Vahdet Nuru

Ahmed-i Sirhindî İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin (v. 1624) de mürşidi olan, Nakşibendî tarikatını Üveysî neş’esiyle Hindistan’da yayan, Ubeydullah Ahrâr neslinden Yesevî, Kübrevî, Kâdirî ve Çiştî yolunun icâzetli mürşîdi, Bâkî-billâh hazretlerinin (v. 1603) mahdûm-u mükerremi Hâce Hurd Muhammed Abdullah‘ın (d. 1601) “Risâle-i Ârif” ve “Nokta-i Vâhid” isimli Farsça eserlerinden (t. 1643) tercümedir:


Elhamdülillah! Elhamdülillah ki hakikat, güneşten daha parlaktır ve vahdet cemâlinin her hâli, kesret aynasında apaçık görünmektedir.

Ey Seyyîd! Bu, sana kendi hakîkatinden bir haberdir. Biliyorum ki onu himmet gözüyle tetkîk edersen, sûretten hakîkate ulaşırsın ve mesafelerin aldatıcılığı senden uzaklaşır.

Ey Seyyîd! Biri, uzaklardan haber getirir, bunun bir nedeni vardır. Bir başkası da yakınlardan haber verir, elbet bunun da bir sebebi vardır. Bu haberin diliyle seninle konuşan, gerçek birlikten haber verir ki, onda ne uzaklık ne de yakınlık vardır. Bir kere vahdet (birlik) doğdu mu, artık uzaklık da yakınlık da vahdettin aynı olur. (Kişi görmediğine inanır, gördüğündense haber verir)

Ey Seyyîd! Vahdet ehlinin dışında her taife ötekiyle cedelleşip çekişir zira kimse onlarla bir olmasa da vahdet ehli herkesle birdir.

Ey Seyyîd! Vahdet Ehli, birbirine muhalif, muhtelif yollardan ve birbirine karşı gibi görünen meşreplerden tatlı, latîf, manevî bir meşrep ve ferâh, kuşatıcı, kucaklayıcı ve dirayetli bir yol çıkarır.

Ey Seyyîd! Vahdet kesretin iç boyutu, kesret de vahdetin dış boyutudur. Her ikisinin de hakikati birdir.

Ey Seyyîd! Mevcûd tektir ve yanıltıcı bir kesret halinde görünür.

Ey Seyyîd! Sen vahdetten kesrete getirildin ve hikmetini O’nun bildiği bir sebepten teklikten ikiliğe gönderildin-Sübhanallah! Bu gerçeği de bazı hususi kulları yine O’nun bildirmesi sayesinde bilirler; sen daha önceki vahdetten habersiz olarak yaratıldın ve o hâlin hiçbir izi sende bulunmaz. Daha doğrusu, Hak bütün âlemi vahdetten kesrete getirdi. Bundan sonra, kendisini kullarından az bir kısmına aracısız olarak ayan etti. Onları kesretten vahdete götürdü, kesretten vahdete ulaşmanın yollarını öğretti ve kesrette, vahdeti görebilecekleri şekilde kesrete gönderdi. Onlara bu yolu başkalarına da öğretmelerini söyledi. Bu kişiler de O’nun emrine itaat ederek yolu, bilinir kıldılar. Kim bu yola uygun davrandı ve bu kişileri izlediyse, kesretten vahdete ve ikilikten birliğe ulaştı. Bu büyük insanlar peygamberlerdir ve vasıl olunacak yol da şeriat ve tarikatdir.

Ey Seyyîd! Fıkıh kitaplarında açıklandığı gibi şeriata göre uyulacak ve ondan kaçınılacak bazı hususlar vardır ki kişinin zâhiri temizlenmelidir. Tarikat ise bâtının temizlenmesi, ahlakın güzelleştirilmesi yani kınanacak sıfatların, övülecek sıfatlara dönüştürülmesidir. Yine buna (sefer der vatan) vatanda sefer ve seyr ü sülûk denir. Bu, şeyhlerin özellikle İmam Muhammed el-Gazzâlinin kitaplarında açıklanmıştır. Şeylerin terkip ettiği bazı edep ve davranış kuralları tarikata, yolun adâbına dâhildir.

Ey Seyyîd! Şeriat kuralları ikiliğe dayanır ve belirli bir usûlü takîb ile vahdete ulaştırır. Bunlarını sırrını ancak Allah ve O’nun seçkin kulları bilir. Kesretteki amellerin, vahdete ulaştırılması hakikatinde, kesretin vahdetin aynı olduğunu gösteren bir işaret vardır. Anla!

Ey Seyyîd! Beş vakit namaz, oruç, zekât, hac ve benzeri ibâdetler de manâsına dikkât edilir, özü bilinirse vahdete ulaştırır. Âlimlerin açıkladığı gibi ancak ihlâsla ve “Allah ile, Allah için” yapılmaları şartıyla vahdete ulaştırır. Bu noktada, “Allah için” sözü herkesin anlayabileceği bir şey değildir ve bunu duyan herkesin zihninde başka bir şey doğar. Ancak vahdete talip olanın şöyle anlaması gerekir. Meselâ: “Kendi hakikatimin ve O’nun vücûdunun rızası yani kendi hakikatimi bulmak, yüzümden özüme varmak için namaza veya oruca niyet ediyorum zira onu kaybettim ve murâdım odur ki bu ibâdet vasıtasıyla Allah’ın aynı olan vahdet zuhůr etsin.”

Ey Seyyîd! Âbid de O’dur, mâbud da. Mukayyet olma mertebesinde âbid, mutlak olma mertebesinde de mâbuddur. Bu mertebeler de onların arasındaki farklar da akıl edilebilir işlerdir. Mutlak varlık olan tek Hakikat’ten başka mevcûd yoktur. Anla!

(Mertebe hayaldir, aldanmaktır ve mertebeden mertebeye geçmek aldandığını anlamaktır)

Ey Seyyîd! Dikkatli bakınca, tarikat yoluyla giderilmesi gereken kınanacak huyların hepsinin bigânelik ve ikilikten kaynaklandığını, kazanılması gereken övülecek ahlâkî özelliklerin de vahdetle ünsiyet ve yakınlıktan haber verdiğini görürsün. Yani vahdete tâlip olan, başlangıçta vuslata nasıl ulaşacağının sırrına bilmese de, şeriat ve tarikattan kaçamaz, yasa ve yasaktan kendini kurtaramaz. Fakat ünsiyet sahibi olup da inceden inceye düşününce, burada işaret edildiği şekilde anlayacaktır. Yâni vahdet kesretin aynı, kesrette vahdetin aynıdır. Başka bir ifâdeyle zâtı ve sıfatlarıyla kesret âleminde yaşayan âbid, fiil ve hükümlerinde vahdetin aynıdır.

Ey Seyyîd! Şeyhlerin tesis ettiği bütün bu meşgâleler, zikir, tefekkür, teveccüh gibi fiiller ve seyr ü sülük, ikiliğin aldatıcılığını gidermek amacına matuftur. Öyleyse vahdeti (Hak) kesretten (halk) ayıran şeyin aldanma ve hayalden başka bir şey olmadığını bilmelisin. Hakikatte kesret sûretinde görünen vahdettir ve çok olarak görülen de ancak Bir’dir. Aynı şekilde şaşı bakan kişi biri iki olarak görür, helezonik olarak daire şeklinde, yere düşen yağmur damlaları da çizgi şeklinde görünür.

Yüksek mertebe sahibi bir ârif şöyle derdi: “Dervişlik, muhayyileyi düzeltmektir.” Yani kalpte Hakk’tan gayrısı kalmamalıdır. Doğrusu, ne güzel söylemiş.

Ey Seyyîd! Âlem sahnesinde, perde hayalden ibâret olduğu için yine hayal yoluyla kaldırılmalıdır. Gece gündüz, döne döne vahdettin hayâliyle birlikte olmalısın!

Ey Seyyîd! Seyyîdlik istiyorsan bir ol ve bütünle birleş. “Bir olmak” ikiliğin aldatıcılığından çıkman, “birleşmek” ise Vahdet’le olman ve Vahdet’te kalman demektir. Düşüncelerin dağılması, dert ve tasa hep ikilikten gelir. İkilik gidince huzur ve istikrar mümkün hâle gelir. O zaman da artık hiçbir dert ve ızdırâba dûçâr olmaz, iki alemde de huzura kavuşursun zira huzur yokluktadır, sana ait olmayan bunca varlıkla gitmez gönül darlığı!

Ey Seyyîd! Tevhidin hakikatine ulaşınca sıfatın Vahdet olur. Sülûktan sonra Hakk’la olan irtibatının hiçbir şekilde artmadığı bilirsin. Bu, sülûktan önceki irtibatınla aynıdır. Daha doğrusu, vâr olmadan önceki ve vâr olduktan sonraki irtibatın da birbirinin aynısıdır. Aslında ne ateşin ne de suyun giderebileceği bir ilim ve yakîn (kesinlik) bulmuşsundur. Ezelden ebede kadar var olan ancak Hak’tır. Başka hiçbir şey varlık sahnesine dâhil olmamıştır. Hakiki olmayan hiçbir vehme itibar edilmez.

Zeyd, Amr olduğunu sanma hastalığına düçar oldu, herkesten Zeyd’in vasıflarını duyuyordu. Zeyd’i aramaya başladı. Güzel bir tedaviden sonra şifa bulunca hiçbir yerde Amr kalmamıştı; artık sadece Zeyd vardı! Anla!

Otuz tane kuş (si-murg) Simurg’u aramak için yola çıktı. Menzile ulaştıklarında kendilerinin Simurg olduklarını gördüler! Anla!

Hak, kendisini kendi sıfatlarıyla bildi. Bunlar eşyanın sıfatlarıdır. Sonra kendisini, kendisine bu sıfatlarla gösterdi. Bu kainattır. Öbürü nerede? Öbürü varlık sahnesine nasıl girebilir?

Görünen sıfâtındır
Anı gören zâtındır
Gayrı ne hâcâtındır
Sen seni bil sen seni

Ey Seyyîd! İşin hakikatinin böyle olduğunu anlayınca yakınlığın, uzaklığın ve eşit mesafelerin hepsinin vehim ve kuruntudan kaynaklandığını anlarsın. Nerede uzaklık vardı ki yakınlık olsun? Nerede ayrılık vardı ki birleşme gerçekleşsin? Kaybolan kimdi ki bulunsun? Âlem üzerine bin yıl da tefekkür etsen, orada Vahdet’in aynı olan Mutlak Hakikat’ten başka hiçbir şey bulamazsın. Daha doğrusu ister dışında, ister zihinde, isterse vehim olarak O’ndan başka hiçbir cevher, sıfat veya yön bulamazsın. Her şey O’dur ve O her şeydir! Anla!

Ey Seyyîd! İdrâk edilen her şey O’dur, idrâka gelmeyen de O’dur. “Varlık” diye adlandırlan şey O’nun zuhûr edişi, “yokluk” sanılan şey de O’nun henüz zuhûr etmeyişidir. Evvel O’dur, Âhir de O’dur; Bâtın o’dur, Zâhir O’dur. [Hadîd:3 Meâli]

Mutlak olan O’dur, mukayyet olan O’dur. Küllî olan O’dur, cüz de O’dur. Münezzeh olan O’dur, müteşâbih olan da O’dur.
(Mantık ilminde p+p değil şey ve o şey olmayanın toplamı evrensel kümedir. Allah câmiu’l ezdâd, zıtları kendinde toplayandır)

Ey Seyyîd! Her şey O olmakla birlikte her şeyden de berîdir. O’nun her şeyin aynı olması bakımından, bu mutlaklığının bambaşka bir nispeti vardır. Hiçbir keşif, aklî kavrayış ya da idrak bu mutlaklığı anlayıp ona ulaşamaz. Allah sizi (sakınmanız için) kendisine karşı uyarıyor” [Ali İmran: 28 Meâli] âyetinin bir anlamı da budur.

Ey Seyyîd! O’nu müşâhede genelde zuhûrat mertebelerinde gerçekleşir. Bazen de zuhûrat mertebelerinin dışında gerçekleşir ve O’nu müşahede bir şimşeğin çakmasına benzer. Sürekli olamaz. O mertebeye ulaşmak da, onun sürekli olmaması da mazharların en mükemmeli olan insanın, her şeyi kuşatıcılığı ile bağlantılıdır.

Ey Seyyîd! Ârifin bundan daha üstün bir makamı olmaz. Bu makamda küllî fenâ ve mutlak yokluk vardır. Bu, kıyâmetin külli biçimlerinden, umûmî hallerinden biridir.

Ey Seyyîd! Bu makamdaki marifet ilimleri ancak yaklaşık olarak yazılabilmiştir. Sâlikin bahsettiğimiz gibi bir Vahdet fikrine sahip olması gerekir. Nazara “öteki” olarak takılan kesretin, vehim ve kuruntusundan kurtulup Vahdet’in aynası olmak için gece gündüz mücâdele etmelidir. O zaman sâlik Bir’den başkasını görmez, Bir’den başkasını bilmez ve Bir’den başkasına niyâz etmez.

Ey Seyyîd! Zikrin yolu şudur: “Lâ ilâhe” yani Zaťın birliğinde kaybolup O’nun tarafından yutulmuş olması anlamında müşahede edilen her şey yokluktur. “İllallah” yani Zât’ın birliği bu şeylerin sûretinde zuhûr etmiştir ve nazar tarafından bu şekilde müşahede edilir. Böylece eşya O’nda bâtındır, O ise eşyada zâhirdir. Yani O, eşyanın hem zâhir hem de bâtın boyutudur. Eşyada ancak zâhir ve båtın vardır. Yani eşya, eşyâ değil aksine Hakk’tır. Eşyaya verilen isimler bakışa bağlıdır ve bu da Hakk’ın aynasıdır.

Düşe düş olma sakın düşe aldanıp kalma
Senden gayrî ne vardır tâbire muhtaç ola
Sana âlem görünen hakikatte Allah’dır
Allah birdir vallâhi sanma ki birkaç ola

Ey Seyyîd! Murakabe yolu, muhtelif şekillerde anlaşılabilir. Murakabe Vahdet’in manâsını olabilecek her şekilde müşahede etmektir. Kelimeleri müşahede ve tasavvur, manâların zihinde kavrayışına vesile oluyorsa, ister “La ilahe” isterse tek başına “Allah”, kelime ne olursa olsun buna ‘zikir’ denir. Manâların zihinde kavranışı kelimeleri tahayyül ederek olmuyorsa, bu murakabe veya teveccühtür. Bu ikincisinin büyük üstadların kitaplarından öğrenilebilecek pek çok türü vardır. Amaç Vahdet’in manâsının kalpte yerleşmesidir.

Allah lafzının zikri şöyledir: Kalp hakikatinin, Hakk’ın mazharı oluşu bakımından kişi, o et parçasını tasavvur yoluyla kalp hakikatine yöneltir, Allah lafzını tahayyül eder ve onu kalp hakikatine yerleştirir.

Ey Seyyîd! Dikkatini kendine yöneltip de bu dikkati doğru şekilde düzenleyebilirsen, bu iş kolayca yoluna girer.

(Ruhlarının cesedleriniz, cesedleriniz ruhlarınızdır. Su, donunca buz gibi görünür.);

Ey Seyyîd! Bedenin, ruhunun sûreti ve mazhardır; ondan başka hiçbir şey değildir. Ruhun da Hakk’ın mazharı ve sûretidir; O’ndan başka hiçbir şey değildir. Bu sûretlerin ikisi de cismânî ve ruhânî hayâldir. Muhayyile de Allah lafzı söyleyince dikkatini bu iki hayalde zuhûr eden hakikate çevir ve kesin bil ki “Ben işte buyum!” O zaman kesreti Vahdet’te müşahede etme ümidin olabilir.

Bil ki, nazarına takılan her şeyin bir sûreti, ruhu ve hakikati vardır. Bunun sûreti, mülk ve insanlık âlemidir (nasût); ruhu, saltanat (melekût) ve hakikati de azâmet (ceberût) ve ulûhiyet (lâhut) yani mutlak Hakk’ın aynısı olan o şeyin husûsî vechidir.

Ey Seyyîd! Ceberût sıfat, lâhut ise Zat’tır. Sıfatlar Zat’tan başka bir şey değildir. Keşif ve müşahedede elbette bakış açısına göre farklılıklar olacaktır. Bu, sıfat ve Zâťın tecellîlerinin gerçekleşme makamında olur. Fakat buraya kadar hüviyetten dolayı Zâťı ve sıfatları tek bir mertebe olarak ele aldık.

Ey Seyyîd! Âlem Hakk’ın ilmidir. Elif’le işaret edilen Zât’ın tecellisiyle zuhûr etmiştir. İlim de Zât’ın aynısıdır.

Ey Seyyîd! Mutlak Hakk’ın tecellileri sonsuzdur ancak küllî tasnîf bakımından beştir Birinci zuhûr toplu (mücmel) ilimdir. İkincisi ayrıntılı (mufassal) ilimdir. Üçüncüsü manevi sûretlerdir. Dördüncü zuhûr, hayalî suretlerdir. Beşinci zuhûr ise cismânî sûretlerdir. İnsanoğlunun zuhûrâtı müstakilen ele alacak olursa o zaman altı olur. Bu beş veyâ altı zuhûrâta “Nüzûl:İniş” veyâ “Mertebeler” denir.

Ey Seyyîd! İnsanoğlu bütün zuhur edişleri idrak eder ve kuşatıcılık birçok şekilde açıklanabilir.

Ey Seyyîd! Bil ki, insan hakikatinin her mertebede o mertebeye uygun bir sûrette zuhûrâtı vardır. Bütün hakikatler, insan hakikatinin sûretidir ve bu hakikat, bütün zuhurat mertebelerinden sonra gelse de mertebe olarak, hakikatlerin hepsinden öncedir.

Ey Seyyîd! Kur’ân’ı Kerim’in Fâtiha Sûresi’nde Elhamdülillâh [1:2] âyeti vardır. Bu, hem Hamd eden (hâmid) hem de Hamd edilen (hamîd) olmak ancak O’na mahsustur anlamında gelir. Başka bir ifadeyle, Hamd eden de O’dur, Hamd edilen de. Her hâlde, her sıfatta, her yerde ve her sûrette O’ndan başka ne Hamd eden ne de Hamd edilen vardır.

Ey Seyyîd! Bakara Suresi’nin başında Elif, Lam, Mim geçer. Elif birliğe (ahadiyyet) işaret eder. Ahadiyyetin birinci harfi Elif’tir, Lam ilme işaret eder, ilm’in ortasındaki harf Lâm’dır. Mim ise âleme işaret eder, âlem’in son harfi de Mim’dir. Başka bir ifadeyle, ahadiyet ilmin sûretine, ilim de âlemin sûretine bürünmüştür.

Ey Seyyîd! Senin için şart olan Vahdet’in manâsını zihninde kavramak, onu sürekli tefekkür etmek ve bu irfanî ilimlerin mufassal ayrıntılarına vâkıf olmaktır. Önce bunun hiçbir faydası olmaz. Ama ilâhi inâyetle Vahdet’in manâsı kalbe yerleşip ikiliğin izleri silinince, sana lekesiz bir sâfiyet ulaşır ve ilmin ve hakikatin bütün sûretleri sana açılır, hiçbir şey gizli kalmaz. Nazarından kesret silinmedikçe ve ikiliğin izleri kaldığı müddetçe gerçek ilmin sûretlerine pek zor ulaşırsın!

Ey Seyyîd! Bir müddet kendini riyazete sokman gerekir. Nefes alırken bâtılın vehmi ortadan kalksın ve vehim Hakk’ın görüntüsünü alsın diye düşünmelisin.

Ey Seyyîd! Bu görüntü sende oluşup da zâhirini de bâtınını da kaplayana kadar hiçbir şeye teveccüh etme. Bu görüntü yerleşip de dağınıklık ve ikilik ortadan kalkınca, artık hiçbir şey seni rahatsız edemez zira bâtılın vehmi, Hakiki varlığı rahatsız edemez.

Ey Seyyîd! Hakk’ın âlemle irtibatı, karla suyun irtibatına benzer. Daha doğrusu ondan bile yakın ve iç içe olduğunu düşünmek gerekir. Veya altınla, altından yapılmış ziynet eşyalarına veyâ kille, kilden yapılmış testilere benzer. Bunların hepsi birdir.

Ey Seyyîd! Âlemle Hakk’ın arasındaki ilişki;
“Ondan” sözünde görünür zira âlem O’ndan neşet etmiştir ve O’ndan görünür.
“Ona” sözünde görünür zira âlem O’na döner. Bu O’ndan geliş ve O’na gidis ezelden ebede gelip giden her anda gerçekleşir zira âlem, deryasının dalgaları gibi her an Hakikat’e dönmekte ve Hakikat’ten gelmektedir.
“Onda” sözünde görünür zira âlem Hakk’tadır, Hak da âlemde. Bir bakımdan bunlardan biri mazhar olur, bir başka bakımdan da öbürü.
“Birlikte” sözünde görünür zira şüphesiz Zat, sıfatlar ve fiiller birlikte tahakkuk eder.
“Aynıdır” sözünde görünür zira âlem Hakk’ın aynıdır. Hakk da âlemin aynı!
“Değil” sözünde görünür zira bir bakımdan ålem âlemdir, Hak da Hak! Hak, ålem değildir; ålem de Hak değildir.

Ey Seyyîd! Bir bakımdan O bütün nispetlerden, karşılıklı ilişkilerden münezzehtir ve âlemle Hakk arasında hiçbir nispet ve ilişki yoktur. Bu görüşe “tayyünsüz” olma hâli, belirimsizlik denir.

Ey Seyyîd! Sâlik dikkatini önce zâhire yöneltmelidir. Kesin bir şekilde bilmelidir ki bütün sûret ve manâlarda görünen O’dur ve O’ndan başka ne bir sûret ne de bir manâ vardır. Bunu vurgulamak için tekrar tekrar yazdım, yine de yazacağım. Mesele şudur Vahdet fikrini sürekli olarak aklında tutup, kendini o düşüncede kaybetmelisin. Bu düşüncede boğulunca “Bâtın” isminden de payını alırsın.

Ey Seyyîd! Yıllarca ibadet, taat ve zikirle meşgul olsan da Vahdet’ten gâfil kaldıkça harikulade hâller belirse de, nurlar ve rüyetler kendini gösterse de vuslattan mahrûm olursun!

Ey Seyyîd! Vuslat olduğunu sandığın ama meyveleri Vahdet ilmi olmayan hålin, aslında vuslat değildir. Zuhûr eden gerçek maksat değil zuhûrat mertebelerinden biridir. Zira maksadın bir sınırı yoktur, o her şeyde zuhûr eder ve her şeyin aynısıdır. Başka bir şeyden bir yönüyle farklı zuhûr eden bir şey, ne makam ne de maksattır.

Ey Seyyîd! Hallerin hakikati böyle olunca en baştan itibaren “Mutlak” olanı tefekkür et ki arada mesafe kalmasın.

Ey Seyyîd! Her şeyi Bir olarak görüp, Bir olarak bilene kadar dağınıklık ve ikilik kalacaktır. Her şeyi Bir olarak görüp, Bir olarak bilince dağınıklık ve ikilikten kurtulur “çıplak birliğe” ulaşırsın.

Ey Seyyîd! “Her şeyi” Bir olarak görünce “her şey” ortadan kalkar, geride Bir’den başka hiçbir şey kalmaz.

Ey Seyyîd! Seninle varacağın hedef arasında bir yol var. Görünen yol, O’nu kendinden ayrı ve kendinden başka olarak kabul etmendir. Sen, sen olmadığını anlayınca geride O’ndan başka hiçbir şey kalmaz. Yol da kalmaz! Hep sensin ammâ sen, sen değilsin! Kalbin toplayıcılığı, özgürlük, kendini bilme, Hakk’ı bilme, fenâ, vuslat, yakınlığın kemâli işbu vahdet noktasında kazanılmış ve iş hallolmuştur.

Ey Seyyîd! Kendini görmeyip de O’nu gördüğün makama ulaşınca artık dinlenebilirsin. Senin için bu dünya da âhiret de birdir. Fenâ ve bekâ, hayır ve şer, varlık ve yokluk, küfür ve iman, ölüm ve hayat, itaat ve isyan artık geride kalır. Zaman ve mekan yaygısı dürülüp kaldırılır.

Ey Seyyîd! Her şey sana ve düşüncelerine bağlı olduğu için, sen kalmayınca geride hiçbir şey kalmaz.

Ey Seyyîd! Bil ki her şey sendedir ve senin dışında bir varlık yoktur. Kendini her şeyden arındırınca geride hiçbir şey kalmaz.

Ey Seyyîd! Sen ancak Hakk’ta varsın, her şey de sende var. Kendini Hakk’a götürüp de o sahilsiz ummana bırakınca bu sıfatın idrâkini kazanmışsın demektir. Her şey seninle birlikte o ummanda kaybolur.

Ey Seyyîd! Dikkatli bakarsan sende görünen ben-liğin senden kaynaklanmadığı ve senin bu beden ve ruh olmadığını görürsün. Bütün âlemde “Ben” diyen sadece o Bir’dir. O’nun Ben-liği’ her şeyde (bir başka) görünür.

Ey Seyyîd! Mutlak Hakikat’e ulaşmanın işareti sende görünen ‘benliğin’ hiç çaba harcamadan her şeye tatbik edilebilmesi ve her şeye, bütün varlığı kastederek “Ben” diyebilmendir. Burada perdenin, ‘benliğin’ öz ve kimlik kazanmasından (taayyün-zat tahakkuku) başka bir şey olmadığı bilinir.

Ey Seyyîd! Tek bir Zât vardır, bütün âlem O’nun sıfatıdır ve önce kendi ilmi, daha sonra da âlemin ilmi olarak sûret kazanmış olan bizzat o Zât’ın kendisidir. Kendi kudretinin ve bütün kudretlerin sahibi olan bizzat o Zattır. Kendi iradesinin ve bütün iradelerin sahibi olan bizzat o Zâť’tır. Kendi duyuşunun ve bütün duyuşların, kendi görüşün ve bütün görüşlerin, kendisi hayat sahibi olan ve bütün hayatların sahibi olan, kendi fiillerinin ve bütün fiillerin, kendi kelâmı ve bütün kelâmların sahibi olan bizzat o Zât’tır. Kendi vücûdu olan ve bütün vücutların sahibi olan bizzat o Zâť’tır!

Ey Seyyîd! Zuhûrat âlemine gelen her şey Zât’ta gizli idi. Ardından Zât önce ilminde, sonra da varlıktaki taayyünüyle sûrette tecelli etti. Zât varlığın rengine, varlık da Zât’ın rengine boyandı. Zât’ta gizli olan muhakkak ki Zaťın aynısıydı zira bir şeyde o şeyden başkası olamaz. Zât kendisiyle böyle halleşti. Aşık oluşu koydu, kulluğu ve ilahlığı açığa çıkardı, başı olmayan ezelin ve sonu olmayan ebedin tezgâhını kurdu.

Ey Seyyîd! Ezelden beri hâlâ burada olduğunu düşün ki kurtulasın ve dağınıklık, dert ve ızdırâbın yüzünü bir daha görmeyesin.

Ey Seyyîd! Senin ruhun O’dur, çünkü Onun vasıtasıyla yaşıyorsun. Kalbin O’dur, çünkü Onun vasıtasıyla biliyorsun. Görüşün O’dur, çünkü O’nun vasıtasıyla görüyorsun. Duyuşun O’dur, çünkü Onun vasıtasıyla duyuyorsun. Elin O’dur, çünkü O’nun vasıtasıyla tutuyorsun. Ayağın O’dur, çünkü O’nun vasıtasıyla yürüyorsun!

Ey Seyyîd! Zâhirinin ve bâtınının her bir parçası ve uzuvların O’dur zira o uzvun işi O’nun vasıtasıyla yerine getiriliyor. Uzuvların hepsi O’dur, zira sen O’nun vasıtasıyla sensin demek ki sen, sen değil de O’nun bir âletisin!

Ey Seyyîd! O-luk (O Olmak hâli), Sen-lik, Ben-lik hep O’nun sıfatlarıdır. Başka kimse yoktur.

Ey Seyyîd! Tevhid benim ya da senin değil, Bir’in sıfatıdır. Ben ve sen kaldığımız sürece tevhid değil, şirk olur.

Ey Seyyîd! Senin gidişin fenâ’dır. O’nun gelişi ise bekâ.

Ey Seyyîd! ‘Sülük’ senin gayretin ve ikiliği gidermendir. ‘Cezbe’ ise Vahdet’e gidişindir.

Ey Seyyîd! Allah’a dostluk (velâyet) sülûk ve cezbeyle, fenâ ve beka ile gerçekleştirilir.

Ey Seyyîd! Eşyaya muhtaçlığını izhâr et zira onlar senin talep ettiklerinle aynıdır. Düşmana dostluğunu göster zira o da senin maksadındır.

Ey Seyyîd! Kendine muhabbet ve aşk nazarıyla bak zira sen Mâşuk’la aynısın.

Ey Seyyîd! Bütün bunlar sülûkta, vatanda seyr hâlinde gereklidir.

Ey Seyyîd! İyiyi de, kötüyü de Vahdet ummanına at ki Hakk’a yakınlık kazanabilesin.

Ey Seyyîd! Vahdetten ne kadar çok bahsetsem az, ne kadar az bahsetsem çok olur. Bu ilmin başı sonunda, sonu da başındadır. Bu, ne baş ne de sondur. Daha ne kadar konuşayım? Daha ne kadar yazayım? Artık ne yazıyor ne konuşuyorum. Hakikat, Kendisiyle sohbete başladı.

Ey Seyyîd! Uykuya dalarken şöyle niyet et: “Bâtın âlemine gidiyorum ve kendi hakikatime geri dönüyorum.” Uyanınca şunu bil: “Zâhir âlemine geri döndüm ve bâtından zâhire indim.” Seherlerde kalkıp tevbe et. Şöyle de: “Ey Hakikatim, beni kendine al, beni benden gizle ve ikilikten kurtar.” Teheccüd namazı kıl ve ezberlediysen Yasin sûresini oku. Çünkü dünya ve ahiret hâcegânının tercihi budur. Sonra da sabah namazı vaktine kadar Vahdet’i düşün. Namazı bitirince, çok önemli bir mazeretin olmadıkça, ister gönüllü ister gönülsüz kıbleye yönel ve Vahdet’i tefekkür et. Güneş yükselince, onu selamlamak için bir defa Yâsîn sûresi’ni okuyarak dört rek’at namaz kal. Her rek’atta okursan daha faziletli olur. Aynı şekilde, pek çok faydası olduğu için her namazdan sonra Yâsin Sûresi’ni oku. Namazdayken ve Kurân okurken Vahdet düşüncesini kaybetme. Bil ki, Kendisine ibadet eden ve Kendi sözlerini tilâvet eden O’dur. Salâtı ancak Hak ikâme eyler.

Ey Seyyîd! Sâlikin tarikat adâbını gözetmesi gerekir. Kısa ve öz olması istendiği için bu risâlede bu kurallara yer verilmedi. Tâlip için şunlar yazılabilir: Az uyusun. Uyku gelip de sâlike galebe çalınca, yazdığım düşünce ve niyetle uyusun. Yiyecek ve içecek az olsun; sabah ve akşam birer öğün. Oruç tutarsa daha faziletli olur. Lokma perhîzinde olsun, ele geleni yemesin çünkü ikiliğin, bigâneliğin ve bâtıl düşüncelerin sebeplerinden biri budur. Şeriatın yasakladığı ve kerih gördüğü her şey tarikatta da böyledir. Bunu iyi belle çünkü bu kesinlikle gereklidir.

Ey Seyyîd! Dile geleni deme; az konuş ve Vahdet’i düşünüp tefekkür etmek için uzlete çekilip bir başına kal.

Ey Seyyîd! Konuşmak kalbi harekete geçirir, dağınıklığa sebep olur ve Vahdet’e, ahadiyyete ulaşmaktan gâfil bırakır. Gerekli olmadıkça, söylemezsen mesûl olacağın zamana kadar konuşma ve söylediğinde kısa ve öz olsun. Vahdet düşüncesini aklından bir an bile ayırma. Gafletin sana galebe çalmaması için, kalabalıkta, bir mecliste iken daha dikkatli ol. Kesreti Vahdet’e ayna ve kuvvetlendirici kılmaya çalış.

Ey Seyyîd! Başlangıçta bu düşüncelerini mümkün olduğu kadar saklamaya çalış. Bu sözleri herkesle değil, sadece husûsî yârenle paylaş.

Ey Seyyîd! Hizmetçileri ve köleleri, yakınlarını ve yabancıları, dostu ve düşmanı Vahdet’le âşinâ eyle. Herkese ihlas nazarıyla ve Hakk’ı gören Hak gözle bak.

Ey Seyyîd! Cedel ve tartışmalardan, nefsine yan çıkmaktan tamamen uzak dur ve inkårı bütünüyle öte yana at ki Vahdet zuhûr edebilsin. Öfke ve gazap göstermemek için çok gayret et; sende kavga ve şiddete yer olabilir mi? Hak ile kavga mı olur! İster hânenin içinde olsun ister dışında, herkesi mazûr gör. Çocuklara, akrabalara, yabancılara karşı âb-ı hayât gibi ol. Biri sana kötülük yaparsa dikkat et! Kalbinin ona öfke duymasına izin verme ve ona kızma. Senden mutlu ve huzurlu olsun. Kötülüğe iyilikle cevap ver, yine de bu iyiliğin içinde kendini görme zira tarikatın evrensel kuralı budur.

Ey Seyyîd! Tek başına olup, tek başına oturmak zihni toplamak için çok faydalıdır.

Ey Seyyîd! Talibin hâli şu ikisinden biridir: Hâricî meşgaleleri ya vardır ya yoktur. Eğer dışarıda işi yoksa işi kolay olur. Her şeyden yüz çevirmesi, uzlette kalması ve Hakikat tecelli edip ikiliğin vehmi gidene kadar dikkatini kendi hakikatine yöneltmesi gerekir. Bundan sonra artık ne yaparsa yapsın, iyi ve hoş olur. Eğer harici meşgaleleri ve şeriatla ilgili işleri varsa bunlara mümkün olduğu kadar özen göstermelidir. Ancak her şeyi şeriat ve tarikata uygun olarak yapmaya ve Hak olan Vahdet’i tefekkürden gafil kalmamaya azâmî dikkat etmelidir. Geceleri bu iş için çok gayret etmeli ve Vahdet’i tefekkürle meşgul olmalıdır. Gündüz vakti de birkaç saatini bu işe ayırmalıdır. Bu manâ, kendinden gâlip gelene ve her şeyden kurtulana kadar günden güne bu işi artırmalıdır.

Ey Seyyîd! Vahdet’in manâsı gâlip gelip ilâhî lütûf zuhûr edince bütün vazifelerin ifâ edilmiş olur ve artık hiç kimseyle ya da hiçbir şeyle bir ilgin kalmaz. Vekîlin Allah olur ve senin yerine geçer, sen artık ortada kalmazsın.

Ey Seyyîd! Bu âlemin ve insanların yoldaşlığı seyr ü sülûkta sana zarar verir. Fakat kişi şaşırıp da kendisini kurtaramazsa şeriata, tarikata ve hakikate savaş açacak hiçbir şeye bulaşmamaya azami dikkat etsin. Eksiği olursa dönüp de tamamlasın.

Ey Seyyîd! Hiçbir zaman gösterişli elbiselerle dolaşma. Dâimâ sâde giyin.

Ey Seyyîd! Kalbin daima huzurda olsun. Ne geçmişi, ne geleceği düşün ve Vahdet’i müşahededen asla geri durma!

Ey Seyyîd! Bil ki hiçbir ölüm Vahdet’ten gafil olmaktan daha kötü, hiçbir azap da kendi hakikatinden uzakta olmanın azâbından daha çetin değildir. Ne bu ölümden ne de bu azaptan kork. Dikkatini Vahdet’e yönelt. Kesin olarak bil ki her şey Bir’dir ve ondan başka hiçbir şey mevcut değildir. Bu düşünce sende hâkim olduğu ölçüde saâdet getirir. İkilik kişinin görüşünü terk edince onun için kıyâmet ve yeniden doğuş gerçekleşir ve o kişi Cennet’i müşahede eder. Ebediyen huzurlu olur.

Ey Seyyîd! Böyle bir saâdete bu dünyada ulaşılabilecekken neden denemezsin? Neden gaflette kalırsın?

Ey Seyyîd! Herkes ve her şey için kıyamet gelecektir, bu da Vahdet’e geri dönüştür. Bütünlük zuhûr edince her şey kendi aslına gelir fakat bunun zevki herkese değil ancak bu dünyada kıyâmeti yaşamış olana, ölmeden önce ölene görünür. Öyleyse sana va’dedilen manânın burada görünmesi için gayret et. O zaman huzura kavuşursun ve tevhîd zevki görünür.

Ey Seyyîd! Yegâne gâyemiz, ikiliğin vehminden kurtulmak ve geride senin değil, O’nun kalmasıdır. Bütün peygamberler ve Allah dostları bu konuda hemfikirdir. İlâhî vahiylerde, nebevî hadislerde ve velilerin yazılarında bunun pek çok delili vardır. Her mezhebin büyükleri Vahdet’i yükselttiler ve hepsi hep bir ağızdan Hakk’tan başka hiçbir şeyin mevcûd olmadığını söylediler. Ålem O’nun sûreti ve O’nun tecellîsinden başka bir şey değildir. Bunlarla ilgili meseleleri sağlam deliller getirerek inşallah başka bir kitapta yazmayı düşünüyorum.

Ey Seyyîd! Zamanın sonu bugündür ve yaratılmışlığın Batı yönünden Hakikat güneşi az sonra doğacak. Güneş doğmadan önce ziyâsı ve belirtileri zuhûr edecek, seçkinlerin ve sıradan insanların dilinden isteseler de istemeseler de, anlasalar da anlamaslar da tevhidin sırları ortaya dökülecek. Öyleyse tâlip olan kendisini toplasın ve kendini kendinden gizlesin. Vahdet’in hakikati onda gereği gibi tecelli etsin. Dilin söyledikleri onu tatmin etmesin.

Ey Seyyîd! Allah hiçbir şeyle mukayyet değildir ve Muhammed (s.a.v.) de hakikati getirmiştir.

İyi dinle! Zîrâ şimdi kısa konuşulacak. Teferruata yer yok. İşin özü şudur:

Allah’ı, O’nu kendine put edinmeden hatırla. Kendindekinden gâfil olmadan kendini unut.

Hiçbir şahsi arzu ve amaç gütmeden, beklentisiz olarak şeriata uy. Kendi içinde onlarla ilgili bir hiçbir hoşnutsuzluk duymadan, tereddütsüz şeriatın yasakladığı her işten kaçın.

Kendine pay çıkarmadan, bütün hayırları doğal olarak işle ve hiçbirini reddetmeden bütün şer işlerden uzak dur!

Övülecek ve güzel sıfatlarla bezen ama üzerine yapışmasına izin verme

Olandan razı ol ama ona da takılma. Şeriatın cevaz verdiği zevklerden istifade et ama Hakk’ın zuhûrundan gâfil kalma, mârifet veyâ müşâhede iddiasında bulunma.

Ne huzurda ne gaflette ol
Ne kul ne ilâh ol
Ne vâr ol, ne yok ol
Zîrâ zâten ne isen O’sun sen!

En üstün Peygamber Muhammed Resûlullah’ın -Allah’ın selamı ona ve ehl-i beytine olsun- yoluna sımsıkı yapış ama onu Hakk’tan gayrı tutma, Hakk’ı da onunla sınırlama.

Kesin bil ki Muhammed (s.a.v.) Hakk’tır ve Hak da Muhammed (s.a.v.)’dir. Muhammed’i gören velîdir ki o Alî’dir. Hak, Muhammed, Alî!

İşte bu kemâlattır, kemâlat, kemâlat.

Hâllerin hakikatini Allah bilir, O hâllerin hakikatinin aynasıdır.

Ve’s-selâm ve’n-nihâyet

Bir ümit yolu

Kolayından yol sorana,
Bizlerden gam ve telaşı gideren Allah’a şükürler olsun, şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayan, şükrün karşılığını ziyadesiyle verendir. [Fâtır, 34]

Gelmeye misli cihana bir dahi her-giz anun
Bağrımız deldi bizim bu nâr-ı hasret merhaba

Ağlasın daim anun vaslın uman aşıkları
Seng-i mihnetle döğünsün şah-ı cennet merhaba

Gönülleri envar-ı muhabbetin sağanakları ile bî-karar ettikten sonra gene lutf edip dilleri sahib-i temkinde tutan Hakka hamd ü senalar olsun…

Âlemlerin Rabbi’nin rahmet ve bereketi, Âlemlere rahmet olan Habibinin yolunca gidenlerin, neyi kaybettiğini hatırlayamamanın sızısıyla, sahte avuntuların acısıyla vuslat günü bekleyenlerin üzerine olsun.

Bir ümitle cüret edip başladığımız bu mektubun nihavend nağmelerini ikram edip sözü ehline bırakalım
Bu şiirde sevda sevda üstüne
Senelerdir veda veda üstüne
Yareli yüreğimde dağ dağ üstüne
Vakit nisan ortasında bir akşam…

[NEV-NİYAZ ve DEDESİ]

Dedem, daha mektubun başında şükrederken Hak dini Kuran Dili’nden bir ayet seçmişsin amma şöyle biraz tefsir karıştırdık da bu sözler yolun sonunda, işin nihayetinden alınmış… Yani, “Dünyada her türlü perişanlık ve sıkıntı ile karşı karşıya iken onlardan kurtularak, ahiret hakkındaki korkularımız sona erdi. Artık rahatız ve herhangi bir sorunumuz kalmadı. Mevlam günahlarımızı affetti ve bize yaptığımız küçük işler dolayısıyla, büyük lütuflar bağışladı.” düşüncesindeki cennet ehlinin kelamı imiş…

Vallahi erenlerim, biz yolun başını sonunu bilmeyiz, yolda durmaya gayret ederiz ve “Ben, kulumun bana olan güzel zannı üzereyim” hakikatından haberdarız. Hem madem o kadar kitap karıştırıyorsun Sure-i Yusuf’un 87. ayetine bakıver, gör ne buyurur!?

“…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” buyruluyor…

Ha şunu bileydin. Ancak kafirler ümitsiz olurmuş… Yani ümitsizlik haramdır erenlerim…

Yine de cennet peşinde koşmak makbulse de matlub olmasa gerek? Hani şiiri de var ya

Her rengi silici aşk ötesi renk;
O rengin kavuran beyzasındalar.
Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sadece Allah’ın rızasındalar.

…Cennet hakdır. Mevlam bizleri nice bir ayet ile çağırıp dururken nasıl kulak asmayız

…Allah ise, izni (ve yardımı) ile cennete ve mağfirete çağırır… [Bakara, 221]

Zâhirin amel-i şer’i yüzünden cenneti gözlesin. Ve bâtının ihlâs-ı niyet cihetinden Hakk-ı mutlak özlesin. Şimdi bir hazret-i insan olmaksızın satırlara başvurunca işte hal böyle oluyor. İnsan kitabının sayfalarını okumadan maksuda erilmiyor…

Geçen gün ahsen-i mevcudat, aleyhi ekmeluttahiyyat Efendimizin şemaili şeriflerinden bahseden Hilye-i Hakanî geçti elimize… O’nu tarif eden satırlarda: “Bir tarafa baktığında, vücuduyla da o tarafa dönerdi” buyruluyor

Yukardan aşağı heybetle iniş
Yürüyüşünde var hep bu görünüş
Adetin baktığın tarafa dönüş
Bize nasip olsun hayırlı bir düş
Kerem et ne olur yüzünü göster
Kim böyle bir düşten uyanmak ister   

Ne anladık Habibi Kibriya Efendimizin bu vasf-ı şahanesinden?

Demekki biz de Hak Dost’un güzelliğiyle güzelleşmek adına bir kimseyle konuşurken, ona baktığımıza muhatabımızın yüzüne bakacağız, sadece başımızı çevirerek değil bütün vücudumuzla ona yöneleceğiz…

Elbette ilk akla gelen budur. Vaktiyele “Nefy-i havâtır” bahsinde Efendi Hazretlerinden dinlemiştik:

“Sâlike hayır olsun şer olsun bütün havâtırı kovmasını tavsiye ederiz. Çünkü kalbine ilâhî feyz taleb edenin kalbini ağyârdan ve her türlü düşünceden boşaltması ve gerçek amacına tamamen yoğunlaşması (teveccüh-i küllî) lazımdır. Nitekim Yuşâ b. Nûn gâzâ etmeyi murâd ettiğinde evlenecek olanlar, ev yapıp bitirmemiş olanlar ve hayvanları
olup doğumlarını bekleyenler gibi geriye çekinceleri olan kimseleri götürmezdi. Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) de geriye dönmek istediğinde tüm vücuduyla dönüp bakardı. İşte bunlar teveccüh-i küllî (amaca yoğunlaşma)nin gerekliliğini göstermektedir.”

Nereden, nereye… bu kadarını da bilemezdik, bu manaya eremezdik tabi…

Kolayından bir yolu var; Gidelim denizin kenarında bir ev tutalım.

Sizin gene tatiliniz gelmiş dedem, sıkıldınız mı?

Yok be erenlerim. Gidelim deniz kenarında bir ev tutalım çünkü deniz cömert huyludur. İnsanlara yüz yıllardan beri inciler dağıtır durur. Birisi ile sohbet etmek canı onun rengine boyar. Yani insan konuştuğu, arkadaş edindigi kisinin huyunu benimser. Yıldızlar, gökyüzü ile konuşup görüştükleri için güzelleştiler; pek nurlu, pek güzel bir yüze sahip oldular… Bedende canla düşüp kalktığı, konuşup görüştüğü için güzel yüzlü, hoş huylu değil mi? Zavalı beden, candan ayrı düşünce ne hale gelir; konuşamaz, yiyemez içemez olur, fena halde kokmaya başlar… El de bedende bulundukça hünerlidir. Bedenden ayrılınca sade bir et parçasıdır, hiçbir şey yapamaz olur. Ey el, hünerlerin nerede? Sen hünerli işler yapan, yazan, çizen, tutan kaldıran el değil misin? El senin soruna cevap verir de der ki: “Hayır, bu zaman ayrılık zamanı, ayrılık zamanında ben bir hiçim, ama buluşma zamanında her şeyim.”

Sen, ayrılık nedir, görmedin. Allah sana ayrılığı göstermesin.

Bu bir duaydı ama, bundan daha iyi dua da olamaz.

Hey Kerim Allahım, darda kalanlara, belalara uğrayanlara acıyanların en çok acıyanısın. Bu sebepledir ki, ayrılık belasına uğramış, bedenden kopmuş elin bir damarı oynuyorsa, o, tekrar kavuşma ve buluşma ümidiyle oynar. Çün, netice binlerce kesik el, tekrar kavuşma ve buluşma saadetine ermişlerdir.

En güzel vuslatı tattırmak için cennette
Bize gündüz, gece zehir ettiği hicrana şükür

Birbirinden ayrı düşmüş parçaları hoş bir şekilde birleştirmek, o padişahlar padişahı için zor değildir. Bu nasıl olur deme, bu işe şaşma! Çünkü, baksana parça parça dumanlar onun eli ile birleşmiş nasıl da gökyüzü haline gelmiş!

Ey aşk padişahına yenilen, ona mat olup kalan! Bu hale üzülme! Ona karşılık verme! Yokluk bağına gel de, kendi ölümsüz canında cennetleri seyret! Eğer sen kendi varlığından, benliğinden birazcık olsun ileri gidersen bunların ötesinde bu mana göklerini seyredersin. Ayrılığa fazla dayanamadığı için dağlardan köpürerek, ağlayarak, feryat ederek, başını taştan taşa çarparak aslına doğru koşan sel, denize kavuşunca ne olur? Heyhat artık onun varlığı kalır mı? [Hz. Pir Mevlana]

Ya Rabbi lisânımda ezkârımı aşk eyle
Gencîne-i sinemde efkârımı aşk eyle

Niyazlarımızın ulu dergâha kolayca ulaşması için bizlere açılan bu kolay yolu, AŞK YOLUNU biz niçin kullanmayalım… Umarız ki, sözlerin en güzeliyle dua ede ede gönüllerimiz güzeli tanıyıp öğrenir; güzel şeyler karşısında duygulanmayı ve böylece Güzeller Güzeli’ne kanat çırpıp uçmayı başarır.

Mevlam şu dâr-ı dünyâda Hak Dostlarının gölgesine sığınarak cennet hayatı yaşamayı ve feyizli aşk silsilesinin devamını nasîb eylesin!

Bi ismi zâtike, Ya Allah huu

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân, Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma, bir büyük tevbe ayı Cemaziyelevvel, ömür ve şahsiyetlerimiz, âhir ve âkibet, zâhir ve bâtınlarımız hayrola,

Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim

23. Mektup

23. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmi üçüncüsüdür.

1mursidinmektuplari

Kâinatı murâd-ı ilâhîyesiyle halkeden, halkı henüz kendisini taleb etmeye müdrik ve muktedir olmazken onlara esmâ’ını, sıfatını, ef’alini ve Zâtını bilebilme kuvvesini bahşeden, her şeyin kendisini zikre mecbur ve mahkûm olduğu ve varoluşun ancak O’nun zikriyle dâim olduğu, zikrinin ve fikrinin insanlığı zulmetten nura ve sırat-ı müstakime hidayet eylediği, esmâ’ı güzel, sıfatı ve ef’ali güzel, zü’l-Celâl ve’l-Kemâl Hazret-i Mevlâ- yı Müteâl, Kuddûs, Kadir, Kavî, Raûfu’r-rahîm ve Erhamu’r-rahîmîn ve Rabbü’l-âlemin, Sultan, Sübhân, Deyyan, Burhan, Kâdir-i mutlak, Hâlık-ı mutlak, Allah Teâlâ’ya adetsiz ve hesapsız namütenahi hamd ü sena olsun.

Sebeb-i hilkat-i âlem ve mefhar-i benî Âdem, ekmel-i mahlûkat, eşref-i mevcudat, enbiyânın şevkinden murâd, abdiyyetin şahekası, abd-i hâs-ı Mustafa’sı, insanların hem mükemmeli hem mükemmili, şemsü’d-duhâ, bedru’d-düca, Ahmed, Ahyed, Hamîd, Sadullah, Sıratullah, Minnetullah, Nimetullah, Hazret-i Resûlullah Efendimiz(sav)’e mahlûkat-1 ilâhîyenin adedince ve ilmullah-ı Teâlâ’nın mânâsınca salât ve selâm olsun. Salâvât-ı şerîfenin esrar-ı ve envar-ı ilâhîyesinden âline, evlâdına, ezvâcına, ashabına ve etba’ına dahî îsal olunsun.

Allah’ın rahmeti, selâmı ve saadeti üzerine olsun İhsan Efendi oğlum,

Evlâdım, Cenâb-ı Hakk sıhhat ve afiyette dâim eylesin, sırat-ı müstakiminde sabit kadem eylesin. Hayırlı hizmetlerinde muvaffak, maddî ve mânevî rızıklarıyla merzûk eylesin. İhsan Efendi oğlum, bazı rüyalar seneler geçse de henüz yeni görülmüş gibi unutulmaz. Bilhassa seyr u sülûktaki dervişler husûsî tecellîyatı ve kendilerine verilen mânevî emanetlere vesile olan rüyaları hiç unutmazlar. Hak Teâlâ’nın izniyle ileride mürşid olacak ve mürebbi-i hakîki ve seyr u sülûkta dervişlerine yolun remzini tâlim edecek, şeyh olma hali kendilerinde bulunan zevât bu rüyaları ve o rüyaların kendilerindeki ahvâlini unutmazlar. İşte size bundan evvel gerek biatınızda gerekse ders değişikliklerinde gösterilen rüyaları berrak şekilde hatırlamanız bundandır. İnşâallah sabreyler ve hizmetinde mukîm olmaya gayret edersen ileride bu dersleri verebilecek kemâle vâsıl olursun. Evlâdım, zât-ı âlinize şeyhiniz tarafından beşinci esmâ telkin edilmesi seyr u sülûkun ikmali açısından ve bu esmâ’ın dervişteki tecellîsi açısından fevkalâde mühim bir hâdisedir. Biat, kişinin dünyadan âhirete doğmasıdır. Üçüncü esmâ’ın telkiniyle âhirete doğan bu çocuk âdetâ bulûğa erer. Bu sebebden esmâ’ın hakikatinden ve müsemmasından feyz alan derviş bu makamda dervişliği fehmeder ve müşahede eder. Dördüncü esmâda âlem-i lahût ile nikâh vuku’ bulur. Bu nikâhtan zuhûr eden ma’rifetin meyvesi beşinci esmâda vücûd bulur. “Nâsût” denilen âlem ve veled-i kalbin sahası bu âlemde dervişe açılır. “Hayy” ism-i şerîfi, âhirete doğup dervişliği idrak ettikten sonraki cemâle doğuş gibidir. Biat bu âlemde kişiyi derviş olarak bildirir. Üçüncü esmâ dervişliğin âhiretteki kabulüdür. Beşinci esmâ “Hû” ism-i şerifinin bâtındaki zuhûru Allah âşıklarının Cenâb-ı Hakk’la hayat bulması halidir. Galiba burada biraz hurda-i tarîkten ve seyr u sülûkla alakalı bâtına işaret eden zâhir ilimden haber vermek îcab edecek.

Evlâdım İhsan Efendi, şu satırları biz göçtükten sonra da bir kenarda duracak şekilde muhafaza et. Zîrâ insan seyr u sülûkunda müşahede etmekle öğrenir amma bazı müşahede ettiklerini idrak yine ilme’l-yakîn ile olur. Derviş yani mürîd bu yolun mânevî zevkiyle meşgul olmalı amma irşada kabiliyetli olan bazı zevâtm mürşidlerinin işaretiyle müşahede ettikleri haller hakkında ma’lûmâtı da olmalıdır. Mühim mes’ele, dikkat et ki Hak Teâlâ bu âlemi muhabbetiyle varetti. Yani bu âlemi yaratmayı murâd etti. Mecburiyetten değil muhabbetten hasıl oldu. Kün emrinden evvel ve bu iradesini ilanından evvel muhabbeti vardı yani. Muhabbetiyle halkettiği cümle âlemi yani kevniyyatı ilmiyle kuşattı. İlmini; merhameti, rahmaniyeti ve rahîmiyetiyle örttü. Cümle âlemler Erhamu’r-rahîmînin merhametiyle kaplanmıştır amma hepsini ihâta eden (kaplayan, kuşatan) ilm-i ilâhî yani ilm-i ezelî ve ebedîdir. Suâl vâki’ olsa, denilse ki; merhametin ilimle ne alakası var? Herkes suâl eder. Câhili de sorar, âlimi de sorar. İnsan hatırı ve hafsalası hiç boşalmaz. İşte böyle bir soruya şöyle cevap verilir: İlimsiz merhamet felakete götürebilir. Bir anne düşün, çocuğuna merhameti var lâkin çocuğun hayatiyetinin bekâsı ve kemâle erebilmesi içün hiçbir ilim kendisinde yok. O anne çocuğuna sadece merhametiyle ne yapabilir? Hayvanda bile çocuğu büyütmek için bir ilim vardır. Amma onlardaki ilim fıtratlarından ve Allah Teâlâ’nın sevk-i ilâhîyesindendir. İnsan, ilmini, iradesini kullanarak kesbetmek zorundadır. İşte cümle kâinata nazar ettiğinden Allah Teâlâ’nın merhametini görmen Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle onları kuşattığına işarettir. Bu sebebden Cenâb-ı Hakk’ın merhametini anlamayanlar merhametsiz olarak vasıflandırılmaz, câhil olarak tavsif edilir. Zîrâ onlar, esasında Allah’ın ilminden mahrum kişilerdir.

Şimdi burada söz çok uzar, biz seyr u sülûkun bazı tafsilatından ve zâhir ilminden bahsetmeye dönelim. Nefis mertebelerinin Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Râdıyye, Mardiyye ve Sâfiyye olduğu hem sohbetlerimizden hem de okumaya gayret ettiğin eserlerde ma’lûmun olmuştur. Daha evvel zât-ı âlinize gönderdiğim mektûblarda Emmâre’nin îmân, Levvâme’nin İslâm, Mülhime nefis derecesinin de velâyete işaret ettiğini yazmış idim. Mülhime makamı, “ism-i Hû” ile ceberût âlemine sevkolunmaktır. Ruh mertebesinde hakikati müşahede makamıdır. Aşk bu makamda zâhir olur. O sebebden ism-i Hû’nun cezbesinde kalanlara yani Hû zevki ile zevkiyab olanlara âşık denir. Size mânâda gösterilen şekliyle dördüncü esmâ’ın nuru ma’lûm, beyazdır. Burada müşahede son haddindedir. Yani kişinin dervişliğe kabul olduğu vücûdu son zerresine kadar müşahede zevkiyle nurlanır, saflaşır. O sebebden Şühedâ makamı burada zâhir olur. Aşk-ı ilâhî güneşin en tepedeki hali gibi gölge bırakmayacak ve her yeri aydınlatacak bir hal alır. “Hak” ism-i şerifinin zikriyle bu zikre hizmet eden melâike-yi kirâm ordusu dervişin tüm a’zâlarını nur-i ilâhî ile münevver kılar. Sâlikin bu mertebede Şemseddîn isimli müekkil meleğin idaresinde hâdimleri bulunur. Derviş bu nuru müşahede ettiği şeylerle meşgul olur. Müşahedesine mâni olacak şeylerden dûr olur. Sükûnet ve sekînet makamıdır Mutmainne makamı zîrâ sâlik lahûtî âlemde Allah’da ifnâ olma yani “fillah” makamındadır. Kalb gözü cilalanır. Kalbinde fısk u fücûra mahal bulunmaması îcab eder. Zîrâ kalb gözden ibaret bir hal alır. Hakîkat bu dördüncü makamda ma’rifet meyvesini verir ve vuslat zevki işte bu makamda evvelki müşahede ettiği zevklerin ötesinde zâhir olur. Ruhen yakınlaşmış olduğu Hazret-i Fahr-i âlem cismanî ve ruhanî nüfûzuyla dervişte kâim olur. Hatta Efendimiz (sav)’i hariçte değil içinde müşahede eder. Bu mertebede sâlikin daha evvelden kendisinde bulunan yanma halinden yanışın şiddetini hissedemeyecek ve aldığı zevkin vuslattan mı yoksa yanıştan mı olduğunu farkedemeyecek bir hali vardır. Onun için derviş dördüncü mertebede esmâ’ın müsemmasına ve nuruna mazhar olur ise de ifadeye sığmayan zevkler onu kuşattığından söz söylemesi, meramını anlatması halk tarafından sû-i zanna sebeb olur. Ateşe sürülmüş demir gibi kor halini almış, ne demir olduğunu farkeder ne ateş olduğunu ikrar eder vaziyettedir. Öylece bekler ma’lûm olan vakte kadar. Kabiliyete göre zamanı gelince bir mahalle sevkolunur.

Beşinci esmâ dervişin seyr u sülûkundan sonraki hizmet sahasını, istidadını ve derecesini tefrik(farketme) makamıdır. Mürşidler bu sırrı bilir, amma bazen mürîdlere de ma’lûm olur. Yani mürşidi tarafından bildirilir. “Hayy” ism-i şerifinin nuru sarıdır. Derviş Allah ile bakî olma makamına, sırat-ı müstakimin hidayetine nâil olduğu gibi o yolun nuruyla aydınlatmaya ve Efendimiz’in nurunun içinden dışarıya doğru taşmasına da nâil olmuştur. Bu esmâ’ın melâike-yi kirâm hizmetlilerinin kumandanı, Nureddîn ismindedir. Peygamberân-ı izâm ve rütbeli evliyâullah ile perdesiz görüşme makamıdır. Allah Teâlâ’nm Kur’ân-ı Kerîm’ini okurken nurunu müşahede veyahut kâinatı seyrederken Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinin müşahedesi makamındadır. Kur’ân’ın enfüsî tefsirine âşinâ olmak veyahut seyrettiği hâdisatın tefsirini Allah’ın kelâmıyla müşahede edebilmek makamıdır. Yani rüya tâbir eder gibi yaşadıklarını tâbir eder ve bu tâbiri Cenâb-ı Hakk’ın âyetleriyle ve ilhâmıyla tefrik eder. İş böyle olunca her şeyin yerli yerinde ve ilâhî kudretin şevkiyle olduğunu görür, ellerini açıp hâcet ve niyâz edecek cüz’î iradenin talebi kendisinden alınır. Neye dua etmesi, kime hizmet etmesi, nerede bulunması îcab ediyorsa Allah Teâlâ’nın şevkiyle ve zevkiyle yapar. Sevabından bîhaber olarak dâimâ taat ve ibadet üzredir. Fenafillah zevki öyle nüfûz eder ki ibadetinden ve hizmetinden hâsıl olan sevabı mâledecek bir vücûd bulamaz. Kendisini himmete mazhar olmamış, henüz ma’rifete ulaşamamış, Allah Teâlâ’nın kulları içerisinde de en günahkâr kulu, cennete liyakati olmayan, kurbiyyete de asla haddi bulunmayan kişinin halinde görür. Biçare halinden şikâyet etmeden emrolunan hizmetlere hapishanedeki kişiler gibi mahkûm yaşar ve cümle kulları kendisinden âli görüp onlara şefkat nazarıyla bakar. Halbuki o, sıdk mertebesindedir. Her ne görürse görsün Allah’ı tasdik eder. Cenâb-ı Hakk’tan tek niyazı kulların tasdikine mâni olmamak, Allah Teâlâ’nın kulluğunu idrak etmekten uzaklaşanların afv ü setr olması ve kendi değersiz vücûdunun onlara bir siper olmasını niyâz makamıdır.

Onun için bu mahâlle Sıddıykiyet makamı denir. Sıddıyklar enbiyânın arkadaşıdır. Sıddıyk dâimâ enbiyâyı tasdik eder. Allah Teâlâ peygamberinden, peygamberler de sıddıykândan kendisini gösterir. Sâdıklar ve sıddıyklar olmasa insanlık helâk olur. Görmez misin Efendimiz(sav)’in yanından Hazret-i Ebu Bekir hiç eksik olmaz. Sebeb sadece çok iyi arkadaş olmaları mıdır zannedersin? Hazret-i Ebu Bekir cümle ümmet-i Muhammed için bir siperdir. Peygamber konuştuğunda veyahut bir emir buyurduğunda hiçbir kimse onu dinlemeyecek olsa ya kavim helâk olur yahut nebî âlem değiştirir. Ol sebebden Hz. Sıddıyk hep yanındaydı, dâimâ Allah Resûlü’nü tasdik ederek hem ümmet-i Muhammed’e siper oldu hem de Fahr-i âlem Efendimiz’in sıfatlarının kemâl derecesinde zuhûruna vesile kılındı. Sıddıyklar ezelden seçilir. Sıddıykiyet mertebesine seyr u sülûkda yol bulan sâlik, enbiyânın hizmetinde ve ezelden seçilen sıddıyklerin ruhaniyetiyle alışveriştedir. Sâlik, ism-i Hayy’la âb-ı hayattan yani Kevser şarabından kabiliyetine göre muhakkak surette içer. Bu feyizle artık havf u recâdan geçer. Cüz’î iradenin küllî iradeye tebdili(dönüşümü) vücûd ikliminde zâhir olur. Kudretini farkeder, lâkin o kudretini mahlûkatın hizmetine sevkeder. Mahviyet makamıdır. Mahviyet tevâzu’dan farklıdır. Tevazu’, kendi varlığından haberdâr olarak başkasına karşı tekebbür etmemektir. Lâkin mahviyet kendi varlığından ve muktedir olduğundan bile haberdâr olmamaktır. Çünkü fakir derviş, Allah’ın ganî sıfatıyla her şeyin ganîsi olur. Sâlik bu mahâllin zevkinde uzun bir müddet kalsa hatta mürşidinin sözünü teslim etmeyip bu zevk ile meşgul olsa cazibesiyle etrafındakileri kendisine çeker. İnsanların altına hücum etmesi gibi. Yani derviş beşinci esmâ’ın dairesinde bulunduğu vakit belki Mülhime’deki gibi ayağı kaymaz amma halkın meşgul etmesi neticede onu Hak taatından alıkoyabilir. Bu hususa çok dikkat edesin. Halini saklamak ve temkin üzre olmak seyr u sülûkunun ikmali için pek ziyâde ehemmiyetlidir. Deryaları içsen bir kâse içmemiş gibi duracaksın. Çemende ötmek olmaz. Bülbüle gülistanda nâme eylemek yakışır.


İhsan Efendi oğlum, Hz. Yusuf(as)’un hal-i sabâvetinde gördüğü rüya gibi kişi bazen seneler sonra gelebileceği makamın hallerini müşahede edebilir. Bizim de burada size arzettiğimiz ahvâl belki şu an müşahede edemediğiniz fakat bir şekilde ve kabiliyetiniz miktarınca ileride sizde zuhûr edecek ahvâldir. Hem söylüyoruz ya tarîkat müşahededir. Elbet mürşidiniz haktır. Kendisi bu menzilleri nasıl gördüyse size de bu hal üzre esmâ telkininde bulunmuş. Bunların zuhûru muhakkaktır. Şunu da arzedeyim; hatırlarsanız bazı kokuların zuhûru hakkında konuşmuştuk. İşte bu beşinci esmâ’ın bir husûsiyeti de koku hassasının bâriz bir şekilde artmasıdır. Teninizin de kokusu değişecektir. Size mahsus bir koku ihsan edilecektir ve bu hal tiryakilik yapacak derecede sizi kuşatacaktır. Yaptığın işleri, konuştuğun kişileri kokusundan tefrik edeceksin ve vücûdunun kokusundan bulunduğun durumu farkedeceksin.

Sâdık refikim İhsan Efendi oğlum, gözüne görünen o yağmur danesi gibi inen ışıklar yahut arada bir zuhûr eden renkli nur topları melâike-yi kirâm hazerâtınm hizmetleri esnamda vücûda gelen şeylerdir. Size rüyada gösterilen o nuru takip etmeniz ve o nuru müşahede ettiğiniz makamlarda temkinli olmanız ve pirinizle râbıta eylemeniz yerinde olacaktır. Ayrıca bahsettiğiniz; karşınızdaki konuşurken sizden konuşanın, o sözler hakkındaki ikazlarına kulak verin lâkin etrafınızdaki insanlar bu halinize muttali olmasın. Yani içinizdeki konuşanı dinlerken dışarıdan konuşulanları ve konuşanı birbirine karıştırmayınız, halinizi de belli etmeyiniz. Size birisi bir şey sorduğunda henüz sırrınızdan bir cevap gelmediyse susup bekleyiniz. Fakat bu sükût haliniz başkalarının nazar-ı dikkatini çekmesin. Alelâde bir meşguliyetle bu halinizi perdeleyiniz. Anlamış olsanız da tecahül yapınız.(Bilmiyormuş gibi durunuz.)

İhsan Efendi oğlum, bu kâğıt parçası hafif, satırlar da birkaç satır. Lâkin bu mektubun muhteviyatı ve satırlar arasındaki mânâsı pek ağır. Ne kendime ne sana daha fazla külfet olmasın inşâallah. Bu mânâları fehmetmeyi Cenâb-ı Hakk sana ihsan eylesin. Hak Teâlâ seni iki cihanda aziz eylesin. İlminle âmil, ilm-i ledünle kâmil olasın. İsm-i Hayy sırrıyla hayat bulup envar-ı ilâhîyeyle münevver olasın. Cenâb-ı Hakk, rızası için konuştuğun kavlini te’sirli eylesin. En büyük düşmanın olan nefsinin şerrinden seni muhafaza eylesin. Erenlerin himmeti dâimâ sizlerin ve bizlerin üzerlerine olsun. Gelişi sıdk, gidişi sıdk, sözü sıdk ve makamı sıdk olan kullar zümresine dâhil buyursun.

Allah’ın rahmeti, inayeti ve saadeti dâimâ üzerinize olsun. Fi emanillah.

24. mektupta görüşmek üzere…