz bunu kabul etmeyen münkirlere kâfi gelir. Hz, Ömer (ra) üç aylık mesafedeki komutanına sesleniyor ve o kumandan da Ömer Efendimizin sesini duyuyor. İşte aynı sır bu halin vârisleri arasında cereyan etmektedir, vesselâm.

Pek kıymetli İhsan Efendi oğlum. Pirimiz Ramazaneddin-i Mahfi Karahisarî Hazretleri, Rûmeli’nde Halvetî tarîkinin neşv u nemâ bulmasına çok büyük vesilelerde bulunmuştur. Silsilemizde olan zâtlann hayatlarını bilmek ve hatta Hâce Bahâüddîn-i Nakşibendî, Müceddid Ubeydullah-ı Ahrar, Pîr İmam-ı Rabbanî, Pîr-i Türkistan Ahmed-i Yesevî, Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve onun piri Pir Necmeddîn-i Kübra gibi zevât-ı kirâmın hayatlarını ve menkıbelerini iyice öğrenmek ve hatta sizin durumunuzda olan bir kâmil derviş için onlarla mânen alışverişte bulunmak lâzımdır. Pîr Ramazan Efendi Hazretleri’ni İstanbul’a gittiğinizde Kocamustafapaşa sem­tindeki ismiyle müsemma (yani Ramazan Efendi Camii’nde) camide ziyaret ediniz. Câmiinin yakınında halvethânesi bulunmaktadır. Bir müddet orada Hazret-i Pir ile rabıta ediniz. İstanbul, İslam coğrafyasında en çok tekke ve zâviyenin bulunduğu beldedir. Bu mübarek beldede kırka yakın pir vardır. Şimdi gözümde bir bir o mübarek şehrin velîleri canlanıyor.

[audio http://semazen-doc.com/mestmp3/194-seyhiminilleri.mp3]

Efendimiz (sav)’i Medine-i Münevvere’de, evinde misafir eden mihmândâr-ı Resûlullah Hz. Hâlid Ebâ Eyyûb el Ensarî ve yine Efendimiz’in “Ne güzel kumandandır’ diye müjde­lediği Fatih Sultan Mehmed Han Efendimiz’in makamlan gözümde tütüyor. İstanbul’da yaşayan insanlar ne kadar şanslı. Her sokakta, her semtte velîler makam tutmuş. Pîr Hüsameddîn-i Uşşakî, Pîr Ismail-i Rûmî, Pîr Sümbül Sinan, Pîr Musa Musluhiddîn Merkez Efendi, Seyyîd Nizam Hazretleri, Pîr Mehmed Emîn Tokadî, Pîr Abdulehâd en Nûr-i Sivasî, Pîr Ümmî Sinan, Pîr Muhammed Nasühî, Bayramı ricâlinden Pîr Himmet Efendi ve Şazeliyye, Bedeviyye, Rıfaiyye ve Nakşibendiyye’nin birçok meşayihi bu güzel beldede medfundur. Bu mübarek belde-i tayyibeye şöyle bir nazar eylesen “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah” kelime-i tayyibesini aşikâre görürsün. Yeryüzünde Müslüman şehri olduğunu bu kadar bâriz vaziyette gösteren başka bir şehir yoktur dersem mübalağa etmiş olmam. Şehrin caddelerini ve sokaklannı dolaşan insanlar bile Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine ve zikrine, muhakkak bir şekilde nail oluverirler. Zikretmeden, Fatiha okumadan burada yaşamak nerdeyse mümkün değildir. Semâlarında “Allahu Ekber” sesi, zemininde de şehit kanları vardır. İşte İstanbul’un Dersaadet ve Asitane olarak şöhret bulması boşuna değildir.

Seyyah İhsan Efendi oğlum, İstanbul hakkında çok güzel bir menkıbe var. Mademki yeri geldi, hem rahmete hem de ecdadımızı hayırla yâdetmeye vesile olur inşâallah. Fatih Sultan Hazretleri İstanbul’u fethettikten sonra hocası Akşemseddîn-i Velî’ye, “Bu fetih bize müyesser oldu lâkin merak ediyorum tekrar küffar eline geçmesi mukadder mi yahut bu beldenin Müslümanlann elinden çıkmaması için nasıl tedbir alalım?” diye sormuş. Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’nin halîfesi olan Akşemseddîn-i Velî Hazretleri bu mes’eleyi Cemâleddîn-i Halvetî Hazretleri’ne havale etmiş. “Bera­berce gidelim, Hz. Şeyh’ten bunu suâl edelim.” demiş. Hz. Şeyh Cemâleddîn Aksarayî Halvetî, Fatih Sultan Efendimizin bu sorusunu izn-i ilâhî ile şöyle cevaplamış: “Ey oğul, bu belde-i tayyibenin(güzel beldenin, İstanbul’un) kıyamet sabahına kadar küffâr eline geçmesini istemiyorsan öyle,bir nizam kur ki, her gün yetmiş bin kelime-i tevhîd bu mübarek beldenin semâlarına yükselsin. İşte o zaman düşman istilasından emin olur.” Hemen bunun üzerine Sultan Fatih Mehmed Han zikir halakalarının bulunduğu yerler ikame eylemiş. Meselâ Ayasofya Câmii, ki, diğer adı Câmi-i Kebîr’dir: Halvetîlere, Edirnekapusu’ndaki Kâriye Câmii ricâl-i Nakşiyye’ye havale edilmiş. Bunun gibi birçok sokak ve caddelere mescidler inşa edilmiş. Şerîat üzre bina olunan o mescidlere tarikat ehli sûfiler ta’yin edilmiş.

Bundan dolayı İhsan Efendi oğlum, yeryüzünde en çok câmi, mescid, tekke ve zâviye olan şehir İstanbul’dur. Hatrıma gelmişken şunu da arzedeyim: Sultan Fatih, Cemâleddîn-i Halvetî Hazretleri’ne hürmeten şehrin bir semtine Aksaray ismini ve bir mahallesine de Sofular ismini vermiştir. İnşâallah ziyaret ettiğinde Fatiha ve dualarını bu mekânlarda bol bol yaparsın. Bir velîyi göçtükten sonra ziyaret etmek, hal-i hayatında elini öpmekten farksızdır. Görenedir görene, köre nedir köre ne…

Cenâb-ı Hakk ziyaretle­rini şimdiden kabul buyursun. İstanbul’daki bir mühim makam da şehrin yani sur içinin en yüksek mahalli Edirnekapı civarında Hz. Pîr Nureddîn Cerrahî Efendimiz’in kabridir. Bu zât pîrimiz Ramazaneddîn-i Mahfî Hazretleri’nin yolundan gelen çok büyük bir zâttır. Hakkında muhtasar ma’lumât yerinde olacaktır. Zîrâ bu zât hâtemü’l-mûctehidîn’dir.

Tabiî şimdi bunu da anlatmak lâzım. İhsan Efendi oğlum, Hâtemü’l-evliyâ ile, hâtemü’l-müctehidîn ayrı mefhumlardır. Hâtemü’l-evliyâ kişinin velayet makamının nihayetinde olması mânâsına gelir. Yani herkesin kendine göre bir mânevî kabiliyeti vardır. Bu mânevi kabiliyet nisbetinde de velayet derecesi vardır. Velâyet derecesinin nihayeti nübüvvet makamı­nın başlangıcıdır. Hiçbir velî nebî olamaz; muhaldir. Fakat velîler muhakkak nebîlerin ve bilhassa Nebî-yi zîşan Efendimiz’in bir cihet­ten vârisidirler. Velîler nebilerden feyiz alır, ümmetin velîleri tâbi oldukları peygamberin feyzinden hissedar olurlar. Dolayısıyla birden fazla velî hâtemü’l-velâyet makamına çıkabilir. Amma hâtemü’l- müctehidîn, tarîkatta içtihad eden pîrleriri sonuncusu demektir. Yani bu pirden sonra ehl-i tarikata yeni esmâ nizamı yahut evrâd tertibi verilmeyeceğine işarettir. Bu hazretin Efendimiz(sav) ile acayip benzerlikleri vardır. Şöyle ki: Efendimiz’in ism-i âlisi Muhammed, peder-i muhtereminin ismi Abdullah, valide-i ismet penahlanın ismi Âmine, refîka-i hür iffetlerinin ismi ise Hatice’dir. Ayrıca veladet-i mübarekeleri(mübarek doğumlan) 12 Rebîu’l-evvel isneyn gecesidir(pazartesi). Hâtemü’l-müctehidîn olan bu zât-ı âlinin de ismi Muhammed, babasının adı Abdullah, valide-i muhteremelerinin adı Emine, zevce-i muhteremelerinin adı Hatice’dir ve acayip ki veladetleri (doğumları) 12 Rebîu’l-evvel İsneyn(Pazartesi) gecesidir.

Efendimiz hâtemü’l-nebiyyîn’dir. Nebilerin sonuncusudur. Hazret-i Pîr, Hâtemü’l-mûctehidîn’dir. Yani tarîkatta ictihad edenlerin sonun­cusudur. Bu sebebden dolayı kendisine pîrlerden mânevî emanetler verilmiştir. Hazret-i Abdulkâdir Geylânî saç tekbirlenmesini, Pîr Ahmed er-Rıfaî salât-ı kemâliyesini, Pîr Ahmed el-Bedevî, Bedevî güllesini, Pîr İbrahim-i Dussûkî mânevî terbiyesini,Pîr Bahâüddîn-i Nakşibendî aşr-ı şerifi, Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî sikke-yi şerîfelerini, Pîr Sümbül Sinan dalga tevhîdini, Pîr Azîz Mahmud Hüdayî kendisinden sonra gelen altıncı postnişînine emr-i mânevî ile bu hazrete mavi postunu ve daha birçok pîr mânevî emanetle­rinden bir veya birkaçını bu mübarek zâta tevdi’ eylemiştir.

Güzel evlâdım, bu kubbe altında nice ehl-i hal ve velâyet sahibi zâtlar mevcuttur. Hak Teâlâ cümlesinin feyzinden hissedâr eylesin. Zât-ı âlinize ilk mektubumda evliyânın tarîkleri bir su kaynağının muslukları gibi yani şadırvanın çeşmeleri gibi demiş idim. Kişi meşrebi ve mizacına göre bu kaynaklardan feyz almalı. Bu büyük zâtlann bulunması ümmet-i Muhammed için rahmettir ve çok büyük zenginliktir. Yoksa falanca pîr büyük filanca pîr ondan küçük, benim şeyhim keramet sahibi, seninkinden daha âli gibi sözleri ancak câhil cühela söyler. Azîzler bu sözlerden ve bu sözleri sarfeden kişilerden beridirler. Hangi Hak kapısı olursa olsun, ihlâs ile diz çöküp o kapıdan ilâhî rahmeti kana kana almak lâzımdır. Derviş başkasıyla uğraşmaz, samimiyetle bir kapıya bende olur. Böylece cümle pîranın feyzinden azamî müstefîd olur. Allah için birbirini seven iki kişiye bile Cenâb-ı Hakk rahmetini yağdırıyorsa hiç samimi dervişler mahrum kalırlar mı? Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Allah bilir dervişlerin halini, vesselam”

İlâhî Yâ Rabbî, ismini andığımız anamadığımız, cümle ehl-i îmânın ruhlanm bizlerden hoşnud u razı eyle. Allah ve Resûl muhabbetini kalbden kalbe, akıtan her kim varsa Efendimiz’in Livâü’l-hamd’ı altında hepsini cem eyle. Allah için hizmet eden, Resûlullah’a âşık kulla­rınla kalblerimizi birleştirip Allah için birbiriyle sevişenlerden eyle. İlâhî yâ Rabbî, hakkı hak görüp tâbi olmakla bizi nzıklandır. Bâtılı bâtıl olarak görebilmek ve ondan kaçınabilmekle, rızkımıza mâni olacak ahvâlden bizi uzaklaştır. Bizleri hakka ve hakîkate muttali eyle. Gafletten halâs eyle. Hakk’a karşı agâh ve uyanık eyle. Cümle ihvan-ı yârânımızı gafletten îkaz eyle. Kabahatlerimizi afv ü setreyle. İçimizde ahlâk-ı rezile sahipleri var ise lütfen ve keremen hidayet eyle. Cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammedi ıslah eyle. Âhır ve akıbetlerimizi hayreyle. Sübhâne rabbike rabbil izzeti amma yasifun vesselâmun ale’l mürselîn velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.

29. mektupta görüşmek üzere…

22. Mektup

22. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmiikincisidir.

1mursidinmektuplari

Cenâb-ı Hakk’ı tesbih edenler adedince, Cenâb-ı Hakk’ın fazlı, rahmeti ve ilmi adedince, Hak Teâlâ’dan gafil olanların nefisleri ve nefesleri ve günahları adedince, cümle mahlûkatın ve onlarda tecellî eden hilkat hesabınca ve miktarınca, tecellî-yi sıfat ve tecellîyat-ı ef’al adedince Rabbü’l-âlemîn Allah Teâlâ’ya, hamd ü senâ olsun.

Ve bu zikredilenlerin misli adedince rahmeten-li’l-âlemîn Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa’ya salât ve selâm olsun. Hamdele ve salvelenin ecr-i namütenahisinden başta, ashâb-ı kirâm olmak üzre cümle ümmet-i Muhammed’e alâ merâtibihim îsal olunsun. Bu duayı yapmaktan âciz kalbimizin ve ağzımızın haline bakılmaksızın niyazlarımız taraf-ı sübhâniyelerinden reddolunmasın, Erhamu’r-rahimîn, Raûfu’r-Rahîm olan Mevlâ dualarımızı kabul buyursun.

Esselâmu aleyküm Derviş İhsan Efendi,

Muhterem İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk sizleri ve bizleri tevhidin nurunda bir eylesin. Biz iki mektûb gönderdik, herhalde bunlardan sonra epeyce ses gelmez deyu düşündük amma, maşâallah mukabeleniz gecikmedi. Tabiî serde gençlik var(yaşınız başınız genç), onun için herhalde heyecanla mukabelede bulundunuz. Şikâyet değil memnuniyetimizin ifadesidir. Allah Teâlâ halini kemâl ve ihtiyar hal üzre dâim eyleyüp kalbindeki neş’eyi dâimâ genç eylesin. Sizin her mektûbunuzda kendi gençliğimin ve seyr u sülûkumun neş’esini görmekteyim. Allah feyzini artırsın. İnşâallah bize benzemekten azâd olur, Allah’ın rızasına erişen zâtların haliyle hallenir, onlara benzersin. Çok şükür sıhhat ve afiyetteyim, inşâallah sizler de sıhhat ve afiyetle dâim ve kâim olun.

Pîr yoldaşım İhsan Efendi oğlum. Zât-ı âlinize gösterilen mânâları teker teker tâbire hâcet görmüyorum. Onun yerine hepsinin tâbirine ve sence tefsirine âgâh olabileceğin bazı ma’lûmatı arzediyorum. Güzel evlâdım, yolumuz Allah ve Resûl yoludur. Daha evvel de arzettiğim gibi ehl-i sünnet ve’l-cemaat yollarının her biri kişiyi sırat-ı müstakim üzre Allah ve Resûl muhabbetine çıkarır. Turûk-ı âliyyenin birçoğu fiilen ve halen birbirine benzer. Mektûbunda anlattığın Kâdiriyye’de, Rifâiyye’de ve Halvetiyye’nin birçok kolunda şeklen benzerliklerin olması bu sebebdendir. Mürşidinin sohbetinde veyahut kıdemli dervişlerle sohbet ettiğinde belki duymuşsundur amma bendeniz bir kere daha yolumuzun özelliklerine ait mevzuları zikredeyim.

Bizler tevhîd ederken başımızı sağdan alıp kalbimizin üzerine doğru hareket ettiririz. Kâdiriyye’de, Rifâiyye’de ve birçok tarîkte aynı şekilde olmasının sebebi Efendimiz(sav)’in İmam Ali Efendimiz’e tevhidi tâlim ediş şekliyle alakalıdır. İsmi zikredilen tarikatlar da Cenâb-ı Şah-ı Velî Hazret-i Ali Efendimiz’e dayandıklarından dolayı aynı şekil ve hal üzre zikrederler. Hadîs-i şerifte bu vakıa meâlen şöyle geçer: Hazret-i Ali Efendimiz rivâyet ediyor: “Ben Resulullah(sav)’a ‘Ya Resûlallah, bana öyle bir ibadet söyle ki hem çok kolay olsun hem çok faziletli olsun hem de Allah Teâlâ’ya yakınlaşmama vesile olsun.’ dedim. Resulullah Efendimiz de buyurdu ki: ‘Ya Ali, bu, zikrullaha müdavemetle olur (Dâimâ Allah’ı zikretmekle olur).’ Böyle buyurunca ben taaccüb ettim ve dedim ki: ‘Ya Resûlallah, zikrin fazileti bu kadar yüksek midir, zîrâ cümle insanlar zikrediyorlar (Halbuki ben daha husûsî bir amel söylersiniz diye düşünmüştüm.).’ Efendimiz saadetle ‘Evet, (Zikrullah çok faziletlidir.) yeryüzünde Allah Allah diyen olduğu müddetçe kıyamet kopmayacaktır.’ buyurdular. Ben de ‘Peki yâ Resûlallah, nasıl zikredeyim?’ diye sordum. Efendimiz ‘Şimdi ben nasıl zikrediyorsam, sen de öyle zikret.’ buyurdular ve dizlerini dizlerime dayadılar, elimi musafaha yapar gibi tuttular, gözlerini yumup üç kere bana duyuracak şekilde yani yüksek sesle ‘La ilâhe illallah’ dediler ve bu tevhidi zikrederken mübarek başlarını sağ taraftan ‘La ilâhe’ diyerek kaldırdılar. ‘İllallah’ derken diğer taraflarına yani kalblerinin üzerine başlarını çevirerek tamamladılar. (Sağdan nefyettiler, kalb üzerinde ‘illallah’ diyerek isbat ettiler.) Bunu üç kere yaptıktan sonra ben de gözümü yumarak yüksek sesle başımı sağdan alıp kalbimin üzerinde tamamlayacak şekilde üç kere tevhîd ettim. Bunun üzerine Efendimiz(sav) benim kalbimin açılması ve sırrım için dua buyurdular.” Bu hadîs-i şerifin metnini ve senedini inşâallah mektûbun sonunda kitaptan bakıp yazacağım. Bendeniz burada şeyhimin hadîs sohbetinde dinlediğim tefsiriyle sana arzediyorum.

Hemen şurada önemli bir hususu açıklamam îcab ediyor. Güzel evlâdım, insanların meşrebi farklı farklıdır. Herkesin esmâ’ı tâlim ediş şekli, alış hali ve zikrullaha müdavemet seyri farklıdır. Kişiler kabiliyetine göre ve ezelden gelen feyiz taksimâtına göre bir meşrebin suyuna doğru giderler. Yani herkes böyle zikredecek diye bir kaide yoktur. Evvelce yazmış idim. Meselâ; Hz. Ebu Bekir Sıddıyk Efendimiz’e iki cihan serveri Efendimiz’in zikir tâlim ediş şekli farklıdır. Hatırlayacağın üzre Resûlullah(sav) Efendimiz, Hazret-i Sıddıyk-i Ekber’e Sevr mağarasında hafîyyen (kısık, yavaş sesle, gizli) zikrullah telkininde bulundu. Binâenaleyh, o yoldan feyz alanların zikir neş’esi bu hal üzre olur. Diğer yoldan feyz alanların neş’esi bâlâda (yukarıda) zikrettiğim gibi olur. Yani maksûd birdir. Meşrep ve zevkler farklıdır. Sâdık ve hakîkî derviş olan için hangi hak meşrepte olursa olsun zikr-i Hakk ve Hakk’a vâsıl olmak aynıdır. Burada hatalı olan bunları ayrı görmektir. Aynı, Hz. Ali’yi sevip de Ebu Bekir ve Ömer Efendilerimize dil uzatan ahmakların nasıl sırat-ı müstakimden ayaklan kayıyorsa bunları tanıyıp, muhabbet edip de meşreplerini kabul etmeyen kişiler de ehl-i tarîkin dışında kalmışlardır. Ve bu nev’î insanlar hiçbir zaman ma’rifetten nasîbdâr olamazlar. Hatta kokusunu bile alamazlar. Şimdi anlaşıldı ki hafiyyen zikredecek meşrepte olan kişi cehrî zikirle meşgul olursa kabiliyetinin dışında bir saha ile meşgul olduğundan zorlanır, sonra Allah muhafaza ehl-i tarîke sû-i zan eder. Diğer haller buna kıyas edilsin. Evliyâullah hazerâtının ictihad ettiği yollar muhakkak fi’l-i Resûlullah’a dayanır (Resûlullah Efendimizin işlediği bir fiile dayanır.), hâşâ, kendilerinden bir ilâvede bulunmazlar. Zikrullahın gerek cemaatle gerek ferdî tatbiki bizzat Allah Resûlü’nün işareti üzre ictihad olunmuştur. Bazı zikrullah şekilleri vazifeli melekler tarafından mürşidlere tâlim edilmiş olsa dahî bu bile Resûlullah(sav) Efendimizin nuruyla ve ruhuyla kurbiyyetin(yakınlığının) eseridir.

İhsan Efendi oğlum, bendeniz hem yaşım hem vazifem îcabı bir çok şeyh meclisine ve tekkeye, zikrullaha iştirak eyledim. Oralarda gördüm ki hepsinde buy-i Muhammedi var (Resülullah Efendimizin güzel kokusu var.) Aynı sana gösterilen rüyalardaki gibi fakire de o zamanlar mânâda zikrullahı tâlim ederlerdi. Övünmek için değil fakat seyr u sülûkta dervişlerin nelere mazhar olduklarını sana bildirmek için söylüyorum ki fakire zikrullah şekillerini hep mânâda tâlim ettiler. Nasıl kuud zikri yapılır, kıyam zikri nasıl olur, kalbî zikir, devrân nasıl icra edilir, fakîr bunları hep şeyhimin himmeti ve yolumun berekâtıyla tabiî ki Cenâb-ı Hakkın izn ü inayetiyle rüyada ve âlem-i mânâda müşahede ederek öğrendim. Hatta birçoğunun ismini ve hangi pirin içtihadı olduğunu şeyhime arzettiğim rüyaların cevabında öğrendim. Meselâ; Hazret-i şeyhime rüyada gördüğümü anlatırdım. O da fakire “Sana Şabânî tarîkinin kuud zikrini tâlim ettirmişler. Bu zikir şekli Şabân-ı Velî Hazretleri’nin içtihadıdır. Şöyle yapacaksın, şöyle duracaksın.” diyerek anlatır, îzah ederdi. Biz devrânîyiz lâkin sâir tarîkin zikrullah şekilleri emaneten izinle verilirse hem kıyamen zikrederiz hem kuûden zikrederiz. Efendimiz(sav) zamanında kuûden zikir vardı. Bu sebebden dolayı hangi tarîkat olursa olsun hepsi zikre kuûden (yani oturarak) başlar. İnşâallah zikrullah şekilleri hakkında zât-ı âlinize başka bir zaman geniş malûmat arzederim. Tekrar şunu arzedeyim: Biz devrânîyiz lâkin şeyhim hem devrâna hem kıyama hem semâ’a mezundu. Kendisinde sâir tarikattan emanetler vardı. Hatta fakîre kıyam reisliği için husûsî Fatihâ verdi. Yani fakîr kıyam zikrini icra ettirmeye mezun kılındı (Kıyam reisliğine Fatihâ verilmesi ayakta yürümeden yapılan zikir şekillerinden “kıyamı zikre” mezun olmak mânâsına geliyormuş. Çünkü ehl-i tarike Fatihâ’ya izin verilmesi bir mezuniyet nişânesidir. Bir nev’î salahiyettir.) Fakir kendimi anlatmak için bunları arzetmiyorum. Yolların birbiriyle olan râbıtasını ve aynı koldan gelen yolların birbirine benzerliğini işaret etmek için arzediyorum.

Şöyle bir soru vârid olabilir. Efendim, Allah Teâlâ’nın zikri için bu kadar şekle ne ihtiyaç var? Şekille meşgul olunmasa da öylece zikredilse olmaz mı? Fakire de bazen sorulan bu suâle şu şekilde cevap verilebilir: Usûlü ve zâhiri olmayan her şey muhakkak bozulmaya yüz tutar. Usûl ve kalıp özün yerine geçerse yani merasim ve zahiri nizam özdeki mânânın yerine geçer, sadece kabukta kalınırsa o şey de ölür. Mühim olan ikisini dengede tutmaktır. Ayrıca mademki Efendimiz (sav) veya büyüklerimiz bu şekil üzre zikretmişler, kendi kafalarına ve akıllarına uyarak bu nev’î halleri îcad etmemişler, bize yakışan hal de onları taklid etmek ve bu taklidlerimizi tahkîke erdirmektir. Üçüncü olarak da cevaben şunu deriz: Şekil önemli değil diyerek şekli iptal etmeye çalışmak da şekilde kalmaktır. Bu düşünce de zâhirle meşgul olmaktır. İlla şekli uyacak demek sadece kabukla meşgul olmaksa, hayır şekil olmayacak demek de kabukla meşgul olmaktır. Bir zât meydanda icra eylediği zikrullahı şöyle anlatıyor: “Halvetteydim, zikirle meşgul idim, o esnada Efendimiz (sav) ve pîrim ile haberleşmeme vesile olan melâike-i kirâm hazerâtı geldiler ve bu zikri icra ederek sen de böyle yapacaksın, dediler. Biz de onlardan gördüğümüz gibi sizlere tâlim eyledik.” Bundan sonra siz de böyle yapınız diyerek yakın dervişlerini irşad eylemişler. Demek ki kendilerinden ictihad etmiyorlar. Ortada bir ictihad varsa Cenâb- Hakk’ın ilhamının şevkiyle oluyor. Seven kişi sevdiğinin virdiyle virdlenir, onun zikriyle dilşâd olur. Bizler meşrebimiz îcabı muhabbet ettiğimiz zâtların zikriyle, haliyle ve fiiliyle benzeşmeye gayret ediyoruz. Ve Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun ki bu gayretimizden de zevk-i mânevî alıyoruz. Seyyid Seyfullah Hazretleri ne güzel söylemiş:

Dahledenler devrânına
Girmediler seyranına
Kıydığım tatlı canıma
Muhammed’in aşkındandır

Bu günlerde bu Hazret’in dîvânıyla meşgul oluyorum. Bir başka nutkunda da buyuruyor ki:

Bu aşk bir bahr-i ummandır
Buna hadd ü kenar olmaz,
Delilim sırr-ı Kur’ân’dır,
Bunu bilende ar olmaz.

“Bu aşk bir bahr-i ummandır.” derken bu, hem büyük bir denizdir mânâsına hem de bir ummandır, yani bir denizdir, ikilik yoktur mânâsınadır. “Delilim sırr-ı Kur’ân’dır.” derken de “Kur’ân-ı Kerîm’in birazcık meâliyle, tefsiriyle meşgul olanlar bizim yaptığımız fiilleri Kur’ân’a ters zannederler. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’in hakikatinden nasîbdâr olsalar fiilimizin ve yolumuzun sırat-ı müstakim olduğunu anlarlar mânâsına, ayrıca “Delilim sırr-ı Kur’ân” diyerek Hazret-i Ali Efendimiz’e işaret etmektedirler. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in tecessüm etmiş şekli Hazret-i Muhammed Mustafa’dır ve nübüvvetin mazharıdır. Hazret-i Ali Efendimiz ise o ilim şehrinin kapısı ve nübüvvetin sırrı olan velâyet babının şâhıdır. “İşte biz bu yol üzre gideriz. Etraftan gelen kınamalara da hiç aldırış etmeyiz.” diyerek koca pîr, nutk-ı şerifinde ilân ediyor. Uzatmayayım, bu nutkun sonunda “Seyfullah sözünde mesttir, şeyhinden aldığı desttir, dîvâne ra kalem nisttir, ne söylesen kınar olmaz.” diyerek bu anlattıklarımızı özetleyiveriyor. İnşâallah hem bu nutku hem de evliyâullahın diğer nutuklarını bu ferâsetle okur idrâk edersin.

Tarîkat, görmek demektir. İnşâallah bu anlattığım ahvâli dahî göreceksin hatta sondan evvelki anlattığın rüyada buna işaret vardır. O sana gösterilen esmâ-ı ilâhîyenin ve zikrullahın icrâı esnasında hazır bulunan meleklerdir. Sana acayip gelebilir amma şöyle bir izahatta bulunayım. Meselâ; lâ ilâhe illallah derken sağdan başını almayıp da solundan diğer tarafa çekmek istesen vücûdunun sağ ve sol tarafındaki melekler farklı memuriyet makamında olduklarından sende arıza meydana gelir. Hatta taaccüb edeceksin, kalbinde kasavet, Allah muhafaza, bir müddet feyiz kesilmesi ve mühürlenmesi gibi hallere düçâr olursun.

Erenlerin kılıcı
Arş’a direk bir ucu
Ne de güzel kesici
Lâ ilâhe illallah

sözünde Hazret-i Yunus-i Ümmî’nin işaret ettiği gibi o kılıçlar ters tarafa iniverir. Bir uru vücûddan çıkarmak için neşter vururlar ya, o keskin bıçak uru alacak yerde damarını keser, doğrarsa ne yaparsın? Allah muhafaza, ya kan kaybından ölür yahut sakat kalırsın. İşte bunun gibi kelime-i tevhîd nefsin kötü sıfatım kesmek için âdetâ iner, kalkar. Evliyâullah hazerâtı bu mânevi ameliyatı bu şekil üzerine yapmış. Sen bu kılıcı başka türlü kullanırsan neticesi de başka türlü olur. O sebebden “Âdet etme, âdeti terk etme.” demişler. Tevhîd çekmek, devrân etmek, kıyamen zikretmek veyahut her ne şekilde olursa olsun, zikir, pirlerin içtihadı üzre olmalı. Hele ki cemaatle zikrullah ifâ olundukta mürşidin verdiği esmâ’a hem lisânen hem bedenen hatta halen iştirak edip tevhîd üzre olmalı. Düşün ki öyle bir meydanda kaç kılıç birden çekilir. Bırak damarı kesmeyi, Allah muhafaza, insan kendisine göre hareket etse o kılıç darbeleri arasında ve merdane dönen kılıçlar altında un ufak olur sonra o parçaları bir daha şeyhi de toplayamaz. Meydan er meydanıdır. Hele zikrullahta şeyh efendi Fatiha ederek meydan açtıysa artık ondan sonra dervişe lâzım olan ezkâra riayet etmek ve o hal üzre edeb göstermektir. Öyle meydanda tâlim olmaz. Aynı cihad meydanında tâlim olunmayacağı gibi bir kişi cephede savaşmadan evvel kışlada tâlim yapar amma cepheye gidip savaş patladı mı artık tâlim zamanı geçmiştir. Muvaffak ve muzaffer olmak için başındaki kumandana harfiyen tâbi olması ve o emir üzre hareket etmesi îcab eder. Aynı anda herkes aynı hatayı işlese bile artık ona hata denmez. Herkes aynı şeyi yaptığı için yine bir tevhîd hali zuhûr eder. Bu sırrı ancak bu kadar îzah edebiliyorum. Allahu a’lem sizlere bu rüyaları gösteren kudret bu anlattığım mânâların izahını ve hakikatini de size meşk edecektir.

Pek kıymetli İhsan Efendi oğlum. En son gönderdiğin mektûbun sonundaki o işaretler vefk-i Ali’dir. Bu emaneti sana veriyorum. Bunu is mürekkebiyle biraz da içine zaferan karıştırarak Cuma günü salâ ile ezan arası yazıp üzerinizde taşıyabilir veyahut size müracaat eden bazı kişilerin maddî ve mânevî muhafazası için onlara da taşımaları için verebilirsiniz. Bazı tarikatlarda bu vefk, kıyafetlerinin üzerinde veya tâc-ı şeriflerinin içerisinde yazılı mevcuttur. Hz. Ali Efendimiz’den gelmektedir. Oradan müteselsilen bize intikal etti. Biz de size bu emaneti veriyoruz. Hatırlatmada bulunayım: “Mollanın olmamışı kelâm ilmiyle, dervişin olmamışı havasla meşgul olurmuş.” Lâkin yazarak size gönderdiğim bu emanet, yolumuzun husûsî emanetlerindendir ve umûmîdir. Derviş çeyizi kabilindendir. Yarın bir gün bize emr-i Hakk vaki’ olursa bu emanet bizde kalmasın, ehli olan birinde bulunsun deyu zuhûratla size vermeyi uygun gördük. Cenâb- Hakk te’sirini halkeylesin. Vakitler hayrolsun, şerler defolsun, mü’mînler azîz olsun, münkirler ıslah olsun, ıslahı mümkün olmayanların şerrinden Cenâb-ı Hakk bizleri muhafaza buyursun. Korktuklarından emin, umduklarına nâil kılınasın. Cenâb-ı Hakk dâimâ muhabbetiyle ve muhabbet-i Resûlullah ile kalbini ve cümle ecza-yı vücûdunu tenvir ve tezyin buyursun. Murâdlar husûlüne, dualar ve niyâzlar kabulüne, âşıkların vuslatına, el-Fatihâ meassalâvat. Fî emânillah…

Esselâmu aleykum ve rahmetullah…

23. mektupta görüşmek üzere…