21. Mektup

21. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmibirincisidir.

1mursidinmektuplari

Kullarının kalbi kudret elinde olan, kalbleri ruhları ve akılları tasarrufuyla halden hale çeviren, cümle halleri dilerse iyi hale tahvil eden, kendisini inkâr edene dahî rahmaniyetiyle ikram ve ihsanda bulunmakta olup kelime-i tevhidine sığınanları emin kılan, sonsuz rahmetin sahibi ve kulunun dâimâ Muîni, Celîl ve Cemil, el-Vâhid, el-Ehâd, el-Ferd, es-Samed, Allah Teâlâ’ya hamd ü senâ olsun.

Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin mahtelef-el-melavân ve te’âkab-el-asarân ve kerrara’l cedîdân v’estakbel-el-ferkadân ve belliğ rûhahû ve ervâha ehl-i beytihî minnet-tahıyyete v’es-selâm ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.

Esselâmu aleyküm ve rahmetullahî ve berakâtuhû muhterem İhsan Efendi,

Gözümün nuru İhsan Efendi oğlum, tasavvuf kal ilmi ve yolu değildir. Tasavvuf hal yoludur. Tabiî ki her sahanın ister kavli olsun ister halî olsun, kendine mahsus bir ilmi, zahirî şekli, belli umdeleri vardır. Tarikatın da aynı şekilde zahirinde olması ve bilinmesi îcab eden birçok âdâbı erkânı vardır. Ancak bunlar “hal olarak” neticelenmezse ve takallüb(değişerek) ederek hal olmazsa kişi bu erkânı bilmekle sofi olamaz. Aslında her işin hali ve zevki zâhirin ötesinde, ilerisindedir. Meselâ bir bahçevan düşün. Bu işi görerek ve ustasından tâlim ederek öğrenmiştir. İlk önce basit işlerde ustasını taklid ederek ona çırak olur. İyi yapınca takdir, kötü yapınca tekdir görür. Bu safhada tüm derdi ustasını memnun etmek ve çırak yevmiyesini almaktır. Eğer kabiliyeti varsa işi öğrenmekle kalmaz ayrıca kolayca yaptığı işlerin neticesinden de zevkyâb olur. Nihayet usta olur. Şimdi sen bunları bilmeden bahçevana baktığında ne onun evvelce çektiği zahmeti bilirsin ne de onun uğraşırken çektiği meşakkatin içindeki zevki görürsün. Ustasının onu nasıl yetiştirdiğini, nebatata nasıl bir nazarla baktığını idrak edebilirsin. Pekâlâ bu böyle iken tasavvufu zahirî ahkâmdan, tarikatı şekilden ibaret zannetmek hiç akıl ve insaf kârı mıdır? Bunun üzerine belki şöyle sorulabilir: “Efendim, mademki her iş içinde hal saklıdır, niçün hal yoludur, tâbirini tasavvufa hasrediyorsunuz?” Cevaben deriz ki: “Tasavvuf; ilmiyle, zâhiriyle, şekliyle, her şeyiyle “hal” neticesine ve müşahedeye götürür de ondan öyle deriz.” İrşad; bilmek, bildirmek değil bulmak, buldurmak demektir. Mürşidlik, hocalık mesleği değildir. Veyahut mürşid vasfında olan aynı zamanda kemâl ilminin hocasıdır amma her hoca mürşid değildir. Çünkü mürşid hale uyandırır. Kişiyi oldurur. Bildiklerini buldurur. Hal üzre hallendirir.

Tarikat müşahede ve görmektir. Bilen ile bilmeyen müsavi olmadığı gibi görenle görmeyen de müsavi olamaz. Hoca olmak için görmek şart değildir. Lâkin mürşid olabilmek için müşahede, en azından irşad sahasında lâzım olan nisbetle görmek esastır. Derviş görülmeyeni görmez. Zaten hep gösterilen ve irşada vesile olsun diye hep varolanı görür. Bu görüş duyuşla, dinlemeyle başlar. Dervişe lâzım olan ille önce nutuk haklamak, yani söz tutmaktır. Kişi her zaman gözünün önünde olan bir şeyi bile idrak edemez veya farketmeyebilir. Ancak dinlerse görür ve gördüğünü öğrenir. Meselâ çocuk görür. Gördüklerini dinleyerek farkeder, isimlerini öğrenir. Henüz görmediklerini de gene dinleyerek, hayalinde canlandırarak öğrenir. Bunun gibi insan intisabla(biat etmekle) âhiret âlemine, bu âlemde iken doğar, derviş olur, görme hali başlar. Amma unutma, bu doğum, intisabındaki duyuşla, dinleyişle olmuştur. Sonra gördüklerinin isimlerini, hallerini ve tefsirlerini öğrenir. Gördüğünü idrak dahî söz dinlemeyle mümkün olur. Daha sonra bu idrak ve müşahede hale dönüşür. Bu buluş onu oluşa yükseltmek içindir. Kâmil menziline vâsıl olunca görmekle kalmaz, Allah Teâlâ’nın inayeti ve izniyle gösterir ve buldurur. Tâlib-i Hakk ve hakîkî olanları menzile eriştirecek hal üzre âmil ve mezun olur. Cenâb-ı İbrahim’in Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bir kıssasını hatırlatmakta ve âyetlerin hikmetini bu meyânda zikretmekte fayda mülahaza ediyorum.

Meâlen şöyle geçer: Hz. İbrahim(as) “Yâ Rabbî, sen ölüleri nasıl diriltirsin?” diye Cenâb-ı Hakk’tan suâl eder. Cenâb-ı zü’l- Celâl ve’l-Kemâl “İnanmıyor musun ya İbrahim?” buyurunca Hz. İbrahim “İnandım ve îmân ettim Yâ Rabbî, lâkin kalbim mutmain olsun, lütfeyle, göster.” diyerek niyâzda bulunur. Bunun üzerine Cenâb-ı mutlak-ı âlem Allah Teâlâ “Ya İbrahim, dört farklı cins kuşu al, onları kesip cüzleri yani parçalanmış olan vücûdları birbirine karıştır, sonra birbirine geçmiş bulamacı dörde taksim edip her birini bir dağın başına koy, sonra bu kuşları tek tek çağır.” buyurur. Söylenenleri eksiksiz yerine getiren Hz. İbrahim(as) daha sonra bu kuşların aynı ilk halleri gibi diriltilip eksiksiz, kendilerine uçarak geldiğini görür. Şimdi bu âyetler üzerinde iyice tefekkür et, Tûtîzâde İhsan Efendi oğlum.

İlk önce yakîn mertebelerine işaret ediyor ki; ilme’l-yakîn; bilmek; ayne’l-yakîn; görmek; hakke’l-yakîn; bulmak ve olmaktır. Cenâb-ı İbrahim (as) gibi bir zâtın îmânında eksiklik olması mümkün olabilir mi? Hâşâ, tabiî ki olamaz. O halde burada neye işaret vardır? Âlimler, bu âyetin tefsirinde “Mürşid-i âgâh olanların haline veya mürşidde olması gereken hale işaret vardır.” buyurmuşlar ve şöyle îzah etmişlerdir: Kişi ilmiyle bildirebilir amma irşad edemez, hale kavuşturamaz. Bu zâtların ilminden istifade edip bazıları yol katetseler de, mürşid olmayanlar gene de bu kişilere âgâh olup onların hallerini bilmeye ve bildirmeye muktedir olamazlar. Hal üzre irşad için, kişiye müşahede ve bu müşahedenin kalbi mutmain kılacak derecede idraki lâzımdır. Bu sırrı fehmedemeyenler velîlerin ve hal sahiplerinin sözlerine ve fiiline bakarak “Bunu biz de yaparız.” deyu iddiaya kalkışırlar. Zâhirdeki benzerlik veya ayrılık onları kıyasa sevkeder, bu nev’î irşadı inkâr ederler. Sırr-ı Muhammedi’nin sırrıyla irşadın te’sirini bilemezler. Fakat bir yandan da mürîdanm edebine de hayran kalırlar. Ma’rifet neticeleri zuhûr edince, yakıştıramaz ve taaccüb ederler. Aynı, henüz toprak nedir bilmeyip bahçevanm halinden dem vuranlar gibi. Kibir ve cehaletlerinden dolayı mahrum kalırlar. Halbuki birazcık meyletseler, azıcık hürmet ve insaf etseler bu kapılar herkese açıktır, vesselâm.

Âyetlerdeki bir lâtife de şudur demişler: “Kişi Hz. İbrahim gibi halîliyyet haline bürünmeden, Nemrud ateşi gibi olan nefsin yakıcı ateşini söndürüp kendine gülşen etmeden, Cenâb-ı Hakk’tan ma’rifet ve kerâmet taleb edemez. Evvel Hâlık’ına teslimiyetini gösterecek, sonra ma’rifet nuruyla müşahede makamına yükselecek. Ancak bundan sonra teslimiyeti kullara tâlime muvaffak ve irşada mezun olacak.

Muhterem İhsan Efendi oğlum, irşad mevzu’u açılmışken zamanın sahte mürşidlerinden söz etmeden geçemeyeceğim. Bir kardeşimiz fakîre geldi, uzun uzun bazı şâhid olduğu hâdiseleri nakletti. Kendini mürşid olarak ilan eden herifin biri kasaba kasaba, memleket memleket dolaşıyormuş. Dolaşsa iyi, bir de milletin ayağına, yoluna dolaşıyormuş. Şimdi diyeceksin ki, Halîl Efendi de dedikoduya başladı. İşin lâtifesi. Tabiî ki böyle bir şeyi düşünmezsin. Bu nev’î zâtların ismini vermeden konuşmak bile câiz değildir. Aslına bakarsan ismini de söyleyeceksin ki bu habisleri cümle âlem tanısın ve bilsin. Neyse, bu adam tekkelere, zâviyelere, mescidlere uğrar, “Zamanın mehdîsi benim, bana kutbiyet verildi, her nerde bir şeyh var gelip bana intisab etsin, necât bulsun, âhir zaman velîsi ve mehdîsi benim.” diye biat toplarmış. Evet evlâdım, yanlış yazmadım. Biatlarımzı toplayacağım, diye sözler sarfedermiş. Diyorum ya, insan yaşadıkça daha neler görecek. Cenâb-ı Hakk hayatın da mematın da hayırlısını versin. Bana bunu anlatan kardeşime sordum. Hangi tarîktenmiş? O da, “Vallahi şeyh baba, hepsinden varmış.” dedi. “Fesübhânallah, kardeşim kıyafetine bakmadın mı? Bu herif şeyh müsveddesi de olsa ille birini taklid ediyordur, ya külâhı ya hırkası bir yerden aşırmadır, onu bari söylesen.” dedim. Ne dese beğenirsin? “Ya hû şeyh baba, ben de anlamadım. Koskocaman sarık sarmış, zannedersin ki yorgan, sarığın içinde bir külâh var amma ne Rûm’da gördüm ne Acem’de, böyle acayip bir şey. Âsâsını uzatıyor, ‘Cübbemden tutun.’ diyor, ‘Kim bana dokunursa yahut elini havaya kaldırıp işaret ederse biatini aldım, kabul ettim.’ diyor.” demez mi? Yâ hû, mecâlim yok, şöyle bir yirmi sene evvel olsaydı, hemen kalkıp bu adamın izini sürer, ondan sonra da tozunu attırırdım. Keşiş gibi uzattığı sakalından tutar, ibret-i âlem olsun diye yerlerde sürüklerdim. İhsan Efendi oğlum, biat eden derviş nikâhlı kadın gibidir. Nikâhlı kadına nikâh teklif etmek nasıl isimlendirilir? İffetli bir kadına tövbe estağfirullah zinayı teklif etmek gibidir. Hani adamın şeyhi göçmüştür de, ortada kalmıştır, başka bir şeyhe gönlü akmış feyiz almıştır, bak onu anlarım. Emr-i manevî olmadan gene olmaz amma hiç olmazsa bir derece ehven-i şer kabilinden sineye çekilir. Amma, bu utanmaz herif hangi selahiyetle böyle bir ahlâksızlığa ve iz’ansızlığa cesaret eder. Tarihte ve bazı devirlerde zamanın imamları zuhûr etmiş ve başka tarîklerin tasarrufatı kendisine verilmiştir. Bu durum mevcuttur. Lâkin, o zâtın imam olduğunu diğer meşayih muhakkak emr-i manevî ile bilmiş ve öylece yollarının emanetini ve seyr u sülûkunu bu imama havale eylemiştir. Burada öyle bir şey de yok, şeyhin kerâmeti kendinden menkul(Yani şeyh kerâmetini anlatıyor amma kendinden başkası görmemiş, benim şöyle kerâmetlerim var diye elâleme anlatıyor.)

Tasavvuf ehli “Aldatandan daha alçak aldanandır.” demişler. Aldatan zaten haindir, peki derviş kardeşim, sen bu yolda hiç mi mânevî zevk tatmadın, hiç mi rahmani koku duymadın da, sana yutturulan bu herzeleri ağzım şapırdata şapırtada yutuyorsun? Gözün bu yola hiç mi nurlanmadı? Kulağından hiç mi Hak sözü girmedi? Ferasetsiz ve gaflet pamuğu kulağında bu sözlere kanıyor, aldanıyorsun. Körlük ayrı şey, nankörlük ayrı şey. Nankörlüğün cezası kat be kat olur. Zaten bu cihetten düşününce fakîr kendi kendime şöyle diyorum: “Demek ki Hz. Allah, kalbi arada derede olan, şek ve şüphe içinde bulunanları böylece bir habis etrafında topluyor. Allahu a’lem, bu çıban iyice cerahat dolduktan sonra ilâhî kılıcıyla bu yarayı toptan temizleyecek, bunun yolunu hazırlıyor. Hani bu şuna benzer: Avâm arasında kocakarılar vardır, “Ölmek üzre olan kişinin yanında su vermek için bekleyin, yoksa o hâlet-i nez’ide hararet basar, şeytan gelir, ‘Sana su vereyim de sen de îmânından dön.’ diye teklifte bulunur, o kişi de bir bardak suya îmânını verir. Kâfir olarak gider.” diye insanlara akıl verirler. Yâ hû, îmân denilen cevherin sahibi Hz. Allah’tır. Kişinin kalbine inmeye görsün. Bir daha onu oradan çıkartmak mümkün değildir. Lâkin insan inanmamış, îmân etmemişse ancak îmân ettiğini vehmetmişse durum farklı. Zaten ona îmân denmez ki. O, bir bardak suya da gider, bir bakışta da kaybolur, üfürükten bir sebeble de heva ve heba olur. Demek ki bu nev’î soytarılara mürşidleri hayattayken ve bir yola bağlanmışken ahmakça gidip tâbi olan kişilerin evvelce yaptığı fiiller beyhudeymiş. Velhâsıl, fevkalâde üzüldüm. Sonradan da “Sahibi bilir, Cenâb-ı Hakk ıslah eylesin.” diye Hak Teâlâ’ya havale kıldım. Hakîm ve zarif birine Nas sûresi mütalaa edilirken sormuşlar, “Şeytanın şerri mi yoksa insanın şerri mi daha fenadır?” diye. Hazret bir müddet tevakkuf eylemiş(durmuş, beklemiş), sonra mütebessim bir çehre ile “Bakın şöyle anlatayım.” demiş. “Eûzü besmele çekip Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler okursunuz, şeytan hemen o meclisten kaçar. Ama insan sûretinde bazı şeytanlar vardır ki meclisinize gelir, Kur’ân’ı alıp kaçırır. Artık hangisi daha fena siz düşünün.” Evet, hakîkaten üzerinde düşünmek lâzım.

İhsan Efendi oğlum, velhâsıl Cenâb-ı Hakk, kâinatı, hakla bâtılın birbirinden ayrılması için imtihanhâne olarak tanzim eylemiştir. Tüm tezgâhlar Hak Teâlâ’ya çalışır. Tezgâh tezgâh üstüne, neticede herkes bir gün layığını bulacak bir şekilde kıyamet sabahına kavuşacaktır. Hiçbir hakîkî mürşid kendisine adam çağırmaz. Kendisine çağırmadığı gibi hakîkî şeyhlerden hiçbiri tekkesine dergâhına da adam çağırmaz. Dergâhlarda bir cemiyet olacağı vakit “Efendim, falanca gün dergâhımızda şöyle şöyle merasim olacaktır, yahut dua yapılacaktır, arzolunur.” diye söylenir. Yoksa “Siz de gelin, bekliyoruz.” gibi lüzumsuz lakırdılar konuşulmaz. Dergâha adam çağırmak yahut “Bize gel.” demek büyük terbiyesizliktir. Bir adam kendisine çağırıyor, Hak ve hakikatten bahsettikten sonra kendisini işaret ediyor ve öne çıkartıyorsa bil ki o adam sahtekârdır. Mürşid vasıflı zarifler ve ârifler Hak ve hakikati konuşur. Tâbi olanları Allah ve Resûlü’ne vesile kılar. Hatta kendisine müştak olarak gelenleri bile üzerine yapıştırmaz. “Sen madem beni seviyorsun ben de seni aldım, kabul ettim.” demez. Bunu ancak ahmaklar yapar. Ahmaklık ne mürşide ne müride ne de mü’mine yakışır. Cenâb-ı Hakk, velî sûretindeki iblislerden, şeyh kisvesindeki habislerden muhafaza eylesin.

Velhâsıl, hal ehli olanı hal ehliyeti olan anlar. Hatta “hale” istidâdı olanı ehl-i hal anlar ve hal üzre irşad eder. Yoksa iki üç risâle okumakla; ârifleri, şeyhleri taklidle bırak tasavvufun halini, kâlini bile anlayamaz. Zât-ı âliniz kemâlinizdeki hal ve tebdilatınızdan ne demek istediğimi gayet iyi anlamışsınızdır. Evvelce Efendimiz’i bilmenizle, tanımanızla şimdiki bilişiniz ve idrakiniz aynı mı? Tabiî ki bir değil… İşte dervişlik ağızdaki balın bıraktığı tad gibidir. Hayat boyu bu zevk u lezzetle dil ağızda dolanıp duruyor vesselâm…

İhsan Efendi oğlum, satırlarda anlatmaya çalıştıklarımı Cenâb-ı Hakk sadrına indirerek anlatsın. Zevk-i mânevîsi ağzını dilini tadlandırsın. Râzı olduğu hallerde en güzel ahvâl üzre eylesin. Hem kendisi nurlanan hem de etrafını nurlandıran gönül ehli zâtlardan olmanı nasîb eylesin. Kelâmını ve kelâm-ı Resûlullah’ı sende müessir eylesin. Böyle senin dahî rızaya muvafık olan sözlerini te’sirli eylesin.

Esselâtu vesselâmu aleyke ya seyyide’l evvelîne ve’l ahirin vel- hamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.

22. mektupta görüşmek üzere…

17. Mektup

17. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların onyedincisidir.

1mursidinmektuplari

Hamdden âciz olduğumuz Mevlâ-yı müteâl kendi zâtını nasıl teşbih ediyor, takdis ediyor ve kendi zâtını nasıl ta’zim ediyor ise biz kulların tahmid, tehlil, tekbir ve teşbihlerini öylece kabul buyursun. Cenâb-ı Hakk’ı hamdetmek ve teşbih etmek davamızdan tenzih ederiz. Hamdden âciz olduğumuzu idrak ile Rabbü’l-âlemîn’e hamd ü sena ederiz. Kabul eyle yâ Rabbî.

Allah Teâlâ ve meleklerinin bizzat salât ü selâm eylediği o Nebîy-yi zîşan’a salât ü selâm etmek davasından hicab ederiz. İlâhî yâ Rabbî, senin salât ü selâmını ve meleklerinin ta’zimat ü tekrimatını lütfen ve keremen nam-ı hesabımıza yazıver ve bizleri böylece salât ü selâm etmiş kabul ediver. Günahkâr ümmetleri ve liyâkatten uzak bendeleri olduğumuzu idrak ile Fahr-i âlem’e salât ü selâm ederiz. Âline, ezvâcına, evlâdına ve ashâbına hürmet ve ta’zimimizi bu salât ü selâmlar vesilesiyle tecdid ederiz. Bunları da kabul eyle yâ Rabbî.

Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn vessalâtü vesselâmu alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihî ve ezvâcihî ve evlâdihî ve ashâbihî ve etba’ihî ecmâin âmin.

Esselâmu aleyküm İhsan Efendi oğlum,

Derviş İhsan Efendi oğlum, sohbet edeb üzeredir. Edeb yolunun meşki sohbetledir. Bu sebebden sohbetteki edeb, şeyhe mukabelede bulunmak, ihvanla hemmeclis olmak husûsî dikkat ister. Sohbet meclisinin sahibi Hazret-i Allah’tır. Allah için sohbete oturuldu mu artık onun falancası filancası olmaz. Cenâb-ı Hakk’m nazar ettiği, hatta o meclistekilerle beraber oturduğu, Efendimiz(sav)’in ruhaniyetinin o sohbet halakası üzerinde olduğu bir an bile unutulmamalıdır. Zaten bu nev’î nisyan(unutmak) kişiyi sohbetten ve huzurdan düşürür. İnşâallah sohbet hakkında tafsilatlı malûmatı sizlere bilâhare arzedeceğiz. Şimdi sana lâzım olan, bu mevzu’yla alâkalı, şeyhe yani mürşide rüya arzetme bahsidir. Çünkü mânânın mürşide arzedilmesi de sohbet kabilindendir.

Nefsanî tarîklerde yani hem nefsi hem ruhu terbiye dairesine alan ve o şekilde kalbin tasfiyesini ve ruhun tahliyesini, yakîn derecede sâliklerine gösteren tarikatlar rüya ilmine ve tâbirine çok dikkat ederler. Rüya sâlikin durumunu çok bâriz bir şekilde ortaya koyar. Bu ortaya çıkan ahvâlden şeyh de, mürîd de kendince alması gerekeni almalı, işaret edilene âgâh olmalıdır. Mürşide mânâyı arzetmek hem sohbete dâhildir, hem sohbetin mahsulüdür. Bir derviş hem esma tâlimini, hem zikrini, hem sohbeti hem de şeyh ile arasındaki ülfet ve terbiyeyi bu mânâların zuhûruyla hangi derecede olduğunu anlar. Rüyayı şeyhe arzetmenin en başta zâhirî şartları vardır. Bu zahir edebe riayet fevkalâde önemlidir. Bir kere şeyh, rüya dinlemek için bir vakit ta’yin ettiyse ol vakte mülâzemet etmeli. Sâir vakitte rüya arzetmeye kalkışmamalı. Eğer husûsî bir vakit ta’yin edilmemiş ise kendisinin teklifi üzere yani “Rüyanız var ise dinlerim.” gibi bir söz sarfetmesi üzerine diğer mecliste bulunan zevatı ve şeyh efendinin halini gözeterek yapmalı. Bu ikisi haricinde eğer bir vakit ta’yin olunmamış lâkin münasib olduğu kanaati sizde uyanmışsa usulcacık şeyh efendinin yanma, belki bir hizmet vesilesiyle de olabilir, yaklaşıp “Efendim, bir şey gösterildi.” veyahut “Rüyalarım var, arzedebilir miyim?” gibi izin alarak şeyh efendinin müsait olup olmadığı anlaşıldıktan sonra mânâlar arzedilmeli. Lâkin dervişe lâzım olan irfandır. Şeyh efendinin hem lisânından hem de simasından bu destur alınmalı, “Olur.” dediği halde çehresi o desturu vermez ise “Başka bir zaman anlatsam fakîr için daha uygun olabilir, fakîr için hiçbir mahsuru yok.” gibi gönlü hoş tutan sözlerle mürşidin rızası tahsil edilmeli. Bundan sonra eğer mürşid “Anlat” derse sözü çok uzatmadan hemen rüya arzedilmeli. Mürşid ile konuşurken hatta dervişân arasında “ben” sözü mümkün mertebe telaffuz edilmemeli. Ya “bendeniz” yahut “fakîr” kelimesi isti’mâl olunmalı. Husûsiyle rüyada “ben” tâbiri hiç kullanılmamalı. Hatta “Gördüm, yaptım ettim.” gibi ta’rifler yapılmamalı. “Gösterildi, yaptırılmış, olmuşum, ağlamışım.” gibi rivayet eder tarzda tavsif edilmeli. Bir başka husus, rüyayı anlatırken tâbir eder gibi konuşmamalı. Diyeceksin ki, bu nasıl olur? Oluyor efendim, bal gibi oluyor! Meselâ adam geliyor, “Efendim, ben gündüz şu şu şu işi yapmıştım, akşam da şunu okumuştum, geceleyin de şu rüyayı gösterdiler.” diyor. Şimdi ne oldu? E rüyayı zaten kendin tâbir buyurdun mübarek! Bunun mânâsı bundan ibaret deyiver de bize de hâcet kalmasın, diyoruz içimizden. Amma ne yaparsın, bu sahada adam yetişecek diyerek îkaz etmekle iktifa ediyoruz. Bazen ikaz da yetmiyor artık onlar da kuru kuruya gelip rüya tâbiri bekliyorlar.

Evlâdım, mürşidlik ve bu yolda şeyhlik rüya tâbir etmek demek değildir. Bazı şeyh efendiler rüya tâbirinde de meleke kesbetmişler, her nev’î rüyayı etraftan gelen her nev’î müracaatı tâbir ve tefsir ederek şöhret bulmuşlardır. Mürşid yolda lâzım olan kadarıyla dervişin rüyasını tâbir ve tefsir eder. Yoksa her görülenin muhakkak bir mânâsı vardır. Ama dervişe ne lâzımdır? Rüya dinlenildiğinde ibadet taatmdaki çirkinlik, güzellik, gerek iyi gerek kötü düşünceler hatta midendeki hazım sıkıntısı bile farkedilebilir. Sana gösterilen o mânânın bir tefsiri ve şerhi olabilir. Amma bunların içinden sana lâzım olanı mürşid ayıklar, senin düşündüğünü değil kendisine ilham olanı o mânâ üzre söyler. İşte bu sebebden şeyhleri rüya tâbircisi zannetmek çok büyük bir hatadır. Muabbirlik ayrı, şeyh mesleğinden dolayı hâdisatı ve rüyayı te’vil etmek ayrıdır.

Güzel İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk seni kemâl ve cemâl üzre terbiye eylesin. Şunu unutmayasın ki: Şeyhe sen gidip rüyam anlattığında esasında kendini anlatır ve arzedersin. Şeyhe rüya arzetmeden evvel sendeki mânâ zaten mürşide yansır. Senden dinlenilen rüya mürşidin indinde(katında) ma’lûm olan halin sana nasıl aktarılacağının mürşide bildirilmesi demektir. Yani mürşid bilir ki falanca zât şu haldedir. Sonra o zât gelir, ona rüyayı arzeder, rüyayı arzetmeden evvel onun mânâsı zaten arzedilmiştir. Ama mürîd bunu bilmez. Sonra o rüyayı konuşurken sen idrak dereceni, seviyeni mürşidine arzetmiş olursun. Mürşidin de senin o anlayışına göre kendisine daha evvel ma’lûm olmuş hali senin mânânın tâbiriymiş gibi sana arzeder. Yani rüya en ziyâde müride kendisini bildirmek içindir. Ayrıca mürşid o derviş üzerindeki terbiyenin, sohbetten aldığı feyzin ve idrakin ne seviyede olduğunu dervişinin rüyalarım dinleyerek yakînen anlamış olur. Bundan dolayı tâbir edilmeyen her rüya şeytanî demek değildir. Bazı mânâlar da vardır ki, sadece mürşide aittir. Sâdık ve hâdim dervişlerin mânâlarında mürşidlerine havadis verilir. Mürşid onları alır “Bu bize aittir.” der ve tâbir eylemez. Tâbir olunmadığı zaman “Efendim, iyi mi oldu yoksa şer mi oldu, başka bir şey daha söyler misiniz?” gibi lüzumsuz lakırdıdan uzak durmalı, şeyh efendi ile rüya arzı hususunda konuşurken simasına aval aval bakılmamalıdır. Çünki lüzumsuz mimikler, yüzdeki ifadeler ve boş sözler şeyhe gelen ilhâmât durumuna mâni olmasa da rahatsızlık verir. Bu sebebden, husûsî konuşmalarda, duyabileceği şekilde olmak şartıyla şeyh efendinin birazcık uzağında, baş öne eğik, o konuştuğu zaman susmak ve dinlemek üzere rüya hemencecik arzedilmeli sonra da ayrılırken ya eli ya dizi öpülerek hafif bir şekilde geri çekilmelidir. Mürşidin oturuşu müsait değilse illa el diz öpmeye gayret etmek de irfansızlıktır. Yani evlâdım, illa şu kalıp olacak diye bir şart yoktur. Kalıplar belli beyândır. Lâkin nerede hangisinin yapılacağı irfanla ma’lûm olur ve o ilim üzre amel olunur.

Rüya anlatılırken ifade şekline çok dikkat etmeli, mümkün mertebe görüldüğü şekil üzere anlatılmalı, nezaket göstereceğim derken mânânın şekli değiştirilmemelidir. Mânâda menfî ve çirkin bir halde gösterilen bilindik bir şahıs varsa ilk önce o şahsın adı söylenmemeli, mürşid sorarsa ismi söylenmeli, onun haricinde gammazlarmış gibi konuşulmamalıdır. Rüyanın tâbiri veya tefsiri yapıldıktan sonra hemen tutulmalı, tebşirât verilirse etrafa anlatmamalı, bir îkaz olur ise üzüntüye kapılmamalı. Zaten derviş ona derler ki, müjde alsa da korkutulsa da büyüklerine karşı ve yolundaki hizmetine karşı asla kendinde bir değişiklik olmaz. Hatırlarsan zât-ı âlinize demiştim ki derviş şeyhi tarafından övülse de, zemmedilse de(kötülense de) i’tikadı hiç değiştirmez, muhabbeti ne artar ne eksilir. Bu hal bilmeyenlere çok acayip gelir. Lâkin erbabına malûmdur ki hakikattir.

Kıymetli İhsan Efendi oğlum, hem sorduğun sorulara cevap hem de kalbine safa olsun diye evliyâullah nutkundan ve o nutkun ruhundan size bir şeyler yazmayı muvafık gördüm. İstersen kıt’a kıt’a yazayım, lâkin aralarda mensur olarak biraz da şerh yapayım. Bu ârifâne ve zarîfâne nutuk şudur:

Zâhid bize tan eyleme
Hakk ismin okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazrete varır yolumuz

Zâhidlik, tarikatta yüksek bir mertebedir. Bir halkın bildiği zâhid vardır, bunlar âhiret için dünyayı boşayanlardır. Bir de bazı ulemânın bildiği zâhid vardır. Bunlar da dünyayı ve âhireti Allah için terk edenlerdir. Bir de bu ikisinin haricinde, halkın zâhid diye bildiği lâkin aslında taklidde kalan, millete riyakârlık içinde olan sahte ve ham sofular vardır. İşte burada zâhid diye geçen bu nev’î şahıstır. Diyor ki: Ey zâhid, ham sofu! Tasavvufun zâhirini biliyorum zannedip de bâtınından dem vuran ahmak! Sakın bizim halimize bakarak yanlış şeyler söyleyip sû-i zan etme. Zîrâ biz Hak ismini okuruz. Yani Kur’ân ve sünnet üzere yaşar, hakke’l-yakîn mertebesinde müşahede ettiğimiz usûl üzre gideriz. Bizlere böyle hak kokusu olmayan haksızca müdahalelerde bulunma ki efsaneyle amel edilmez. Bizim Cenâb-ı risâlet penahî Efendimiz’e nisbetimiz vardır. Sonra hesabı oraya vermek zorunda kalırsın. Bir mânâsı da şudur ki: ‘Sakın efsane söyleme’ demek “sakın bizim âyet ve hadîslerimize efsanedir, deme; sonra yevm-i mahşerde Hazret’in huzuruna çıktığında mahcub olursun.”

Halvetî yolun güderiz
Çekilir Hakk’a gideriz
Gazâyı ekber ideriz
İmam Ali’dir ulumuz

Efendimiz(sav) buyuruyorlar ki: “Sizin en büyük düşmanınız, iki yanınız arasındaki nefsinizdir.” Bir gazâ dönüşü de buyuruyorlar ki: “Küçük gazadan büyük gazaya doğru gidiyoruz” Ashabı soruyor: “Ya Resülallah, bu çetin gazadan daha büyük bir gazâ, çarpışma mı var?” Efendimiz saadetle buyuruyor ki: “Evet, sizin için büyük gazâ nefsinizle cihâd etmektir.” İşte bu mânâya işaret ederek dervişlerin dâimâ gazâ-yı ekber üzere olduğunu ve bu nefisle cihâdın İmam Ali Efendimiz’in usûlüne ve âdâbma göre yapıldığı beyân ediliyor. Zîrâ daha evvel de arzettiğimiz gibi dört büyük halîfe aynı zamanda dört büyük tarîkin pîridir. Yukarıda beyân edilen “Hazrete varır yolumuz.” sözünün de bir açıklaması, bir îzahıdır bu mısralar.

Her kim bu tarîka girdi
Hasanü’l-Basrî’ye irdi
Her seher okunur virdi
Seyyid Yahya’dır pirimiz

İmam Ali Efendimizin dört halîfesi vardır. Bunlara çâr yâr-i Ali denilir. Hz. Ali kerremallahu vechehu, kendisinden evvelki üç büyük halîfenin(ki onlar Hz. Ebu Bekir es- Sıddıyk, Hz. Ömer el-Faruk, ve Hz. Osman Zinnureyn Efendilerimizdir) halîfelerinin kendisine bia- tma müsaade etmiş, böylece bu üç halîfenin halîfeleri de Hz. Ali’ye intisab etmişlerdir. Hz. Selmân-ı Farisî, Hz. Kümeyi, Hz. Abdullah el Ensarî üç halîfeden kendisine intikal eden tarîkat halîfeleridir. Lâkin İmam Ali Efendimiz’in bizzat halîfesi olan Hasanü’l-Basrî’dir ve Tâbi’i’nin en büyüklerinden kabul edilir. Aynı zamanda hattatların silsilesinde de İmam-ı Ali’ye dayanan icâzenâmelerde Hasanü’l- Basrî Efendimiz’in ismi geçmektedir. İşte Halvetî tarikatında da ve İmam Ali Efendimiz’e dayanan birçok tarîklerde de Hasanü’l- Basrî Efendimiz zikredilir. Arada bir şahıs daha vardır. O ancak erbâbına malûmdur. Silsilenâmeye yazılmaz. Hazret-i Pîr Seyyid Yahya Şirvanî Efendimiz’e gelince; bu zâtın, Halvetîye’nin tüm kollarına te’sir etmiş ‘Vird-i Settar’ isminde, kendisine verilen meşhur evrâd-ı şerîfesi tüm Halvetî kollarında halîfe menzilinde olanlar tarafından okunmaktadır. Halvetîlik, Hazret-i Pîr Ömerü’l-Halvetî Efendimiz’den neş’et etmiş, lâkin Seyyid Yahya Şirvanî Hazretleri Halvetîye’de ikinci pîr olarak kabul edilmiştir. Kabr-i şerifi Bakü’de kal’a içindedir. İşte nutukta ol sebebden her seherde evrâdının okunduğuna işaret ediliyor.

Erenlerin çoktur yolu
Cümlesine dedik beli
Ko desinler bize deli
Usludan yeğdir delimiz

Evet, erenlerin yollarına biz ‘eyvallah’ dedik. Hepsini bilcümle kabul ettik. Bizim bu halimizi delilik zannedenler çıkabilir. Fakat bizim bu meşrebin delileri, bu muhabbeti anlamayanlara nisbetle çok daha akıllıdır. Ayrıca burada nazar âyeti olarak da bilinen Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i celîleye işaret vardır. Cenâb-ı Hakk, Efendimiz’in zikrini gören fâsıkların ona ‘mecnûn’ dediklerini yani deli diye vehimde bulunduklarını beyân eder ve akabinde “ve ma huve illâ zikruıı lil âlemin” diyerek bu zikrin faziletine ve bu zikre müdâvemet edenlerin bizzat kendisine ait olduğuna işaret etmektedir. Üzerinde düşün, tefekkür et! Ebu’l-Hakem yani Ebu Cehil kendini akıllı zannediyordu. Bu âyette işaret edilen hal üzere durumu kıyas eyle. Mânevi zevk alacaksın.

Tevhid iden deli olmaz
Allah diyen mahrum kalmaz
Her seher açılır solmaz
Bahara erer gülümüz

Bu dünya imtihanına gelmemizden murâd tevhîdden ibarettir. Herkes bu âlemde derecesine göre tevhid edecek ve bu tevhîd merâtibine göre âkıbet menzilini bulacaktır. Bu âlemi böyle fehmeylemeyen isterse dünyaya sahib olsun, idraksizliği hasebiyle deli mesabesindedir. Tevhîd edenler deli değildir ve asla mahrum ve mahzûn olmayacaklardır. Gayba îmân ederek hazır bil-meclis olmuşlar ve bu dünya gecesinde cemâlullah zevkiyle gül goncaları gibi sabaha doğmuşlar ve vuslat zevkiyle ebedî güzelliklere nâil olmuşlardır.

Sayılmayız parmak ile
Tükenmeyiz kırmak ile
Taşramızdan sormak ile
Kimse bilmez ahvâlimiz

Bu sırra erenler hariçte görülseler bile sırla sırlandıklarından halleri Allah Teâlâ’ca malûmdur. Şeyh efendi bu nutkunda parmakla gösterilecek kadar güzel olana da işaret ediyor. Bu zevât-ı kiramı takdir ederek parmağınla göstersen yine kadrini ve kıymetini bilemezsin. Niteliğini bilemediğin gibi(keyfiyetini) niceliğini de bilemezsin. Yani hem bu sırra erenler çoktur amma insanların ekseriyetinin bundan haberi yoktur. Haberleri olsa da hallerine erişemediklerinden takdir etmeleri bile zahirdir. Son güne kadar bu sırra nâil olacak zâtlar gelecektir. Düşmanlık yapılsa da bu zâtlar katledilse de muhakkak bu mânevî yolun yolcuları hep gidenin yerine gelecektir. Dışarıdan bakanlar seyr u sülûkun zevkini yaşayanın halinden anlamayacaklar, ya taş atarak anlayışsızlıklarını gösterecekler yahut dışarıdan gördükleri güzellikle yetinip mânâyı fehmedemeyeceklerdir.

Âşık isen cana minnet
Muhyi ola sana himmet
Elif Allah mim Muhammed
Kisvemizdedir dalimiz

Bu kıt’ada zikredilen mânâyı bundan bir ay evvel âlem-i mânâda zât-ı âlinize gösterdiler. Bunu o mânânın zuhûratı kabul edin. İrfanınıza terk ediyorum.

Cenâb-ı Hakk müşkillerinizi âsan eylesin. Vâhid ü Ehâd, Ferd ü Samed Cenâb-ı Mevlâ’ya ülfeti ve ef’alinden razı olmayı nasib eylesin. Âmin bihürmeti seyyide’l-mürselin. Ha Mim ve bihürmeti Yasîn velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.

18. mektupta görüşmek üzere…

13. Mektup

13. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların onüçüncüsüdür.

1mursidinmektuplari

Alemler yaratılmadan evvel âlem-i kübrâ kılmak üzere insanı yaratmayı murad eden Rabbü’l Alemin, Cenâb-ı Zü’l-celâl, Ve’l-cemâl, Ve’l-kemâl Hazretleri’ne sonsuz hamd ü senâ olsun. O Allah ki biz yaratılmadan evvel kendisine olan talebimizi bizler talep etmeden bizlerde var eden, hamd ü senayı, tevhidi her hâl üzre bahşeden Hâlık i Zü’l-celâldir.

Nûr-ı evvel, ba’s-i âhir, hem nebiler sonuncusu amma enbiyânın imâm-ı zübdesi, nûr-ı evveli, beşeriyetin ve beşeriyetin efendilerinin efendisi, Rahmeten li’l âlemin ol şemsüd-duhâ vel bedr-üd dücâ, nûri’l Hüdâ, Hazreti Fahr-i Alem ve sebeb-i îcâd-ı âlem, Efendimiz’e, âlemler adedince salât ve selâm olsun. Bu salât ü selâmın berekâtmdan, füyûzâtından ve envârından âline, ashabına, etbâına dahi ikram ve ihsan kılınsın.

Allah Teâlâ’nın rahmeti, bereketi, inayeti, maddî ve manevî saadeti üzerinize olsun İhsan Efendi oğlum,

Evlâdım, hem gonlümün muradı İhsan Efendi oğlum, âhir ömrümde senin gönderdiğin mektuplarla sohbet ederek Cenâb-ı Hakk’ın  aşkını, Resûlullah Efendimiz’in muhabbetini meşk etmeye gayret ediyoruz. Allah ve Resul yolunun fakîri olan bu zâtı sen nasıl sevindirdiysen, Cenâb-ı Hak da sana inşaallah hem dünyada hem âhirette en büyük sevinçleri, saadeti ikram eylesin. Senden pek hoşnudum. Biz, sana şeyhinin himmetiyle mürebbî olduk. Sohbet şeyhliği derler ya, öyle oldu. Bize yazmış olduğun mânâların(rüyaların) tâbirlerini tek tek vermektense bilinmesi gereken malûmatı sana arz edeyim. Böylece hem mânâlarının tâbirine hem de bu yolun mânâlarının tarifine vâkıf olasın.

Hep ağlamak olmaz ya, seni güldüreyim. A oğlum, sadece sen rüya görmüyorsun ya! Biz de rüya görüyoruz. Elhamdülillah ki, Cenâb-ı Hak, bildikleriyle amel edenlere bilmesi lâzım gelenleri öğretiveriyor. Âlem-i mânâda sen fakiri gördüğün gibi bizlere de seni gösteriyorlar. Lâkin sana bu rüyaları anlatmayacağım. İbret nazarıyla bakman için bir başka mânâ anlatacağım. Hem sualine cevap hem maksat hâsıl olsun.

Mânâmda fakirin eski dervişlerinden biri zuhur ediyor. Güzel bir mekânda buluşuyoruz. Ben onu gördüğümde neşeyle karşılıyorum, lâkin o biraz dertli, benim verdiğim selâmı dahi duymadan ve “Aleyküm selâm!” demeden, dedi ki: “Efendi şeyhim, sultanım, bizler senden muhabbet haberlerini alamıyoruz. Bazı kimselerden muhabbet müjdelerinizi, mânâda görüşmelerinizi, veyahut haberleşmelerini duyuyoruz. Ama bizde böyle hâller olmuyor. Hatta huzurunuzda sohbete eriştiğimizde bize iltifat da buyurmuyorsunuz. Yakınlaşmak istediğimiz hâlde etrafımızdaki yakînler gibi olamıyoruz. Sebebi nedir?” Fakîr de ona cevaben diyorum ki: “Evlâdım, mürşidler hava gibidir. Herkes kendi miktarınca onu teneffüs eder. Sen hiç havanın bir kimseye yakın, diğer bir kimseye uzak olduğunu düşünebilir misin? Ciğerlerin müsaade ettiği kadarını içine çekersin. Göğsün tıkalı, nefes darlığın varsa bunun eksikliğini havada aramazsın, ciğerinde ararsın. Hem sonra biz bir kandil gibiyiz. O kandile yaklaştıkça kendin nurlanırsın, uzaklaştıkça kendin zulmette kalır, aydınlanamazsın. Sen kendin bize yakınlaşmayı talep et ve şeyhin hakkında “Şeyhim en çok beni sever.” diye kalbinde hüsn-i zan et, bu güzel düşünceni başka bir kimseye de söyleme. Sonra bakarsın ki sen de rahat teneffüs ediyorsun, sen de aydınlanıyorsun ve şeyhine hâlen yakınlaşıyorsun.

İşte böyle. Allah u âlem, bu rüyanın tâbire ihtiyacı yok. Meşhur bir misaldir; bir kişi mânâda ‘Rabbin kim?’ diye suale maruz kalsa, o kişi de “Rabbim Allah’tır.” dese soran kim söyleyen kim? Bir de gören var. Ya gösteren? İşte mânâ böyle acayip bir hâldir.” Neyse bu bahis uzar gider. Fakır mânâdan anladım ki bu kardeşimizin böyle bir basit şüphesi var. Cenâb-ı Hak ufak tefek evham ve şüphelerden dolayı bizleri feyiz çeşmelerimizden uzaklaştırmasın. Kişiye fütuhat nasip olduktan sonra kalbindeki putlar bir bir o aşkın ve nurun tesiriyle yıkılır gider. Tevhidin nuru bir gönülde bir kez doğdu mu o kişide artık ebedî olarak şirk hâli zuhur etmez. Amma burda bir sır vardır. Bu sırrın izahı da Fahr-i Âlem(s.a.v.)’in veda haccmda beyân ettikleri sırdır. O fasîh-ul-lisân Efendimiz(s.a.v.) insanlara buyurdular ki, artık şeytan bu beldede ve Kabe’de ebcdiyyen putlara tapılmasından, şirk koşulmasından ümidi kesmiştir. Ancak bazı ufak işlerde ona uymanız onu sevindirecektir. İşte bir mürşid-i âgâhm huzurunda tevhidin berekâtını, Allah ve Resul aşkını gönlünde parlatan mürîd, şirkten beri olsa da evhâmıyla, vesvesesiyle, hatta mürşidinden şüphe etmekle şeytana ve nefsine bazen tâbi olacaktır. Mürşidler mürîdlerinin derecelerine göre kâh tatlı tatlı izah ederek, ikna ederek kâh şiddetli şekilde onları ikaz ederek bu nev’î hâllerden çekip çıkarır. Amma müride lazım olan mürşidinden elini çekmeye ki, mürşidi onu çekip çıkara.

Himmetli, hizmetli İhsan Efendi oğlum. “Şöhret âfettir.” sözü hadîs-i şeriftir demişler. Mânâ cihetinden hadîs-i şerîf olduğu şüphesizdir. Biz metin üzerinde münâkaşa etmiyoruz. Mânâ cihetini tutuyoruz. Lâkin sen böyledir deyu sohbeti ve vazifeli olduğun dersleri bırakmayasın. Burada bir nezaket vardır. Evvel olarak bil ki, mürşidin sana bu yolda ne emrediyorsa cân-ı baş üzre kabul edip mucibince amel et. O amelle derece mi katedersin, hayır mı işlersin, sevap mı kazanırsın, şöhret mi elde edersin? Bunlara bakma. Saniyen(ikinci olarak) şöhreti sen istemedikten sonra şöhretli olmak dahi nefse muhalefettir. Amma böyle meşhur olmayı sen dileseydin hiç şüphesiz bu insanı helak eden bir âfettir. Salisen (üçüncüsü) nasıl şöhret bulduğuna nazar etmek îcâb eder. Bu adam Allah velîsidir veyahut çok sâlih bir kimsedir diye meşhur olmak ayrı bir dava, bu adam sanki kendisi çok makbul de bir de insanları irşâd ediyor denilerek kınanmak ve böylece şöhret bulmak ayrı bir dava. Evlâdım, şimdiki zamanda melâmet, kendini saklamak, dini yaşamakla oluyor. Dînî sohbet yapanlar, Allah ve Resul ahlâkından bahsedenler istihza ediliyor. Dünya ehli, “Bu zamanda bunlar olur mu? diyor. Kendilerini âşık zannedenlerse “Biz bunları geçtik, aşkımız bize yeter.” diyor. Binâenaleyh senin bu şekilde kınanman nefsinin hoşuna giden bir hâlden ziyâde nefsine ağır gelen bir hâldir. İnsanlara hizmet ve sohbet ederken kendini onlardan âli görmeyesin. Böyle olduktan sonra senin heybetin, vakarın kibir ve ucûb değildir. Yerli yerince bir ameldir. Hâdisenin başka cihetleri de var.

Meselâ şöhret sadece tanınmak, herkes tarafından bilinmek değildir. Şunu da nihaî olarak arzedelim ki: İnsan tanınmadığı ve bilinmediği zaman bazı günahları işlemeye içinden heves ettiğinde daha rahat hareket eder. Lâkin; bilindik, tanındık bir zât, içinden günaha meyletse de halkın bilmesi onu zapteder. Mesuliyetin farkında olur, insanlara örnek olması gerektiğini bilir. Daha dikkatli hareket eder. Cemiyetin insanı hayır yoluna sevk etmesi ve onu hayırlı görmesi böyle kimseler için Cenâb-ı Hakk’ın lûtfudıır. Bu riyâ değildir. Aynı, imamın camide namaz kıldırması gibi. Şöyle ki: İmam efendinin cemaat içerisinde namazı daha dikkatlice edâ etmesi riyâ değildir. Zîrâ imam cemaate örnek olmak mecburiyetindedir. “Ben halkın yanında namazın âdabına riayet etmezsem fitne çıkartır, kötü örnek olurum.” diyerek dikkatlice namaz kılsa ecir kazanır. Amma cemaatten olan kişi sair vakitte hiç dikkat etmediği namaz âdabına camide insanlar görsün diye dikkat ederse riyakâr olmuş olur. Üzerinde düşün tefekkür et. Arif zâtlar şöyle demişlerdir: Bir kişi ya Allah’tan korkar ya halktan utanır veyahut cezadan çekinir. Eğer bu üç korku ve utanma hasleti bir kişide yoksa her türlü kabahati eder. Dolayısıyla seni dînî dikkate sevk eden bir cemiyetin oluşu rahmettir. Sohbet açman, maddî ve manevî müşküller için insanlara hizmet etmen ve bunu alenî yapman cenk meydanında zülfikârı kuşanarak çıkman gibidir. Kendi nefsine pay çıkartmadan, mürşidinin sözünden çıkmadan hareket edersen neticesi ya şehâdettir ya gaziliktir.

Cenâb-ı Hak bizleri her türlü cihâdda muvaffak ve muzaffer eylesin. Halvetî tarîkinin ulu pirlerinden Şemseddîn-i Sivasî Hazretleri meşhur nutkunun son beytinde der ki: “Hakka makbul olmak ister, halka menfur olmadan.” Mânâsı malum ya, biz yine teberrüken verelim. Yani der ki Hz. Pîr: Hakikati söylemek halkın nefretini mûcibdir. Hâlbuki Hak Teâlâ, kullarında ve kâinatta hakkın kaim kılınmasını murâd eder. Hakkı kaim kılmaya çalışanlar Allah’ın sevgilileridir. Amma hakka riayet edemeyenler Allah’a “düşmanım” diyemezler, Allah’ı anlatanlara düşmanlık ederler. Diş ağrısından inleyen bir çocuk hekime gittiğinde kendisini tedavi eden zâtı nasıl düşman olarak görür, ondan kaçmak ister, “Hain kişi, neden bana bunu yapıyor?” der ve idrâk etmez? Oysa hekim o hâldeyken zâlim değildir. Hatta mazlumdur. Nefsine ağır gelen işi hakkı kaim kılmak için hizmetle meşguldür. Amma çocuk anlamaz. Ruhları buluğa ermemiş olan câhil kimseler de kendilerini böyle redaviye kalkışanları anlayamazlar. Hâlbuki bilmezler ki o fedakâr kişiler nefislerine ağır gelen bir işle meşguldürler. Derde derman olmak için bir istedirler. Çocuklar büyüdüklerinde kendilerine hizmet eden hekimleri şükran ve minnetle anarlar amma çoğu zaman o zâtları yanlarında bulamazlar. Aynı bunun gibi, o kişiler de, ruhları buluğa erip de idrâk ettiklerinde kendilerine yapılan hizmeti fark ederler amma çoğu zaman o mürebbîlerini göremezler. Eğer insan olma yolunda müstakîmlerse hiç olmazsa şükran ve minnetle yâd ederler. Evlâdım, sen de bu yolu tut. Mürebbîlik ayrı şeydir. Şeyhlikse kolay bir şeydir. “Şunu tut, bunu yap, şöyle et!” demek kolay şeydir. Karşıdakini ikna etmek, terbiye vermek için meşakkate maruz kalmak ayrı bir iştir. Hem şeyh hem mürebbî olmak lâzım. Her şeyh mürebbî değildir. Bu dahi Allah’ın tecellîlerindendir. Bazı şeyhler terbiyenin mânâsını etrafındaki seçtiği kimselere dağıtırlar. O mânâya mazhar olan kişiler şeyhin dervişlerine mürebbîlik yapar. Yani o mürebbîlerin dahi himmetleri şeyh-lerindendir. Erenlerin silsilesine baktığında büyük makam sahibi olan zâtların hepsi hem mürebbîdir hem şeyhtir. İnşaallah Cenâb-ı Hak seni şeyhinin terbiyesiyle edeplenen ve bu edeple insanlığa hizmet eden mürebbîlerden kılar.

Vakıa şöyle bir cilve de vardır ki: Mürebbîlerin ekserisi terbiye verdikleri zâtların olmuş hallerini göremezler. Aynı, hurmayı fidanken diken çiftçinin o ağacın meyvasını göremeden âhirete gitmesi gibi. Bu cihetten düşünürsen mürebbîlik gayba îmân gibidir ve kendi nefsine pay almadan Allah için yapılan hizmet nev’îdir. Bu hizmet pek ulvîdir. Fahr-i Âlem ne buyurdu: “Kıyametin kopacağını bilsen, elindeki fidanı dik.” O fidanı sadece ağaç mı zannedersin? Hizmetin neticesini göremesen de hizmete memursun vesselam. Seyr û sulukta mânâlar dervişin hatasını, sevabını, derecelerini, makamını, hizmetlerinin şeklini hatta bazen neticesini bildiren haberlerdir. Cenâb-ı Hak hayatını bu yola vakfedenlere baş gözüyle neticeyi göremese de kalp gözüyle veya mânâ yoluyla akıbeti gösterir. Zîrâ gayba îmân zevkini alanlara Cenâb-ı Hak meçhulü malûm eder. Onlar da terbiyelerini o ilim üzere inşâ ve ikmâl ederler. İşte bu sebepten terbiyeyi veren de alan da muhakkak mânâ dersinden okurlar. Seyr u sülûkun bidâyetinden(başlangıcından) nihayetine kadar mürşid de mürîd de mânâlardan hâlî değildir. Bir de bu âlemi rüya âlemi gibi tâbir eden kâmiller vardır ki inşaallah onu başka bir mektupta yazarız. Pek kıymetli İhsan Efendi oğlum, Balkanlardaki hâli görüyorsun. Müslümanların hâlini de müşahede etmektesin. İnsanlar taklit belâsına tutulmuşlar. Hem de öyle bir belâya maruz kalmışlar ki hem velîleri taklit etmekteler hem de Allah düşmanlarının veremeyeceği zararı maddî ve manevî vermekteler. Hak yoluna gidenleri kandırarak kendilerine ve halka maskara ettirmekteler. Cehalet, küfür ve ahlâksızlık rahatlıkla yayılmakta iken senin “Acaba şöhret afet midir?” deyu hizmetten kaçman hiç de iyi bir hâl değildir. Allah Teâlâ faal olan kulları, mü’minleri sever. Âtıl olan battal mü’minleri sevmez. Bu sahada hizmete o kadar ihtiyaç var ki riyâ ile hizmet etsen de, aman hizmetten geri kalma. Ve nefsine de ki: ‘Yanarsam ben yanayım ama Allah için bir kişiyi kurtarayım.” Bunu düşünmen dahi İhlasın başka bir şeklidir. Tefekkür et. Ancak, insan insana hizmet eder. Hizmet aşkı hayvanda yoktur. Melek dahi emir aldığı için hizmet eder. Aşkla hizmet elmek Hz. tnsan’a mahsustur. Hak Teâlâ hizmetini, aşkını, himmetini, muhabbetini ziyâde eylesin. Cenâb-ı Hak seni erenlerin hizmetine, sâlihlerin devletine, nebilerin sırrına, velîlerin yollarına ve onların himmetlerine naîl eylesin. Büyüklerin muhabbet nazarlarından düşmeyesin. Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle sırât-ı müstakimden ayağın kaymasın. Her ne türlü güzel amel eyledi isen Hakkın lûtfu olduğunu hep idrâk eyleyesin. Sana ettiğim dualar sâdık velîlerin eylediği niyazlara ilhak edilerek kabul olunsun.

Subhane rabbike rabbil izzeti amma yesıfun vesalamün alel mürselin velhamdülillahi Rabbi’l Âlemin.

14. Mektupta görüşmek üzere …