Kendini düşünen, kendini engeller zîrâ gerçekte “hiç kimse” bir zaman kişiliğini unuttuğu esnâdaki kadar gösteremez varlığını…
Kendini bu kadar düşünmeyi bırak.
“Kişisel gelişim” diye diye balonu şişirmeyi, kaderini iyileştirmeye çalışmayı bırak.
Ayrı benlikle ilgilenme, kendini yalnız bırak
Kendi doğal hâlin seni oynatıyor zâten. Her zaman tam olarak ne yapacağını kendiliğinden bileceksin.
“Ama ben yaparım” diye düşünmeyi bırak.
Sağlığın, yaşamdaki pozisyonun, ilişkilerin hakkında endişelenmeyi bırak.
Bu şeylerle ilgilenen “ben-benim” düşüncesini bıraktığında, güneşi, suyu, nefesi, toprağı idare eden güç “ben sandığını” da otomatik olarak idare edecek ve her şey senin sandığından çok daha iyi olacaktır; zerre şüphen olmasın!
Ölmek BEN SANDIĞIN kendini kaybetmek demekse aşkın çağları aşan nefesini, Cenâbı Mevlevî’den dinleyelim:
Ölünüz, ölünüz; bu aşk uğrunda ölünüz! Bu aşkla ölürseniz, be(de)nle yaşamaktan kurtulur, baştan başa ruh olursunuz!
Ölünüz, ölünüz; korkmayın şu ölümden! Çünkü, ölümle şu kirli topraktan kurtulur, göklere, ötelere yükselirsiniz!
Ölünüz, ölünüz; bu nefs yanılgısından ayrılınız! Çünkü bu nefis, bağ gibidir, zencir gibidir; siz de, o zencir ile bağlanmış birer esir gibisiniz!
Zindanı delmek için elinize bir kazma alınız! Duvarı delip zindanı yıktınız mı padişah da siz olursunuz, emîr de siz olursunuz.
Güzel padişahın huzurunda ölünüz, ölünüz! Padişahın önünde ölürseniz hepiniz de padişah kesilirsiniz, şöhret bulursunuz!
Ölünüz, ölünüz de, sizi aşkın nurundan mahrum bırakan varlık bulutlarının altından çıkınız! Buluttan dışarı çıkınca, ayın on dördü gibi parlak bir mânâ “ay”ı olursunuz!
Susunuz, susunuz; susmak, ölümün nefesidir! Aslında, bu susuşunuzda yani ölüşünüzde gerçek dirilik vardır.
Lose yourself,
Lose yourself in this love.
When you lose yourself in this love,
you will find everything.
Lose yourself,
Lose yourself.
Do not fear this loss,
For you will rise from the earth
and embrace the endless heavens.
Lose yourself,
Lose yourself.
Escape from this earthly form,
For this body is a chain
and you are its prisoner.
Smash through the prison wall
and walk outside with the kings and princes.
Lose yourself,
Lose yourself at the foot of the glorious King.
When you lose yourself
before the King
you will become the King.
Lose yourself,
Lose yourself.
Escape from the black cloud
that surrounds you.
Then you will see your own light
as radiant as the full moon.
Now enter that silence.
This is the surest way
to lose yourself….
What is your life about, anyway?
Nothing but a struggle to be someone,
Nothing but a running from your own silence.
Çalgıyız bizler, vuran mızrâbı sen
İnleyen hep bizleriz, inleten sen!
Bu hitâb Hak Teâlâ’yadır. Vücûd-ı mahlûkât, yaratılmışların varlığı “çeng” denilen çalgıya ve esmâ ve sıfat-i ilâhîyye de mızraba ve mahlûkâtta zâhir olan sözler ve eylemler dahi nâleye teşbîh buyrulmuştur.
Mâ çü nâyîm ü nevâ der-mâ zî tüst Mâ çü kûhîm û sadâ der-mâ zî tüst
Nağmemiz sen; inleriz biz ney gibi
Biz dağız, her yankının sen sâhibi
Mâ çü şatrancîm ender bürd ü mât Bürd ü mât-i mâ zi tüst ey hoş sıfât
Kaybedip ütmekte satranç oynuyuz
Kaybeden sensin üten sen; biz buyuz
Ey sıfatları güzel olan Allah’ımız! Hey’et-i mecmuası bir satranç
tahtası gibi olan bu âlemin üstündeki biz insanların arasında gâlibiyet ve
mağlubiyet nisbetleri hep sana ait isimlerin ve sıfatların izleridir hakikatte bizi oynatan sensin.
Mâlûm-u ihsânınınz çeng ve ney mûsikî âletlerinden iki âlettir. Bunların durdukları yerde sesleri çıkmaz. Çengi inletmek için tellerine dokunmak, neyi söyletmek için başpâresine üflemek lâzımdır. Kezâ dağlık yerlerde ve kubbeli mahallerde işitilen aks, kendiliğinden zuhûr etmez. Mutlaka bir ses olmalı ki o aks-i sadâ da işitilebilsin. Kezâ satranç dört köşe (çar anâsır) bir tahta üstünde; piyâde, (hayvan sıfatları) at, fil, kale, vezîr, ruh ve şâh tâbir edilen taşlar vardır. İki kişi karşı karşıya geçip de oynamaya başlayınca bu taşlar kendiliğinden hareket edemezler.
Şu halde, tevhîd-î efâl, işlerin birliği mertebesine işâretle “Allah sizi de yarattı âmellerinizi de…” [Saffât:96] nazm-ı kerîmi muktezâsınca mâdem ki bizi de fiillerimizi de halk eden sensin; biz kudret-i ilâhiye huzurunda bir mazhar ve vâsıta olmaktan başka bir şey değiliz. Hattâ:
Mâ ki bâşîm ey tü mârâ cân-i cân Tâki mâ bâşîm bâ tû der miyân
Sen bizimçin câna cansın, biz kimiz
Bir değer olmak değildir haddimiz
Ey Zat-i azîmü’ş-şân bizim canımızın diriliği Sen’dendir; bir avuç topraktan ibâret olan bizler, varlık nokta-i nazarından kim oluyoruz ki, Sen’in varlığına karşı bizliğimizi ortaya koyup vücûdda Sana ortak olalım?
Mâ ademhâyîm ü hestîhâ-yı mâ Tû vücûd-i mutlakî fânî nümâ
Hem yokuz hem fânîyiz iyden iyi
Gösteren mutlak vücûdsun fânîyi
İşte bu beyit, tasavvufun ruhu demek olan vahdet-i vücûd (varlığın birliği) izhâr eder vahdet-i mevcûd (varların birliği) değil
Yoku VAR ve muhteşem gösterdin, Yeli gizledin, tozu gösterdin. Geçici olanı varmış gibi gösteren gerçek varlık senden ibârettir.
Bu bahisler gâyet tehlikelidir onun için erbâbına mürâcaatle ve zevk yoluyla anlamaya çalışmalı yâhud teberrüken dinleyip geçmelidir.
Resmedilmiş arslanız bayraklara
Oynarız rüzgar eserken bir ara
Biz, bayrakların bezlerine yapılmış olan arslan resimlerine benzeriz. Bu resimlerin hamleleri ve hareketleri, ara sıra rüzgar estikçe vâki’ olur. İlâhî, bizim hareket ve sekenâtımız dahi Sen’in esmâ ve sıfat rüzgârlarının te’sîri iledir.
Eskiden bâzı sancaklara arslan resmi yaparlardı. Rüzgarlı havalarda dalgalanınca üstlerine nakşedilmiş arslan resimleri hamle ediyormuş gibi görünürdü. Uzaktan, zâhirden bakılınca arslanların saldırışı müşâhede olunur fakat onları kımıldatan görünmezdi. Heyhât yelin tahriki ile kımıldayan arslanda hayat mı olurmuş!
Arslan oynar oynatan saklıysa da
Dâimâ gelsin o rüzgârdan sadâ
O rüzgar ile hareket eden arslan resimlerinin hamleleri his gözüyle görünür; fakat rüzgar kesîf bir madde olmadığından zâhir gözüyle görünmez. Bunun gibi İlâhî, bizim kesîf olan cisimlerimiz görünür fakat Sen’in latîf olan esmâ ve sıfatın zâhir gözüyle görünmez. O hissen görülmeyen sıfat ve esmâ-i ilâhiyyenin tecelliyâtı bizim üzerimizden aslâ münkatı’ olmasın.
Bahşişin olmuş senin dirlik, düzen
Vârız; îcâd olmamız bir mûcizen
Sancak arslanlarını rüzgârın hareket ettirmesi gibi, bizim uzuvlarımızı da oynatan bir rüzgar vardır ki o da akıl ve tedbirimiz yani cüz’i irâdemizdir. Küllî irâde karşısında hiç de ehemmiyetli olmamakla berâber yine büyük bir nîmet bulunan o tahrîk hassasını -ki yokluğu felç olmak demektir- ve bize şu fânî varlığı veren Sensin! Vücûdumuz, yaratış ve îcâdının akıl ermez bir eseridir.
Tat! dedin sen, tattı yokluk varlığı
Oldu yokluk, yokluğun bir âşığı
Yok olan bizlere varlık lezzetini sen tattırdın, sonra tuttun var gibi görünen bizleri yok gibi görünen kendine âşık ettin.
İlm-i ilâhînin sûretleri olup da hariçte hakîkaten vücûdu olmayan ayân-ı sâbîte’yi şu âleme izhâr ettin ve ona velevki muvakkat ve mevhûm, geçici ve sanal olsuni varlık lezzetini tattırdın yine izâfî yokluk arasından bâzılarını kendine âşık etmek ve ona maşûk olmak saâdetini ihsân eyledin.
Hâmiş: Cenâb-ı Pîr Efendimiz, hayatın da ölüm gibi bizzat yaşanan, içinde olunan değil şâhid olunan, tadına bakılan bir şey olduğu nüktesine işâret etse gerektir.
Ver bigîrî kîst cüst û cû küned Nakş bâ nakkâş çün nîrû küned
Kim arar sen bir esirgersen hele
Nakş eder miymiş savaş nakkâş ile
Eğer o ma’nevî lezzeti, o aşkı, o feyzi esirgersen onları senden kim arayabilir? Resim, “sen beni böyle yaptın” diye nasıl olur da ressâma çıkışabilir?
Menger ender mâ mekün der mâ nazar Ender ikrâm ü sehây-i hod nigâr
Bakma sen, her fi’limiz farz et fenâ
Sen hemen bak, kendi lûtf ihsânına
Bize bakma, istifâd ve kâbiliyetimiz olmadığına da bakma. Kendi ikrâmına, kendi cömertliğine bak, bize değil kendi şânına lâyık muâmele eyle! Müsteid kıl yoğ ise lütfuna istîdâdım Sana güçlük mü var, ey şâh-ı kerem mûtâdım
Mâ ne bûdîm û tekâzâ-mân nebûd Lutf-i tû nâ güfte-i mâ mîşünûd
Yok iken biz, yok iken arzûnun biri
Duydu lûtfun en bilinmez şeyleri
Bizim söylenmemiş sözlerimizi işitiyor, senin lütfun bizi varlığa çağırıyordu!
Nakş bâşed pîş-i nakkâş ü kalem Âciz ü beste çü kûdek der şikem
Her nakış nakkâşa râm, ondan emîn
Annenin karnında gûyâ bir cenîn
Yâni ana karnındaki bir yavru orada nasıl serbest hareketten men edilmiş ve bilakis mukayyed ise tuval üzerindeki resim yahut duvarın yüzeyindeki nakış da ressâmın fırçası önünde öyledir.
Bunun gibi kâinâtın nakşedicisi ve ilâhî kudret kaleminin zebûn-u tesvîridir. Açıkçası bir zerreyi bile Allahi nasıl istemişse öyle yaratmıştır, yaratıp durur vesselâm
Ölüm dedikleridir halvet-i yâr, bu cennet dediğimiz sohbet-i yâr, kamu ağyâr gider elhamdülillâh, Hüdâ davet elhamdülillâh…
Ey söze müşteri olan can,
Ölümsüz bir canın var, ne diye korkarsın ölümden, Hak nuruna sahipsin, nasıl sığacaksın mezara… Mezarın içinden cennete kapılar açmaya gücün kuvvetin var; beden mezarında da beş duyguyu var eden, öteki aleme kapılar açmış sana… Mezarda yılan yoktur, fakat yılan sepeti sendedir, çünkü sendeki bu kötü huylar var ya bir bir hepsi de düşmandır sana… Mezarını orada geçer akçeyle doldur, şehvet, hırs, haset bakırlarıyla değil… Sen şimdi güç yetirebilirsen pencereden bak, tövbe kapısını aç, evi düz, koş hadi, durma; bizim nöbetimiz geldi işte:
Biz bir bölük âşıklarız; seni görmek hevesine düştük de uzun yollardan geldik. A tâ canının içinde yüzbinlerce cennet, hûri, köşk bulunan, ne olur hasta âşıklar topluluğuna hoşça bir bak. A sûfilerin sâkisi, ne küpten alınan, ne üzümden olan o şerâbı sun bize. O şerâbı sun ki coşkunluğunun kokusu ölülere bile can verir…
Meşhur meseldir “Kul kocayınca ana şahı ider hoş merhamet” Köle yaşlanınca, sahibi azad eder onu; bense kocaldım, yeni baştan kul ettin kendine beni. Kıyametin şiddetinden çocukların bile saçları ağarır da mezarlarından saçları bembeyaz oldukları halde kalkmazlar mı? Halbuki senin kıyametin ihtiyarların bile saçlarını karartır, gençleştirir onları.
Bir nefesinle mürde diller can bulur, kocamışlar taze olur… Bak ben de sustum işte, duaya koyulayım bari senin amin dediğin niyazlara…
Ey sevgili, önce, bizi adam et, aşka lâyık bir kişi haline getir! Sonra, bize aşk şerabından sun; kadehi durmadan döndür!.. Ey can; bizden, bizim hizmetimizden ne çıkar? Mademki binayı sen kurdun, onu yine kendin tamamla! Bizim selâmet evimizi melâmet evi yaptın; melâmet evimizi de selâmet evi yap! Bu aşk yolu, sonsuzdur, uzundur! Onu, sonsuz lûtfunla kısalt, iki adımlık yol yap! Bizi, nefs-i emmâreye esir ettin fakat, kötülüğü emreden nefsin de emîri sensin; sen, bizi emîr yap da, onu bize kul et! Herkese ait olan lûtuflarını has kullarına nasip ettin! Bugün de, has kullarına ihsan ettiğin lûtufları herkese, bütün kullarına lûtfet! Duayı bize tatlılaştır; dua, ağzımıza süt gibi, bal gibi tatlı gelsin! “Âmin!” diyene de lûtfet, onu herkesin iyiliğini ister bir hale getir!