Kurbân ile bayram edip cemâlini tavaf ettiğimiz mevsimler de geçti amma aşığının “ben sende tutuklu kaldım…” dediği yerde hatırasıyla avunduğumuz toprakların azîz hatırâsını, kendi hayalhânesinden süzerek, estetik unsurla kelimeye, şiire bürüyen, aşk ile bezeyen şairlerin deminden bir dem ikram etmektir niyyetimiz, hayrola, yananların ateş-i aşkı ziyade ola ya huu
Cennetmekân Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hocalarından Akşemseddin Hazretleri’nin oğlu olan Hamdullah Hamdi, Kâbe-i Muazzama ziyâreti için nasıl gümüş ve altın lâzımsa yârin huzuruna varmak için de yaşlı gözler ile sararmış bir yüz gerektiğini söyler: Eşk ile rûy-ı zerd gerek yâra varmaga Dîdâr-ı Ka’be haccına sîm ile zer gerek
Muhibbî’ye (Kanunî Sultan Süleyman) göre sevgilinin mahallesine dört koldan akın eden âşıkların temennâlarına, arz-ı ihtiramlarına bakıp onları kınamamak gerekir, çünkü sevgilinin mekânı Kâbe gibidir, dolayısıyla dört bir tarafı da mihrap sayılır: Secde etse kûyunda her yâneden âşıkları Tanlaman çü Kâ‘be’dür dört kûşesi mihrâbdur
“Sevgilim! Bırak eşiğine yüzümü gözümü doyunca süreyim. Bilirsin, Kâbe’ye gümüş ve altın çok sürülür” diyerek meselenin bir başka yönüne değinen aşık bilir ki eskiden insanlar zenginlik için gümüşü, altını Kâbe’ye sürerlermiş. Şimdi de bereketlensin diye paralarını hilâle ve Kâbe’ye karşı gösterenler mevcuttur. Necâtî Bey’in altın ve gümüşü beyitte kullanması renklerinden ötürüdür. Zira şâirin gözlerinden gümüş gibi beyaz yaşlar akıp durmuş, yüzünün kanı ise sevgilinin hasretiyle çekilmiş, beti benzi sararmıştır. Onun tek sermayesi işte bu sararmış benzidir: Çehre-i zerd ile irer işigüne ehl-i derd Kim tavâf-ı Kâ‘be olur kuvvet-i zerle nasîb
“Gümüş gibi saf, berrak yaşlar akıttın gözümden, yüzümü de hasretinle altın gibi sararttın. (Bu kadar altın ve gümüşe sahip olmakla zengin sayıldığım için) Kâbe gibi olan semtini tavaf etmek bana artık farz oldu.” Şâir, sevgilinin eşiğine yüz sürmeyi murad ettiğinde sevgili Kâbe’ye bakmanın bile sevap olduğunu îmâ eder biçimde: “İşte bak Kâbe! Hem hacı ol, hem kurban!” der: Didüm işigüne yüzüm süreyim güldi didi İşte bak Ka’be gerek hâcı gerek kurbân ol
“Boynumda kefenle yâr eşiğine vardığıma şaşmayın, Kâbe’ye giden elbette ihrâm giyer.” Âşığın giyeceği “aşk ihrâmı”nın aslında kefen olduğunu ise bize Taşlıcalı Yahyâ Bey söyler: İşigine kefenüm boynuma takup varsam Aceblemen ki geyer Ka‘be’ye varan ihrâm
“Tenim kana boğulsa da (aslında) rahmete gark olur. Yeter ki beni Kâbe gibi mukaddes semtinde sen kurban eyle.” Şâir “tek” kelimesini hem “yeter ki” hem “sadece” manasıyla lezzetlendirip tevriyeli kullanarak “diğer âşıklarına iltifât etme, sadece beni kurbân eyle” de demek istiyor. Kana gark olsa tenim ola garîk-i rahmet Tek beni Ka‘be-i kûyunda sen eyle kurbân
XVII. asır şâirlerinden Kavsî her ne kadar “Kim ister Ka‘be-i kûyun zaîf u zâr kurbânın”, yani “Sevgilinin Kâbe’sinin zayıf ve ağlak kurbanını kim ister ki” diye yakınsa da, sevdiğine yakarmaktan geri durmaz:“Kâbe gibi azîz olan semtini tavâftan beni men etme. Ne kadar zayıf olsam da sonuçta senin kurbanınım.” Ka‘be-i kûyun tavâfından beni men itme kim Ne kadar olsam zaîf âhir senün kurbânınam
Fehîm-i Kadîm bayramın sayılı günlerden ibaret olduğunun idrâki içerisinde o güzel anları ebedîleştirmenin yolunun cânı fedâ etmekten geçtiğini söyler: Bilürem ıyd-i visâlün bana câvîd olmaz Eyle kurbân beni kim böyle güzel îd olmaz
“Sana kavuşma bayramının benim için sonsuz olmadığını biliyorum. Sevdiceğim! Beni kurban eyle de bayramımız bayram olsun!” Görüldüğü gibi hemen her şâir, âşığın “vuslat bayramı”na erişmesinin yegâne yolunun canı kurbân etmekten geçtiğini belirtirler “Bir cân nedir ki fedâ etmeyem cânânıma” diyen Fuzuli’ye gelince, o bayramdan bayrama kurban kesmekten/kurban olmaktansa çâreyi her ân kurban olmakta bulur: Yılda bir kurban keserler halk-ı âlem ıyd içün Dem-be-dem sâat-be-sâat men senün kurbânınam
Lezzet alana, vuslat ümidiyle beslediği hasretini tazeleyene selâm olsun ya huu
Aynadaki aksime, Ya senin aynan niçin vermez akis Çünkü tutmuş üstü kat kat pas ve is Pas ve isten kurtarırsan aynanı Parlatır nûruyla aynan her yanı
Ser-levhamız bir hadis-i şeriften mülhem: “El-mü’minü mir’atü’l-mümin – Mümin müminin aynasıdır” manasında… Hadisin tam metni şöyledir: “Mümin müminin aynasıdır. Mümin müminin kardeşidir. Gerektiğinde onun geçimine yardım eder, gıyabında onu himaye eder, savunur.” [Ebu Davud, Edeb, 49]
Bu Hadis-i şerif ile ikram olunan nebevi ikâzlar pek mühim: Evvelen, Risalepenâh Efendimiz tavsiye buyuruyorlar ki: Birbirinizin kusurlarını başkaları fark etmeden görün ve onların düzeltilmesi için birbirinize yardımcı olun. Akabinde, mümin kardeşiniz size kusurlarınızı söyleyince, ondan rencide olmayın, ona kızmayın, hatta ona teşekkür edin. Çünkü o size bir nevi ayna olmuş oluyor ve kendinizi ıslâh etmenize imkân sağlıyor.
Erbâb-ı safâya eyle kalbin me’nûs
Tâ keşf ola sırr-ı ittihâd-ı nüfûs
Mir’ât ile mir’atı mukâbil tutsan
Birbirine hem âkis olur hem ma’kûs
Safa sahiplerine kalbini dost kıl ki nefislerin birliği ortaya çıksın, tevhid sırrı aşikar olsun. Aynayı aynanın karşısına tutsan bunlar hem yansıyan olur hem yansıtan…
Görünür tâbiş-i dîdâr gönülden gönüle Berk urur pertev-i envâr gönülden gönüle Mütekâbil iki mirât-ı musaffâya adîl Aks eder hâlet-i ahyâr gönülden gönüle
Kişi gönül aynasını temiz tutmalı ki başkalarına ayna olsun, ayrıca gönül aynası tertemiz olanları kendine dost edinmeli ki, kendi hatâlarını görsün. Mânevi olgunlaşmanın yollarından biri de, kusurlarımızı, noksanlarımızı bize bildirecek, kâmil bir insanın, bir mü’minin arkamızda olmasıdır, insanın kendi kusurlarını görebilmesi nâdiren mümkündür. Bize kusur ve meziyetlerimizi gösterecek sahih aynaya sâhip olmak bir nimettir. Kâmil insanlar tıpkı bir ayna gibi insanların hakikatini yansıtırlar. Hatâlarımızı görmenin yollarından biri de mü’min kardeşlerimize bakmamızdır.
Kültürümüzde ayna benzetmesinin çok zengin bir kullanımı vardır, “Gönül, kalp aynası” bunlardan biridir. Kalp temiz, berrak bir ayna olarak yaratılır. Sonra kötü huy ve davranışlar kalp aynasına birer leke bırakır. Evdeki aynamızın üzerine konan lekeleri küçük sayıp mühimsemezsek bir süre sonra toz tabakasından görünmez hâle gelir. Kalp aynası da böyledir, en ufak kire bile tahammül edemez. O, dâima rahmet damlalarıyla, tövbe ve istiğfar suyuyla silinip temizlenmelidir. Bu takdirde hak ve hakikatin iyi bir yansıtıcısı olabilir.
Dilhanesi mir’ât-ı Hak, Sırr-ı cemalullah’ı gör. Maksûd olan keşf-i sebâk, Seyr-i cemalullah’ı gör. Âdemdedir kenz-i ezel, Gayre bakub etme zelel. Dil zevkine verme halel, Fikr-i cemalullah’ı gör. Cümle bilir Sen’sin ayan, Ancak cemâlindir nihân. Oldu Nasuhî gark-ı ân, Bahr-ı cemalullah’ı gör.
Şöyle güzel bir yorum da vardır: “Mü’min mü’minin aynasıdır” hadisindeki birinci “Mümin” kelimesi, Allah’ın esmâü’l-hüsnâsından olan “Mü’min” dir. Mânâsı emniyet ve güven bahşedici demektir. “Mü’min” olan Hak Teala kalbi saf olan müminde, bu isimle zâhir olduğu vakit, onu şüphelerden uzaklaştırır, onda yakîn hâsıl olur. Demek ki kalbi saf olmayana İlâhi sırlar açılmaz.
Hadisteki ikinci “Mü’min” kelimesi Allah’a izâfe edildiği takdirde şu anlaşılır: Mü’min kul Allah’ın aynasıdır. Zîra insan en çok ilâhî tecellîye mazhar olan varlıktır. Allah’ın isim ve sıfatları başka mevcûdatta daha mahdut ve parça parça iken, insanda daha çok ve topluca bulunmaktadır. O eşref-i mahlukattır. Bu hâliyle Hak Teâlâ’nın aynası sayılır.
İsmâil Hakkı Bursevî Şerh-i Usûl-i Aşere’de özetle şöyle buyurur: “Beni anın ki ben de siz anayım” [Bakara:152] âyeti kerimesinde zikreden ve zikredilenin birbirine ayna olması sözkonusudur. Âyete göre zâkir ve mezkûr (zikreden ve zikredilen) hem kul hem de Hak Taâlâ oluyor. Zâkiri (kulu) göz önüne getirirsen mezkûru (Hakk’ı) bulursun, zîra zâkir Hak’ta fânidir. Mezkûru düşünürsen zâkiri (kulu) bulursun, zîra o Hak’la bâkîdir. Yâni biz ikimiz birliğe yetmişiz ve birbirimize ayna olmuşuz. Kulun aynası Hak’tır, nitekim kudsî hadiste “… Benimle işitir, benimle görür” buyrulur. Hakk’ın aynası da insandır.
Şeyhül Ekber İbn-i Arabi’ye göre; âlem dümdüz, ruhsuz, cilâsız bir halde iken Allah Âdemi yaratınca yokluk aynası da denilen âlem cilâlanmış oldu. İnsan aynasında Allah, öbür varlık aynalarında olduğundan daha ziyâde tecellî etmiştir.
İnsan-ı kâmilin en büyük örneği ve Nûr-ı Muhammedi’nin hâmili olan Resûl-i Ekrem efendimiz ise aynaların en parlağıdır.
Âyinedir bu âlem her şey Hak ile kâim Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim
Birgün Ebu Cehil Resulullah’ı görüyor, -Ne kadar çirkinsin ya MUHAMMED (sav) diyor. Hz.Peygamber(sav) -Doğru söyledin, güzel diyor. Ardısıra Hz. Ebu Bekir (r.a.) geliyor. -Ne kadar güzelsin Ya Resulullah, sana baktığım da kainatı seyrediyorum diyor. Ona da -güzel diye cevap veriyor… Bu iki olaya da şahit olan sahabi soruyor. -Ya Resulullah sana çirkin diyene de güzel dedin, güzel diyene de güzel dedin hikmeti ne ola ki? Resulullah (sav): -Biz bir aynayız bize bakan kendini görür. Ebu Cehil baktı kendi çirkinliğini gördü. Ebu Bekr baktı kendi güzelliğini gördü …
Halk içre bir âyineyim herkes bakar bir an görür
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür
İşte böyle efendim.. Habibi Kibriya’ya Hz. Ebu Bekir(ra) bakınca Allah Resulünü gördü, Ebu Cehil bakınca Abdullah’ın yetimini gördü.
Vaktiyle Sargon Erdem’den dinlemiştik, belki bir hayra vesile olur: “Rüyamda Hz. Peygamberi gördüm. Daha önce de görmüştüm ama hiç bu kadar güzel bir halde değil hattâ tam tersi, çirkin ve şahsına yakışmaz hallerde gördüğüm dahi olmuştu. Hemen kendimle yorumlamıştım o halleri. Çünkü Mümin müminin aynasıdır ve aynaların en temizi, en net göstereni Hz. Peygamberdir. Bu nedenle rüya tâbircileri onda görülen çirkinlikleri rüyayı gören kişide ararlar ve bunları, kendini düzeltmesi için ona yapılmış birer uyarı sayarlar.”
Ayna kendimizi görmeye hatâ ve savâbımızı farketmeye yarar. Kemal yolunda ilerlemek için böyle bir ölçüye her zaman ihtiyaç vardır. Bu yolda şöyle durumlar söz konusu olabilir:
Mü’min kendini, karşısındaki mü’minde seyreder, onun iyi halleriyle kendini kıyaslar ve kendine çekidüzen verebilir.
Mümin kişi, kardeşine bakınca onda birtakım kusurlar görebilir. Bu yüzden onu kınamak yerine dönüp kendine bakmalı. “Acaba karşımdaki kişi kendi kusurlarımı seyrettiğim bir ayna mıdır? Bende de o kusurlar var mıdır?” diye sormalı. Hattâ ben neden kusur görücü oldum diye kendi kendini sorguya çekmeli.
Mü’min muhâtabı olan mü’mine ayna olmalı ve onun hatâlarını uygun bir dille, gönlünü incitmeden hatırlatıp düzeltmesine yardımcı olmalı.
Birisi bize böyle davranınca o mümine kızmamalı, aksine teşekkür etmeli. Zîra o aynalık yapmıştır. Aynalara kızılmaz.
Mü’min mümine ayna olunca, karşısındakinde hoşlanmadığı bir huy gören akıllı insana düşen, hemen kendine dönüp düşünmektir. Kendisinde de o kötü huyların benzeri varsa düzeltme yoluna gitmektir. Böylece “ayna” hayırlı bir hizmet görmüş olur.
Kendimizden âşina olduğumuz kusur, bir başkasında ne kadar da tanıdık geliyor değil mi! İnsan bir başka insanı görünce, kendi sıfatları neyse, onda da o sıfatları görüveriyor. Kendi nefsinde göremediğin bir ayıbı başkasında görmen ne büyük ayıptır.
“Kendine bir çeki düzen ver” dedi meczûb, “ayna sana bakıyor!”
Bakmasını bilen için Hak dostları kâmil insanlar düzgün gösteren birer ayna gibidir. Onlara bakıp kıyaslamalar yaparak kendi hâlimizi görebiliriz. Böylece kusurlarımızı düzeltme yoluna gidebiliriz. Niyâzî-i Mısrî Hazretleri ne güzel buyurmuş;
Halk içre bir âyîneyim herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendin görür ger yahşi ger yaman görür
Hz. Pir Mevlânanın FîhiMâfih’teki şu sözleri dikkat çekicidir: “Eğer sen kardeşinde bir ayıp görüyorsan, o sende bulunan ayıbın aksinden ibarettir. Alem de işte böyle bir ayna gibidir. “Mü’min mü’minin aynasıdır.” Sen o ayıbı kendinden uzaklaştır. Bir fili sulamak için pınarın başına getirdiler. Fil suda kendini görüp ürktü. Fakat başkasından ürktüğünü sanıyor ve kendinden ürktüğünü bilmiyor. Sende zulüm, kin, haset, hırs, merhametsizlik ve kibir gibi bütün kötü huylar olduğu halde bundan üzülmüyorsun. Bir başkasında görünce üzülüp ürkersin.”
“Bir adamın kendi noksanı ve çıbanı kendisine çirkin görünmez. Yaralı eliyle yemeğini yer ve mîdesi bulanmaz. Fakat yemek yiyen bir başkasının etinde çıban veya yara görse, o yemekten iğrenir. İşte kötü huylar da yara ve çıbanlara benzer. İnsan kendinde olunca onlardan fazla rahatsız olmaz, fakat başkasında görünce nefret eder.”
Konya’da Mevlana Müzesinde yer alan 1292 tarihli “İzzet” imzalı bir hat levhasında “ayna” kelimesi şöyle ilgi çekici bir ifadeye şahid olduk: “Etme mir’âtı şikeste seni yüz surete kor.”
Yâni: “Aynayı kırmayasın, yoksa seni yüz şekle sokar” Düzgün bir aynadan beklenen, karşısındakini olduğu gibi göstermesidir. Fakat aynayı kırdığınız takdirde her parçasından ayrı ayrı ve parça parça görüntünüzü seyredersiniz. Vahdet gitmiş, kesret ortaya çıkmıştır. Eh bu hale düşmek istemiyorsan, kırılmak istemiyorsan kimseye ayna olma!
Gönül mir’âtı kim sad pâre-i dest-i celâlindir Yine her pâresinde cilveger baksam cemâlindir Gönül aynası senin celalinin elinde yüz parça olmuşsa da bu haliyle bile baksam her parçasından görülen cemalindir…
Bu ayna, Hakkın kendisidir. O sanır ki ayna ondan başkasıdır. Bununla beraber aynaya dönenlere ayna da karşılık verir. Aynanın meylinden dolayı onun da aynaya karşı meyli vardır. O tersine olarak aynayı kırmış olsaydı beni de kırardı. «Ben gönlü kırıkların yanındayım,» buyurulmadı mı? Sözün kısası, aynanın kendi kendine eğilmesi ve ihtiyat göstermesi imkansızdır. O bir mihenk taşı ve terazi gibidir; meyli de daima Hakka doğrudur.
Kalp de bir aynadır. Bir mü’minin veya karşındakinin kalbini kırıp parçaladığın takdirde, sen kendini orada aslî hüviyetinle göremez olursun, onun kırgınlığı sana da yansır. Yâhut da o seni kırılan kalbiyle doğru dürüst tanıyamaz, incinmiş, parçalanmış bir kalpten sağlıklı ve düzgün bir algılayış ve görüş beklenemez.
Mürşid-i kâmil âdemi câm-ı cihân-nümâ eder
Câm-ı cihan-nümâ nedir âyine-i Hudâ eder Mürşid-i kâmil insanı cihanı gösteren bir cam kadeh eyler, cihanı gösteren kadah de ne oluyor ki? İnsanı Hakk’ın aynesı kılar…
Hâsılı Hak dostun sohbetiyle bereketlenen gönlünü ilahi ahlaka ayna kılana aşk olsun, Kur’ân’ı kendine ayna yapıp onu Efendimizin aşkı nuruyla okuyan o aynadan kendini müşahede eyleyene müjdeler olsun ya huu
Ebedi âşık-ı sâdıklara, Sûz-i dilden bî-haberdir sanmayın cânâneyi
Mum gibi arzû eder o şûle-i sûzâneyi
Aşk odu evvel düşer âşıka sonra mâşuka
Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi
Size kapıyı açacak olan kimdir? Hangi yol sizi felaha kavuşturur
Hangimizin hayatı eyvahlarla keşkelerle dolu değil?
Bildiğiniz yol aslında hiç bilmediğiniz bir yolsa?
Kendinize bir yol seçin; Hakkın emrinde insanlığın hizmetinde.
Başınızda en yüksek ve en asil fikirler,
Kalbinizde en ılık, en tatlı, en müşfik duygular bilgili, şuurlu ve vakûr adımlarla
Ebediyyete doğru ilerleyeceğiniz ideal bir yol … Aşk yolu
Gerçi şerh olandan, (tarife gelenden) olmayan yeğdir amma
İbrahim Sadri EREN’in dilinden AŞK’ın tarifi haftanın eseridir, burdan buyrun 188. mest mp3
Aşk, hesap günü kargaşasında anaya yavrusunu unutturan neyse
Herkesi ve herşeyi öyle unutturan.
Aşk, en çok ağlamayı kendine yakıştırmak.
Aşk, Mevlana, bütün evliyaların gizlediği,
bütün abdalların izlediği, bütün dervişlerin içlerinden geldiği gibi
Denizler tutuşturulduğunda, dağlar yürütüldüğünde, yıldızlar semadan birbir döküldüğünde
herkesin herşeyi, herşeyin herkesi unuttuğu günde Aşk; unutmamak . . .
Aşk, gözükaralık, aşk yalnızlık…
Aşk, öksüz şehirlerin kapısında Bağdat’ta, Gazze’de, Kandahar’da, İstanbul’da
Isırdıkça kanayan dudaklardan dökülen sözlerle havanın nasıl, saatin kaç olduğunu sormak
Aşk, hiçkimsenin hiçkimseyi bu kadar sevmemesi.
Aşk, hiçkimsenin hiçkimseyi bu kadar güzel beklememesi. . .
Vakitler aşk ile dola, akibet hayrola efendim, huu