21. Mektup

21. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmibirincisidir.

1mursidinmektuplari

Kullarının kalbi kudret elinde olan, kalbleri ruhları ve akılları tasarrufuyla halden hale çeviren, cümle halleri dilerse iyi hale tahvil eden, kendisini inkâr edene dahî rahmaniyetiyle ikram ve ihsanda bulunmakta olup kelime-i tevhidine sığınanları emin kılan, sonsuz rahmetin sahibi ve kulunun dâimâ Muîni, Celîl ve Cemil, el-Vâhid, el-Ehâd, el-Ferd, es-Samed, Allah Teâlâ’ya hamd ü senâ olsun.

Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin mahtelef-el-melavân ve te’âkab-el-asarân ve kerrara’l cedîdân v’estakbel-el-ferkadân ve belliğ rûhahû ve ervâha ehl-i beytihî minnet-tahıyyete v’es-selâm ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.

Esselâmu aleyküm ve rahmetullahî ve berakâtuhû muhterem İhsan Efendi,

Gözümün nuru İhsan Efendi oğlum, tasavvuf kal ilmi ve yolu değildir. Tasavvuf hal yoludur. Tabiî ki her sahanın ister kavli olsun ister halî olsun, kendine mahsus bir ilmi, zahirî şekli, belli umdeleri vardır. Tarikatın da aynı şekilde zahirinde olması ve bilinmesi îcab eden birçok âdâbı erkânı vardır. Ancak bunlar “hal olarak” neticelenmezse ve takallüb(değişerek) ederek hal olmazsa kişi bu erkânı bilmekle sofi olamaz. Aslında her işin hali ve zevki zâhirin ötesinde, ilerisindedir. Meselâ bir bahçevan düşün. Bu işi görerek ve ustasından tâlim ederek öğrenmiştir. İlk önce basit işlerde ustasını taklid ederek ona çırak olur. İyi yapınca takdir, kötü yapınca tekdir görür. Bu safhada tüm derdi ustasını memnun etmek ve çırak yevmiyesini almaktır. Eğer kabiliyeti varsa işi öğrenmekle kalmaz ayrıca kolayca yaptığı işlerin neticesinden de zevkyâb olur. Nihayet usta olur. Şimdi sen bunları bilmeden bahçevana baktığında ne onun evvelce çektiği zahmeti bilirsin ne de onun uğraşırken çektiği meşakkatin içindeki zevki görürsün. Ustasının onu nasıl yetiştirdiğini, nebatata nasıl bir nazarla baktığını idrak edebilirsin. Pekâlâ bu böyle iken tasavvufu zahirî ahkâmdan, tarikatı şekilden ibaret zannetmek hiç akıl ve insaf kârı mıdır? Bunun üzerine belki şöyle sorulabilir: “Efendim, mademki her iş içinde hal saklıdır, niçün hal yoludur, tâbirini tasavvufa hasrediyorsunuz?” Cevaben deriz ki: “Tasavvuf; ilmiyle, zâhiriyle, şekliyle, her şeyiyle “hal” neticesine ve müşahedeye götürür de ondan öyle deriz.” İrşad; bilmek, bildirmek değil bulmak, buldurmak demektir. Mürşidlik, hocalık mesleği değildir. Veyahut mürşid vasfında olan aynı zamanda kemâl ilminin hocasıdır amma her hoca mürşid değildir. Çünkü mürşid hale uyandırır. Kişiyi oldurur. Bildiklerini buldurur. Hal üzre hallendirir.

Tarikat müşahede ve görmektir. Bilen ile bilmeyen müsavi olmadığı gibi görenle görmeyen de müsavi olamaz. Hoca olmak için görmek şart değildir. Lâkin mürşid olabilmek için müşahede, en azından irşad sahasında lâzım olan nisbetle görmek esastır. Derviş görülmeyeni görmez. Zaten hep gösterilen ve irşada vesile olsun diye hep varolanı görür. Bu görüş duyuşla, dinlemeyle başlar. Dervişe lâzım olan ille önce nutuk haklamak, yani söz tutmaktır. Kişi her zaman gözünün önünde olan bir şeyi bile idrak edemez veya farketmeyebilir. Ancak dinlerse görür ve gördüğünü öğrenir. Meselâ çocuk görür. Gördüklerini dinleyerek farkeder, isimlerini öğrenir. Henüz görmediklerini de gene dinleyerek, hayalinde canlandırarak öğrenir. Bunun gibi insan intisabla(biat etmekle) âhiret âlemine, bu âlemde iken doğar, derviş olur, görme hali başlar. Amma unutma, bu doğum, intisabındaki duyuşla, dinleyişle olmuştur. Sonra gördüklerinin isimlerini, hallerini ve tefsirlerini öğrenir. Gördüğünü idrak dahî söz dinlemeyle mümkün olur. Daha sonra bu idrak ve müşahede hale dönüşür. Bu buluş onu oluşa yükseltmek içindir. Kâmil menziline vâsıl olunca görmekle kalmaz, Allah Teâlâ’nın inayeti ve izniyle gösterir ve buldurur. Tâlib-i Hakk ve hakîkî olanları menzile eriştirecek hal üzre âmil ve mezun olur. Cenâb-ı İbrahim’in Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bir kıssasını hatırlatmakta ve âyetlerin hikmetini bu meyânda zikretmekte fayda mülahaza ediyorum.

Meâlen şöyle geçer: Hz. İbrahim(as) “Yâ Rabbî, sen ölüleri nasıl diriltirsin?” diye Cenâb-ı Hakk’tan suâl eder. Cenâb-ı zü’l- Celâl ve’l-Kemâl “İnanmıyor musun ya İbrahim?” buyurunca Hz. İbrahim “İnandım ve îmân ettim Yâ Rabbî, lâkin kalbim mutmain olsun, lütfeyle, göster.” diyerek niyâzda bulunur. Bunun üzerine Cenâb-ı mutlak-ı âlem Allah Teâlâ “Ya İbrahim, dört farklı cins kuşu al, onları kesip cüzleri yani parçalanmış olan vücûdları birbirine karıştır, sonra birbirine geçmiş bulamacı dörde taksim edip her birini bir dağın başına koy, sonra bu kuşları tek tek çağır.” buyurur. Söylenenleri eksiksiz yerine getiren Hz. İbrahim(as) daha sonra bu kuşların aynı ilk halleri gibi diriltilip eksiksiz, kendilerine uçarak geldiğini görür. Şimdi bu âyetler üzerinde iyice tefekkür et, Tûtîzâde İhsan Efendi oğlum.

İlk önce yakîn mertebelerine işaret ediyor ki; ilme’l-yakîn; bilmek; ayne’l-yakîn; görmek; hakke’l-yakîn; bulmak ve olmaktır. Cenâb-ı İbrahim (as) gibi bir zâtın îmânında eksiklik olması mümkün olabilir mi? Hâşâ, tabiî ki olamaz. O halde burada neye işaret vardır? Âlimler, bu âyetin tefsirinde “Mürşid-i âgâh olanların haline veya mürşidde olması gereken hale işaret vardır.” buyurmuşlar ve şöyle îzah etmişlerdir: Kişi ilmiyle bildirebilir amma irşad edemez, hale kavuşturamaz. Bu zâtların ilminden istifade edip bazıları yol katetseler de, mürşid olmayanlar gene de bu kişilere âgâh olup onların hallerini bilmeye ve bildirmeye muktedir olamazlar. Hal üzre irşad için, kişiye müşahede ve bu müşahedenin kalbi mutmain kılacak derecede idraki lâzımdır. Bu sırrı fehmedemeyenler velîlerin ve hal sahiplerinin sözlerine ve fiiline bakarak “Bunu biz de yaparız.” deyu iddiaya kalkışırlar. Zâhirdeki benzerlik veya ayrılık onları kıyasa sevkeder, bu nev’î irşadı inkâr ederler. Sırr-ı Muhammedi’nin sırrıyla irşadın te’sirini bilemezler. Fakat bir yandan da mürîdanm edebine de hayran kalırlar. Ma’rifet neticeleri zuhûr edince, yakıştıramaz ve taaccüb ederler. Aynı, henüz toprak nedir bilmeyip bahçevanm halinden dem vuranlar gibi. Kibir ve cehaletlerinden dolayı mahrum kalırlar. Halbuki birazcık meyletseler, azıcık hürmet ve insaf etseler bu kapılar herkese açıktır, vesselâm.

Âyetlerdeki bir lâtife de şudur demişler: “Kişi Hz. İbrahim gibi halîliyyet haline bürünmeden, Nemrud ateşi gibi olan nefsin yakıcı ateşini söndürüp kendine gülşen etmeden, Cenâb-ı Hakk’tan ma’rifet ve kerâmet taleb edemez. Evvel Hâlık’ına teslimiyetini gösterecek, sonra ma’rifet nuruyla müşahede makamına yükselecek. Ancak bundan sonra teslimiyeti kullara tâlime muvaffak ve irşada mezun olacak.

Muhterem İhsan Efendi oğlum, irşad mevzu’u açılmışken zamanın sahte mürşidlerinden söz etmeden geçemeyeceğim. Bir kardeşimiz fakîre geldi, uzun uzun bazı şâhid olduğu hâdiseleri nakletti. Kendini mürşid olarak ilan eden herifin biri kasaba kasaba, memleket memleket dolaşıyormuş. Dolaşsa iyi, bir de milletin ayağına, yoluna dolaşıyormuş. Şimdi diyeceksin ki, Halîl Efendi de dedikoduya başladı. İşin lâtifesi. Tabiî ki böyle bir şeyi düşünmezsin. Bu nev’î zâtların ismini vermeden konuşmak bile câiz değildir. Aslına bakarsan ismini de söyleyeceksin ki bu habisleri cümle âlem tanısın ve bilsin. Neyse, bu adam tekkelere, zâviyelere, mescidlere uğrar, “Zamanın mehdîsi benim, bana kutbiyet verildi, her nerde bir şeyh var gelip bana intisab etsin, necât bulsun, âhir zaman velîsi ve mehdîsi benim.” diye biat toplarmış. Evet evlâdım, yanlış yazmadım. Biatlarımzı toplayacağım, diye sözler sarfedermiş. Diyorum ya, insan yaşadıkça daha neler görecek. Cenâb-ı Hakk hayatın da mematın da hayırlısını versin. Bana bunu anlatan kardeşime sordum. Hangi tarîktenmiş? O da, “Vallahi şeyh baba, hepsinden varmış.” dedi. “Fesübhânallah, kardeşim kıyafetine bakmadın mı? Bu herif şeyh müsveddesi de olsa ille birini taklid ediyordur, ya külâhı ya hırkası bir yerden aşırmadır, onu bari söylesen.” dedim. Ne dese beğenirsin? “Ya hû şeyh baba, ben de anlamadım. Koskocaman sarık sarmış, zannedersin ki yorgan, sarığın içinde bir külâh var amma ne Rûm’da gördüm ne Acem’de, böyle acayip bir şey. Âsâsını uzatıyor, ‘Cübbemden tutun.’ diyor, ‘Kim bana dokunursa yahut elini havaya kaldırıp işaret ederse biatini aldım, kabul ettim.’ diyor.” demez mi? Yâ hû, mecâlim yok, şöyle bir yirmi sene evvel olsaydı, hemen kalkıp bu adamın izini sürer, ondan sonra da tozunu attırırdım. Keşiş gibi uzattığı sakalından tutar, ibret-i âlem olsun diye yerlerde sürüklerdim. İhsan Efendi oğlum, biat eden derviş nikâhlı kadın gibidir. Nikâhlı kadına nikâh teklif etmek nasıl isimlendirilir? İffetli bir kadına tövbe estağfirullah zinayı teklif etmek gibidir. Hani adamın şeyhi göçmüştür de, ortada kalmıştır, başka bir şeyhe gönlü akmış feyiz almıştır, bak onu anlarım. Emr-i manevî olmadan gene olmaz amma hiç olmazsa bir derece ehven-i şer kabilinden sineye çekilir. Amma, bu utanmaz herif hangi selahiyetle böyle bir ahlâksızlığa ve iz’ansızlığa cesaret eder. Tarihte ve bazı devirlerde zamanın imamları zuhûr etmiş ve başka tarîklerin tasarrufatı kendisine verilmiştir. Bu durum mevcuttur. Lâkin, o zâtın imam olduğunu diğer meşayih muhakkak emr-i manevî ile bilmiş ve öylece yollarının emanetini ve seyr u sülûkunu bu imama havale eylemiştir. Burada öyle bir şey de yok, şeyhin kerâmeti kendinden menkul(Yani şeyh kerâmetini anlatıyor amma kendinden başkası görmemiş, benim şöyle kerâmetlerim var diye elâleme anlatıyor.)

Tasavvuf ehli “Aldatandan daha alçak aldanandır.” demişler. Aldatan zaten haindir, peki derviş kardeşim, sen bu yolda hiç mi mânevî zevk tatmadın, hiç mi rahmani koku duymadın da, sana yutturulan bu herzeleri ağzım şapırdata şapırtada yutuyorsun? Gözün bu yola hiç mi nurlanmadı? Kulağından hiç mi Hak sözü girmedi? Ferasetsiz ve gaflet pamuğu kulağında bu sözlere kanıyor, aldanıyorsun. Körlük ayrı şey, nankörlük ayrı şey. Nankörlüğün cezası kat be kat olur. Zaten bu cihetten düşününce fakîr kendi kendime şöyle diyorum: “Demek ki Hz. Allah, kalbi arada derede olan, şek ve şüphe içinde bulunanları böylece bir habis etrafında topluyor. Allahu a’lem, bu çıban iyice cerahat dolduktan sonra ilâhî kılıcıyla bu yarayı toptan temizleyecek, bunun yolunu hazırlıyor. Hani bu şuna benzer: Avâm arasında kocakarılar vardır, “Ölmek üzre olan kişinin yanında su vermek için bekleyin, yoksa o hâlet-i nez’ide hararet basar, şeytan gelir, ‘Sana su vereyim de sen de îmânından dön.’ diye teklifte bulunur, o kişi de bir bardak suya îmânını verir. Kâfir olarak gider.” diye insanlara akıl verirler. Yâ hû, îmân denilen cevherin sahibi Hz. Allah’tır. Kişinin kalbine inmeye görsün. Bir daha onu oradan çıkartmak mümkün değildir. Lâkin insan inanmamış, îmân etmemişse ancak îmân ettiğini vehmetmişse durum farklı. Zaten ona îmân denmez ki. O, bir bardak suya da gider, bir bakışta da kaybolur, üfürükten bir sebeble de heva ve heba olur. Demek ki bu nev’î soytarılara mürşidleri hayattayken ve bir yola bağlanmışken ahmakça gidip tâbi olan kişilerin evvelce yaptığı fiiller beyhudeymiş. Velhâsıl, fevkalâde üzüldüm. Sonradan da “Sahibi bilir, Cenâb-ı Hakk ıslah eylesin.” diye Hak Teâlâ’ya havale kıldım. Hakîm ve zarif birine Nas sûresi mütalaa edilirken sormuşlar, “Şeytanın şerri mi yoksa insanın şerri mi daha fenadır?” diye. Hazret bir müddet tevakkuf eylemiş(durmuş, beklemiş), sonra mütebessim bir çehre ile “Bakın şöyle anlatayım.” demiş. “Eûzü besmele çekip Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler okursunuz, şeytan hemen o meclisten kaçar. Ama insan sûretinde bazı şeytanlar vardır ki meclisinize gelir, Kur’ân’ı alıp kaçırır. Artık hangisi daha fena siz düşünün.” Evet, hakîkaten üzerinde düşünmek lâzım.

İhsan Efendi oğlum, velhâsıl Cenâb-ı Hakk, kâinatı, hakla bâtılın birbirinden ayrılması için imtihanhâne olarak tanzim eylemiştir. Tüm tezgâhlar Hak Teâlâ’ya çalışır. Tezgâh tezgâh üstüne, neticede herkes bir gün layığını bulacak bir şekilde kıyamet sabahına kavuşacaktır. Hiçbir hakîkî mürşid kendisine adam çağırmaz. Kendisine çağırmadığı gibi hakîkî şeyhlerden hiçbiri tekkesine dergâhına da adam çağırmaz. Dergâhlarda bir cemiyet olacağı vakit “Efendim, falanca gün dergâhımızda şöyle şöyle merasim olacaktır, yahut dua yapılacaktır, arzolunur.” diye söylenir. Yoksa “Siz de gelin, bekliyoruz.” gibi lüzumsuz lakırdılar konuşulmaz. Dergâha adam çağırmak yahut “Bize gel.” demek büyük terbiyesizliktir. Bir adam kendisine çağırıyor, Hak ve hakikatten bahsettikten sonra kendisini işaret ediyor ve öne çıkartıyorsa bil ki o adam sahtekârdır. Mürşid vasıflı zarifler ve ârifler Hak ve hakikati konuşur. Tâbi olanları Allah ve Resûlü’ne vesile kılar. Hatta kendisine müştak olarak gelenleri bile üzerine yapıştırmaz. “Sen madem beni seviyorsun ben de seni aldım, kabul ettim.” demez. Bunu ancak ahmaklar yapar. Ahmaklık ne mürşide ne müride ne de mü’mine yakışır. Cenâb-ı Hakk, velî sûretindeki iblislerden, şeyh kisvesindeki habislerden muhafaza eylesin.

Velhâsıl, hal ehli olanı hal ehliyeti olan anlar. Hatta “hale” istidâdı olanı ehl-i hal anlar ve hal üzre irşad eder. Yoksa iki üç risâle okumakla; ârifleri, şeyhleri taklidle bırak tasavvufun halini, kâlini bile anlayamaz. Zât-ı âliniz kemâlinizdeki hal ve tebdilatınızdan ne demek istediğimi gayet iyi anlamışsınızdır. Evvelce Efendimiz’i bilmenizle, tanımanızla şimdiki bilişiniz ve idrakiniz aynı mı? Tabiî ki bir değil… İşte dervişlik ağızdaki balın bıraktığı tad gibidir. Hayat boyu bu zevk u lezzetle dil ağızda dolanıp duruyor vesselâm…

İhsan Efendi oğlum, satırlarda anlatmaya çalıştıklarımı Cenâb-ı Hakk sadrına indirerek anlatsın. Zevk-i mânevîsi ağzını dilini tadlandırsın. Râzı olduğu hallerde en güzel ahvâl üzre eylesin. Hem kendisi nurlanan hem de etrafını nurlandıran gönül ehli zâtlardan olmanı nasîb eylesin. Kelâmını ve kelâm-ı Resûlullah’ı sende müessir eylesin. Böyle senin dahî rızaya muvafık olan sözlerini te’sirli eylesin.

Esselâtu vesselâmu aleyke ya seyyide’l evvelîne ve’l ahirin vel- hamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.

22. mektupta görüşmek üzere…

16. MEKTUP

16. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların onaltıncısıdır.

1mursidinmektuplari

Ezelin ezelinde bilinmekliği ve sevilmekliği murad ederek muhabbetiyle âlemleri halkeden ve bu muhabbetle âlemleri muhît ve cami olan muhabbetinin cazibesini ve zevkini âlemlerin bekası içün kuvvet eyleyen, beşeriyeti muhabbetle îmâna sevkedüp İslâm ile müşerref kılan, ihsanıyla dünya ve ahiret nimetleri lütfedip kullarına va’dettiği nimetleri asla değiştirmeyen kelâmı güzel, kendisi güzel, cemâliyle güzelliğinden cümle âlemi nasibdâr kılan Cenâb-ı zü’l-Celâl, ve’l-Cemâl, ve’l-Kemâl ve tekaddes Hazretleri’ne aşk u şevk ile hamdolsun.

Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetinin mazharı, resüllerdeki nurun menbaı, lî meallah tahtının şâhı, sübhânellezi esra biabdihî’nin mazharı, mahbübu’l-kulüb, mürebbi-i vicdan, ekmel-i mahlûkat ve beşerin yani benî Âdem’in mefhari Hazret-i Fahr-i âlem Efendimiz’e, muhabbetle halkolunan âlemler adedince muhabbetle salât ü selâm olsun. Cenâb-ı Hakk’ın kabul eylediği bu hamd ü senâ ve salât ü selâmdan Allah Resülüne tâbi olan cümle ehl-i îmâna, hassaten ehl-i beyt-i Mustafa’ya, ashabına ve etba’ına en güzel şekilde ikram ve ihsan olunsun.

Oğlum İhsan Efendi, esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhû.

Güzel evlâdım, Allah seni iki cihanda azîz eylesin. Maddî ve manevî müşkillerini hail ve âsân eylesin. Halini ahsenü’l-hal ve ekmelü’l-hal üzere dâim eylesin.

Tarikatın sırr-ı sâdık bendegâna meftuhtur(Sadâkatle yola devam edenler için tarikatın incelikleri ve güzellikleri kendini gösterir, onlara açılır.). Zîrâ sırra mahrem olmak bir haneye veya kişiye mahrem olmak gibidir. Aşinalık akrabalığı, akrabalık da mahremiyeti celbeder. Mahremiyetten öte kişiye lâzım olan muhabbettir. Nasıl ki kişi bir aile edindiğinde o ailenin kendi içindeki zâhirî şartlarını yerine getirir. Yuvalarında huzur olur mes’ud olurlar. Mahremiyet muhabbete mâni değildir, muhabbet ise mahremiyet hususunda kişiyi laubaliliğe sevketmemelidir. Aile içinde bunu teessüs edenler saadet ma’rifetine erişirler. Aynı bunun gibi kişinin ibadet ve taatmda ilk önce o mahrem hudutları yani zâhirî çerçeveyi bilmesi ve bu hudutlara ta’zîm göstermesi îcab eder. Ancak bu kâfi değildir. Hürmetle riayet ettiği bu hudut içerisinde muhakkak muhabbet neş’esini tahsil etmelidir. Muhabbet olmazsa ne hâsıl olur? Hiç. İbâdat u taat, kulluk haddini bilmek Allah Teâlâ’ya kurbiyyeti(yakınlığı) tahsil etmek ve muhafaza etmek içindir. Cenâb-ı Hakk âdem sûretimizde cevherini sırladığı gibi bu sır dahî muhabbet eseridir. Muhabbetini de ibâdât u taatın zâhirînin içerisinde sırlamıştır. Ol sebebden Cenâb-ı Hakk’ın şeriatını tahrif, tezyif, tahrib ederek ve bu hususta lakayd olarak muhabbetin sırrını ve Cenâb-ı Hakk’a kurbiyyeti bulmak mümkün değildir. Bir şeyler bulsa da, bu bulduğunda muhabbet eseri olsa da hududa riayet etmediğinden bu muhabbeti muhafazası da mümkün değildir. Kişinin Allah Teâlâ’nın emirlerine ve nehiylerine meyletmesi, hürmetle, ta’zîmle bunları yerine getirmeye gayret etmesi doğru bir halde olduğuna işarettir. Sevdiğinin izini süren âşık gibi ilk önce kulda, Cenâb-ı Hakk’a muhabbetin şevkiyle O’na kulluk etme zevki başlar. O zevk kişiyi o sahanın ilmiyle ve ilm-i haliyle meşgul eder. Amma işlediği güzel amellerin içinde saklı olan bir sırr-ı muhabbet vardır ki işte onun tadına doyum olmaz. Ol sebebden din-i mübîn-i Ahmediyye yaşanınca anlaşılır, anlaşılınca yaşanmaz. “Ben hele iyice bir hikmetini öğreneyim de sonra kulluk yaparım.” diyen hiçbir kimse muvaffak olamamış, sâlih âmel işleyemeden göçüp gitmiştir. İşte tarîkat, öğrendiğini hemen hayata tatbik etmektir. Evvelce söylediğim gibi hikmet değildir, lezzettir. Tasavvuf erbâbının hikmetleri bu lezzetten sonra gelen hikmettir.

İhsan Efendi oğlum, sofilerin tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb diye beyân ettikleri usûlü tahfif ederler(hafife alırlar). Halbuki cümle ibâdât u taat tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb içündür. İslâm beş esas
üzere bina olunmuştur. Binayı niçün yaparlar? Öylece dursun diye mi? Binanın inşaında bir maksûd vardır. Lezzetle müşahede edildiğinde bu beş esasın tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb için olduğu ârif olanların ve birazcık insaf sahibi olanların nazarından kaçmaz. Bu beş esasın ilki şehâdettir. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûluhû… Yani şehâdet ederiz. Ne deriz, “Yâ Rabbi, ben kendi benliğim vehmindeydim. Amma ruhlar alemindeki sözümü hatırladım ve bu nefis benliğinden sıyrıldım. Bu zevk ile Senin birliğini müşahede ettim. Ben yokum Sen varsın Allah’ım. Buna şahidim ve benim kendi şeraitim, kendi aklım ve fikrim Sana kulluk etmek üzere kurban olsun. Ben bu zevk ile Senin gönderdiğin Resûlünü tasdik ettim. Kendi yoluma değil, kendi nefsimin çektiği yere değil, Resûlünün yoluna gitmek zevkine eriştim ve ona tâbi oldum. Benliğimi Muhammed’in yolunda sarfettim, hakîkî kulluğu onda müşahede ettim, diyerek şehâdet etmez miyiz? Bak gördün mü, şehâdet bizlere tezkiye-i nefsi ve tasfiye-i kalbi nasıl işaret ediyor. Cenâb-ı Hakk son kelâmlarımızı kelime-i tevhîd, son nefeslerimizdeki müşahedemizi de o kelime-i şehâdetin şehâdet mertebesinde eylesin. Âmin.

Savm yani oruç, nefsi Allah Teâlâ’nın rızası için helâlden dahî alıkoymak değil midir? Nefsin iştihasım Allah Teâlâ’ya kurbiyyet için tehir eder, rahmanî hudutlar içerisinde rahîmiyyet kokularını alırsın. Hal sahibi zâtlar mâsivaya oruçludurlar. Şöyle beyân edelim: Nasıl ki bir insan oruçlu iken iftar vaktine kadar kendisini nimetlerden alıkoyar, hâşâ nimetlerden alıkoyar dedim fakat esasında en büyük nimet îmândır. Fâni olan ikramları bakî olan ikrama değişmeyeceğini fiilen gösterir. Amma düşün ki bir adam imsak ettiği vakitte ağzıyla bir şey yemese de iftar vaktine kadar hep “Ah keşke yemek olsaydı, ah keşke şunu yeseydim, şunu işleseydim, şöyle etseydim.” dese o orucun feyzini alabilir mi? Alamaz. Demek ki kalbindeki niyetle başladığı o amel ifsad olmasın diye o niyete uygun amel ve ahvâl içinde olmalı. Peki bir kişi Allah Teâlâ’ya muhabbet ve kurbiyyet niyetindeyse artık mâsivaya(Allah’m gayrında olan şeylere) meyleder ve yalanıp durursa kalbindeki bu imsak layıkıyla iftara erişir mi? Erişmez. Amma biz sözün başına dönelim. Oruç ibadeti de gösterir ki, bu nefis tezkiye edilmeli ve kalb tasfiye edilmelidir.

Zekât, nefsimizle kazandığımız ve nefsimize ait olduğunu zannettiğimiz şeyleri Allah için infaka sevkederek bu evhamdan kurtulmamızın ilacı değil midir? Yani zekât benliğimizi kırar, emanet olan nefsimizi ve bu emaneti haiz diğer nefis sahiplerini müşahede imkânı vermez mi? Adı üstünde zekât. Zekât, temizleyen demektir. Neden temizleniriz? Haramla kazanılanın zekâtı olmaz ki. Demek ki bu temizlik derunîdir. Helâlden kazandığının zekâtı olur. Bu dahî gösterir ki nefsin tezkiyesi ve tasfiyesi lâzımdır.

Gelelim hacca. İşte Allah nasîb etti, sen de o mübarek topraklara gittin ve haccın topraktan ibaret olmadığını, Harem hudutlarının insanî ve rahmanî hudutlarla nasıl birleştiğini ve kesiştiğini müşahede ettin. Harem hududuna girdiğinde kendi kılına bile dokunmaktan alıkonuldun. Değil kılma dokunmak, Harem hudutları içerisinde bir dikenli ağacı bile kırmak cinayet sayıldı. Ben bana ait değilim Yâ Rabbi, “lebbeyk allahümme lebbeyk” diyerek dünya üzerindeki küçük bir parça gibi olan o mahrem hudutlar içerisinde dünya sahasında bulunman gereken kulluk merkezini müşahede ettin. “Benim canım yok, tenim yok, evim yok, mekânım yok, hepsinin sahibi Sensin, ben bunları kalbime koymayacağım, Senin Kâbe’ni tavafa ve Habîbini ziyarete geldim, şehâdet cümlemi hayatımda fiilen göstermeye geldim.” diyerek telbiye(lebbeyk) getirdin. Fesübhânallah, yâ hû bu tezkiye-i nefis değil tasfiye-i kalb değil de nedir? Tasavvuf erbabı şehâdette, oruçta, zekâtta ve hacdaki hali tüm hayatımıza kâim kılmaya çalıştığı için mi istihzayı hak ediyor? Fesübhânallah. İşte bu mânâyı anlayamayan kimseler, sofilere bühtan ediyor. Lâkin birazcık onların haline nazar edilirse ibadet taatların künhüne(özüne) vâkıf olamadıkları hemencecik anlaşılıyor. Gerçi şunu da söylemek lâzım; bazı sofiyim diyen sahtekârlar savm u zekâtı, hacc u salâtı ya tamamen ya kısmen terk ediyorlar. Neyse ki şehâdeti zahiren inkâr etmiyorlar. Ama bu halleriyle yalancı şâhid oluyorlar. Sözleri yalan, söyledikleri doğru münafıklar gibi oluyorlar. Amma bu kötü hal üzre olmayan sofilerin tenkid edilmesi ve muhabbetleriyle istihza edilmesi fevkâlâde elîm(çok acı) bir durumdur ve gaflet alâmetidir. Allah’a muhabbet edenlerden gafil olmak, bir nev’î Allah Teâlâ’dan gafil olmaktır. Vesselam

İhsan Efendi oğlum, salât yani namaz ma’lûmun ki hepsinden ziyâde ehemmiyeti hâizdir. Bir kişi namaz için niyet edip abdest almak üzere hareket ettiği andan i’tibaren namazın fazileti ve mânâsıyla haşr ü neşr olur. Bir kişi abdest almak üzere ayağa kalksa ve o anda ecel erişse namazdaymış gibi muamele görür ve haşr gününe kadar bu hal üzere kalır ve öylece kıyamet meydanında isbat-ı vüçûd eder. Ol sebebden namaza Allah u Ekber diye dururuz. Canımızı Allah’a kurban ettiğimizi, mâsivadan geçtiğimizi, dünyayı elimizin tersiyle ittiğimizi ve Allah katındaki mânevî hüviyetimizi tasdik eder gösteririz. Yüzümüz kıbleye döner. Ellerimizin içi de kıbleye döner. Zîrâ avucun içi bâtındır. Ve cümle işler elimizin dışıyla değil içiyle yapılır. Dünya sahnesinde hep ellerimizin üstünü görürüz. Fakat mânâ penceresine açılan ve böylece o pencereden Cenâb-ı Hakk’a varlığını ısmarlayan kişi avucunun içini kıbleye açar. Bu iftitah tekbiriyle ve bu açılışla maddeye kapanırız. Maddî âlemden sırlanırız. Mânâya doğarız. O andan i’tibaren artık vücûd bize ait değildir. Hak Teâlâ’nın emrettiği vakitte mecburiyetle değil severek, isteyerek, kendi ihtiyarımızı(seçme hakkımızı) rızamızla sevkederek bu ihtiyarımız elimizden alınmadan evvel huzura dururuz. Tercihimizi haktan ve mânâdan yana kullanırız. Dolayısıyla namazda dışarıdan ses duysak da bakmayız, âzâlarımızla oynayamayız. Kolumuzu, başımızı, elimizi ayağımızı o namaz hududunun dışına çıkacak şekilde oynatamayız. Emrolunduğumuz gibi ve Efendimiz’den gördüğümüz gibi namazımızı edâ ederiz. “Huzuruna geldim yâ Rabbî.” diyerek kıyam eder, el bağlarız. Bu âlemdeki asıl vazifemizi yani hamdetmeyi Fatihâ-i şerîfi okuyarak tasdik eder, tahmid ederiz. Üzerimizdeki kulluk emanetiyle iki büklüm olur, tevâzu’yla ve bu emanetin azametiyle rükû’a varırız. Ol sebebden “Subhane rabbiye’l azîm” diyerek azamet sahibi Hazret-i Allah’ı teşbih ve tenzih ederiz. Onun azameti karşısında eğilmemizden dolayı Allah Teâlâ bize kendi lisanıyla konuşmaya müsaade eder ve “Semi’ Allahu limen hamideh-Allah hamdedenin bu hamdini duydu.” dedirtir. O, Cenâb-ı Hakk’m bizi duyduğunun lisânımızdan zuhûrudur. Bu sözü hariçte söylesen boynun vurulur, elinde delilin mi var, derler. Şâir yerde söyleyemezsin ama Hakk’a ta’zîm ile rükû’ eden kişiye ve kendi benliğini Allah Teâlâ’ya verene Allah, konuşma selahiyetini bir anlık da olsa verir. Kıyama durduğunda kulun Allah’a yaklaşması, rükû’dan sonra kıyama durduğunda Allah Teâlâ’mn kuluna yaklaşması vardır. Düşün, tefekkür et. İşte ol zaman kul bu hal üzre secdeye kapanır. Cenâb-ı Hakk’m hamdimizi duyduğunun tasdikini kendi ağzımızdan yine bize duyurduğunu farkettiğimizden mahviyetle secdeye kapanırız. Allahu Ekber diyerek bu âlemde şahsiyetimizin nişânesi olan yüzümüzü yere sürer, kendimizi kaybeder, Allahımızı buluruz. O secdeden ancak tekbirle kalkılır. O’nun izniyle secdeden kalkınca bir defa daha bu secdeden mahrum olmamak için Allahu Ekber diyerek gene secdeye kapanırız. Sonra kıyama kalkar, artık o tevhîd merâtibini ve îmân derecelerini, mi’râc sırrını her rekâtta adım adım farkeder ve namazın nihayetinde Ettahiyyatü okuyarak sidretü’l-mühteha’dan öte Cenâb-ı Hakk’m mahrem hudutlarında ve huzur-i Rabbanî’de oturarak karar kılarız. Sonra selâm eder, husûsî halden umumî hale geçeriz. Namazda konuşamayız, selâm verdikten sonra tekrar bu âlemde konuşmaya hak kazanırız. Ne buyurmuş Efendimiz: “Esselâm, kable’l-kelâm- Konuşmadan evvel selâm vardır.” Namazda huzur zevkini tatmayan kişilerin kelâm etmeye hakları yoktur, vesselâm. Çok kısa olarak lâkin müşahede makamında namazın hallerini sana arzettim. Şimdi îmân nuruyla ve irfan nazarıyla baktığında bu halin tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb olduğunu farketmez misin? Nasıl farkedilmesin ki, başka bir şey yoktur. Tamamıyla bu halin ayân beyân meydana konulmasıdır namaz.

Kıymetli İhsan Efendi oğlum, evliyâullah hazerâtının evrâd ve ezkârı hep namazlarla beraber, ya onlardan evvel yahut o namaz vakitlerinden sonra olmak üzere ta’yin olunmuştur. Evvelce arzettiğim gibi namazsız değil derviş keşiş bile olmaz. Zîrâ keşişlerin bile tahrif olunan din üzere namaza benzer kendince ibadetleri vardır. Bizim Balkanlar’da, namazsız, Halvetiyim, Bektâşîyim, şuyum buyum diyen bir sürü kabak dolaşmaktadır. Bunlar kendilerini dine uyduracaklarına dini kendilerine uydurmaya çalışan ahmak deyyuslardır. Allah şerlerinden cümle ümmet-i Muhammedi muhafaza eylesin. Kendilerini ve yanlış fikriyatlarını ebter eylesin, ıslahları mümkün değilse zâlimler elinde maskara ve soytarı olarak helâk eylesin. Bu sözlerimin ağır olduğunu düşünenleri de Cenâb-ı Hakk müşahede sahibi eylesin. Eylesin ki onlar da felaketin insanları ne denlü bir yola sevkettiğini görüp bu densizlere kalben buğzeylesin.

Velhâsıl İhsan Efendi oğlum, Allah’ın emirlerine ta’zîm ve hürmet etmeyen yani ibadet ve taattan nasîbdâr olmayan kişiler bu muhabbeti tahsil edemez. Lâkin ibadet ve taattan murâd, Cenâb-ı Hakka kulluk, Cenâb-ı Hakk’a kulluktan murâd da ona kurbiyyet ve muhabbet, neticede vuslattır. Kul kendinde zerrece olan muhabbeti taata sevkederse bu taatın içerisinde muhakkak o zerrenin sahibi olan zâtın muhabbetini müşahede eder. Tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb hep bu muhabbetin ziyadeleşmesi ve Allah Teâlâ’ya kulluğun kişinin istidâdına göre en güzel şekilde îfâsı içündür. Allah Teâlâ sadece bizim ibadet vaktimizde hâzır olan Allah değildir. Zaten kulluk da belli vakitlere hasrolunmuş fiillerden ibaret değildir. Husûsî vakitlerdeki bu hal hayatımızın son nefesine ve ânına kadar şâmil olmak içün bize bahşedilmiş güzelliklerdir. İşte tasavvufun hikmeti ve beyân etmeye gayret edilen muhabbeti bu mânâyı hâvidir.

Cenâb-ı Hakk zâhir ve bâtınlarımızı nur eylesin. Kendi zâtının harem hudutlarına riayet ederek kendi cemâline ve güzelliklerine mahrem eylesin. Hürmetimizi muhabbeten hürmet, zikrimizi ve fikrimizi ihsan derecesinde ülfet, cümle ahvâlimizi Kur’ân ve sünnet üzre dâim eylesin. Bu âlemdeki mahrumiyetimizi cemâlullahıyla ve cemâl-i habîbullahıyla, Efendimizle memnuniyetimize tahvil eylesin. Kusur ü küsûrumuzu hasenâta tebdil eylesin.

Subhâne rabbike Rabbi’l-izzeti amma yasifûn, vesselâmun ale’l-mürselîn, velhamdülillahi rabbi’l-âlemîn. Dua ve niyazlarımızın kabulü içün, zikre ve beyâna gayret ettiğimiz şu mânânın bizlere fetholunması içün el-Fatihâ meassalâvât.

17. mektupta görüşmek üzere …