Fakirlik tamam olunca

El-fakru fahrî el-fakru fahrî
Demedi mi ol âlemler fahri
Fakrini zikret fakrini zikret
Mahv u fenâda buldu bu gönlüm

elfakrufahri

El-fakru fahrî ve bihî eftahiru: “Fakirlik benim övüncümdür. Ben onunla iftihâr ederim” hadîs-i şerîfi ulemâ-yı zâhîrin manâlandırdığı gibi değildir. Erkân-ı İslâm’ın ikisi varlıkla, zenginlikle kãim (zekat ve hac) Burada fakirlik ef’alinde, sıfatında, zâtında kendini Hakk’a tefviz etmektir, işini Allah’a havale etmek ve O’nun yaptığı her şeyi gönül hoşluğu ile karşılamaktır.

Fakirlik, işbu manada makamın asıl sâhibi Fakriyyet-i Muhammediyye’de fâni olmaya derler. Zâten fakîrin, Hak Teâlâ’ya fakrdan başka takdim edeceği bir şeyi yoktur.

Habib-i Kibriya aleyhi ekmelittehaya Sultânımız «Ben fakrimle iftihar ederim» diyerek işaret buyurdukları hakîkatle kastedilen «fakr», mal ve para fakirliği değil gerçekte Allah celle celâluhû’nun olan varlığı, yani efal, sıfat ve vücudu kendine zerre kadar mal ve izafe etmeden, sahibine yâni Hakka isnad etme sonucu doğan gerçek «fakr-i tamm»dır.

İzâ etemme’l-fakru fehüvellah
Fakirlik Allah olayazdı…

Fakr-ı-tamm: Tam fakirlik. Tam bir acziyetle, mevhum varlığından kurtulup Cenâb-ı Hakk’a mutlak muhtaç olduğunun koşulsuz bir teslimiyetle bilinmesi.

Fakr içinde fahra irdük gayrı gitdi aradan
Seyrimiz dîdâr-ı Hakdır vaslımız vicdân-ı Hû

Ey insanlar! Siz Allâh’a (mutlak muhtaç) “yok”sullarsınız (Esmâ’sıyla varsınız)! Allâh ise Ğaniyy’dir, Hamîd’dir. [Fâtır, 15]

İRFAN SOFRALARI’NDAN

Bismillahirrahmânirrahîm.
İnsana çeşitli iyilikler lutfeden, Kur’ân Sofrasına insanları ve cinleri davet eden Allah’a hamdolsun! Rahmân namına o sofralara çağıranların Efendisi Hz. Muhammed’e; irfan sofralarına koşarak kalblerine irfan dolduran Âli’ne ve Ashabına salat ve selam olsun!

Bundan sonra: Bu fakir kul Mısrî, her ne kadar o sofralara güzel icabet edemedi ise de uzun zamandan beri yüce Allah’ın şu sözüyle o sofranın inmesini istiyordu: “Allah’ım, bize gökten öyle bir sofra indir ki bizden öncekilere de, bizden sonrakilere de bir bayram ve senden bir mu’cize olsun. Bizi rızıklandır. Muhakkak sen, rızık verenlerin en hayırlısısın.”

Bin yetmiş altı yılı Şevval’inin ikinci günü (7 Nisan 1666, Çarşamba 49 yaşlarında) akşama doğru kıbleye karşı oturmuş: “Fakirlik tamam olduğu zaman o, Allah’tır.” sözünü düşünüyordum. Allah’ın ilhamıyla sırrıma bunun hakiki bir mânâsı doğdu. O kadar kesin bir mânâ doğdu ki artık bunun ötesinde bir mânâ olmasa gerektir.

Allah bana açıkça gösterdi ki kendisinden başkasının ne zâhirde, ne bâtında varlığı yoktur. Yalnız var sanılır. Bana bildirdi ki ârifin sırrında vücûddan fakr (yoksunluk) tamam olmayınca perdesiz, doğrudan doğruya Hak’kın yüzüne bakması mümkin olmaz.

Nitekim yüce Allah buyurmuştur: O gün bazı yüzler sevinçli, ışıl ışıl parlar. Rablerine nazırdırlar. [Kıyamet:22-23] O süreçte yüzler Rablerin(in cemalin)e bakıp parlayacak. Rablerine nazar edicidirler! (Allah’ın cemâlini görmeye mazhar olurlar!)

Varlığı atmazsa, Allah’ın göklere ve yere arzettiği, onların kabulden imtina, edip sadece insanın yüklendiği vücûd emanetini ödememiş olur. Ve bu sûretle büsbütün hıyanetten kurtulamaz. Allah’ı da sevmez olur. Çünkü Allah Teâlâ: “Allah hainleri sevmez” [Enfal: 58] âyetiyle ifade ettiği üzere onu sevmez. (Hâin diye göstermesi gereken bağlılığı göstermeyip vefâsızlık edene derler)

Onun gözünden perde nasıl kalksın ve nasıl Allah’ı görsün ki o, Hak’ın olan vücûdu kendine mal etmektedir. Çünkü fakrın tamamı, Allah’tan başka her şeyden varlığı almaktır. Vücûd kalkınca Hakk görünür. Ve hiç kaybolmaz.

Dersen ki: “Vücûd görünürde ve gerçekte Allah Teâlâ’nın ise o halde ârif kim, O’na bakan kim, O’nu gören kim?” Derim ki: “Vücûd birdir ama mertebeleri çoktur. Bir mertebede muhiblikle, bir mertebede mahbûbluk ile görünür. Bir mertebede gül olur, diğerinde bülbül.”

Futuhat-i Mekkiyye’nin başında şöyle bir beyit vardır: “Rabb Hak’tır, kul Hak’tır. Ah bilseydim, kimdir mükellef. Kuldur dersen, o ölüdür. Rabb’dır dersen o halde O nasıl mükellef olur?”

Buradan anlaşıldı ki fakr: İki cihanda da vechin (yüzün) siyah olması (yok olması) dır. Yokluğa da siyah denilir. Yâni dünya ve âhiret âdemdir (yoktur). Bunların varlığı yoktur.
Çünkü varlık gerçekte Allah’ındır. Mahlukata varlık vermek mecazidir.

Peygamber’in: “Nefsini bilen Rabbını bilir.” sözünün mânâsı da budur. Çünkü nefsinin vücûdu olmadığını bilirse, kendisinde olan vücûdun Allah’a ait olduğunu anlar. Yâni kendisinin, mahiyyeti itibariyle Rabb, görünüş itibariyle nefs olduğunu bilir. Yahut O aynen (zât itibariyle) Rabb, taayyünen (görünüş) itibariyle nefstir.” diyebilirsin.

“Fakirlik küfür olayazdı. “sözüne gelince bu, nafile ibâdetlerle Allah’a yaklaşmanın sonucudur. Ama benim söylediklerim, farz ibâdetlerle Allah’a yaklaşmanın sonucudur.

Allah gerçeği söyler, O, doğru yola iletir. [Ahzab:4]

Halkın en fakiri, fakrın hâdimi Bursa sâkini Şeyh Muhammed Mısrî (ksa)

varligi_terk_fakr

Kevn ü mekândan geçeniñ
Menzili arşullâh olur
Yokluk meyinden içeniñ
Varlığı kenzullâh olur

Her kim ki ister yârını
Bıraksın elden varını
Gören dostuñ dîdârını
Bugün fenâ-fillâh olur

Eren fakrıñ tamâmına
Kanar vuslatıñ câmına
Fenâfillâh makâmına
Ulaşan mahvullâh olur

Her kim ki terk-i cân olur
Bir cânına biñ cân olur
Nefsini fehm eyler bilir
Hem ârif-i billâh olur

Berzah iliniñ âfeti
Pür-nûr olur şekâveti
Âşıklarñ ziyâreti
Oldur ki beytullâh olur

Bulan bu aşkıñ dadını
Keşf eyler ilm-i bâtını
Mukarreb eyler adını
Hâl ile ehlullâh olur

Maksûdumuz öñden soña
Budur ki derim ben saña
Sırdır seni viren oña
Tevhîd-i zâtullâh olur

İlm ü irfân olur sözü
Sırr-ı Furkân olur özü
Her kande kim bakar gözü
Ayn-i kudretullâh olur

Seyrân ider dôstuñ bâgın
Bilmez olur solun sağın
Anca duyar cân kulağın
Hitâb-ı sırrullâh olur

Bî-nişândır soyladığı
Lâ-mekândır yayladığı
Dâim dilde söylediği
Ol “küntü kenzullâh” olur

Kanda kim var hak meydânı
Almayalar değme cânı
Zirâ ki her cân mülkünü
Sanma ki aşkullâh olur

Şol cân ki aşkıñ yeridir
Kâmil gerekdir arıdır
Kâmil ki şol aşk eridir
Dâim işi Allâh olur

Ümmî Sinânıñ erdiği
Cânını kurbân verdiği
Dâimâ onuñ gördügü
Cemâl-ı Zâtullâh olur.

Acziyeti hissetmenin sonu “fakr”, onun da sonu “hiç”liktir! Sonrasında dilde terennüm eden ancak kendisidir. Fakr hâlindekinin duası, hakikatinden gelişi dolayısıyla, “OL!” emri gibidir! Mutlak bilinçli kulluk, ancak “FAKR” ile tamam olur!el_mugniEL-MUĞNÎ celle celâluhû: Dilediğini, başkalarından müstağnî kılan, zenginliği yaşatan, kendi zenginliğiyle zengin eden. Fakr halini sonucu olan Bekâ’nın güzelliklerini hîbe eden.

Seni hiçbir şeyin yok iken (fakr-yoklukta) bulup da zenginliğe (Gınâya-Bekâ’ya) kavuşturmadık mı (El-Ğanî’nın kulu yapmadık mı, âlemlerden müstağnî olanın kulluğunu yaşatmadık mı)? [Duha:8]

Muhakkak ki HÛ’dur ganî eden de fakir kılan da. [Necm:48]

Verirler “ben acizim, kudret senin” dedikçe
Verenin şanı büyük, sen iste istedikçe…

Çalışmayı, kendi elinin emeği ile geçinmeyi emreden bir dinin mensupları olan ince müslümanların, “Dervişliği bulan kişiye bir lokma bir hırka yetmez mi” sözünü yine hakikatli bir sûfi olan Muhammed Nuri Şemseddin (1280/1863) şöyle izah etmektedir: “Hırkadan murad, insanlık hırkası, lokmadan murad ise, yâr-i hakîki olan Hakk’ın cemâlidir.” Bu sırra âgâh olan kesb-i kemâl, seyr-i cemâl yolcuları, ömürleri boyunca çalışıp kazanmayı elden bırakmamışlar, Allah Resulünün sünneti gereği kendi servetlerini fakirlere sarfederek, manevi fakrın yanı sıra maddi fakirliğe de talip olmuşlardır.

Mâdem ki Fakr, kişinin Cenab-ı Hakka olan ifrât-ı aşkı sebebiyle kendi nefsinden fâni ve Hak’la baki olmasıdır. Fakir, hiç bir şeye malik olmayan ve hiç bir şeyin kendisine malik olamadığı kişidir, eşyânın esâretinden kurtularak gerçek zenginliğe, hakiki hürlüğe kavuşmuştur; işte fakîr birinden hakîki bir niyâz: Fakriyle övünen, alemlerin fahri hatrına kendi benliğimi ifnâ, kendi varlığını icrâ eyle. ÂMİN

O’nun ﷺ dilinden müjdeler: Fakirler cennete zenginlerden önce gireceklerdir… Cennete bakıverdim; içindekilerin çoğunun fakir olduklarını gördüm. Fakirlik, cennet, yakınlık nerede? Tamda şimdi tamda burada!

Sorarlarsa niçin mestsin

Ve şüphesiz ki sen (insanlığa örnek olacak) pek büyük bir ahlak üzerindesin [68:4]

ayet_naat

“Ve sen elbette yüce bir ahlaka sahipsin” çünkü sen, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmışsın, kutsî destekle pekiştirilmiş, bir ile bir hoş olmuşsun.

Bize emanet buyrulan destûr belli: “Tahallâku bi-ahlâkıllâh ve tahallâku bi-ahlâkı Rasûlüllah” Yani: Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanın ve Rasûlüllah’ın ahlâkı ile ahlâklanın” Bu minvâl üzre: Allah’ın ahlâkı, celâl ve cemâl sıfatlarıyla her mertebede o mertebenin gereği olan adaleti yerine getirmektir. Buradan bakılınca öyle bir ayna olmalı ki, Hakka muhabbet, halka insâf, düşmana hilm, dosta vefâ, nefse inzibat, dervişe sehâ, âlime tevâzû, câhile sükût gösterebilsin.

Hz. Peygamber’in ahlâkı ise daha ziyade muhabbet ve merhamet üzeredir. Bu tarife hakkıyla uyanların hali de belli: “Hakka muhabbetle ubûdiyet, mahlûkâta şefkatle hizmet”

Dünya gözüyle “yaratılmışların en hayırlısını” göremeyenler için, Habibeti Habibullah olan O’nu tarif için: “O’nun ahlakı, hayat tarzı Kur’an idi” buyurmuştu hani… hem belki işte bu hoş hali tefsir için indi yere Kur’an!

Mirâcını keşfetmeye çıktı göğe İsa
Evsâfını neşretmeye indi yere Kur’an

Kur’ân-ı nâtıkın ﷺ  tefsîri içün
Kur’ân-ı sâmiti inzâl eyledi Subhân

Hakk’ın zatından zuhura gelmek itibariyle ikiz kardeş olan “Kur’an” ve “insan”dan; Kur’an-ı Kerîme ALLAH’ın kelamı “Kelâmullâh” denmesine karşılık; hakiki insan, mutlak kul olana da “Habîbullâh”, ALLAH’ın habîbi ve “Kur’an-ı natık” yani “konuşan Kur’an” makamı takdir edilmektedir.

Sen O’na korkma de Kur’an‐ı natık, 
Gönül ka’besine gir ol mutâbık,  
Devreyle ol Ka’benin etrâfını,  
Devrederler bir gün gelir şems‐i zâtını

hulusi_1

Habîb-i Kibriyâ efendimiz, sözü süzerek, mânâyı inci gibi dizerek O’nu tasvir eden şairine, şahsına ve sanatına o derece kıymet verirmiş ki şiirlerini okuması için ona Mescid-i Nebevî’de hususî bir minber dahî tahsis etmişti.

Peygamber şairi Hassân bin Sâbit hazretlerinin aşkına Hulusi Yazgan Efendi’nin (v. 1940) mâil kıt’a formundaki şehâdetiyle başlayalım, yazının ve sözün güzeliyle olan seyr ü seferimize:

Akla sen gelirsin güzel deyince
Senden daha şirin doğmadı bence
Bütün kusurlardan arıtılmışsın
Sanki yaratıldın kendi gönlünce

وأَحسنُ منكَ لم ترَ قطُّ عيني
وَأجْمَلُ مِنْكَ لَمْ تَلِدِ النّسَاءُ

خلقتَ مبرءاً منْ كلّ عيبٍ
كأنكَ قدْ خلقتَ كما تشاءُ

Görmedi senden güzel bir cism-i âlî gözlerim
Etmedi senden güzel tevlid, evlât bir ana
Ayb u noksandan berîsin yâ Rasûlallah sen
Sanki arzu ettiğin surette halketmiş Hudâ

O’nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse: “Ben, gerek O’ndan önce ve gerekse O’ndan sonra, Resûlullah gibi birisini görmedim…” demek sûretiyle O’ndan bahsetmek hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi. Allah’ın salât ve selâmı O’nun üzerine olsun…

Salavat-ı şerifeden yayılan letâfete tutunarak, O nurdan derin bir nefes alıp etrafımızı ibret gözüyle seyredelim hele…

Baharla birlikte mahlukatta bir hareket başlar, içi içine sığamaz olur, tomurcuklanır değil mi? İşte âlemde şâhit olduğumuz bu hareket, bu devran hep tekâmül içindir, kemale doğru. Her nokta cevvâl, her zerre râksan, uçup giderler visale doğru. Kemâl kimin, visal kime?… Sana kavuşmaya, karışmaya can atarlar hepsi, nerede bir sevilen varsa ancak Sen. O’nun alem-i imkan içre sevgilisi ancak Sensin, hep Sen!

Her zerrede şevk-i sermediyyet görünür
Mahz-ı ezeliyyet ebediyyet görünür
Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte
Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür

Tabiî, ezelde aşk vardı. “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l-eflâk” de kâinatın aşk için halk edildiği, bu kitabın aşk ile yazıldığı meydanda Eşrefoğlu Sultanım aşk ile buyuruyor:

Yoğ idi levh u kalem aşk var idi
Âşık u maşuk u aşk bir yâr idi
Aşk u âşık u maşuk bir iken
Cebrâil ol arada ağyar idi

Sen buyurmasaydın: “Sevdiklerinize sevginizi izhâr ediniz” nasıl cür’et ederdik huzura çıkmaya, yolundan evvel giderek erenlerden duymasaydık: “Sevdiğimi söylemezsem, sevmek derdi beni boğar” itirâfını nasıl cesâret bulurduk söz dizmeye…

mustafa_rakim_1

Basmasa mübârek kademin rû-yi zemîne
Pâk etmez idi kimseyi hâk ile teyemmüm

İşte size Mustafa Râkım Efendi (v. 1826) marifetiyle süslenmiş bir güzel beyit: Âşıklarının nazarında “toprak” onun mübârek kademiyle “su” gibi azîz ve teyemmüm edilebilir olmuştur.

mustafa_izzet_1

Kazasker Mustafa İzzet Efendi (v. 1876) sülüsüyle taçlanan bir kıtada ise toprak, O’nun mübârek bedenini muhafaza ediyor olmakla, feleklere, göklere karşı iftihâr etmektedir. Cebrâil (a.s.), O’nun ravzâsını ziyâret edip “Burası Adn Cenneti’dir, ebedî kalmak üzere oraya girin [20:76]” buyurmaktadır:

Ol Resulü müctebâ hem rahmeten lil âlemin
Bende medfûndur deyu eflâke fahreyler zemin
Ravzâsın ziyaret edipte Cibril-i Emîn
Hazihi Cennet-ü Adnin, fedhuliha halidîn

sami_efendi_talik_1

Gelin şimdi de O güzelin, güzelliğiyle güzelleşelim de Şâir Ali Rûhi Bey dilinden (v. 1890) Sami Efendi elinden (1912) ta’lik levhaya aşk edilen naat-ı şerifi birlikte okuyalım:

Çıktın şeb-i mi’rac’dâ eflâke ey reşk-i melek
Yûnus’la fark-ı rif’atin beyne’s-semâû ve’s-semek
Envâr-ı subh-i vuslatın vecd-âver-i ehl-i yakîn
Deycûr-ı şâm-ı firkatin zulmet res-i erbâb-ı şek
Zâil olur mû dîdeden eşkimle nakş-ı ârızın
Kâbil değildir eylemek, âyîneden timsâl-i hâk
Makbûl olursâ eyleyem îsâr, cism û cânımı
Bir çâker-i memlûk içün çok mû fedâ-yi mâmelek
Rûhî, hayâl-i Mustafâ olmuş sanâ ni’me’r-refîk
Her kande azm eyler isen, azm eyle, Allâh ma’ek

Mealen buyuruyor ki Hazretim: Ey melekleri kıskandıran! Mi’rac gecesi göklere çıktığında, Yûnus Peygamber’le aranızdaki mânevî yükseklik farkı, arş ile ferş arası (gökyüzüyü nerde balık nerde) kadardı. Senin Allâh’a varışının sabahındaki ışıklar, Mi’racından şüphe etmeyen inananlarını, vecde getirdi; ayrılık akşamının karanlığı da şüphe edenlerin karanlığını götürdü. Gözdeki tasavvurun gözyaşlarımla geçip gider mi? Aynada görünenleri kazımak ne mümkün… Eğer makbûl olursa, rûhumu ve bedenimi uğrunda saçıp dağıtayım; bir köle için efendisine her şeyini fedâ etmek çok mu? Rûhî, Habibin Mustafâ’nın hayâli sana ne de güzel yoldaş olmuş artık her nereye gitme kararındaysan, durma; Allah beraberindedir, sevdiğin yanındadır.

yesarizade2

Ey mahrem-i bî-müşterek-i kurb-i Hudâ!
Dilden eserin itmesün Allah cüdâ
Her zerre-i hâk-i kadem-i hazretine,
Cânım da fedâ, ben de fedâ, ten de fedâ

Söyleyeninin rengine boyandığı bir başka na’t kıtası da, gene hat san’atının kutuplarından biri olan Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi’nin (v. 1849)  hüneriyle gönül tellerimizi titretiyor, gözlerimizi aslına ülfet ettiriyor: “Ey Allah’a yakınlıkta, mahremiyette ortaksız, benzersiz olan! Senin tesîrini Allah gönülden uzak etmesin. Ayağının tozunun her zerresine rûhum da, bedenim de, benliğim de fedâ olsun!”

Çırçırlı Ali Efendi’nin (v. 1902) gönlüne düşen celî sülüs levhasından ise hitamuhu misk olacak inciler saçılıyor:

fahri_alem_1

Fahr-ı âlem enbiyânın zât-ı müstesnâsıdır
Sırr-ı âyât-ı nübüvvet lafzının ma’nâsıdır
Oldular bir hüccet-i pâkize cümle enbiyâ
Hatm ile zât-ı Muhammed Mustafa imzâsıdır

Huzurlarınızdan ayrılmadan evvel Müderris Ömer Ferîd Kam (v. 1944) merhumun o harikulâde rubaisi içre inşâ edilen Hamid Aytaç’ın (v. 1982) ta’lîk levhâsına bakarak, sahibimizin kerem kapısında, safa nazarlarını bekleyip şefaat dilenelim:

Bir mislini getirmiş olsaydı kilk-i kudret,
Beytü’l-kasîd olurdun manzûme-i cihanda!
Mısra’ısın ki sun’un berceste tâ ezelden,
Ferdiyetinle kaldın divân-ı “kün-fekân”da!

h_aytac_1

Kudret kalemi senin bir mislini getirmiş olsaydı, sen yine cihan manzûmesinin “beytü’l-kasîd” (en güzel beyti) olurdun. Sen sun’un “berceste bir mısra’ısın” (En yüksek ma’nayı ihtiva edensin) Bu yüzden “Kün-fekân” aleminde (mahlûkat aleminde) ferdiyetinle, biricik olduğun halinle kaldın!

Aşk olsun efendim, sahibin.d.e…