İsm-i Celal Okumak

İSM-İ CELÂL OKUMAK

Allah, Allah, bu ne muhteşem bir isimdir. Gönül virdi ve canın muhafazası ancak bu isimledir. Bu yüce isimden nasibi olan kimsenin hissesi memnuniyettir. Bu ismin mânâsını halktan ve şeytandan sorma. ‘Allah de, sonra onları bırak!’ (En’âm, 6/91) âyetinden sor. Bu hâl mânâ ehli indinde tamam olur. “Hasbiyallah, Allah bana yeter!” bu dâvanın şahididir.

Ahmed Eflâkî, Menâkıbü’l-Ârifîn’de Mevlânâ’ya ‘sizin yolunuz nasıldır?’ diye sorulduğu zaman ‘Bizim zikrimiz Allah, Allah, Allah’tır, Biz Allah’a aitiz, Allah’tan geldik yine Allah’a gidiyoruz’ diye cevap verdiğini aktarmaktadır. Menkıbe şu şekildedir:

Bir gün Muîneddin Pervâne Mevlânâ’dan; ‘Bütün geçmiş şeyhlerden her birinin “Lâ ilâhe illallah” gibi bir virdi ve zikri vardır. Meselâ Türkistan dervişleri “Hûu” “Hûu” demişler. Bazıları, “illallah”, zâhidlerden bazıları da “lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l- azîm”, bazıları da “estağfirullah el-azîm”, bazıları “sübhânallah” ve “elhamdülillah”, “sübhânallahi’l-azîm ve bihamdihî” demişler ve bunu yüz kere tekrar etmişlerdir. “Efendimizin zikri nedir?” diye sordular. Bunun üzerine Mevlânâ, “Bizim zikrimiz “Allah.. Allah.. Allah’tır” Biz Allah’a aitiz, Allah’tan geldik yine Allah’a gidiyoruz!” buyurdu. Nitekim babam Bahâeddin Veled (k.s.) dâimâ Hak’tan işitiyor ve söylüyordu, sürekli Hakk’ı zikredici idi. Çünkü Cenâb-ı Hak peygamberlerin ve velîlerin hepsine husûsî bir isimle tecellî etmiştir. Biz Muhammedîlerin tecellîsi ise, “Allah” ismi iledir. Çünkü o ism-i câmîdir.

Kösec Ahmed Dede’ye göre de; “Hz. Mevlânâ muhabbet-i zâtiyye’nin mazharı ve cezbe-i ehadiyye’nin menbaı olduklarından ism-i zât ile iştigal eder ve müritlerine de bunu telkin eylerdi”. Yine Eflâkî, başka bir rivayette, “Mevlânâ’nın uzun gecelerde dâima Allah, Allah diye zikrettiği, başını medresenin duvarına koyarak yaptığı bu İsm-i Celâl zikrinin coşkusuyla her taraf dolduğunu” anlatır. Gelenekten gelen bu ve benzeri bilgiler neticesindedir ki, Mevlevîlerin seyr-i sülûkü İsm-i Celâl iledir. Buna sebep olarak da şöyle bir rivayet olduğu ifade edilmektedir:

Cüneyd-i Bağdadî bir gün dayısı ve şeyhi olan Seriyy-i Sakatî’nin yanına girmiş. Allah, Allah diye zikrettiğini görmüş. “Lâ ilahe illallah” zikirlerin efdali olduğu halde siz ne için Allah, Allah diye zikrediyorsunuz diye sormuş. Seriyy-i Sakatî de: “Oğlum demiş, yahut Lâ ilahe deyip de İllallah demeye vakit bulamaksızın ölmekten korkuyorum da onun için Allah diyorum” diye cevap vermiş. İşte bundan dolayı Mevlevîlikte İsm-i Celâl umûmî zikir olarak kabul edilmiştir. Zât ismi olan Allah lafzının, bütün isimleri ve sıfatları kendinde toplaması, her muradın Allah ismiyle hâsıl olması da, Mevlevîlikte zikrin bu isme has kılınmasının bir başka sebebidir.

Aşçı İbrâhim Dede hatıralarında Mevlevîlikte seyr-i sülûkün İsm-i Celâl ile oluşu ve başta Nakşîlik ile olan benzerliklerine şöyle işaret etmektedir:

Tarîk-i aliyye-i Mevleviyye ile tarîk-i aliyye-i Nakşbendiyye’nin min ciheti’s-sülûk sâlikâna talim olunan zikr-i şerîf, İsm-i Celâl’dir. Sair turuk-ı aliyyede evvelâ sair esmâ-yı ilâhiyye tâlim olunup nihayette İsm-i Celâl tâlim ederler. Yâni sâir turuk-ı aliyyenin min ciheti’s-sülûk intihası, tarîk-i Mevleviyye ve Nakşbendiyye’nin ibtidâsıdır. Yâni bunlarda İsm-i Celâl’den başka esmâ-yı ilâhiyye tâlim ve i’tâ olunmaz. Ve bu iki tarîk-i aliyyede İsm-i Celâl ile meşgul olunur.

Aşçı Ibrâhim Dede, İsm-i Celâl’e devamı zaman ve mekân boyutu ile bu zikrin yapılış keyfiyeti hakkında da şu bilgileri vermektedir:

Yâni âdet ve vakit tâyin olunmayıp boş kaldıkça geşt ü güzârda dahi kalbî ve hafi olarak İsm-i Celâl’e müdavim olur. Ancak yirmi dört saatte bir kere ve bu yirmi dört saatin ibtidâsı nısf-ı leylden îtibâr olunup gelecek nısf-ı leyle kadar müddeti vardır. Bu müddet zarfında her ne vakit ve her ne saatte mümkün ise kıbleye müteveccihen kemâl-i huzûr ve huşû ile eûzü-besmeleden sonra cehren yâni kendisi istimâ edecek kadar savtını ref’ ile lâ-ekal altmış altı kere ki Ism-i Celâl’in ebced hesâbıyla adedi bu kadardır veyahut üç yüz altmış altı kere ve- yâhut altı yüz kere ve en nihayeti bin bir keredir. Bu kadar cehren meşgul olup hitamında; ‘Allâhu ekber, a’zamu kebîrâ, velhamdu lillâhi hamden kesîrâ. Fe-subhânallâhi ve bi-hamdihi bukreten ve asîlâ. Salli ve sellim alâ eşrefi’l-enbiyâi ve’l-mürselîn, velhamdü lillâhi rabbi’l- âlemîn’ deyip ba’dehû birkaç âyet-i kerîme kıraatinden sonra Hazret-i Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî kuddise sırruhu’l-azîz efendimizin rûh-ı pür-fütûh-ı mukaddeseleri için Fatiha kırâat olunduktan sonra; ‘Vakt-i şerifler hayrola, hayırlar feth ola, şerler def ola, Allâhu azîmi’ş-şân ism-i zâtının nuruyla kulûblarımızı münevver eyleye, dem-i Hazret-i Mevlânâ hû diyelim hû’ deyip zemîn-bûs oldukları hâlde zikirden fâriğ olunur. Şurası da malum olsun ki bu İsm-i Celâl zikrinde sâlik sağ memesi altından sol memesi altına lafz-ı Celâl’i med ederek çekip getirecektir. Yani bu iki memenin arasında telgraf hattı ve telleri gibi med olmuş mülahazasıyla zikre meşgul olacaktır. Pazartesi ve cuma geceleri ihvân-ı bâ-sefâ ile yatsı namazından sonra İsm-i Celâl çekilmesi ve beher sabah namazından sonra dahi böylece icrası usûl ü kâide-i Mevleviyye’den olduğu da ihvânın malumudur. İşte semâ eder iken de çark ayağım attıkça hafi ve kalbî İsm-i Celâl’e meşgul olacağı da emr-i gayr-ı münkerdir.

Kösec Ahmed Dede ise, İsm-i Celâl zikrinin şeyh efendinin yapması gerekli işlerden olduğunu nakletmektedir:

Tekke’nin mescidinde dervişlerini toplayıp, sabah namazım edadan sonra işrâk vaktine kadar beraberce İsm-i Celâl’i zikretmek şeyh efendiye lâzım olan umurdandır.

Bu gelenek Mevlevilerce her zaman devam ettirilmiş, İsm-i Celâl zikri, meclislerine renk ve huşû katmıştır. İsm-i Celâl zikrinin icrası ise şu şekildedir:

Şeyh mihrabın önüne serilen kızıl posta mihraba arkasını dönmüş olarak oturur. Dedeler, canlar ve muhibler, halka halinde diz çökerler. Şeyhin tam karşısında oturan derviş kollarında taşıdığı iri taneli tesbihin imamesini öperek şeyhe sunar ve tesbihi halkaya yayardı. Bu tesbih büyük bir halkaya yayılacak kadar uzundu ve taneleri yumruk büyüklüğüne yakın bir büyüklükteydi. Herkes kendi önüne gelen kısmı öpüp iki avucuyla avuçlar içeriye gelmek suretiyle tutardı. Şeyh, medleri çekerek ağır bir sesle eûzu besmele çeker ve onunla beraber halkadakilerin hepsi Allah adını zikre başlardı. İlk defa üç kere Allah adının iki hecesi nefes miktarı çekilerek ve iki hece arasında gayet az ve adeta belirsiz bir durak yapılarak kalın sesle Allah denirdi. Ondan sonra Allah lafzının elif ve lâm harfine şiddetle vurularak “Al” denir ve pek hafif bir duraktan sonra hece biraz çekilerek “lâh” denirdi. Her iki hecede vücud ve baş hafifçe hareket edip kalkar ve hece sonunda tabiî hâle gelinmiş olurdu. Vücudu ve başı sağa ve sola çevirmek yoktu. Zikir devam ettikçe şeyhten itibaren tesbih halka içinde sağa doğru devrederdi. Zikir hızlandıkça Allah kelimesinin iki hecesi arasındaki durak sıklaşır, vücudun yukarı, aşağı hareketi şiddetlenir, hecelerde med kalmaz ve nihayet kelime, harfler kaybolarak adeta iki şiddetli ses hâline gelirdi. Zikirde sayı yoktu. Şeyh zikri yeterli görünce uzunca bir Allah çeker ve

Allahu ekber a’zam kebîrâ, ve’l-hamdu lillâhi hainden kesırâ ve sübhânallahi teâlâ biikreten ve asîlâ, ve sallallâhü alâ eşref-i nûr-i ce- mî’il-enbiyâi ve’l-miirselîn ve’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn

der, hazır olanlardan bir kimse bir aşr-ı şerif okur sonra da şeyh efendi ellerini kaldırarak şu duayı okur ve aşağıdaki gülbangı çekerdi:

Bârekallahu seyyidi’l-kevneyni ve resûlü’s-sakaleyn, Habîb-i Hüdâ, Muhammedeni’l-Mustafa (s.a.v.) hazretlerinin pâk, mutahhar, münevver, şerif, latîf rûh-i nazîfleri içtin ve âl ü ashâb hazerâtının ervâh-ı tayyibeleri içün, husûsan çehâr yâr-ı güzîn ve Hz. imâm Hasan- ı Alî ve imam Hüseyn-i Velî radıyallahu aleyhim ecmaîn ervâhı içün ve şühedâ-yı deşt-i Kerbelâ ervâhı içün ve cemî-i enbiyâ-i izâm ve evliyâ-i kirâm ve meşâyıh-ı zevi’l-ihtirâm ve ulemâ-i fihâm ervâh-ı şerîfeleri içün ve ale’l-husûs, Hz. Sultanü’l-Ulemâ ve mişkât-ı nûrü’l- Hudâ ve Hz. Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî ve Hz. Kutbu’l- aktâbi’l-ahyâr ve gavsü’l-evliyâ-i ebrâr Mevlânâ Hüdâvendigâr ervâh- ı tayyibeleri içün ve Hz. Nûrü’l-mübîn ve felekü’l-yakîn Şeyh Şemseddîn-i Tebrizî ve Hz. Şeyh Hüsameddin Çelebi ve Hz. Sâhibü’l- mecd-i ve’s-sûd Bahâeddin sultan Veled ervâh-ı şerîfeleri içün ve tarîkat-ı Mevleviyye’den güzerân eden çelebiyân ve meşâyıh-ı kiram ve’l- fukarâ hazretlerinin ervâh-ı tayyibeleri içün hâlen seccâde-nişîn olan kerâmetlü şereflü çelebi efendi hazretlerinin selametliği içün ve pâdişâh-ı âlem-penâh selâmetliği içün ve bu mecliste hâzirun olan ihvân-ı ehl-i safânın husûl-i meramları içün ve ashabü’l-hayrât ve’l-hasenât ervahı içün ve huccâc-ı beytullahi’l-harâm ve asâkir-i İslâm selâmetliği içün ve hastalar şifâsı ve medyunlar edası ve mahbûblar halâsı içün ve kaffe-i ehl-i îman ve rızâ-i Rahman içün el-fâtiha maa’s-salavât! dedikten sonra;

-Rûh-i pâk-i Hz. Mustafâ râ salavât!
-Sırr-i pâk-i Hz. Mustafâ râ salavât!
-Fahr-i âlem Muhammed Mustafâ râ salavât!

Allahümme salli alâ seyyidinâ Mııhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed!

Azamet-i Hudâ râ tekbîr:

Allahıı ekber Allahu ekber Lâ ilahe illallahu vallahu ekber Allahu ekber ve lillahi’l-hamd

-Essalâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Resûlallah, Essalâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Habîballah, Essalâtu ve’s-selâmu aleyke yâ seyyide’l-evvelîne ve’l-âhirîn ve selâmun ale’l-mürselîn velhamdü lillahi rabbi’l-âlemin dedikten sonra şeyh efendi;

“Allah azîmü’ş-şân ism-i zâtının nuruyla kalplerimizi pür nûr eyleye, Vakt-i Şerif hayrola, hayırlar feth ola, şerler def ola! Demler safâlar ziyâde ola! Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrizî, kerem-i imâm Ali, hû diyelim!”

Herkes şeyhle beraber nefes miktarınca “Hûûû!” derdi. Bundan sonra şeyhle beraber herkes yeri öpüp kalkardı. Şeyh ‘Esselâmü aleyküm’ derdi. Gülbanktan önce, tesbihi getiren meydancı dede yahut derviş yeri öpüp kalkarak tesbihi toplar ve yine kollarına alıp şeyhin tam karşısına geçmiş bulunurdu. Halkanın kapı tarafmdakiler biraz yana çekilerek yolu açarlardı. Şeyh halka ortasında selam verince tesbihi getiren aynen semahanede olduğu gibi şeyhin selâmını alırdı. Şeyh, mescid kapısında geriye dönüp baş keser, onunla beraber herkes de aynı tarzda niyaz eder, ondan sonra semâhâne ve meydandan çıkıldığı gibi mescidden çıkılırdı. Şeyhin yahut kudümzenbaşının hastalığı, mukâbeleyi idâre edecek kimsenin bulunmayışı gibi bâzı özel durum ve zamanlarda ya da başka bir sebepten dolayı mukâbele yapılamazsa onun yerine, bazen de mübarek gün ve gecelerde İsm-i Celâl çekilirdi.

Zikir esnasında vecd ve tevâcüd izhârı, üstünü başını yırtıp, bağırıp çağırmak, kendini yerlere atmak ve benzeri hareketler Mevlevîlikte edebe aykırı addedilirdi. Ancak zikir esnasında cezbenin galebe çalması sonucunda vârid olan bu tür hallere de anlayışla bakıldığını görmekteyiz. Nitekim Hüseyin Azmî Dede Nuhbetü’l-Adâb’ta bu husus için, “hây-hûy ile el çırpıp ayak vurmanın ne anlama geldiği, dinde olup olmadığından suâl olunur ise, cezbenin gayr-ı iradî bir şekilde inşam kaplaması özür sebebi olarak kabul edilir” demektedir.

Mevleviler İsm-i Celâl zikrinde gürültü ve bağrışmalar gibi aşırı vecd izhârı nev’inden şeylerle edeb dairesini asla tecavüz etmez, zikir meclisleri hemen her zaman edeble başlar ve öylece de sona ererdi. Mevlevîlerin hemen her türlü merasiminde olduğu gibi İsm-i Celâl zikrinde de itidal ön plandadır ve asla kontrolsüz, aşırı cezbe hâllerine müsâade edilmezdi. Bu konudaki tavırlarını şu beyitler ortaya koymaktadır:

Zikir, heyecanla gürültü, patırtı yapmak değildir. Bizim zikrimiz, dâimâ zikrettiğimizle birlikte olmaktır. Zikrettiğinde fânî olan kimse zâkir hükmündedir. O kendinden geçmiştir çünkü ve Hak ile hâzır haldedir.