Tarikatlar nereden alınmıştır?

Tarikat nedir ve nereden alınmıştır?
Tarikat, sâliki maksûduna, müridi murâdına, cüz ü külle kavuşturan yola derler ki, Resûl-i Kibriyâ (s.a.) Efendimiz tarafından gösterilmiştir. İşte çeşitli sûrette görülen ve fakat hakikat cihetiyle yekdiğerinden kat’iyen farklı olmayan yollar birdir ve hepsine birden “Tarîkat-ı Muhammediye” denir. Şeriat kavlim, tarikat hâlim, hakikat re’sü’l- mâlim yâni sermâyemdir sözlerini Efendimiz buyurmuşlardır.

Kâbe’ye gitmek için yollar bir midir? Şüphesiz ki hayır. Dünyânın her tarafından Beyt-i Muazzama’ya giden birçok yollar vardır. Afrika’dan, Amerika’dan, Asya’dan, Avrupa’dan hareket eden hacıların yolları muhtelif olmakla berâber, neticede toplandıkları merkez ve maksut birdir ki o da Kâbe’dir. Bu yollar, hacca niyet eden kimsenin bulunduğu yere göre nasıl uzun, kısa, güçlüklü veya kolaylıklı oluyorsa, tarikler de böyledir ki sâliklerin ezelî istîdâdı derecesiyle mütenâsiptir.

Tarik; esas cihetiyle bir olunca, şüphesiz bu tarîkatin yollarında rehber ve delil olacak zatlar da ayni rûhu ayni irfan ve mâlûmâtı hâiz olmak dolayısıyle birdirler ki bunlar da yukarıda söylediğimiz veçhile o büyük muallimden tâlim ve terbiye gören kâmil insanlardır, însan taslakları değil.

Dünyâya gelmekten maksadımız, bunlardan birini bulup terbiyesine girmekten ibârettir. İş Nakşibendilik, Kadirîlik, Rifâîlik, Mevlevîlik’te değil, Hazreti İnsan’ı bulup Hakka kul olmaktadır. Bir de maalesef tarîki ve tarîkati, dergâhları çok başka anlayıp işin yalnız dışında, kabuğunda kalmış olanlar vardır. Bütün tariklerde tâlim olunan zikir, Kelime-i Tevhîd ile İsm-i Celâl’dir.

Fakat sâde Allah demek ve bunu türlü makam, âhenk ve usûlle söylemek kâfi midir?

Lâzım olan, söylediğini bilmek, zikrettiğini görmek, Allâh’ı bulmaktır. İsimde kalmayıp  müsemma’ya bulmaktır. Bu ilmi öğretecek bu ilmin semeresini elde ettirip sâlikin geleceğini kurtaracak muallim de, ancak kâmil mürşittir. Fakat:

Her mürşide el verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş

Peygamberlerden halk mûcize istediler. Halbuki istedikleri mûcizeyi gördükleri halde îman etmediler. Bilmediler ki mûcize, mûcib-i îman değildir. Mûcib-i îman olan şeyin cinsiyet, mânâ birliği ve berâberliği olduğunu anlayamadılar.

Peki bu işin Kur’an’da yeri var m’ola?

Tasavvuf ve tarikatlar

Gönül gözü: [Hac, 46]
Peki bu inkârcılar biraz olsun dünyayı gezip dolaşmazlar mı ki, hiç değilse bu sayede düşünüp duygulanacak gönüllere, gerçeğin sesini işitecek kulaklara sahip olsunlar. Ne var ki onlarda kör olan, gözler değil, asıl kör olan sinelerindeki gönül gözleri!

Hikmet: [Bakara, 269]
O, hikmeti dilediğine verir. Ve kendisine hikmet verilmiş olana çok büyük bir hayır verilmiş demektir. Gönlünü ve aklını çalıştıranlardan başkası düşünüp anlayamaz.

Selim Kalp [Şuara, 89]
Ancak Allah’a selim(İnkârdan, şirkten, kötülükten arınmış; Allah’a teslim olmuş) bir kalple gelen kurtulur.

Seven ve sevilen olarak Allah [Maide, 54]
Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki,Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allahı severler.Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar.Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar.İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir (ihsanı boldur, her şeyi hakkıyla bilir).

Razı olan ve razı olunan olarak Allah [Beyyine, 8]
Rableri katında onların mükâfatı, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat Rablerine derin saygı duyanlara mahsustur.

Ey gönül huzuruna ermiş ruh!Sen Rabbinden razı, O senden razı olarak dön Rabbine!Sen de katıl has kullarımın içine, gir cennetime! [Fecr, 27-30]

Allah dostları [Yunus, 62]
Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.

İlm-i ledün [Kehf, 65]
Orada bizim seçkin kullarımızdan öyle bir has kulumuzu buldular ki Biz ona lütfedip, nezdimizden rabbanî bir ilim öğretmiştik.

gibi ayetlerin teferruatına inerek bir gönül felsefesinin temellerini inşa etmişse de bu mesele demirden bir leblebi olup her kişinin değil er kişinin kârıdır.

Zâhid benim aşka yâr olduğum mudur hatâ
Aşk ile yokluğu kâr kıldığım mıdır hatâ

Çün buyurdu ol Resûl “Mûtû kable en-temût”
Ölmezden ön aşk ile öldüğüm müdür hatâ

Ben bu mülke gelmeden çar anâsır olmadan
Aslımdaki ummâna daldığım mıdır hatâ

Geçip akdan karadan istediğim Yaradan
Mâsivâyı aradan sildiğim midir hatâ

Dilimdeki zikrimin kalbimdeki fikrimin
Ma’nisini özümde bulduğum mudur hatâ

Gördüm vucûd ilinde Kur’an okur dilinde
Tıfl-i ma’ni dersini bildiğim midir hatâ

Bir kişinin yüzünden bin kişiye lûtf olur
Ancak gönül pasını sildiğim midir hatâ

Ümmî Sinan der hoca fikrim bu irte gece
Aşk ile cân mi’raca saldığım mıdır hatâ

Sırlar örtülsün

Ez-Zâhir ve’l-Bâtın

Bu iki ism-i şerif bir konuda toplandı. Çünkü birbirine nisbetle anlaşılan izâfi işlerdendir. Bunlar da derin külli isimlerdendir ki pek çok sırları şâmil olmuştur. Hakk Teala’nın zâhir olması vücudu hasebiyledir; zira açık delilleri çoktur. Bâtın olması hakikati itibariyledir. Çünkü zatın künhüne akıllar ve fikirler eremez, keşf sığmaz…

… Nitekim ehlullahın vasfı hususunda gelir: “Görüldüğünde Allah hatıra gelir.” Yani bir kimse onlara hakiki nazar ile nazar etse elinde olmadan “Allah” diyerek yere düşer. Çünkü, onlar Hakk’ın sıfatının heybeti ile zahirdirler.  Şayet görenin bakışında illet veya kalbinde inkâr olsa bu surette perdenin arkasından nasıl görür? Görse de kendine kıyas edip beşer yüzünü göster. Ayna kirli olursa bir nesneyi salimen göstermez olur.

… Erkekler ve oğullar zahir ismine dahillerdir. Onun için zahir şeriat gibi perdesizdir. Kadınlar ve kızlara gelince bâtın ismi altındadırlar. Onun için şeriatın bâtını olan tarikat gibi örtülüdürler. Nitekim Kur’an’da gelir: “Çadırlar içerisinde gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş hûriler vardır.” (Rahman, 55/72) Yani cennete olan hûriler, hakikat erbabının gizlenmiş sırları gibi izzet ve gayret çadırlarında gizlenmişlerdir. Binaenaleyh, cennette de hanımlara yabancılardan dolayı örtünmek vardır. Ancak bu, teklif yoluyla değildir. Çünkü cennet teklif sınırının dışındadır. Ancak ilahi gayret yoluyladır. Çünkü her mü’minin haremi kendisinin sınırıdır. Böylelikle yabancı ve aileden olmayanlardan korunmuştur. Bu sebeptendir ki dünyada kafirler arasındaki kadınların perdesi yoktur.   Çünkü onlar sır erbabından olmamalarının dışında kıskançlıktan da mahrumdurlar. Zira gayret ve kıskanma imandandır, onlarda ise iman yoktur. Mü’minde gayret olmasa imanın şubesi nâkıstır ve sırlardan yoksundur. Onun için büyük şehirlerden aşağı olup memleketin en uzak yerlerinde ve dağların zirvelerinde cuma ve cemaatten habersiz olanlarda ilahi sır zuhur etmemiştir…

Ve’l hâsılı zâhir ve bâtınlarınız nûr olsun, Mevlam sizleri zahir ve batını itidal üzerine birleştiren kemâl ehli kullarından eylesin, cümlemizi zahirde kalan ham ervahtan muhafaza buyursun. Âmin Yâ Mûin.

14. Mektup

14. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların ondördüncüsüdür.

1mursidinmektuplari

Zâtıyla, sıfatıyla ve fiiliyle Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l-Celâl ve’l-Cemâl ve’l-Kemâl Hazretleri’ne kendi isimlerinin adedince hamd ü senâ olsun.
Nûr-i evvel, ba’s-i âhir, âlemlere rahmet, şerâiti zâhir Fahr-i âlem ve sebebi icad-ı âlem ve mefhar-i benî Âdem, Hazret-i Resûl-i müctebâ, mürtezâ ve kibriyâ Efendimiz’e salât ü selâm edenler adedince ve nefesince salât ve selâm olsun. Âline, evlâdına, ezvâcına, ashâbına ve etba’ına dahî ikram oluna. Bu salâvât-ı şerîfelerden, bu âciz ve nâciz kullar dahi hissedar kılınsın.

Evvelce nurunu gördüğüm, ezelden yâr ve karındaşım olan İhsan Efendi oğlum! Esselâmu aleykum ve rahmetullahi ve berakâtuhû.

Evlâdım, Cenâb-ı Hakk muhabbetinizi ziyâde eylesin. Âfat-ı semâviyye ve aradıyyeden ve nefsâniyyeden ve şeytaniyyeden (yer ve gök ehlinin afetlerinden, nefis ve şeytanın fitnesinden, şerrinden) sizleri ve cümle mü’minleri Cenâb-ı Hakk muhafaza eylesin. Âmin.

İnsanın imân ve akâidi, amellerinden zâhir olduğu gibi lisânından ve kaleme aldığı satırlardan dahî belli olur. Kelâmı, lisânı seçme tarzından zâhir olduğu gibi bazen kelimeleri, satırları düzgün dahi olsa erbâbı, ferasetle dinleyip okuduğunda sadrındaki nifâkı veyahut aşk u muhabbeti hemencecik farkeder. Üslûb-i lisân aynıyla insandır. Lâkin; Cenâb-ı Ali kerremallahu vechehu buyurur ki: “Sadece sözlerin ifade ettiği şeye bakmayınız. Onu ifade eden zâtın da ahvâline ve niyetine ferasetle bakınız. Yoksa hata ederseniz, aldanırsınız.” Daha evvelce de arzettiğim bu sözü şikayetten değil memnuniyet vesilesiyle söylüyorum. Zîrâ satırlarınızda, sadrımızdaki muhabbetin alâmetlerini, adım adım kemâle gidişinizi dua ve niyâzla görmekteyim.

Hak nedîmi İhsan Efendi oğlum, ilk mektubda zât-ı âlinize ifade eylediğim tezkiye-i nefis mes’elesi o zamanın şartlarından dolayı pek etraflıca anlatılamamış idi. Göndermiş olduğunuz mektûbdan bu hususta bazı işaretleri ve remizleri beyân etmenin lüzûmuna kanaat getirdim. Zîrâ belagât, yerinde, mevkiine, zaman ve zemine uygun ifadede bulunmaktır. Tezkiye-i nefis her makamda lâzımdır ve her makamın da kendine ait bir niyeti ve usûlü vardır. Bunları ma’lûmat olarak versek de neticede hal ile bilinir. Bir kişi bunları bilmekle mürşid olmaz. Amma en azından yanlışa sevketmez ve sevkolunmaz. Mürşid bu halleri görmeli ki irşad edebilsin. Mübtedî derviş (seyr û sulûka yeni başlamış kişi) Allah’ın menhiyatından sakınır, emirlerine imtisal eder. İbadet, haram, helal olarak dini hayatına tanzim eder ve bu tatbikata mâni olan engelleri ortadan kaldırmaya gayret eder. Bu menhiyat denilen (Allah’ın yapmayın diye buyurdukları) ve emirlerine itaat (Cenâb-ı Hakk’ın yapmamızı emrettiği şeyleri bilfiil göstermek) herkesçe malumdur. Derviş değil, keşiş bile bunları bilir. İlk safhadaki tezkiye-i nefis böyle olur. Amma dikkat edile. Evvelce menhiyatını zikrettim. Zîrâ günahı terk, isyandan uzak kalmak, Allah ve Resûlü’nün sevmediği bir fiil terk etmek hem ibadetten evvel gelir hem de ibadetten üstün bir ameldir.

İkinci safhadaki tezkiye-i nefs, kalbdeki menhiyata meyli kaldırmak, kalbden geçen  hayırlarda acele etmek, tecil etmemek demektir. Zirâ nefis kalbden yüz bulur da şımarıverir. Menhiyatı ibadet gibi işler de peşimân bile olmaz. Kişi, kalbimden geçti, amelimden zâhir olmadı derse muhakkak emmâre sıfatı üzre dibi boylar. Zirâ edeb kalbdedir. Bu safhada derviş, etrafında gördüğü çirkinliklerin, gayr-i meşru hallerin kendisine işaret ettiğini tefekkür edip murakabe (karşılıklı kontrol) makamında olmalı. Yani bakmalı, eğer o halleri gördüğünde kendisinde bir meyil varsa hemen kalbden onu tasfiyeye çalışmalı. Zirâ, o muhakkak zemin bulduğunda vücûd bulacaktır. Bu dahî ancak zikirle, sohbetle, rahatı terkle mümkündür. Şunu da unutmamalıdır ki; o hataları görmesi kendisinin de o hatalara düşeceğine işarettir. Öyle olmayaydı görmek dahî nasîb olmazdı.

Üçüncü mertebede derviş, yaptıklarına tövbe etmekten ziyâde kalbinden geçirdiklerine istiğfar eder. Bu makamda nefis, ibadet ve taatın evvelinde ve sonrasında kendi payını istemeye başlar. Meselâ; zikirden sonra gevşeklik hali, huşû u huzurla namaz kıldıktan sonra dünyaya ve mâlâyaniye dalma düşüncesi hatıra geliverir. Bu makamda şeytanla nefis daha çok büyür ve birbirleriyle daha sıkı yardımlaşır haldedir. Evvelki mektuplarımda beyân eylemeye gayret ettiğim gibi ilhâmâtın başladığı bir kalb çok tehlikeli bir zeminde kendisini bulur. Ziyâde dikkat etmek lazımdır. İnşirah suresindeki ayeti hemen hatırla ki, Habîb-i edîbinin nezdinde cümle âleme beyan ettiği ayet-i kerimede bu âlemdeki insana da hitâb vardır. “Fe izâ ferağte fensab ve ilâ rabbike ferğab” (Allah Teala’nın rızasına muvafık bir ameli işleyip tamam ettikten sonra hemen rızası bulunan başka bir işte sebat ederek doğrul, yeni bir işe koyul. Rağbetin ve niyetin Rabbine olsun.) Fefhem! (Düşün, tefekkür et.) O sebebden sâlik bu makamda “Hû hû” deyu gayret eder. Gayret, meydan terbiyesinde önemli bir ıstılahtır. Bunun dahi üzerinde düşünürsen bu makamın sırrı keşfolur. Ve yine bu makamda günahlarıyla da sevaplarıyla da Allah nezdinde hiç olduğunu tefekkür etmek tezkiye-i nefsin şartındandır. Eğer sâlik, üçüncü derecede halkta gördüğü iyiliklerin Hak’tan, halkta gördüğü kötülüklerin nefsinden olduğunu idrak ederse Hak mazharı olur. Bu dahî dervişin hakîkî aşka adım attığı makamdır. Nefsin tezkiyesiyle uğraşmak fikri dahi o dervişi terk eder. Nefsiyle ruhunu, kalbiyle şuurunu tefrik edemez. Ne denirse onu yapar. Amma kim ne derse onu değil. O ne derse onu yapar. Kasdolunan bu makamın erbâbı tarafından bilinir.

Bundan sonra sâlik, kendi muhayyilesinin, niyetlerinin ve amellerinin ta’yini için nefsini muhafaza makamındadır. Yabanî bir atı serbest bırakmazlar. Onu tutuş şekli ayrıdır, bir de terbiye olan at vardır. Onu tutuş şekli daha ayrıdır. Azgın bir hayvana gem vurulmasıyla, terbiyeli bir bineğe gem vurulması, semer giydirilmesi aynı mıdır? Tabiî ki değildir. Dervişteki o mânâ şahsiyet olarak tezahür etmeye başlar. Evvelki hallerde de bu şahsiyetten eser vardır. Lâkin taklididir. Sahibi dahî kendisi değildir. Amma şimdi tahkikî olmuştur. Bu emanet kendisinden sorulacaktır. Binâenaleyh kâmil kişinin emanetten mes’uliyeti cahil kişinin ve nâkıs kişinin emanetten mes’uliyetine benzemez. Evvelki imândan mes’uldür veyahut İslâm’dan. Amma şimdi ihsan makamının mes’uliyeti mevzu’ bahistir. Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti ile kişi Allah’tan razı olduğunu zâtı ile, sıfatıyla ve ef’aliyle ortaya koyar. Kendi dahî aradan çekilir.

Pek kıymetli evlâdım, bu mevzu’a devam etmeden evvel sağda solda konuşulan bazı sözlere cevap vermek belki ileride de şahit olursun deyu hatırıma geldi. Şimdi bazıları derler ki: Efendim makamat, şeriat, tarikat, hakikat, ma’rifet değildir. Ma’rifet evvel gelir, hakikat sonuncudur. Zirâ aslolan hakikattir. Biz de deriz ki: Şeriatın, tarikatın, hakikatin aslı ma’rifet olarak kendisini gösterir, zâhir olur. Hakikatin hakikatine varanlar zaten Kerîm olanın kerîmliğinden hakkıyla nasibdar olanlardır. Bu hal ma’rifet ile zâhir olur. Yani ma’rifet makamı, hakikat bilindikten, bulunduktan ve olunduktan sonraki makamdır. Sen buna ister hakikat de ister ma’rifet de. Yoksa kastedilen ma’rifet, kişinin velayet makamı değildir. Ma’rifet-i Hak’tır. Hakkın kendisini ayan beyan mir’atte göstermesidir. Hz. Muhammed (sav) serâpâ (baştan ayağa) Hakikat’in Ma’rifetidir. Şeriatteki sır, ol makamda zâhir olmuştur. Aynı kıyamette yani nihayette cümle sırların zahir olması gibi. Bu vecheden tefekkür edilirse Efendimiz (sav)’in teşrifi sırr-ı Muhammedî’den feyz alanlar için zaten kıyamettir. Fefhem! (İdrak et, düşün!) Bazıları da derler ki; “Efendim, kudbiyyet evveldir. Kurbiyyet sonradır.” Bunun dahî cevabını vermiştik. Lâkin şimdi tekrar etmek icâb eder. Orada zikredilen kudbiyyet vazife icâbı iş yapmak değildir. Yakınlık yani kurbiyyet, mûcibince amel etmektir. Zirâ kuldan istenen hangi makamda olursa olsun o makamın icâbına göre amel etmektir. Sâfiyye’ye erişince amel munkatı’ olur mu? Veyahut tasarruf sâkıt olur mu? (Amel yapmaktan uzaklaşabilir mi? Halifetullah olarak vazifeli olduğu sahada yetkisini kullanmamazlık edebilir mi?) Tabiî ki olmaz. Esas ondan sonra hizmete liyâkat vardır.

Herkesten çok, daha çok gayret etmek icâb eder. Amma gayret-i Hakk’tır, halk değildir. “Yeryüzündeki âdil sultanlar Cenâb-ı Zülcelal’in gölgesi gibidir.” denilmiş. Anlaşıldı ki bazı kimseler bu sahanın kelimelerini kendi lugatlarındaki kelimelerle karıştırıyorlar. Böyle giderse sâfiyye makamını Sâfiye Hanım’ım evinde zannedecekler. Cenab-ı Hak, nefsiyle oynaşarak çamurda kalan merkep olmaktan bizleri muhafaza eylesin. Kişi söz dinlemekle ve kendisinden evvelkilerin irfanını beğenmekle, takdir etmekle mesafe kateder. Yoksa kendi yolunu kendi çizer, kendi kat eder. (İkinci kere kat etmek kesmek manasındadır, Allah u alem cinas yapılmıştır.)

Muhterem İhsan Efendi Oğlum, işte sizin mektubunuzda beyan ettiğiniz hal, en son anlattığım sâlikin haline muvâfıktır. Bu halleri uzun uzun yazmışlar. Bazen “lâ” dan illâ’ya geçmeyi izâh için, bazen kalp makamlarının tafsilatı için, bazen de “ıtlak” meratibini beyan için bir çok risaleler ve sohbetler yazmışlar. Arz eylediğim gibi bunlar ancak görülünce anlaşılan hatta görüldüğünde bile izahı kişiye özel hallerdir. Bu hallerin tefsiri ve tafsili için ayrı bir ihtisas gerekir. Bu sahanın mütehassıslarına “pir” denir veyahut pîri ile hemdem olmuş hem mükemmel hem mükemmil mürşid denir. Meselâ; öyle bir an gelecek ki, tezkiye eylemeye çalıştığın nefsin dahi onu tezkiye etmek isteyenden efdal olduğunu göreceksin. Nefsin, şehvetten yana gördüğün zevkin şefkat nazarıyla makbul olduğunu, mezmun olmadığını fark edeceksin. Zirâ tezkiye-i nefis teşbih etmek gerekirse toprağa tohumu atmak gibidir. Toprak sıfat olarak sana verilen o emaneti, o ahlak gölgesinde büyütürsen, evvela o tohum çürür, kokuşmuş, çürümüş halde iken hiçbir işe yaramaz. Mücahade eder, feyizle gayba iman ve söze itibar ederek devam edersen bu sefer o tohumun topraktan fışkırdığını görürsün. Filiz verir, fide olur. Budak olur. Kabul olur. Diken olup hiçbir şekilde ağza atılmaz haldeyken koparırsan ya toprak için çürüyüp pislik olur, yani gübre olur veyahut o budaklar, dallar yanmak için odun olur. Velâkin azmeder, sebat eder, gayret edersen çiçeklenir amma o da kâfi değildir. Zamanı, zemini gelince “Ol!” emriyle tohumdaki meyve kendini gösterir. İbretle bak ki o meyvenin dahi koparılma zamanı vardır. Ham iken koparılmaz. Vakti saati gelince koparılır. Meyvesi alındıktan sonra da o ağaç yakılmaz. Başka bir mevsim için güzel güzel bakımı yapılır. Bu misal inşaallahu Teala müşkillerini halleder.

Evliyâ bendesi İhsan Efendi oğlum, bu mevzu’ inşallah diğer mektuplarda tekrar tekrar beyân edilir. Lakin şu kadarını da söyleyelim ki; kemâl mertebelerinde yakîn haller müşahede edilirken derviş anlar ki ortada nefis de yokmuş , ruh da. Bir âlem için var olan başka bir âlemin yoku mesabesinde olabilir. Bunlar cilve-i Rabbanî’dir. Bu dahi “terk-i terk” makamıdır. Bir işe kalkışmadan evvel hiç gayret etmeden salmak ve bırakmak ahlak-ı reziledir. Lakin işi mükemmelen halledip bitirdikten sonra benden bu kadar deyip kenara çekilmek, işi sahibinin takdirine bırakmak ahlak-ı hamîdedir. İşte kâmillerin terk-i terk makamı bu nev’idendir. Cenâb-ı Hakk bu sözlerin te’sirini halk eylesin.

Gönlümün âyinesi ve murâdı güzel evladım, küçük bir mes’ele diye yazdığın mevzu’a gelince; hakikaten de küçük bir mes’ele. Tabiî ki bir kitap, bir eser bitirildikten sonra, hele ki böyle sohbet halkalarında tamamlanmış bir eserse cemiyet tertip etmek pek güzeldir. Lâkin cemiyetleri ayrı ayrı yapmayınız. Yani ihya* cemiyetini, Vâsiyetnâme’yi ve El Fethu’r-rabbânî’yi ayrı ayrı yapmanıza hâcet yok. Hatta öyle bir meclis tertip edin ki hatim cemiyeti gibi olsun. Alameratibihim (mertebelerine ve derecelerine göre büyük kişiler) dua edilsin, hatim cemiyeti gibi olsun. Hatta yemekler, şerbetler, çocuklar için şekerlemeler verilsin. Buna çok büyük ihtiyaç vardır. Hem bu eserlerin, sohbetlerin devamı için hem de birbirinizle Allah ve Resûl muhabbeti için çok güzeldir. Evvelden yapılmadı diye tereddüt etmeyiniz. Netice güzeldir. İnşâallah bu güzel adetleri ilk defa siz kâim kıldığınız için Cenab-ı Hakk’ın lûtfuna, iki cihan serveri Efendimiz’in muhabbet nazarlarına ve erenlerin himmetlerine nâil olursunuz. Âcizâne tavsiyem, İmam Maverdî’nin Edebü’d-Dünya ve’d-Dîn eserini Âlûsî’nin tefsiriyle Pîr İsmail Hakkı Bursevî’nin Ruhu’l Beyân’ını dahî okuyunuz. Bir de Ahmed İbn-i Hanbel’in Müsned’i bu sohbet halkasını feyiz ve bereketiyle kuşatacaktır.

(* Anladığımız kadarıyla İmam Gazalî’nin İhya-i ulûmi’d-dîn ders olarak okunmuş. Bu eser tamamlandıktan sonra bir cemiyet tertip ediliyor. Zikri geçen diğer eserler İmam Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediye’si ve Hazret-i Pir Abdulkadir-i Geylanî’nin Fethu’r Rabbanî’sidir.)

Cenâb-ı Hakk sıhhat ve âfiyette dâim eylesin. Hayırlı hizmetlerle kâim eylesin. Aşkullah ve aşk-ı Resûlullah’ı kalbinde ziyâde eylesin. Ayaklarını sırat-ı müstakimde sabit eylesin. Her halini evvelki halinden hayırlı ve âlâ eylesin. Bu dünyada, kendi harem-i ilâhîyesinde ve ehadiyetinde hep seni güzelce mihmân eylesin. İki cihan serveri Habîbullah Efendimiz’in muhabbeti ve nazar-ı iltifatına sizi ve cümlemizi mazhar eylesin.

Allah Teala’nın selamı, rahmeti, inayeti üzerinize olsun, İhsan Efendi oğlum.

El fakîr, Müznîb Halîl Efendi

15. Mektupta görüşmek üzere …