Mâ sûfiyân-ı râhîm mâ tabla-hâr-ı şâhîm
Pâyende-dâr yârab în kâserâ vu hanrâ
Biz vahdet yoluna düşmüş sûfileriz. Biz pâdişahın sofrasına oturmuşuz; Hakk’ın nimetini yiyenleriz biz. Yarabbî, şu kâseyi, şu sofrayı, nîmeti ebedî kıl, bir ucu cennete varan, şükrü edâ edilmiş sofralardan eyle…
Getirir yerine vallâhi tuz ekmek hakkın
Ekmek isterse yarama ol yâr nemek
Tuz ekmek, nân u nemek hakkı için, merd insanların vefâsı hakkı için bir hikâyet idelim hele şöyle…
Birbirlerini tanımayan iki kişi bir münasebetle birbirlerinin ekmeklerini, yemeklerini yerler. Aynı sofradan alınan nasiple ikram edilenin minneti, onlara bütün bir ömür unutulmayacak samimiyetin ve dostluğun kapılarını açar. Bu samimiyet ve dostluk onları “bir kalp” yapar. Artık birbirlerine kötülük edemezler. Karşılıklı itimadın ve civanmertliğin asil bir örneği olan bu ruh ve fikir birliği bir “yemin” hükmünde ve değerindeki hüviyetiyle kutsallaşır. Tuz ve ekmek her ikisinin de insanın muhtaç olduğu temel gıdalar olmasından kaynaklanmalı “nân u nemek” (tuz ve ekmek) Türkler ve İranlılar arasında azîz kabul edilir, bir insanın biraz tuz ve bir parça ekmek kadar küçük bir iyilik görmüş olsa dahi o iyiliğin yüceliğini ve değerini vurgulamak için kullanılırdı. İbârede tuz ve ekmek kelimelerinin hem Türkçesi hem de Farsçasına yer verilmiş olup “nân u nemek hakkına” (tuz ve ekmek hakkı için) ifadesi ‘Allah hakkı için’ gibi bir ant verme şekli olarak kullanılmıştır.
Temsîlî Hikâye
Zâmanın birinde, hîlekâr bir hırsız, azılı bir eşkıyâ var idi. İşte bu hırsız, zavallı bir adamcağızı yakaladı, elini kolunu sıkıca bağlayıp evine götürdü. Başını kesmek için kılıcını almaya gitti. Tam o sırada hırsızın karısı, insâfa gelip tutukluya bir parçacık ekmek verdi. Hırsız, elinde kılıcıyla nefes nefese evine döndüğünde gördü ki, adamın elinde ekmek var. Hemen sordu: “Bre sefil, kim verdi sana bu ekmeği?” Adam: “İnan bu ekmeği bana sizin zevceniz verdi”
Bu cevabı duyar duymaz derhal bıraktı elindeki kılıcı: “Seni öldürmek bana haram oldu” dedi. “Çünkü soframdan yemek yiyene, bizim ekmeğimizden yiyene kılıç çekemeyiz. Ekmeğimizi yiyenden canımızı esirgeyemeyiz. Hal böyleyken nasıl olur da canına kıyar, kanını dökerim?”
Ey yüceler yücesi Rabbim, beni yaratanım! Bu yola girdim gireli, dünyaya geldim geleli senin sofrandayım, senin ekmeğinden, sayısız nimetlerinden yeyip duruyorum. Bir kimse, birinin ekmeğinden yedi mi, ona hakkı geçer; sofra sahibi de onun hakkına riayet eder. Sense binlerce cömertlik denizinin sahibisin, minnet ve şükranla senin ekmeğini çok yedim, hakkımı gözet.
Vâr idi bir merdum-i ehl-i nazar
Dâimâ eyler idi her yana sefer
Âna bir ayyâr hîlet eyledi
Hanesine ânı da’vet eyledi
Da’vete idüb icâbet ol fakîr
Vardı ayyâr ile ol saf zamîr
Vardı ayyârın evine kıldı makâm
Kıldı onunla biraz sûk-u kelâm
Gitdi ol ayyâr tığın almağa
Ol fakîrin gerdânına çalmağa
Ol gidince avradı onun hemân
Sundu destine onun bir pâre nân
Geldi ayyar elde tığ-ı âbu-dâr
Gördü mihmânın elinde nânı var
Dedi kim kanden durur sana bu nân
Dedi kim verdi ayalin ey fülan
Bu sözü ayyar gûş itti temâm
Dedi kim kanın bana oldu harâm
Aramızda çünkü oldu hak-ı nân
Dahi öldürmek seni olur ziyân
Kim bizim her kim ki yedi nânımız
Pes diriğ olunmaz ondan cânımız
Hâlıkâ kıl bize lütf u ref’etin
Kim yedik hânende nân u ni’metin
Ekmeğin yiyene bir ayyâr-ı kâr
Tâ bu resme olur imiş hak-güzâr
Ey âlemlerin Rabbi! Acizim, mahrumiyet içinde, kanlara gark oldum, karada gemi yüzdürdüm, yıllar var ki boşa kürek çektim. Elimi tut, feryâdıma yetiş! Daha ne vakte kadar tıpkı bir sinek gibi ellerimi başıma koymuş durayım, çaresizlik içinde bekleyeyim? Ey suçları bağışlayan, bana af dilemesini öğreten Rabbim! Bunca yandım… bin türlü tutuşup yanmadayım, niçin beni daha da yakmak istiyorsun?
Sana karşı mahcûbum, içim kan ağlıyor. Hararetinle kanım kaynamada… adamlıktan dışarı ne işler ettim… ört onları Yâ Rabbi! Ben gafletle yüzlerce günah ettim sense yüzlerce kat rahmetinle karşıladın.
Ey pâdişâhım! ben zavallı, yoksul kula lûtfedip nazar eyle… Kötülüklerimi gördüysen de onlar geldi geçti… onlara bakma da aczime, feryâdıma bak! Bilemedim, yanıldım… Sen bağışla. Şu hasta canıma, şu dertli gönlüme acı; affet. Gözlerim utancından aşikâre ağlamıyor, yaş dökmüyorsa da canım gizlice, senin sevdanla zari zari ağlamada.
Ey Yaradanım, hayır ve şer ne yaptımsa, hepsini de kendime göre hesaplayarak yaptım! Niyetimin bayağılığını hoşgör, küstahlıklarımı da bağışla!
Cüzüm ben. Sensiz hep eksiğim, lütfet de bana bir bak, bana bir bakarsan işte o zaman iltifâtınla eksiklerim temam, cüzzüm küll olur. Bir kerecik şu kanlarla dolu gönlüme bak… bütün bu dertlerden, musibetlerden çek çıkar. Kurtar beni! Bir kerecik, “Benim adam olmayan kulum” deyiversen kimsecikler izimin tozuna erişmez. Ben kim oluyorum ki, sana karşı adam olacak, adamlık taslayacağım. Senin kulun olayım da adam olmayan kulun olayım bu da yeter bana! Nasıl olur da ben, senin yüzü kara kulunum diyebilirim? Ben senin köpeğinin yanında bile yüzü kara kesilmişim. Belimde senin kulluk kemerin. Habeşli köleler gibi senin dağınla dağlandım, senin kulun olduğuma nişânem var. *** Senin yüzü kara kulun değilsem, neden bu devlete erdim, neden makbul oldum ya? Sana yüzü kara bir kulum ya ondan gözüm gönlüm aydın!
Kimde kim aşkın nişânı var durur
Âkıbet ma’şûka ânı irgürür
Kulluk nişânesi (bâtın) taşıyan bu kulu satma… bilakis kulağıma bir de kulluk halkası (zâhir) tak!
Ey eşi benzeri olmayan Sultânım, bu bir avuç topraktan ibâret olan yoksula lûtfettiğin hil’atler, sırf senin ihsanının feyz ve ikramının bolluğundandır. Rabbim, efendim, sahibim, ihsanından kimse ümit kesmez, mahrum kalmaz… Kulağıma taktığın halka, vücuduma vurduğun kulluk mührü ebediyyen yeter… bunlar kâfidir bana!
Kimin yüreğinde Allah derdi var da bu dertten hoşnut değilse, neşe yüzü görmesin… Böylesi senin adamın değildir.
Ey derdime derman olan Allahım! Bana bir zerre dert ver, bir âh ver, senin derdin olmazsa canım ölür gider. Kâfire küfür gerek, dindara din. Attâr’ın gönlüne ise derdinden bir zerre!
Yâ Rabbî, ey benim Rabbim, Yarabbi deyişlerimi bilir, duyarsın… geceleri ettiğim ahlarda, çektiğim yaslarda benimlesin. Mâtemim haddi aştı… bana katından bir neşe, bir sevinç gönder… karanlıklar içindeyim, nurundan bir nur yolla! Bu yasta sen yardımcım ol… kimsem yok; elimden sen tut! Bana İslam nurundan bir lezzet ver… karanlıklığa ait nefsimi yok ediver gitsin!
Bir gölge içinde kaybolmuş bir zerreciğim. Varlıktan bir sermâyem yok! O güneşe benzer yüceliğinden istemekteyim… belki o parıltıdan bana da birazcık ışık gelir diye… Başı dönmüş zerre gibi sıçrar; el çırpar, neşelenirim! Artık buradan çıkayım… Önümdeki o aydınlık âleme dalayım… Can boğaza gelmeden, son nefesimden önce ne çeşit olursa olsun, bir gönlüm vardı, bana yoldaşlık ederdi. Fakat can verirken senden başka kimsem yok… Son nefeste canıma sen yoldaş ol! Yerim benden hâli kalınca yoldaşım olmazsan vay bana, vaylar bana!
Ümîdim var, elbette bana refakat edersin… dilersen kâdirsin, lûtfedersen eğer, elbette edersin…
*** Eskiden hürlerden ayrılıp kölelerin belli olması için dağlandıkları anlaşılıyor. Aynı zamanda kölelerin kulaklarına halka geçirmek adeti var imiş. Hatta bu yüzden Bektâşî mücerretleriyle, Kalenderi, Haydari gibi bazı yollarda Ehl-i Beytin kulu kölesi olduğuna alamet olmak üzere dervişlerin kulaklarına küpe takması adetti.
Sen ki bahr-i cûd’sun ey pâdîşâh
Hem Kerîm u hem Rahîm u hem İlâh
Kıl bize lütfun mu’în ey Müsteân
Koyma kim bu hasret ile çıka cân
Son nefeste rahmetin kıl yoldaşım
Vaslın âbı ile söndür âteşim
Bende yâ Râb hadden artuktur zünûb
Gam değil senin içün Ğaffar ez-zünûb
Gerçi isyânda tecasür kılmışam
Sen bağışla kim itdiğümü bilmişem
Gerçi gafletden ben itdüm bin günâh
Sen ivaz kıl âna rahmün yâ İlâh
Sen O Sultânsın ki senden umaram
Kim ola kim Yezdânu senden kerem
Eyledimse cürmü, cehlimdendir ol
Kim didin bize zalûmun hem cehûl*
[33:72]
Sen çü âlimsin kamû ef’âlime*
Sen eğer rahm etmesen vây hâlime
[16:28]
Ağlamazsa gözlerim ger âşikâr
Cânım ağlar şevk ile zârı zâr
Yâ ilâhî yahşi kıldım ger yamân
Ânı kendi kendime kıldım hemân
Afv kıl kim bilmişem taksîrimi
Kahr ile kılma şehâ takdîrimi
Afv kıl bu dûn-himmet’liklerim
Cehl ile bu bî-hamiyyetlik’lerim
Yâ İlâhî, nefsin elinden el-amân
Yine kendi o kul kim yahşi yamân
Gösterib lütfunla bir râh-ı menâs
Bu keşâkeş’den beni eyle halâs
Gerçi hâr’ım sen beni gül eylegil
Nîm-cüz’üm sen beni kül eylegil
Bende kim yâ Rab senin ben rû-siyâh
Sen kulum disen olurum pâdişâh
Ben kimem kim sana kulluk arz idem
Kendimi bir yahşî âdem arz idem
Bu yeter kim sana her kim oldu kul
Kulluğuna ol beni ide kabûl
Hind-i dilem yâ Rab beni Rûmî dil it
Müdbir’im lütuf eyle nâmım mukbil it
Hiç senden kimse mahrûm olmadı
Yahşîlerden hiç yamanlık kalmadı
Derdin ile her kim ol hoş-dil değil
Olmasun hoş, bende-i mukbil değil
Zerrece derdi it bizim dermânımız
Tâ ki derdin ile hoş olsun cânımız
Hazreti Attâr ol şirîn makâl
Hoş buyurmuştur bu beyt-i hasb-i hâl
کفر کافر را و دین دیندار را
ذرهٔ دردت دل عطار را
Küfr-i kâfir râ vû dîn dindâri râ
Zerre-i derdet dili Attâri râ
Kafire küfrü var ve hem dindara dini
Attarın gönlüneyse derdinin bir zerresini
Dâima eyle Fedâyi’ye karîn
Derd-i aşkın yâ ilâhe’l âlemîn
Ey benim ahvâlime nâzır olan
Gîceler feryâdıma hâzır olan
Geçdi hadden mâtemüm bir sürûr vir
Zulmet içre kalmışam bir nûr vir
Pây-i merdüm yine sen olgıl hemîn
Destgîrim yine sen ol yâ Muîn
Nefs zulmetinden evvel fâik it
Nûr-i îmân lezzetinden zâik it
Sâyede bir zâyi’ olmuş zerreyem
Varlığım yok belki yokdan dahi kem
Âfitâb-ı rahmetinden sâilem
Zerre-i bir lem’a bulsam kâilem
Zerrelerle karışub cür’et idem
Afitâb-ı hazrete doğru gidem
Cân ile tâ zinde iken bu kafes
İrişüb feryâdıma elbette kes
Cân çıkub ol dem ki ten ola harâb
Kabirde bir ben kalam bir de turâb
Vây eger ol demde hem-râh olmasan
Hâl-i düşvâr’ımdan âgâh olmasan
Umaram yoldaş idesin rahmetin
Bilürem zîrâ kim vardır kudretin
Cân çıkınca senden özge yok kes’im
Tâ ki çağırdukda gûş ide sesim
Yâ Rab ol demde budur bana heves
Bana yoldaş olasın ahîr nefes
Bir kişi kim Hakk’ı sevse Hakk’ı söyler dâimâ
Sâhib-i irfân olup ol âkıbet mağfûr olur
Tuz-ekmek hakkı, paylaştığımız hoş zamanların hakkı, söyletilen güzel sözlerin hakkına, bir fatiha ihsan idip hazreti nâzımın ruhuna, her hak sahibinin hakkını gözetip hoşça bakasınız zâtınıza.
Gûş eyle bu nasîhati
Bulasın sen de râhatı
Tuz ekmek yediğin yere
Etme sakın hıyâneti