İkinci Tavır

KENDİMİZİ TANIYALIM
İkinci Tavır

Bu nefsin var yedi bâbı üçünde hiç de eğlenme
Sakın emmârede, levvâmede hiç durma dinlenme

Nefis mertebelerinden ikincisi “kalb-i tıfliyye”dir. Bu mertebenin nefsi “nefs-i levvâme”, makamı “kalp”, seyri “seyr-i lillah”, zikri ise “Allah”tır. Yaşadığı âlem, dünyada mucib-i şehavât olan “yevm-i berzâhiyye” nefs-i levvâme çocuk cevherindedir. Sâlikin bulunduğu  makamda ilerlemesi için “terk-i âdet” gereklidir.

levvame

Nefs-i emmâre ile kim bulsa hevâ
Zahm-i levvâmeye ol bulmaz devâ

“Kınayıcı nefs”de denilen nefs-i levvâmede kalp, az da olsa kalp nûru ile nûrlanmış ve sahip olduğu bu nur mikdarınca uyanıklık kazanmıştır. Bu mertebede nefis, gafletten bir miktar kurtulduğu için özeleştiri yapabilmekte, kendisini kınayıp günah işlemekten çekinmekte ama tamamen olgunluğa erişemediği için yine de günah işlemeye devam etmektedir. Bu mertebede nefsinin kötü sıfatlarını eleştirmeye başlayan sâlikin Kur’ân’daki emirlere karşı bağlılığı ve salih amelleri artmıştır.

Nefs-i levvâme, dâima Hazret-i izzetten çekinen ve mahzûn olan, kahra sebep olacak amellerinden imtinâ ederek, lutfa lâyık olmaya gayret eden nefistir. Bundan dolayı Hakk Teala kâsem tâcının onun başına koymuş  ve لَٓا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ kendini kınayan nefse andolsun buyurmuştur.

Nefs-i levvâme, kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan, emmâreliği tamamıyla zâil olmamakla beraber, ara sıra pişmanlık duyan, sahibini yasaklara yöneltmekten ayıplayan bazen de hayırlı ameller ilham ederek güzellikleri fısıldayan nefis demektir.

Lâim demiyor, nefs-i lâime demiyor; levvâme diyor. Yâni mübâlağa sîgası, âmir değil, emmâre dediği gibi; levvâme… Bu sefer nefsini çok levm ediyor. Sabah akşam nefsiyle mücadelede… Diyor ki: “ – Gene beni kandırdın. Gene bana bu sabah namazını kaçırttırdın. Gene bana şu günahı işlettirdin. Sen ne kötüsün be! Senin elinden ne zaman kurtulacağım ben ya? Yâ Rabbi, sen bana güç kuvvet ver, şu nefsimi yeneyim!” diyor. Nefsinin düşman olduğunu anladı, nefisle mücadele ediyor ama, nefis kuvvetli, bu zayıf. Küt küt yere vuruyor, küt küt yere vuruyor. Yatırıyor bunu daimâ…. Bu her seferinde: “ – Ah gene nefse yenildim, eyvah gene mağlup oldum, gene günahı işledim, gene hatayı yaptım…” filân diye nefsine levm ediyor, kendisini kınıyor. “Çok kusurluyum, çok hatalıyım, pür hatayım, günahlara batmışım… Benim hâlim ne olacak?” diye. İşte bu nefs-i levvâme… Bu hâle geliyor. İlk önce nefisle bir mücadele başlıyor ve o mücadelede yenildikçe, kişi kendi kendisini kınıyor. Kendi kendisine kızıyor. “Yâ ne zaman kuvvetleneceğim ben?” diyor.

Nefs-i Levvâme’ye sahip olanlar, yine nefs-i emmâre sahibi gibi, her türlü fenalığı yapar velâkin sonradan nedamet edip nefsini levmederek yâni ayıplayarak tövbe eder. Yine tövbesini bozar, yine tövbe eder. Bu sıfata malik olanlara da nefs-i levvâme sahibi derler. Bu hal, kurtulmaya, iyi insan olmaya başlangıçtır.

Dört unsurdan ateş, zâlim (Emmare), hava, Ehl-i şeriat (levvame), su, ehl-i marifet (mülheme), toprak, ehl-i hakikat (mutmaine) remzidir.

Levvâme-i nezâfet nesîm-i nefha-i irşâd ile gubâr-ı hâk-i siyeh-i kalb mahv ile bekā bulmasıdır…

Nefsin terbiye olmaya başladığı duraktır çünkü nefs kendinde bir eksiklik hissettiğinde, bazı işlere gücü yetmediğini anladığında iş biter. Orada gemi delinir. Yani varlık gemisi o eksikliği hisseder hissetmez delinir. Bu genellikle iki şekilde olur; ya sille-i Hüdâ’yla, şefkat tokadı olacak bir sıkıntı gelir, kendi o sıkıntıyla başa çıkamayınca nefs, İbnü’l Arabî Hazretleri’nin buyurduğu gibi “Yahu, hani her şeyi beceriyordun? Daha bir sıkıntını bile gideremiyorsun, demek ki sende bir eksiklik var!” der ki, eksikliğini ve yanlışlığını idrak ettiği anda dirilme başlar. Bir ölüm, doğal âfet, ciddi bir hastalık misafir olduğunda, travma sonrasında hakiki gücün karşısında acziyetini hisseder.

Yahut da bir aşk, bir cezbe gelir, bir mürşid-i kâmil ile tanışır, onun ilmine hâlime bakarken kendi eksikliğini görür ki, o zaman aczini da hisseder. Burada levmeden nefs zevkli bir nefs olsa da daha adam olmamıştır. Neden? Çünkü kendini kötüler ama hemen ardından tekrar metheder, günaha dalar. Levvâme mertebesindeki kişi, sahip olduğu ilim ile övünür ve bu ilim sayesinde baş olmak ister. Tahsil ettiği mantık, me’ânî gibi ilimler aracılığı ile halka ilim sahibi olduğunu göstermeye çalışır

Levvâme mertebesinde bulunan sâlikin vasfı “nemmâme”, sıfatları ise “yerme, kınama, heves, mekir, ucub, sem ve sekr”dir.

Ger sorarsañ nefsini levvamedür
Vasfı dahı hem bunuñ nemmamedür

Sâlik nefs-i levvâme mertebesinde bir taraftan dünyalıkları terk etmeye diğer taraftan da mevki sahibi olmaya çalışmaktadır. Oysaki rızık Allah tarafından ezelde taksim edilmiştir. Bu iki düşünce arasında sıkışıp kalmış olan sâlik, bundan kurtulmanın yollarını aramaktadır.

Hırs ider bilmez ki ta vakt-i ecel
Rızk-ı maksum oldıgın yevmü’l-ezel

Böylesine bir ikilem yaşayan sâlik, bir taraftan ilmi ile övünüp makam ve mevki sahibi olmanın ve itibar kazanmanın yollarını aramaktadır. Diğer taraftan ise “kalb-i selim” sahibi olmanın etkisi ile gönlünden mâsivâyı kaldırmak için uğraşmaktadır. Sonunda yolcu ikilemlerden kurtulup kalb-i selim sahibi olmaya karar verir ve “Allah hiç kimsenin içine iki kalp koymamıştır” [Ahzab:4] hükmünden yola çıkarak nefsinin mutlak hâkimiyetinden kurtulmak için çalışır.

İki olmaz bir olur kalb bî-güman
Buna delil vardurur kavl-i Subhan.

Nefs-i levvâme mertebesine ulaşan sâlik, kötülüğü terk edip iyilik yapmaya başlar. Yalnız kendisine karşı yeteri kadar güveni olmadığı için yaptığı salih amellerin başkaları tarafından da görülüp bilinmesini ister. Nefs-i levvâme, Kur’an-ı Kerim’de daha önce yaptıklarından pişmanlık duyan nefis olarak tanımlanır ve Kıyâme suresinde şu şekilde geçer “Kendini kınayan (hakikate ters düştüğünü fark edip pişmanlığını yaşayan bilince) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).” [Kıyame:2]

İkinci tavırda sâlik, nefsinin “tasfiye” ve “tahliye”si için çabalar. Bu mertebenin hâli “muhabbet”, nûru, “kızıl”; vâkıâtı bağ, bahçe, çerağ, yıldız, gökler, gül bahçesi, mescidler, Kâbe, gökyüzü vb. dir. Nefs-i levvâmenin yıldızı “Utarit”, günü Pazar, nebîsi Nûh a.s. ve eseri “tevhîd-i ef’âl”dir.

“Kalb” makamıda denilen nefs-i levvâmede sâlik “basar” (görme) sıfatına sahiptir. Bu mertebenin özellikleri; ayıplanmak, heves, hilekârlık, kendi halini beğenme, işret, temenni ve kahırdır. Bu mertebede olan sâlik doğru ile yanlışı ayırmakta zorlanır.

Bu mertebede asıl günah kibirdir. Sâir ahlâk-ı zemîme ondan nâşîdir. İnsân tekebbür etmese sâir ahlâk zuhûr eylemez. Meselâ gazap ve haset gibi…

Nefs-i emmârenin etkisi altında kalbine gelen kötü havâtırdan zevk alan sâlik, bundan kalb makamının etkisi ile kurtulmaya çalışır. Bu makamın günü, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gün olan Pazar günüdür çünkü sâlikte de bu makamda manevi gökler ve yerler meydana gelmektedir. Bu makamın yıldızı “Merkür” (muhabbet yıldızı)’dür çünkü özelliği bilgi ve hüner olan Merkür gibi bu makamda da kalb, bilgi ve sadakat makamıdır. Peygamberi Hz. Nuh’tur. Hz. Nuh, ruhu simgeler, ruh ise nefse ait olan güçleri davet eder.

Bu makam Nuh makamı olarak isimlendirilir. Çünkü Hz. Nuh Allah yolunda çile ve meşakkatlere katlanmıştı. O yüzden bu makamda buluna kimseye şu tavsiyede bulunuyor: Ey bu makamda bulunan kişi, nefsini Hakk’a karşı ibadet ve kulluk yolunda güçlendir. Nefsine Hakk elbisesini giydir. Allah’a davet yolunda tıpkı Hz. Nuh’un çektiği meşakkati çek. Eğer böyle yaparsan birçok menzili birden aşarsın. Öyleyse Hakk’a teveccüh et. Rabbine dua et ve şöyle de: Allah’ım, her şeyin sahibi sensin, emir senindir kul da senin kulundur. Salik bu şekilde tazarru ve duaya devam ettiğinde kendisine şu sır bildirilir: Artık sende fenâ hali gerçekleşmiş oldu. Daha sonra Celal isminin kahrı üzerine iner ve ruhtaki gam, keder ve üzüntü ortadan kalkar. Ruhta, Nuh tufanında olduğu gibi sular yükselir ve deniz ortaya çıkar ve nefis gemisi parçalanır. Böylece Nuh’un ruhu kurtulur. Artık o ruhla beraber olan sıfatlar baki kalır diğerleri zail olur gider. Bu durumda salik, artık nefis ve vücut gemisinden kurtulmuştur. Ruh güçlenmiştir. Dolayısıyla artık bile isteye Rabbine isyan etmez.

Zikir, nefs-i levvâmeyi kendi nuru ile aydınlatır. Karanlık bir evde açılan lamba orayı nasıl aydınlatırsa zikirde kalbi öyle aydınlatır. İçindeki bütün kusurlar görünür hale geldiğinden nefis bunları kınamaya başlar ve uzaklaştırmak için çabalar.

Levvâme şehrine giren sâlik, kötü huylarını bırakmaya söz vermiştir ancak bir süre daha günah işlemeye devam edecektir. Pişman olacak ve tekrar tekrar tevbe edecektir. Bu insanın kendisiyle (nefsiyle) savaşıdır ve onun olgunlaşma yolunda melek, hayvan ve şeytandan ayrılan tarafıdır.

Heves ve mekerr ve ‘ucub ve ‘ışret ve temennâ ve ruhsat ve ibâhat Nefs-i Levvāme’nin vasf-ı mekrûhlarındandır. İşte kalbin dış tabakasına bulaşmış, henüz terbiye edilmemiş, levmedilen, ayıplanan bu sıfatlar insanı celb ederek gelin gibi cilvelendiği vakit, hemen şahıs o günahı işlemek için kendinde bir cesaret toplar bu esnada Hakk’a ve O’nu hatırlatanlara doğru yönelip kâmil akıl sahibi mürşitten feyz alarak dönüp kendi kalbinin derinliklerine bakarsa derhal pişman olup tevbe eder. Ahsenü’l-kısâs olan Sure-i Yusuf’ta misâli vardır: Andolsun ki (o kadın) Onu arzulamıştı… Rabbinin burhanı olmasaydı (aklı, duygusuna hâkim olmasaydı Yusuf da) ona meyletmiş gitmişti! Biz böylece Ondan kötülüğü (nefsanî duyguları) ve şehveti uzak tuttuk! Çünkü O, ihlâslı kullarımızdandır. [Yusuf:24] Hz. Yusuf (as)’ın ona meyletmesi, insanın fıtratında var olan, kalbin en dış tabakasındaki  tabî bir duygunun -iradesi dışında- harekete geçmesi anlamındadır. Kitabın bu âyeti bir yergi değil, övgü manasınadır çünkü  şâyet Hz. Yusuf’un kadınlara karşı fıtrî bir meyli olmasaydı, ondan uzak kalmanın övülecek bir yanı olmazdı. Mühim olan, bu gayrımeşru olduğu kadar gayrıihtiyarî olan meyli, kendi ihtiyariyle, özgür iradesiyle aklın rehberliğinde def etmektir. İşte Hz. Yusuf (as) gördüğü burhanla en doğru yolu izlemiştir.

Sâlik işlediği günahlardan sonra nefsini kınamayı başarırsa bir süre sonra zâhirî günahları işlememe konusunda terbiye olmuş demektir. Bu hale ulaştığında durum rüyalarına yansır ve artık bu şehirde konaklama süresi biter. Mürşidinin verdiği öğütlere uyarak bir üst şehir olan “mülheme”ye geçer.

Bu makamda birçok meşakkat vardır. Zira bu makamdaki nefis, sahibine vesvese vermek ve ona tuzak kurmak suretiyle onu yoldan çıkarmaya çalışarak delalet ve sapkınlığı arttırmaya çalışır. Çünkü bu makamda da nefsin kusurları çoktur. Bu makamda bulunan kimseler, sülûk yolunda sabır ve sükûnetle yol alıp maksudunun dışında başka şeylere dönüp bakmaz, onlara iltifat etmezler ve Allah’ın izni ile maksutlarına da ulaşırlar. Bunlar, tarikat yolunda tevazu yolunu seçen ve bu tevazu sayesinde de aşk şarabından içen kimselerdir. Bunlar, tevazudan dolayı daima boynu bükük bir halde bulunur ve su misali asla yüzlerini topraktan kaldırmazlar. Dolayısıyla salik, bu makamda hem şeytanın iğvasına ve yoldan çıkarmasına, hem de nefsin tuzaklarına yakındır. Bu yüzden şeriatın ipine sımsıkı sarılması lazımdır ki tarikat yolundan kaymasın, Allah’a karşı ihlas ve samimiyetini arttırsın, içindeki şüphelerden kurtulsun ve dinin hükümleri ile hükmetmeye başlasın. Bu makam, ruh makamına veya âşıkların bulunduğu makama pek yakındır.

Ayet ile hadis ile anlayana verdim cevab
Andan öte içerüye levvameye seyrân gerek

Şeriatden tarikatden içerusu sır iledir
Akıl ana ârif olmaz mülhemeye vicdân gerek

Nefs-i levvâme makâmı tehlike ve hatar üzerine idüğin bilesin ve nefs-i emmâre ile nefs-i levvâmenin ahvâlini dâima tefakkud edip murâkabe altında tut!

Levvâme sıfatı, nefs-i-emmâre’ye pek yakın olduğundan bu sıfatta olanların da akıbetlerinden korkulur, demişlerdir: Yâ Rabbî! Ey kalpleri halden hâle çeviren Allâhım, kalplerimizi, dinin ve ta’atin üzere çevir de orada sabit kadem eyle bi-hürmeti-câh-i seyyid-il-mürselîn.

EŦ-ŦAVRU’Ŝ-ŜĀNį
Fā’ilātün / Fā’ilātün / Fā’ilün

Ŧavr-ı evvel seyrini ķılduķ tamām
Tevbe vü telķįn-ile āħir-kelām
Ŧavr-ı ŝānį seyrine baśduķ ķadem
Seyr-i ila’llāhdan śoñra vü hem
Pes maķām-ı ķalb kim ikincidür
Toħm-ı ĥubbi gel aña ek incidür
Ger śorarsañ nefsini levvāmedür
Vaśfı daħı hem bunuñ nemmāmedür
Ħulķları levm ü heves daħı mekr
‘Ucb u ‘aşv vü hem daħı sem’ u sekr
Hem śabį dirler aña ey bü’l-‘aceb
Nedürür böyle dimek buña sebeb
Kim śabį meyl idiciye didiler
Her zamānda bu da meyyāl bildiler
Meyl elinden ĥāli olmaz ber-ķarār
Gāh śāfį geh mükedderdür ey yār
Meyl ider terk itmege dünyāyı hem
Ķalmaya ya’ni elinden bir direm
Meyl ider bāy olmaġa gāh uzanur
Yüz biñ ola dir fülürüm ķazanur
Ĥırś ider bilmez ki tā vaķt-i ecel
Rızķ-ı maķsūm oldıġın yevmü’l-ezel
Baĥr-i efkār ġarķ idüp anı tamām
Yapışacaķ bulamaz bir yir müdām
Gel geçelüm bu śabāvet ‘ālemįn
Gör mine’l-ķalbi ile’r-rūĥ ‘ālemįn
Hem iki dürlü olur bu ķalb daħı
Gūş-ı cān-ile işit sen ey aħį
Birisi cāna anuñ ķalb-i ‘alįm
Mübtelādur ‘ilmine olmaz selįm
‘İlmine tekyelenüp işi ġurūr
Geh tekebbür gāh ‘ucb u gāh fücūr
Hem riyāset arzū eyler bes tamām
Śadra geçmekdür işi anuñ müdām
Gāh manŧıķ gāh me’ānį gāh beyān
Ya’ni ħalķa ‘ilmini eyler ‘ayān
Geh belāġat geh feśāĥatden müdām
Dem urur bilmez nedür ammā merām
Biridür daħı anuñ ķalb-i selįm
Geçdi ‘ilminden odur Ĥaķķa ‘alįm
Kendü ‘ilmini ķılup ‘ayn-ı ‘adem
Yapışur Ĥaķķ ‘ilmine ol dem-be-dem
Mā-sivāyı maĥv ider dilden müdām
Muśĥaf’ı ķalbine yazar ħoş kelām
“Yemve lā yenfa’”da nef’į bi’t-tamām
Bes selįm olmaġ-ile buldı selām
İki olmaz bir olur ķalb bį-gümān
Buna delįl vardurur ķavl-i Subĥān*

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “ Âdemoğlunun vücudunda bir et parçası vardır. Eğer o sağlıklı olursa vücut da sağlıklı (iyi) olur. Eğer o bozulursa vücut da bozulur. Dikkat edin; o, kalptir.” [Buhârî, İmân, 39, c.1: s.19]

🔑 Nefs-i Levvâme’den geçebilmek için ism-i celâlin nuru ile tevhid kelimesinden haline ermek gerektir, gül şeklinden, gül kokusuna ulaşmak, ikilikten, “ben”i görmekten geçmek lâzımdır zîrâ kendini görmediğin her yerde Hakk’ı görebilirsin.

Kesil şimdi yürü cümle hevâdan
Nazar kat eyle külli mâsivâdan

Erip aşk-ı Hakk’a âşık olasın
Cemâlin görmeye lâyık olasın

 

Birinci Tavır

KENDİMİZİ TANIYALIM
Birinci Tavır

Nefs-i emmâresini zabt idemez ehl-i hevâ
Ten gemisine dümenci olmaz her çevüren

Meşrebi îcâbı bütün vakitlerinde, vücudun kuvvetlerini şehveti uğrunda kullanan bir acâyib bendir.

nefs7.jpg

Geldi tenbîh remz-ile görmez misin
Tutup emri ölmeden ölmez misin

Nefs mertebelerinde birinci tavır “sadr-ı hayvaniye”dir. Bu mertebenin nefsi “nefs-i emmâre”, seyri “seyr-i ilallah”, âlemi “şehâdet”, zikri zâhirde “Lâ ilâhe illallah” bâtında “La ma’bûde illalâh” (hakikatte güç ve kuvvet sende değil amir sen değilsin, senin kulun değilim ey nefs, kulluğum ancak Allah’adır mânâsına), makamı ise “sadr”dır. Bu mertebede tabiatıyla bulunan sâlik, kelime-i tevhid zikrine (darb-ı tevhid) devam etmelidir.

Nefs-i emmârenin bütün işleri, kahra muvâfıktır, bütün işleri şeytânın beğendiği işlerdir.

zikr_tevhid

Nice mecruh eylediyse ruhunu emmâre nefs
Sen de gürz-ü zikr ile dön başına eyle kısâs
Azgın nefs-i emmâren ruhunu nîce bin günâh ile nasıl yaraladı ise sen de zikir topuzuyla ona kısas uygula; vur başına darb-ı zikri… çünkü bundan başka bir amelin kalbe etkisi yoktur. Nefs-i emmâre, bir mürşid-i kâmile biat eden sâlik için manevî yolculuğunun başlangıç noktasıdır. Bu mertebe adını Yusuf suresi 53. ayet-i kerimesinden almıştır: “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder.”

Ben kendimi temize çıkaramam. Doğrusu bir kişi, elbette kendi isteklerinin zorbalığında olduğunda bir kötülük içinde olur. Ancak Rabbinin merhametini anlayanlar başka. Muhakkak ki Rabbim mağfiret edendir, tüm varlığı özünden vâredendir.

Kelime-i tevhîd zikri ile sâlikin nefsinde “nefy” gider “isbât” kalır. Vasf-ı mekkâre (hilekar, yük hayvanı) olan bu mertebede bulunan kullarına Allah, “İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar” [Araf:179] ayeti ile seslenmiştir. Nefs-i emmâre mertebesinde ki kötü huylar: hırs, kin, haset, şehvet ve benzerleridir.

Sorarsan nefsini emmâredür ol
Sana sihr eyleyen mekkaredür ol

Nefs-i emmâre mertebesinde bulunan sâlikin şehvetini eşeğe, kinini ve gadabını zehirli yılana, nefsinin tamah ve aç gözlülüğünü kurta, ihanetini tilkiye, murdarlığını ise köpeğe benzetirler. Bu mertebede olan kişi, yaptığı iyilik ve güzelliklerle övünür, başkaları da bilsin ister çünkü nefsi dünyevi istek ve arzularının esiri olmuştur.

İşit hem vasfını emmarenün gel
Dahı ol halini mekkarenün gel.

Nefs-i emmâre mertebesinden kurtulmak isteyen sâlik öncelikle tüm yaptıklarından pişmân olup samîmi bir tevbe ile tevbe etmelidir. Bunun yanında sadrını tüm kötülüklerden temizlemelidir. Böylece sadrın üzerini örten “kışr” (kabuk) ortadan kalkacak ve “lüb” (öz) ortaya çıkacaktır. Kelime-i tevhid zikrine ve ibadetlerine devam eden sâlik, nefsi ile sürekli mücadele ederek “ilme’l yakîn”e erişebilecektir.

İrerse sadruna çün darb-ı tevhîd,
Gele tasdik kalbe gide taklîd

Nefs-i emmâre, sürekli kötülüğü emreden, kulu Rabbinden uzaklaştırıp kötülük işlemeye sevk eden en alt mertebede bulunan isyankâr nefistir. Bu mertebede bulunan kişinin tek düşüncesi; dünya, dünyevi menfaatler ve fiziksel ihtiyaçların giderilmesidir.

Bu tavrın nûru, gök (mavi); vâkıâtı (gördüğü rüyalar), yırtıcı ve vahşi hayvanlardır. Sâlikin bu mertebede gördüğü rüyalara itibar edilmez. Bu mertebenin günü cumartesi (onun için en uğurlu gün), feleği Ay, peygamberi Hz. Âdem, eseri ise “fenâ-yı mâsivâ”dır.

Nefs-i emmâre mertebesinde bulunan sâlik, ibadet etse de bunu azaptan kurtulmak için veya riyakârlıktan dolayı yapar. Bu mertebede akıl etkili olduğu için bazen ruh gelse de akıl onu geri göndermektedir. Bu makamda rüyada görülen hayvanlar iyiye yorulmamakta, bu hayvanların sıfatları ne ise görülen rüyalar o şekilde tabir edilmektedir. Bir şeyh rehberliğinde sülûk eden müridlerde güzel vakıalar da yaşanmaktadır. Zamanını tezkiye ve tasfiye ile geçiren müridin fiilleri ve sözleri değişir, güzel sıfatlar kazanır ve “kalb” makamına girer. Aksi takdirde salik “berzah”ta kalır.

Talep makamı olan bu makamın günü cumartesidir çünkü Kureyş kavmi cumartesi günü Hz. Peygamber’e tuzak kurmak amacıyla Dâru’n-Nedve’de toplanmışlardır. Burada Dâru’n-Nedve, sadrı; Kureyş, nefs-i emmâre güçlerini; Hz. Peygamber, ruhu; Hz. Ebu Bekir ise ruhun güçlerini simgelemektedir. Nefs-i emmâre mertebesinde sadr da toplanan nefsanî güçler sürekli olarak ruha tuzak kurmak için fırsat beklerler.

Nefs-i emmâre mertebesinin yıldızı “ay”dır. Çünkü ayda bulunan özellikler sadırda da bulunmaktadır. Salik bu mertebede nûrânîlik rengini aydan almaktadır. Ay ışığı düştüğü keteni nasıl mahv ediyorsa salikte kötü sıfatlarını bu makamda mahvetmektedir.

Bu mertebenin peygamberine Hz. Âdem denmesinin sebebi ise onun “ebu’l evlâd” (nesillerin babası) oluşudur. Hz. Âdem nasıl nesillerin babası yani başlangıcı ise nefs-i emmâre de nefis mertebelerinin başlangıcıdır.

Nefs-i emmâre mertebesinde sâlikin nefsi sürekli olarak bedenin fiziksel ihtiyaçlarının karşılanmasını ister, kalbi ise maneviyattan zevk almaz. Burada kişi şirk, küfür, gaflet, cehalet, dünya sevgisi, tûl-i emel, ikiyüzlülük, gurur, heva, gazap, şehvet, hırs, buhl, ucb ve kibir, intikam, kin, düşmanlık, cimrilik gibi sıfatlara sahiptir. Sahip olduğu bu kötü sıfatları düzeltmek isteyen mürid, kâmil bir mürşide intisab ederek kelime-i tevhid zikrine başlar. Sâlikin bu kötü huylardan tamamı ile kurtulabilmesi mümkün değildir. Ancak bu kötü huylar güzel huylara dönüştürülebilir. Sâlik bu mertebeye özgü olan kötü huyları düzeltmeden bir üst mertebeye geçemez.

Özenmez misin ol yâre aldanmışsın ağyâre
Seni azdırmış emmâre, gel Allah’a dönelim gel 

“Nefs-i hayvaniyye” de denilen bu mertebede bulunan kişinin nefsini bilmek, Rabbini tanımak ve mârifet tahsil etmek gibi kaygıları bulunmaz. Onun tek kaygısı “akl-ı meaş” (geçim derdi)’dir, “akl-ı mead” (ahiret fikri)’den ise habersizdir. Nefis, bedenin fizyolojik isteklerinin etkisi altındadır oysa insan bedenden ibâret midir?

Benim bu emmare nefsim, ne ders aldı, ne de ibret
Yaşımdan ve ak saçımdan, nedeni kara cehalet

EŦ-ŦAVRU’L-EVVEL
Mefā’įlün / Mefā’įlün / Fe’ūlün

Nedür ol ŧavr-ı evvel śadruñ ey yār
Mine’l-ħalķi ile’l-ħalķ oldı her bār
Śorarsañ nefsini emmāredür ol
Saña siĥr eyleyen mekkāredür ol
Çün oldur ma’den-i fisķ-ı đalālet
İde Ĥaķķ śadrını şerĥ-i hidāyet
Anuñ aħlāķıdur ĥırś u küdūret
Ġađab buħl ü ĥased hem daħı şehvet
Didi emmārenüñ ehline ol Ĥaķķ
Bular en’ām gibi oldı muĥaķķaķ
Daħı en’āmdan oldı hem eđāll ol
Naśįb olmadı çünkim raĥmeti bol
İşit hem vaśfını emmārenüñ gel
Daħı ol ĥālini mekkārenüñ gel
Dönübdür şehvet-ile bu ĥımāra
Ġađabla kin ile āġūlu māra
Eźā ider cihān ħalķına her dem
İder her kişinüñ göñlüni pür-ġam
Ŧama’la ĥırśla ķurdurur hemān ol
Cihānı yimege ister bula yol
Ķoyun ķuzı gibi a’māliñi āh
Ŧaġıdurdı eline girse bir rāh
İdübdür ĥįle vü tezvįri śan’at
İşitdüñ dilkiler gibi ħıyānet
Hemān ki kelb gibi daħı o murdār
O leş gibi düşer dünyāya her bār
Bu evśāfuñ birisi kimde ki var
Hemān oldur düşinde olan ıžhār
Gehį dilkü görinür gāhį aślan
Gehį kelb gehį ķurd gāhį ķaplan
Bu evśāf olduġı-çün anda ey yār
Görinür kendüsine yine onlar
Bu evśāfdan ħalāś olmayıcaķ sen
Bes olmaz saña Ĥaķķ’uñ yolı rūşen
Ħalāś olmaġa isterseñ ‘ilācı
Yüri bir yire göster iĥtiyācı
Nedāmet tįġı-ile yāre śadruñ
Çıķarup ŧaşra ķıla cümle mekruñ
Yuya hem tevbe-i ābıyla anı pāk
Vücūduñ çirklerinden eyleye pāk
Çü śadruñ şerĥ olunca pāk hem
Olur ķalbüñ Ĥaķ-ı esrārına maĥrem
Daħı şerĥ olıcaķ ol cild-i ĥayvān
Gider ķışrı açılur lübb-i insān
İde çün nefy-ile iŝbātı her gāh
Ki diye “Lā ilāhe illa’llāh”
İrerse śadruña çün đarb-ı tevĥįd
Gele taśdįķ ķalbe gide taķlįd
Çü śıdķuñ gelmese her dem saña ger
Sebeb bu mübtedįseñ ey birāder
Saña ‘ilme’l-yaķįn ise irādet
Yaķįn gelene dek eyle ‘ibādet
Gehį śıdķ u gehį kiźb ola kāruñ
Çü olmaz bir makām içre ķarāruñ
Gele ‘ilme’l-yaķįn ķalb evine gāh
Gide geldügi gibi yine her gāh
İrince sem-‘i cāna tevbe telķįn
Dilinden mürşidüñ bulınca temkįn
Olur dilinde dā’im źikru’llāh
Olur göñlinde ķā’im fikru’llāh
Lisān-ı pįri ola her ne dirse
Daħı anuñ göziyle ne görse

Bu denlü kâfîdür fe’fhem diyelüm
Mu’ammâ sorana ebsem diyelüm

Buradan da nefse yol vardır efendim.

Serkeş atlar zapt olunur dizginleri çekilerek
Benim bu azgın nefsim, kimler yola getirecek

Gerçeğe ne ibâdetle, ne okumakla gidilir sâdece değerli bir şeyini kaybetmekle, dert  ve musibetle… Terakkî zevkte olmaz ancak belâ ve mihnette… O halde ey tâlip tabîat mertebesinde kurtuluşun çaresi asıl, açlığa sabr eylemektir!

🔑 Nefs-i Emmâre’den geçebilmek için bizim hiçliğimizi ve ancak tecellî edenin Allah olduğunu ilmen de olsa bilmek gerektir.

 

17. Mektup

17. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların onyedincisidir.

1mursidinmektuplari

Hamdden âciz olduğumuz Mevlâ-yı müteâl kendi zâtını nasıl teşbih ediyor, takdis ediyor ve kendi zâtını nasıl ta’zim ediyor ise biz kulların tahmid, tehlil, tekbir ve teşbihlerini öylece kabul buyursun. Cenâb-ı Hakk’ı hamdetmek ve teşbih etmek davamızdan tenzih ederiz. Hamdden âciz olduğumuzu idrak ile Rabbü’l-âlemîn’e hamd ü sena ederiz. Kabul eyle yâ Rabbî.

Allah Teâlâ ve meleklerinin bizzat salât ü selâm eylediği o Nebîy-yi zîşan’a salât ü selâm etmek davasından hicab ederiz. İlâhî yâ Rabbî, senin salât ü selâmını ve meleklerinin ta’zimat ü tekrimatını lütfen ve keremen nam-ı hesabımıza yazıver ve bizleri böylece salât ü selâm etmiş kabul ediver. Günahkâr ümmetleri ve liyâkatten uzak bendeleri olduğumuzu idrak ile Fahr-i âlem’e salât ü selâm ederiz. Âline, ezvâcına, evlâdına ve ashâbına hürmet ve ta’zimimizi bu salât ü selâmlar vesilesiyle tecdid ederiz. Bunları da kabul eyle yâ Rabbî.

Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn vessalâtü vesselâmu alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihî ve ezvâcihî ve evlâdihî ve ashâbihî ve etba’ihî ecmâin âmin.

Esselâmu aleyküm İhsan Efendi oğlum,

Derviş İhsan Efendi oğlum, sohbet edeb üzeredir. Edeb yolunun meşki sohbetledir. Bu sebebden sohbetteki edeb, şeyhe mukabelede bulunmak, ihvanla hemmeclis olmak husûsî dikkat ister. Sohbet meclisinin sahibi Hazret-i Allah’tır. Allah için sohbete oturuldu mu artık onun falancası filancası olmaz. Cenâb-ı Hakk’m nazar ettiği, hatta o meclistekilerle beraber oturduğu, Efendimiz(sav)’in ruhaniyetinin o sohbet halakası üzerinde olduğu bir an bile unutulmamalıdır. Zaten bu nev’î nisyan(unutmak) kişiyi sohbetten ve huzurdan düşürür. İnşâallah sohbet hakkında tafsilatlı malûmatı sizlere bilâhare arzedeceğiz. Şimdi sana lâzım olan, bu mevzu’yla alâkalı, şeyhe yani mürşide rüya arzetme bahsidir. Çünkü mânânın mürşide arzedilmesi de sohbet kabilindendir.

Nefsanî tarîklerde yani hem nefsi hem ruhu terbiye dairesine alan ve o şekilde kalbin tasfiyesini ve ruhun tahliyesini, yakîn derecede sâliklerine gösteren tarikatlar rüya ilmine ve tâbirine çok dikkat ederler. Rüya sâlikin durumunu çok bâriz bir şekilde ortaya koyar. Bu ortaya çıkan ahvâlden şeyh de, mürîd de kendince alması gerekeni almalı, işaret edilene âgâh olmalıdır. Mürşide mânâyı arzetmek hem sohbete dâhildir, hem sohbetin mahsulüdür. Bir derviş hem esma tâlimini, hem zikrini, hem sohbeti hem de şeyh ile arasındaki ülfet ve terbiyeyi bu mânâların zuhûruyla hangi derecede olduğunu anlar. Rüyayı şeyhe arzetmenin en başta zâhirî şartları vardır. Bu zahir edebe riayet fevkalâde önemlidir. Bir kere şeyh, rüya dinlemek için bir vakit ta’yin ettiyse ol vakte mülâzemet etmeli. Sâir vakitte rüya arzetmeye kalkışmamalı. Eğer husûsî bir vakit ta’yin edilmemiş ise kendisinin teklifi üzere yani “Rüyanız var ise dinlerim.” gibi bir söz sarfetmesi üzerine diğer mecliste bulunan zevatı ve şeyh efendinin halini gözeterek yapmalı. Bu ikisi haricinde eğer bir vakit ta’yin olunmamış lâkin münasib olduğu kanaati sizde uyanmışsa usulcacık şeyh efendinin yanma, belki bir hizmet vesilesiyle de olabilir, yaklaşıp “Efendim, bir şey gösterildi.” veyahut “Rüyalarım var, arzedebilir miyim?” gibi izin alarak şeyh efendinin müsait olup olmadığı anlaşıldıktan sonra mânâlar arzedilmeli. Lâkin dervişe lâzım olan irfandır. Şeyh efendinin hem lisânından hem de simasından bu destur alınmalı, “Olur.” dediği halde çehresi o desturu vermez ise “Başka bir zaman anlatsam fakîr için daha uygun olabilir, fakîr için hiçbir mahsuru yok.” gibi gönlü hoş tutan sözlerle mürşidin rızası tahsil edilmeli. Bundan sonra eğer mürşid “Anlat” derse sözü çok uzatmadan hemen rüya arzedilmeli. Mürşid ile konuşurken hatta dervişân arasında “ben” sözü mümkün mertebe telaffuz edilmemeli. Ya “bendeniz” yahut “fakîr” kelimesi isti’mâl olunmalı. Husûsiyle rüyada “ben” tâbiri hiç kullanılmamalı. Hatta “Gördüm, yaptım ettim.” gibi ta’rifler yapılmamalı. “Gösterildi, yaptırılmış, olmuşum, ağlamışım.” gibi rivayet eder tarzda tavsif edilmeli. Bir başka husus, rüyayı anlatırken tâbir eder gibi konuşmamalı. Diyeceksin ki, bu nasıl olur? Oluyor efendim, bal gibi oluyor! Meselâ adam geliyor, “Efendim, ben gündüz şu şu şu işi yapmıştım, akşam da şunu okumuştum, geceleyin de şu rüyayı gösterdiler.” diyor. Şimdi ne oldu? E rüyayı zaten kendin tâbir buyurdun mübarek! Bunun mânâsı bundan ibaret deyiver de bize de hâcet kalmasın, diyoruz içimizden. Amma ne yaparsın, bu sahada adam yetişecek diyerek îkaz etmekle iktifa ediyoruz. Bazen ikaz da yetmiyor artık onlar da kuru kuruya gelip rüya tâbiri bekliyorlar.

Evlâdım, mürşidlik ve bu yolda şeyhlik rüya tâbir etmek demek değildir. Bazı şeyh efendiler rüya tâbirinde de meleke kesbetmişler, her nev’î rüyayı etraftan gelen her nev’î müracaatı tâbir ve tefsir ederek şöhret bulmuşlardır. Mürşid yolda lâzım olan kadarıyla dervişin rüyasını tâbir ve tefsir eder. Yoksa her görülenin muhakkak bir mânâsı vardır. Ama dervişe ne lâzımdır? Rüya dinlenildiğinde ibadet taatmdaki çirkinlik, güzellik, gerek iyi gerek kötü düşünceler hatta midendeki hazım sıkıntısı bile farkedilebilir. Sana gösterilen o mânânın bir tefsiri ve şerhi olabilir. Amma bunların içinden sana lâzım olanı mürşid ayıklar, senin düşündüğünü değil kendisine ilham olanı o mânâ üzre söyler. İşte bu sebebden şeyhleri rüya tâbircisi zannetmek çok büyük bir hatadır. Muabbirlik ayrı, şeyh mesleğinden dolayı hâdisatı ve rüyayı te’vil etmek ayrıdır.

Güzel İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk seni kemâl ve cemâl üzre terbiye eylesin. Şunu unutmayasın ki: Şeyhe sen gidip rüyam anlattığında esasında kendini anlatır ve arzedersin. Şeyhe rüya arzetmeden evvel sendeki mânâ zaten mürşide yansır. Senden dinlenilen rüya mürşidin indinde(katında) ma’lûm olan halin sana nasıl aktarılacağının mürşide bildirilmesi demektir. Yani mürşid bilir ki falanca zât şu haldedir. Sonra o zât gelir, ona rüyayı arzeder, rüyayı arzetmeden evvel onun mânâsı zaten arzedilmiştir. Ama mürîd bunu bilmez. Sonra o rüyayı konuşurken sen idrak dereceni, seviyeni mürşidine arzetmiş olursun. Mürşidin de senin o anlayışına göre kendisine daha evvel ma’lûm olmuş hali senin mânânın tâbiriymiş gibi sana arzeder. Yani rüya en ziyâde müride kendisini bildirmek içindir. Ayrıca mürşid o derviş üzerindeki terbiyenin, sohbetten aldığı feyzin ve idrakin ne seviyede olduğunu dervişinin rüyalarım dinleyerek yakînen anlamış olur. Bundan dolayı tâbir edilmeyen her rüya şeytanî demek değildir. Bazı mânâlar da vardır ki, sadece mürşide aittir. Sâdık ve hâdim dervişlerin mânâlarında mürşidlerine havadis verilir. Mürşid onları alır “Bu bize aittir.” der ve tâbir eylemez. Tâbir olunmadığı zaman “Efendim, iyi mi oldu yoksa şer mi oldu, başka bir şey daha söyler misiniz?” gibi lüzumsuz lakırdıdan uzak durmalı, şeyh efendi ile rüya arzı hususunda konuşurken simasına aval aval bakılmamalıdır. Çünki lüzumsuz mimikler, yüzdeki ifadeler ve boş sözler şeyhe gelen ilhâmât durumuna mâni olmasa da rahatsızlık verir. Bu sebebden, husûsî konuşmalarda, duyabileceği şekilde olmak şartıyla şeyh efendinin birazcık uzağında, baş öne eğik, o konuştuğu zaman susmak ve dinlemek üzere rüya hemencecik arzedilmeli sonra da ayrılırken ya eli ya dizi öpülerek hafif bir şekilde geri çekilmelidir. Mürşidin oturuşu müsait değilse illa el diz öpmeye gayret etmek de irfansızlıktır. Yani evlâdım, illa şu kalıp olacak diye bir şart yoktur. Kalıplar belli beyândır. Lâkin nerede hangisinin yapılacağı irfanla ma’lûm olur ve o ilim üzre amel olunur.

Rüya anlatılırken ifade şekline çok dikkat etmeli, mümkün mertebe görüldüğü şekil üzere anlatılmalı, nezaket göstereceğim derken mânânın şekli değiştirilmemelidir. Mânâda menfî ve çirkin bir halde gösterilen bilindik bir şahıs varsa ilk önce o şahsın adı söylenmemeli, mürşid sorarsa ismi söylenmeli, onun haricinde gammazlarmış gibi konuşulmamalıdır. Rüyanın tâbiri veya tefsiri yapıldıktan sonra hemen tutulmalı, tebşirât verilirse etrafa anlatmamalı, bir îkaz olur ise üzüntüye kapılmamalı. Zaten derviş ona derler ki, müjde alsa da korkutulsa da büyüklerine karşı ve yolundaki hizmetine karşı asla kendinde bir değişiklik olmaz. Hatırlarsan zât-ı âlinize demiştim ki derviş şeyhi tarafından övülse de, zemmedilse de(kötülense de) i’tikadı hiç değiştirmez, muhabbeti ne artar ne eksilir. Bu hal bilmeyenlere çok acayip gelir. Lâkin erbabına malûmdur ki hakikattir.

Kıymetli İhsan Efendi oğlum, hem sorduğun sorulara cevap hem de kalbine safa olsun diye evliyâullah nutkundan ve o nutkun ruhundan size bir şeyler yazmayı muvafık gördüm. İstersen kıt’a kıt’a yazayım, lâkin aralarda mensur olarak biraz da şerh yapayım. Bu ârifâne ve zarîfâne nutuk şudur:

Zâhid bize tan eyleme
Hakk ismin okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazrete varır yolumuz

Zâhidlik, tarikatta yüksek bir mertebedir. Bir halkın bildiği zâhid vardır, bunlar âhiret için dünyayı boşayanlardır. Bir de bazı ulemânın bildiği zâhid vardır. Bunlar da dünyayı ve âhireti Allah için terk edenlerdir. Bir de bu ikisinin haricinde, halkın zâhid diye bildiği lâkin aslında taklidde kalan, millete riyakârlık içinde olan sahte ve ham sofular vardır. İşte burada zâhid diye geçen bu nev’î şahıstır. Diyor ki: Ey zâhid, ham sofu! Tasavvufun zâhirini biliyorum zannedip de bâtınından dem vuran ahmak! Sakın bizim halimize bakarak yanlış şeyler söyleyip sû-i zan etme. Zîrâ biz Hak ismini okuruz. Yani Kur’ân ve sünnet üzere yaşar, hakke’l-yakîn mertebesinde müşahede ettiğimiz usûl üzre gideriz. Bizlere böyle hak kokusu olmayan haksızca müdahalelerde bulunma ki efsaneyle amel edilmez. Bizim Cenâb-ı risâlet penahî Efendimiz’e nisbetimiz vardır. Sonra hesabı oraya vermek zorunda kalırsın. Bir mânâsı da şudur ki: ‘Sakın efsane söyleme’ demek “sakın bizim âyet ve hadîslerimize efsanedir, deme; sonra yevm-i mahşerde Hazret’in huzuruna çıktığında mahcub olursun.”

Halvetî yolun güderiz
Çekilir Hakk’a gideriz
Gazâyı ekber ideriz
İmam Ali’dir ulumuz

Efendimiz(sav) buyuruyorlar ki: “Sizin en büyük düşmanınız, iki yanınız arasındaki nefsinizdir.” Bir gazâ dönüşü de buyuruyorlar ki: “Küçük gazadan büyük gazaya doğru gidiyoruz” Ashabı soruyor: “Ya Resülallah, bu çetin gazadan daha büyük bir gazâ, çarpışma mı var?” Efendimiz saadetle buyuruyor ki: “Evet, sizin için büyük gazâ nefsinizle cihâd etmektir.” İşte bu mânâya işaret ederek dervişlerin dâimâ gazâ-yı ekber üzere olduğunu ve bu nefisle cihâdın İmam Ali Efendimiz’in usûlüne ve âdâbma göre yapıldığı beyân ediliyor. Zîrâ daha evvel de arzettiğimiz gibi dört büyük halîfe aynı zamanda dört büyük tarîkin pîridir. Yukarıda beyân edilen “Hazrete varır yolumuz.” sözünün de bir açıklaması, bir îzahıdır bu mısralar.

Her kim bu tarîka girdi
Hasanü’l-Basrî’ye irdi
Her seher okunur virdi
Seyyid Yahya’dır pirimiz

İmam Ali Efendimizin dört halîfesi vardır. Bunlara çâr yâr-i Ali denilir. Hz. Ali kerremallahu vechehu, kendisinden evvelki üç büyük halîfenin(ki onlar Hz. Ebu Bekir es- Sıddıyk, Hz. Ömer el-Faruk, ve Hz. Osman Zinnureyn Efendilerimizdir) halîfelerinin kendisine bia- tma müsaade etmiş, böylece bu üç halîfenin halîfeleri de Hz. Ali’ye intisab etmişlerdir. Hz. Selmân-ı Farisî, Hz. Kümeyi, Hz. Abdullah el Ensarî üç halîfeden kendisine intikal eden tarîkat halîfeleridir. Lâkin İmam Ali Efendimiz’in bizzat halîfesi olan Hasanü’l-Basrî’dir ve Tâbi’i’nin en büyüklerinden kabul edilir. Aynı zamanda hattatların silsilesinde de İmam-ı Ali’ye dayanan icâzenâmelerde Hasanü’l- Basrî Efendimiz’in ismi geçmektedir. İşte Halvetî tarikatında da ve İmam Ali Efendimiz’e dayanan birçok tarîklerde de Hasanü’l- Basrî Efendimiz zikredilir. Arada bir şahıs daha vardır. O ancak erbâbına malûmdur. Silsilenâmeye yazılmaz. Hazret-i Pîr Seyyid Yahya Şirvanî Efendimiz’e gelince; bu zâtın, Halvetîye’nin tüm kollarına te’sir etmiş ‘Vird-i Settar’ isminde, kendisine verilen meşhur evrâd-ı şerîfesi tüm Halvetî kollarında halîfe menzilinde olanlar tarafından okunmaktadır. Halvetîlik, Hazret-i Pîr Ömerü’l-Halvetî Efendimiz’den neş’et etmiş, lâkin Seyyid Yahya Şirvanî Hazretleri Halvetîye’de ikinci pîr olarak kabul edilmiştir. Kabr-i şerifi Bakü’de kal’a içindedir. İşte nutukta ol sebebden her seherde evrâdının okunduğuna işaret ediliyor.

Erenlerin çoktur yolu
Cümlesine dedik beli
Ko desinler bize deli
Usludan yeğdir delimiz

Evet, erenlerin yollarına biz ‘eyvallah’ dedik. Hepsini bilcümle kabul ettik. Bizim bu halimizi delilik zannedenler çıkabilir. Fakat bizim bu meşrebin delileri, bu muhabbeti anlamayanlara nisbetle çok daha akıllıdır. Ayrıca burada nazar âyeti olarak da bilinen Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i celîleye işaret vardır. Cenâb-ı Hakk, Efendimiz’in zikrini gören fâsıkların ona ‘mecnûn’ dediklerini yani deli diye vehimde bulunduklarını beyân eder ve akabinde “ve ma huve illâ zikruıı lil âlemin” diyerek bu zikrin faziletine ve bu zikre müdâvemet edenlerin bizzat kendisine ait olduğuna işaret etmektedir. Üzerinde düşün, tefekkür et! Ebu’l-Hakem yani Ebu Cehil kendini akıllı zannediyordu. Bu âyette işaret edilen hal üzere durumu kıyas eyle. Mânevi zevk alacaksın.

Tevhid iden deli olmaz
Allah diyen mahrum kalmaz
Her seher açılır solmaz
Bahara erer gülümüz

Bu dünya imtihanına gelmemizden murâd tevhîdden ibarettir. Herkes bu âlemde derecesine göre tevhid edecek ve bu tevhîd merâtibine göre âkıbet menzilini bulacaktır. Bu âlemi böyle fehmeylemeyen isterse dünyaya sahib olsun, idraksizliği hasebiyle deli mesabesindedir. Tevhîd edenler deli değildir ve asla mahrum ve mahzûn olmayacaklardır. Gayba îmân ederek hazır bil-meclis olmuşlar ve bu dünya gecesinde cemâlullah zevkiyle gül goncaları gibi sabaha doğmuşlar ve vuslat zevkiyle ebedî güzelliklere nâil olmuşlardır.

Sayılmayız parmak ile
Tükenmeyiz kırmak ile
Taşramızdan sormak ile
Kimse bilmez ahvâlimiz

Bu sırra erenler hariçte görülseler bile sırla sırlandıklarından halleri Allah Teâlâ’ca malûmdur. Şeyh efendi bu nutkunda parmakla gösterilecek kadar güzel olana da işaret ediyor. Bu zevât-ı kiramı takdir ederek parmağınla göstersen yine kadrini ve kıymetini bilemezsin. Niteliğini bilemediğin gibi(keyfiyetini) niceliğini de bilemezsin. Yani hem bu sırra erenler çoktur amma insanların ekseriyetinin bundan haberi yoktur. Haberleri olsa da hallerine erişemediklerinden takdir etmeleri bile zahirdir. Son güne kadar bu sırra nâil olacak zâtlar gelecektir. Düşmanlık yapılsa da bu zâtlar katledilse de muhakkak bu mânevî yolun yolcuları hep gidenin yerine gelecektir. Dışarıdan bakanlar seyr u sülûkun zevkini yaşayanın halinden anlamayacaklar, ya taş atarak anlayışsızlıklarını gösterecekler yahut dışarıdan gördükleri güzellikle yetinip mânâyı fehmedemeyeceklerdir.

Âşık isen cana minnet
Muhyi ola sana himmet
Elif Allah mim Muhammed
Kisvemizdedir dalimiz

Bu kıt’ada zikredilen mânâyı bundan bir ay evvel âlem-i mânâda zât-ı âlinize gösterdiler. Bunu o mânânın zuhûratı kabul edin. İrfanınıza terk ediyorum.

Cenâb-ı Hakk müşkillerinizi âsan eylesin. Vâhid ü Ehâd, Ferd ü Samed Cenâb-ı Mevlâ’ya ülfeti ve ef’alinden razı olmayı nasib eylesin. Âmin bihürmeti seyyide’l-mürselin. Ha Mim ve bihürmeti Yasîn velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.

18. mektupta görüşmek üzere…