Din, hayatın vicdânıdır. Hayata dinle tutunmak ve dine hayat vermek: Müslüman’ın en “hayatî” meselesinin bu olduğunu söyleyebiliriz.
Hayata dinle tutunmak, onun rehberliğinde ve çizdiği yoldan yürümek; dine hayat vermek ise onu her dem aşk ile yorumlamak, yeni okumalarla canlı tutmaktır.
Din, nihayetinde insan için vardır. Bunu uzatabiliriz: Onun mutluluğunu, rahatını, huzurunu temin eder. İnsan ise din ile şeref kazanır ve derinleşir; Hazret-i İnsan olur.
Dini, insan hayatına dair önerilerde bulunan herhangi bir düzenleme gibi sunmak ile ona hayatta yer vermeyecek kadar kutsallık atfetmek arasında temelde bir fark yoktur. İkisi de din ile hayat arasında bir duvar örer. Birisi sıradanlaştırarak bunu yaparken, öteki kutsayarak buna sebebiyet veriyor. Hakikat sanki bu aralıkta gibi duruyor. Onu ne sıradanlaştırmak ne de ulaşılamaz, dokunulamaz bir yere taşımak: Dine hayatın tam da merkezinde yer açmak; başının üstünde değil, içinin ta içinde!
Dini, sadece “büyük” meselelerle ilgilenen, gündelik hayata dair bir şey söylemeyen bir tarifle takdim etmek büyük bir tuzaktır. Evet, sosyal, siyasal, kültürel önerileri de var ama sabahtan akşama, doğumdan ölüme, atılan her adımda dinin bir müdahalesi ve bir teklifi bulunuyor. Bu, bir gidip bir gelen, bir gözüküp bir kaybolan dışarıdan bir müdahale değil, hayatın paralelinde yürüyen, hayata katılan, ona çeki düzen veren, onun yanı başında duran bir durum. Refakat, bu durumu ifade eden en doğru kelime belki de. Ve bunun sonucunda “din hayatın vicdanı” olur.
Din, hayata anlam ve derinlik katar. Öbür taraftan bakınca da hayatın dine canlılık verdiğini söylemek durumunda kalırız. Din olmasa hayat kupkuru ve anlamsız olur ama hayat da olmasa din soyut bir iddiadan öteye geçmez.
Dini kutsal kabul edip hayatı ve insanı önemsizleştirmek, her şeyden önce dinin ruhuna terstir. Çünkü Allah dini yaratıp ona uygun bir insan yaratmadı, tam aksine, insanı yaratıp ona uygun bir din gönderdi. Öyleyse dini takdis ederken hayatı ıskalayamayız, o da mukaddestir.
Buradaki önemli bir ayrıntıyı da es geçmemek gerekir: Hayat, din için feda edilebilir ama din hayat için kurban edilemez. Ama hayatın feda edilmesi, tüketilmesi değil, bu dünyaya ait olan bölümün öte dünyaya eklemlenmesidir yalnızca. Bu açıdan hayatın fedası, onun ‘fena’ya bakan yüzünün kesintiye uğramasından başka bir şey değildir. Çünkü “Ölür ise ten ölür / Canlar ölesi değil.”
Dinin öngörülerine, öğretilerine göre düzenlenmeyen bir hayat kabul edilemez ama hayata dokunmayan, ona temas etmeyen bir din anlayışının da eksik olduğunu hemen peşinden belirtmemiz gerekir. Buradan hareketle şu sonuca varabiliriz: Hayat ve insan -ne kadar değişirse değişsin- varlığını sürdürdüğü sürece, tüm yeni durumlar için dinin söyleyeceği bir söz bulunur. Bu anlamda din algısının genişlemesinden söz etmek gerekir, değişip dönüşmesinden değil. Kaldı ki, hakikatte ‘din’ ve ‘hayat’ diye iki ayrı ve bağımsız alanın varlığı da şaşı bakıştan başka şey değildir. Din, hayatın anlamı; hayat, dinin mücessem (somutlaşmış) halidir. Öyleyse birbiriyle mücadele eden değil, birbirini tamamlayan, hatta birbiriyle bütünleşen bir ilişki söz konusudur.
Hâsılı Din bu dünyada yaşanır, hayat ise öbür dünyada vesselâm…
Bir mekan olarak cami yanından geçerken biraz merakla kapıyı aralayıp seccade üzerinde, aylar Ramazan’ı, günler Cuma’yı gösterdiğinde DİNİ HATIRLAYAN çağdaş! insana ve Kur’an’ın gereği gibi boyayamadığı defolu DİN anlay(amay)ışına ithaf olunur…