Kendin(e) ağla

Ey Şehid-i Kerbelâ’ya ağlayan,
… Namazı hakkıyla edâ edin; zekâtı verin; Allah’a ve Resûlüne itâat edin! Ey Peygamberin şerefli hane halkı, Ey Ehl-i beyt! Allah sizden her türlü kiri giderip sizi tertemiz yapmak istiyor. [Ahzâb, 33]

Ağladım yandım şehid-i kerbela’nın haline
Gevher-i aşkımla nakşettim kitabı sîneye
Bir Hüseynî nağme icâd eyledim Şâh-ı Necef
İnciler dizdirdi sertâpâ rübâb-ı sîneye

Sâkiya, sun bâde-i aşkından uşşaka şerab
Hasret-i lâ’lin ile bağrım yeter ettin kebâb

Hararetten kat’i susamışlara, bir cam dolusu şerbet niyetine Hafız Celal Yılmaz üstadın, 1992 Muharremi’nde Muhayyer makamında okuduğu mersiyeyi ikram edelim, akabinde gelen duaya cümlemiz âmin diyelim… [266. Mestmp3]

Yüksek müsaadelerinizle Mâh-ı Muharrem’de elimizden düşürmediğimiz bir güzel aşığın Hadikatussueda (Erenler Bahçesi) eserinden sızanları sunmak isteriz:

Geldi ol dem ki kılam cânımı cânâna fedâ
Eyleyem arz-ı mahabbet kılam izhâr-ı vefâ
Canımı cânâna feda etmemin, sevgimi belirtmemin, vefâmı açığa vurmanın zamanı geldi.

Her zamân uşşâkı bir derd ile devrân zâr ider
Bu çemen her lahza bir mihnet gülin izhâr ider
Derd ta’lîmin virüb gerdûn tarîkat tıflına
Bu belâlar dersidür kim-be-dem tekrâr ider
Devrân, her zaman aşıkları bir dertle inletir durur; bu yeşillik, her lahza bir mihnet gülü verir; felek tarikat öğrencisine derdi öğretir; ona belâlar dersini belletir durur.

Her kim ki zikr-i vâkı’a-i Kerbelâ ile
Bir nâ-tüvânın eyleye çeşmini eşk-bâr
Gül-zâr-ı izz ü câhini ser-sebz kılmağa
Ol çeşm-i eşk-bâr yeter ebr-i nev-bahâr
Kim Kerbelâ olayını anlatarak, bu konuyu bilmeyen birine bilgi verip, gözlerini nemlendirirse, onun gözlerinden akan yaşlar, olayı anlatan kişinin yücelik gül bahçesini bir ilkbahar bulutu gibi sulamaya yeter.

Zehrden telh olalı la’l-i şeker bâr-ı Hasan
Zehr kâmın hîç kim âlemde şîrîn görmedi
Olalı şemşirden pür-hûn ten-i pâk-i Huseyn
İstirâhat bulmadı şemşîr teskîn görmedi
Hz. Hasan’ın şeker saçan yakut gibi ağzı ağuyla acılaştığı günden bu yana, dünyada hiç kimsenin damağı tad alamaz oldu. Kılıç, Hüseyin’in güzel bedenini kan içinde bıraktığı günden beri, bir türlü kınına girip dinmedi, rahat yüzü görmedi.

Zillet ile lezzeti olmaz hayâtun dostlar
Nakd-i cân sarf eyleyüp dünyâda kâm almak gerek
Acz ile dönmek adûdan sehldür himmet dutup
Yâ şehîd olmak gerek yâ intikâm almak gerek

Ey dostlar! Zilletle yaşayarak bu hayatın tadı olmaz; can verip, dünyada kâm almak gerek. Acz içinde düşmandan kaçmak, oldukça kolaydır. Çaba gösterip ya şehîd olmak, ya da öc almak gerek.

Muharrem’dir gönül feryâda gel-âh eyle efgân kıl
Dem-â-dem çeşmini mazlumlar yâdıyla giryân kıl

Kadim zamanlardan Kerbela’ya, bir nice şühedayı anlatan eser sahibi bu güzel aşığın mahlası Fuzûlî adı Mehmed imiş (900) târihinde Hille’de doğmuş (963) de Kerbelâ’da Hakka yürümüş… Kitabında bir duası vardı. “Yâ Rabbî, beni dünyâda da Ehl-i Beytin gölgesinden ayırma!” diye… Şimdi Kerbelâ’da, Ehl-i Beytin Kubbe-i Saadetinin dışına sırlamışlar. Güneş, Türbe-i Saâdet’e vurdukça sabah ve akşam gölgesi mezarına düşer.

Aah erenlerim yara derinden, neresine parmak bassak, kan geliyor… Rivayet odur ki: Hz. Hüseyin(ra) efendimiz Kerbelâ’da aile efradıyla susuzlukla yanarken, güneş etrafı cehennem gibi, yaktığı bir öğle vaktinde çadırın önüne çıkar, kumları avuçlayarak ellerini yıkar. Bu sırada kendisine üzüntü ile bakan sâdık kölesinin: “Yezîd’e bîat etseydi de bu sıkıntıyı çekmeseydi acaba ne olurdu?” şeklindeki kalbî bir düşüncesi ruhuna akseder, manâlı manâlı kölenin yüzüne bakarak: “Muhakkak ki, bizim Yezîd’e bîat etmeyişimizin saltanat düşüncesiyle bir alakası yoktur. Babadan oğula kalan devlet, dedemiz Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gösterdiği yola aykırıdır. Biz Yezîd’e bîat edersek İslâm’ın en büyük direklerinden biri olan seçim yollu idareyi temelinden sarsmış ve saltanat sıfatını yaşatan idareye yeniden kudret kazandırmış oluruz. Halk seçsin, Yezîd değil kim olursa olsun itaat ederiz.” Der ve sonra ellerini yıkamak için avucunda tuttuğu kumları göstererek: “Kerbelâ’da her kum zerresi şahit olsun ki, her devirde bizim mücâdelemizi anlayıp ona katılan bizdendir.” diye yemin eder.

Kerbela’da şehit olanlar gerçekten şehit oldular, şahit oldular. Onlar o gün Kerbela’da, hakikat adına, hak adına, mevki ve makama dair esirlik bağlarını kopardılar, dünya ve masivaya ait zincirlerini kırdılar. Seher-i hilafete uyanmak yerine tam da bu günlere mümâsil şeb-i arûs’a girdiler.

Ve Aşkın Sultanı Hazreti Pir payımıza düşeni ne de güzel buyurmuş: Ey aşk Kerbelâsı çölünün belasını candan arayanlar, ey Allah yolunda şehit olan aziz varlıklar; neredesiniz? Ey benlik zindanının kapısını kıranlar, ey nefsin esaretine düşmüşlere rahmanî duyguları uyandıranlar, hapisten kurtaranlar; neredesiniz?

Körlerin gözleri bile o o faciayı gördü. Sağırların kulakları bile, Kerbela’da olup bitenleri işitti. Siz şimdiye kadar, uyuyor muydunuz? Faciayı yeni mi duydunuz ki, yas tutuyor, elbiselerinizi yırtıyorsunuz? Ey uyuyakalanlar, ey gaflet uykusuna dalanlar, Hz. Hüseyin’e değil, asıl siz kendinize yas tutun. Hz. Hüseyin’in ruhu, Hakk’a mensup olan o yüce ruh, beden zindanından kurtuldu. Ne diye elbiselerinizi yırtıyor, elinizi ısırıyorsunuz? Hz. Hüseyin ve etrafında bulunanlar, din-i mübînin en ileri gelenleri, hükümdarları idiler. Onlar esirlik bağlarını kopardılar. Zincirleri kırdılar. Onlar için matem değil, mutluluk, neşe, sevinç vakti geldi. Onlar zinciri koparıp attılar, devlet sarayına uçup gittiler. Onların halinden zerre kadar haberin olsaydı, bilirdin ki bugün, onların saltanat günü, güzellik günü, padişahların padişahı oluşu günü. Haberin yoksa yürü git! Kendi haline ağla, feryad et. Çünkü sen ahirete göçmeyi, dirilip haşr olmayı inkar ediyorsun. Kendi yıkık gönlüne, yıkık dinine ağla, feryad et! Çünkü senin gönlün şu eski ve köhne dünyadan başka bir şeyi görmüyor. Eğer gönlün iyi insanların öteki âlemde kavuşacakları devlet ve saadeti görüyorsa, neden o tarafa yiğitçe yürümüyor? Niçin Hakk’a itimat ve tevekkül kılmıyor? Niçin kendini ona vermiyor? Neden kalbini manen zenginleştirerek hırs ve tama’dan kaçınmıyor? Nerede imanın yüzüne düşürdüğü nur? Nerede dinin sana lütfettiği mutluluk ve huzur, Allâh’ın lütf ve ihsan denizine daldığın halde neden elin, avucun boş? Nerede cömertlik? [Hz. Pir Mevlana]

Aman Ya Rabbi, Dem-i Hz. Hüseyin hürmetine, kalplerimizi aşkınla, muhabbet-i Ehli Beyti Mustafa ile, vahdet nurun ile tezyin eyle

Aman Ya Rabbi, biz Ehli Beyti Mustafa’yı sevenlerdeniz ve Resulu Ekrem’in yoluna baş koyanlardanız, gerçi günahkârız ama yolunca gitme gayretinde olanlardanız, bu halimizi de kabul buyur ne olur, bize adlin ile değil afvın ile, layık olduğumuz şekilde değil, şanına layık olduğu şekilde muamele buyuruver…

Şüheda-i Kerbela hürmetine, yine böyle bir 10 muharrem’de ki:

Hz. Adem babamızın tevbesini kabul ettiğin gibi bizim de tevbelerimiz kabul buyur, affınla bizleri şâd eyle. Nasıl ki Hz. Nuh babamızı suya gark olmaktan kurtardın bizleri de günah deryasından muhafaza buyur, rıza ve teslimiyetinle necâta erdir. Nasıl ki Halilin Hz. İbrahim’e nâr-ı nemrud’u nûr eyledin, bizlerin de nâr olan nefsimizi nur eyle, ahir ve akibetimizi, içimizi dışımızı nurlandır, gönlümüzü aşk-ı Muhammedi ile sürurlandır ya Rabbi! Nasıl ki Cenab-ı Musa Hazretlerini Firavun’un şerrinden koruduğun gibi, bizleri de hain nefisten halas eyle, nefsimizi mutmainneye erdir, safiyye ulaştır, Habibinle buluştur, Ruh-u Muhammedî ile aşina eyleyip seviştir.

Aman Ya Rabbi! Gözlerimizden gaflet perdesini kaldır, basarımızı ve basiretimizi nurlandır ta ki senin cemalini görmeye layık hale gelsin. Dilimizden gıybeti, küfrü dedikoduyu al. Dilimizi senin adın ile süsle, aşkınla kalbimizi ziynetlendir. Kardeşlerimizi iki cihanda her halde aziz eyle. Bâtınlarımızı envar-ı tevhid ile mamur eyleyip zat cennetine dahil eyle Ya Rab, Ölüm acısı duymayarak ölüm korkusu bilmeyerek adını anarak emanetini teslim edenlerden eyleyiver Ya Rab!

Sûz-i dil-i ciğerpâre-i Zehrâ, Şâh-ı şehîd-i deşt-i Kerbelâ hürmetine Ya Rab!

Meded Ya Ciğerpâre-i Fâtıma
Meded Ya Evlâd-ı Zehrâ
Meded Ya Ceddel Hasaneyn
Meded Ya Sahibe’l Meydan

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
Hazreti Pir’e bayram olan Şeb-i Arûs, Dem-i Hazreti Hüseyin,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola,


Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle


Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim

Sen’den eserdir

Bir hayal içindekine,
… Dünya hayatı ise ancak bir aldanıştan başka değildir. [Hadîd, 20]

Herşey dile gelmiş bana cananımı söyler…

Alemin nakşını hayal gördüm
Ol hayal içre, bir cemal gördüm
Her eşya çü mazhar-ı Hak’tır.
Ânın için, kamu kemâl gördüm


Sen ışıksın ben senin pervânenim
Mestinim, meftûnunum, dîvânenim
Ben senin gölgen değil ya nenim?
Mestinim, meftûnunum, dîvânenim…

Can kulağımıza erişmeseydi hâtiften şol nidâ: “Bülbül â divân-ı aşktan bir varak naklet!” çıkamazdık divana, toplayıp kendimizi cüret edemezdik, kendimizden sızanları yare sunmaya cesaret edemezdik “yüreğimi çoğaltın” emanetine muhatap olmasaydık;

Kâinatın sesi aşk doludur, Hak Dost’tan neşet eden bu aşk, O’nun elinden tutanlara intikal eder. Zaten O (sav) da Veda Hutbesinde kendisini dinleyenlere “Burada bulunanlar, çağrımı bulunmayanlara iletsinler” diye seslenir ve sanki yüreklere “Yüreğimi çoğaltın” makamından bir emanet yükler.

Sûretten sıfâta gel ki yolda sâfiyet neş’esi bulasın…

Davetine icabet edip geldik efendim huzurlarınıza,
aşka olsun can özünden merhaba!

İnsanın ziyadesiyle kendini bulduğu, mest olduğu bir eser ikram ederek sohbeti açalım:

Severim her güzeli, senden eserdir diyerek
Koklarım goncaları sen gibi terdir diyerek [264. Mestmp3]

Bestekarı Halid Lem’i Bey’e de sözün sahibi Bedîi Ziya Bey’e de aşk olsun, rahmet olsun, nur içinde yatsınlar… Severim her güzeli diyor, orada cümleye bir virgül koyuyor çün bu laf hovarda meşrep bir adamın lafı gibi gelebilir. Fakat, o virgülden sonra “senden eserdir” dediği cümlede o “sen”i “şarkılar SENİ söyler”deki “sen”i öyle bir belli ediyor ki, işte bestekârlık bu olsa gerek erenlerim…

“Sen’den eserdir” diye bir güzeli sevmek, yaratılmışların hepsinde yaratanı görmek meselesidir. Göz, ruhun penceresi gibidir. Ruh, göz penceresinden bakar ve bütün yaratılmışlarda yaratıcının güzelliğini ve kudretini seyreder. Sonra döner ‘Severim her güzeli senden eserdir.’ sözleriyle eserde müessiri, nakışta nakkaşı görür, bulur.

Kendisinde üç huy bulunan kimse, imanın tadını alır. Allah ve Rasûlü’nü diğer her şeyden fazla sevmesi, sırf Allah için başkalarını sevmesi, ateşe atılmaktan nasıl hoşlanmıyorsa, tekrar(küfre) dönmekten hoşlanmaması! [Hadis-i şerif]

Ve bulduğun zaman da sevmeye zaten mahkum olursun, en güzel O çünkü. Yegane sevilmeye layık O. Tevhid meselesi bu… Meseleyi anladığın zaman bu şarkıyı, ayağa kalkıp ceketini ilikleyip öyle dinlersin, aman işte şarkı diye hafife almazsın… Gerçi başka türlü düşünenler var, şarkı, eğlence, oyun diyorlar. Hayır eğlence ve oyun değildir. Senin gözünde ve gönlünde her şeye eğlence ve oyun gözüyle bakmak, ibadet denilen mükellefiyetleri sade bir seccade üstüne, dar kalıplar arasına sıkıştırmak hevesi var. Senin istidâdın öyle, başkasının istidadına ne karışıyorsun. Gülü koklarken Allah’ını ve Habibini hatırlamayan bir gönül ehli tanımıyorum. Çünkü gül malum Efendimize remizdir. Bir pirinç tanesi yere düştüğünde, Efendimizin terinden yaratılmıştır diye sırf o muhabbetin, o aşkın feyzinden istifade edebilmek için bir pirinç tanesini bile yere düşürmemek…

Tamam bu bir anekdottur, İslam mitolojisidir diyelim (tabir uygun değil ama neyse) Pirinçten güle, bülbülden dağa, aklına gelen her varlığa, bir halının nakşına, şu suyun ışıktaki parlayışına kadar her şeyi “Sen’den eserdir diye” sevebilmek, bu iş başkadır işte erenlerim, işte böylece ten tekke olur, gönül de makam, ta böylece kalpler cemal nuruyla dolar, aman ya huuu…

Kelâm sahibi olan Allah, bulutun kulağına bir sır söyledi, gözünden su tulumu gibi yaşlar boşandı. Gülün kulağına bir sır söyledi; onu renk ve râyiha saltanatı ile güzelleştirdi. Taşa bir sır söyledi; onu mâden içinde akik etti. Yâni latîf sıfatı ile tecellî edip buluttan su akıttı, gülü güzelleştirdi, taşı da kıymetlendirdi. İnsan vücuduna bir sır verdi. O sırrı muhafaza edenleri sonsuzluğa yüceltti. İlâhî âlemden ilham alan bu vücutlar, cisimden kurtulup Hakka yakınlığın sırrına erdi. [Hz. Pir Mevlana]

[Nev-Niyâz ve Dedesi]

Tecelli cilvesi, cümle gölgeler.
Her zerresi binbir ismin belgeler.
Hay varken hayale kanmaz bilgeler.
Zat-ı Hak’tan gayrı zeval gördüm

– Ser levhaya yazdığın satırların devamı böyle olsa gerek…

– Eyvallah… Binbir ismin görmek için dışarı bakmak kadar kendi içine bakmak da yol değil midir?
– Vaktiyle dervişin biri neşelenip tefekküre dalmak için müzeyyen bir bahçeye gider. Bahçenin rengarenk tezyinatı karşısında mest olur. Gözlerini kapar da murakabe ve tefekküre dalar.

– Murakabeye dalmış ya, ne demektir murakabe?
– Kalbi kötü düşüncelerden muhafaza, zahirde ve batında Hakkı müşahadedir.

– Biz devam edelim… Orada bulunan gafil bir kişi, dervişin uyuduğunu zanneder. Onun bu haline hayret eder, canı sıkılır da: – Ne uyuyorsun? Gözünü aç da üzüm çubuklarını, çiçek açmış ağaçları, yeşermiş çimenleri seyret! Allah’ın (c.c.) rahmet eserlerine nazar et! der. Derviş de ona şöyle cevap verir:

Ey heveskar insan! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilahiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesabesindedir.

– Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün… Su içine aksedip görülenler, hayalî bir bağbahçedir. Asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilahîdir. Onların zarif ve latîf akisleri, su ve çamurdan olan Dünya alemindedir. Eğer bu alemdekiler, gönül alemindeki o neş’e selvisinin aksi olmasaydı, Cenab-ı Hakk bu hayal alemine “aldanış” mekanı demezdi.” dedi.

– Sûre-i Al-i İmran, 185. ayette: “Her canlı ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı muhakkak kıyamet günü tastamam verilecektir. O vakit, kim ateşten uzaklaştırılıp Cennet’e sokulursa, artık o, muhakkak muradına ermiştir. (Bu) Dünya hayatı aldanma metaından başka bir şey değildir.” buyrulur.

– Gafil olanlar, Dünya’yı cennet zannederek “Cennet budur!” diyenler, bu derenin görüntüsüne kananlardır.

Dünyâya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budalanın biri, kuşun gölgesini sımsıkı yakalamak istedi. Ama dalın üzerindeki kuş bile buna şaştı kaldı. [Hz. Pir Mevlana]

– Asıl bağ ve bahçelerden, yani Hak dostlarından uzakta kalanlar, o hayale meylederek aldanırlar.

Bu gurbetten “dost” deyip gitmezsen âhirete,
Döner o vuslat günü ikinci bir gurbete!

– Bir gün bu gaflet uykusu nihayet bulur, gözler açılır, hakikat görülür. Fakat son nefeste o manzaranın ne faydası olur?

– Ne mutlu o kimseye ki, ölümden evvel ölmüş, onun ruhu, bu bağın hakikatinden koku almıştır…

Ey akıllı kişi, sevgiliyi tortusuz, hicapsız görmek istiyorsan, ölmeden evvel öl. Böylece kendi isteğinle ölümü seç de, seni sevgiliden ayıran perdeyi, yırt at. Fakat bu ölüm, seni mezara götüren ölüm değildir. Seni değiştiren, seni insanlığa, aşka, nura götüren ölümdür. [Hz. Pir Mevlana]

Yâ Rabbî! Yarın ilâhî huzûrunda hesâba çekilmeden evvel kendimizi hesâba çekerek daha hassas bir kalbî kıvâm ile sana kul olabilmeyi bizlere nasîb eyle! Gelgeç nefsânî sevdâlar ve gafletler sebebiyle şu fânî dünyâda ilâhî hudutları çiğneyerek ebedî saâdet hayâtımızı israf etmekten bizleri muhâfaza buyur!..

Yâ Rabbi! Alemi “Sen’den eserdir” bilerek Son nefesimizi Cemâl-i İlâhî’ne kavuşma aşk ve iştiyâkıyla verebilmeye medâr olacak feyizli bir ömür yaşamayı cümlemize nasîb eyle!

Âmîn ya Mûin!

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola,


Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim

Sâmih Rifat

SÂMİH RİF’AT BEY (1874-1932)

Cumhuriyet’den önce şiir yazmaya başlayan ve Cumhuriyet’den sonra bu işe devam eden şairlerden biri de Sâmih Rifat’dır. 1874 yılında İstanbul’da doğdu. Orta öğrenimini Kocamustafapaşa Rüştiyesinde tamamladı, Farsça, Arapça ve Fransızca öğrendi.

Belediyede, Dahiliye Matbuat Kaleminde görev aldı. İkinci Meşrutiyet’de (1908) Dahiliye Mektupçu Kalemi Mümeyyizliği, kısa bir süre de Mercan İdadisi Edebiyat Öğretmenliği yaptı. Aynı yıl içinde Çanakkale Mutasarrıflığına getirildi. Konya (1912), Trabzon (1913) Valisi oldu. Sonra tekrar Konya Valiliğine, Dahiliye Vekaleti Müsteşarlığına getirildi. Kurtuluş Savaşı başlarında Anadolu’ya geçerek Kuvai Milliyecilere katıldı. Maarif Telif ve Tercüme Azası, sonra Reisi ve Maarif Vekaleti Müsteşarı (15.03.1922 – 01.10.1923) oldu. İkinci Büyük Millet Meclisine Çanakkale Mebusu olarak girdi. Ölünceye kadar aynı ilin Milletvekili olarak kaldı. Ayrıca Türk Dil Kurumu Başkanlığı ve Türk Tarih Kurumu Üyeliği yaptı.05.12.1932 tarihinde Ankara’da vefat etti.

Yedikule Bektâşî tekkesi dervişlerinden Hasan Rifat Bey’in oğlu, mûsikîşinas Ali Rifat Çağatay’ın (öl.1935) kardeşi şair Oktay Rifat’ın (öl.1988) babasıdır. Eşi ise, Nazım Hikmet’in teyzesidir.

İlk tahsilini babasının yanında yapması ve Farsça öğrenmesi Samih Rifat’ın bektaşîmeşreb bir şair olmasının da yolunu açmış oldu.

Hezerân per açıp reng-i ziyâdan
Ufûl etmiş güneş sahn-ı semâdan
Şebistân-ı elem hâlî sadâdan
Gönül pür-girye hâl-i inzivâdan

diye başlayan NEFES, Kerbelâ şehidi Hz. Hüseyin’i diğer peygamberlerden üstün tutan şu beytiyle sona ermektedir:

Ne mümkin sevmemek Sâmih Hüseyn’i
Kabûl eyler mi insan öyle şeyni
Resûl-i Kibriyâ’nın nûr-ı ‘ayni
Muazzezdir benimçun enbiyâdan

Kendi şiirlerini besteleyen Sâmih Rifat’ın bir bestesinin güftesi şöyledir:
Ezelden âşıkım ben Muhammed Mustafa’ya
Fedâ olsun hayâtım bütün Âl-i Abâ’ya
Acır bî-şübhe onlar bu rûh-i bî nevâya
Kabul etsin erenler kul oldum Mürtezâya

Ne sabrım kaldı artık ne ârâm ü karârım
Hüseyn’in âteşiyle yanar kalb-i nizârım
Tutar eflâki her şeb figânım âh ü zârım
Revandır seyl-i eşkim fezâ-yi Kerbelâ’ya

Gehî nisyân edersem ne var savm u salâtı
Unuttum Ehl-i Beyt’in gamından kâinâtı
Olur elbet müsâdif nigâh-ı iltifâtı
Alî’nin rûz-ı mahşer hazin bir âşinâya

O mü’minlerle zâhid sen ol cennette hemdem
Ki nesl-i Mustafâ’yı kılar pâmâl-i mâtem
Kolunda hırz-ı Yâsin dilinde İsm-i A’zam
Salar tîğ-i adâvet sudûr-i Hel etâ’ya

Budur Sâmih niyâzım erenler serverinden
Bana bir cür’a sunsun şerâb-ı Kevserinden
Görüp resm-i sülûku Horasân erlerinden
Karîn oldum hakîkat yolunda evliyâya

Samih Rifat tipik bir bektaşî dervişidir. Kerbelâ hüznünü bütün varlığıyla yaşayan ve ömürboyu terennüm eden bir gönül dünyasına sahiptir. Şiirlerinin başlıklarında ve muhtevalarında sizi sık sık şu kelimelerle selamlar: Keder, firkat, feryad, mihnet, felâket, tahassür, cevr, suziş, belâ, mükedder, idbâr, teessür, bî-karâr,nâle, garip, girdap, nevmîd, türbe, sâmit, gam, zulumât, ayrılık, mehcûr, dert, girye, me’yûs, ‘alîl, muzdarib,mersiye.

Yayınlanmamış eserlerinden biri de “Osmanlı’da Din Telakkîleri” adını taşımaktadır. Sadettin Nüzhet’in verdiği bilgiye göre bu eserde batınî zümreleri, özellikle Bektaşîliği ele alıp incelemiştir. Şiirlerinde kainattaki esrar ve ahenkle bütünleşen bir derviş gönlün terennüm, dua ve niyazını ihtiva etmektedir. Samih Rifat’ın tekke psikolojisini terennüm eden şu Nefes’ine daha sonra Yahya Kemal Beyatlı (öl.1958) nazire yazacaktır.

NEFES
Hezerân per açıp reng-i ziyâdan
Ufûl etmiş güneş sahn-ı semâdan
Şebistân-ı elem hâlî sadâdan
Gönül pür girye hâl-i inzivâdan
İlâhî meşrebim vahdet perestim
Şerâb-ı cilve-i hayretle mestim
O sağardır ki zinetsaz-ı destim
Dolar humhane-i al-i abâdan
Ne beklersin kılıp ey bâd-ı şebhiz
Demâdem turra-ı ezhâr-ı tehziz
Getir lutfeyle bir buy-ı dilâviz
Meşam-ı câna kabr-ı Murtazâdan
Bu demdir tâbımın devr-i melâli
Sever zulmetle ruhum hasbihâli
Sadâlar duymanın var ihtimâli
Karanlıklarda amâk-ı hafâdan
Uzaktan yalvarıp ebr-i bahâra
Dedim gel şöyle meyl et bir kenara
Hüseynimden haber ver kalb-i zâra
Eğer geçtinse deşt-i Kerbelâdan
Ne mümkün sevmemek Sâmih Hüseyni
Kabul eyler mi insan öyle şeyni
Rasûl-i Kibriyânın nûr-ı aynı
Muazzezdir benimçün enbiyâdan

İTHÂF

Abdülhak Hamid’den sonra ledünnî şiirin menbâları kurudu. Sâmih Rifat Bey’in hâtif sadâsını andıran bir manzûmesi bu çorak devrin en güzel eseridir. O eserin kafiyelerinden doğan bu mısrâları sâhibine ithâf ediyorum.

Fer almışken tulû-ı kibriyâdan
Bu gün bî-vâye kalmış her ziyâdan
Bu mülkün farkı yok bir tengnâdan
Niçin nûr inmiyor artık semâdan?
Bu şek, bağrımda her gün gâh ü bî-gâh
Dolaştım “Hû!” deyüp dergâh dergâh
Ümid ettim ki bir pîr-i dil-âgâh
Desün “Destûr!” mihrâb-ı hafâdan
Abâ var, post var, meydanda er yok
Horâsân erlerinden bir haber yok
Uzun yollarda durdum hiç eser yok
Diyâr-ı Rûm’a gelmiş evliyâdan
Tecellîgâh iken binlerce rinde
Melâmet söndü Şark’ın her yerinde
Bu devrin gerçi son sohbetlerinde
Nefes’ler dinledik sâz-ı Rızâ’dan
O yerler işte Bağdat, işte Âmid
Bugün her şûleden mahrûm, câmid,
O yerlerden gelen son yolcu Hâmid
Haberdâr olmaz olmuş mâverâdan
Bu manzûmenle ey üstâd-ı hoşkâm
Ali’den doldurup iksîr-i ilhâm
Leb-i uşşâka sundun öyle bir câm
Ki yoğrulmuş türâb-ı Kerbelâ’dan
Yahya Kemâl

Sâmih Rifat’ın NEFES şiirine nazire yazan Üsküp’lü şâir bir açıklama yapma ihtiyacını da hissetmiş ve tasavvufî şiirin kaynaklarının kuruduğunu ifade etmişti.